Posts Tagged ‘İ’lâ-i Kelimetullah’

Deliler (!)

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Bir münasebetle, “Ne olur Rabbim! Senin hazinelerin geniştir; dilersen isteyene istediğini verirsin; bana da dininin delisi beş-on insan ver!” diye dua ettiğinizi söylemiştiniz. “Dinin delisi”nden kasıt nedir, kimdir?

   Cevap: Belki haddimi aşarak çok erken dönemlerden itibaren bunu dilemişimdir. Mesela bugün gibi hatırımdadır: Kestanepazarı camiinin kürsüsünde vaaz ederken, “Keşke bu cemaat içinde beş on tane deli olsa!” demiştim. En basit ifadesiyle “deli” tabiriyle kastettiğim mânâ, hayatlarını tıpkı sahabe gibi sadece i’lâ-i kelimetullaha bağlayan, “O varsa yaşamamın bir kıymeti var; o yoksa yaşamaya da değmez. Zira bu takdirde yaşadığım hayatın, insandan aşağı derecedeki diğer canlıların hayatlarından ne farkı kalır ki!” diyen insanlardır.

Onlar, kulluk vazifeleri gereği üzerlerindeki hakları titizlikle eda eder, sorumluluklarını yerine getirir ve her hak sahibine hakkını verirler ve bunlarda kesinlikle tekâsül göstermezler. Ama bunun ötesinde, onların gözlerinde ne evin barkın, ne yalının villanın, ne atın arabanın, ne servetin zenginliğin ne de şanın şöhretin bir kıymeti vardır. Onlar, kendini akıllı sanan ehl-i dünyanın nefes nefese arkasından koştukları bütün bu dünyalıkları çoktan ellerinin tersiyle itmiş, onların sevgisini kalblerinden söküp atmışlardır. Gözlerini her açıp kapayışlarında, “Acaba bir gün nam-ı celil-i Muhammedî dünyanın dört bir yanında şehbal açacak mı?” der, hep onu sayıklarlar. Onlar bu gaye-i hayalin delisidirler. Dünyanın kaderini değiştirenler de hep bu türlü deliler olmuştur.

Yoksa onların, tımarhanelik delilerle bir alâkası yoktur. Onlara deli dememizin sebebi, sıradan insanların kıstaslarına göre öyle görülmelerindendir. Zira herkesin dünyanın ve dünya nimetlerinin arkasında koştuğu bir zamanda onlar çoktan yaşama arzularını yaşatma arzusuyla değiştirmişlerdir. Kendilerinden daha çok başkalarını düşünürler. Kendileri ve aile fertleriyle alâkadar olmaktan daha çok insanlığın dertleriyle alâkadar olurlar. Hz. Ömer’in sokakta gezerken torununu tanıyamadığından bahsedilir. Zira o, bütün gayret ve himmetini başkalarının huzur ve mutluluğuna hasretmişti. İşte tıpkı Hz. Ömer gibi kendini ve kendi zevklerini tamamıyla yüce mefkûresi uğrunda feda etmeye amade olan insanlara ben “deli” diyorum.

Dualarımda talep ettiğim deliler işte bunlardır. İcabında dünyanın kendisine armağan ettiği bütün güzellikleri, göğsüne taktığı bütün nişanları, madalyaları çok rahatlıkla elinin tersiyle bir kenara iten ve “Din ve diyanetim adına hizmet edemiyorsam, bunların hiçbirinin gözümde bir kıymet-i harbiyesi yoktur.” diyen insan. Bu türden on tane deli, on milyon insandan daha fazla şey ortaya koyar. Allah, öbür tarafta onları, on milyon insana verdiği nimetlerle serfiraz kılar.

Osmanlı’nın İstanbul’un fethine kadar geçen bir buçuk asırlık dönemi, deliler dönemidir desek sezadır. Bilindiği üzere Osman Gazi Hazretleri (rahmetullahi aleyh) Bursa’nın fethine çıktığı dönemde ruhunu çadırda Allah’a teslim etmiştir. Oğlu Orhan Gazi, ömrünü at sırtında geçirmiştir. Murat Hüdavendigar cephede, Yıldırım Han ise esarette ruhlarını Allah’a teslim etmişlerdir. Çelebi Mehmet, sukûtu (düşüş) suûda (yükseliş), tedenniyi terakkiye çevirmek, atalarından tevarüs ettiği emanete yeniden aynı kıvamı kazandırabilmek için ömrünü sancıyla geçirmiştir. İkinci Murat öyle bir hayat yaşamıştır ki onun için “evliyaullahtandı” deseniz zannım o ki yanlış bir beyanda bulunmuş olmazsınız. Fatih’i, İkinci Bayezid’i, Yavuz Sultan Selim’i ve Kanuni’yi de bu kategoride düşünebilirsiniz. Onlar köşklerde, saraylarda, villalarda keyif çatmamışlardır. Oldukça sade ve basit bir hayat yaşamış, bütün ömürlerini dine adamış ve i’la-i kelimetullah yolunda imrar-ı hayat etmişlerdir.

Bu yüz elli senelik dönem bizim için “i’tilâ (yükselme) dönemi” olmuştur. Zira bu dönemde dışta genişleyen fütuhatlarla beraber insanların iç dünyalarında da fütuhatlar yaşanmıştır. Gönüller Kur’ân’a yönelmiş, Allah’la irtibat kavi tutulmuş, O’nun karşısında kemerbeste-i ubudiyet içinde durulmuştur. Bu yüzden de Osmanlı’nın en verimli, en bereketli yılları, bu yıllar olmuştur. Daha sonraki asırlarda ortaya konulan bazı başarıların, bir kısım güzel oluşumların arkasında da ilk dönemin bu anilmerkez (merkezkaç) gücü vardır. Ne var ki bu ruh ve mânâ söndükçe, adalet duygusu hakikilikten izafiliğe indikçe, halktan uzaklaşma başladıkça, dünyaya meyl ü muhabbet baş gösterdikçe terakkinin yerini tedenni almaya başlamıştır.

Deliler deyince Osmanlı ordusunun önünde savaşan delileri hatırlamamak olmaz. Bunlar öyle kimselerdir ki atlarında ne eğer ne de gem vardır. Atın yelesinden tuttukları gibi sırtına sıçrarlar. Silah kullanmayı seviyesizlik sayacak ölçüde gözleri pektir. Ordunun en önündedirler. Düşmanla ilk yüz yüze gelecek olanlar da onlardır. Mermere çala çala nasırlaştırdıkları elleriyle silahların üzerine giderler. Hayatı istihkar eden, güle güle ölüme gitmeyi göze almış delilerin bu cesaretleri, bu korkusuz halleri, arkalarındaki komutanların da, müsellah ordunun da kuvve-i maneviyesini takviye eder, onları da coşturur. Sayılarının ne kadar olduğunu bilemesem de savaşların kazanılmasında işte bu delilerin çok önemli bir yeri vardır.

“Güle güle ölüme gitme” ifadesi bana, şimdiye kadar defalarca zikrettiğim bir hâdiseyi hatırlattı: Yermük bozgununu yaşayan Romalılar, imparatorun karşısına çıktıklarında azar işitirler. İmparator onlara, nasıl olup da çölden çıkan bir avuç Arap karşısında koskocaman bir imparatorluğun ordularının bozgun yaşadığını sorar. Ne de olsa o dönemde Roma, Sasaniler karşısında dahi zafer kazanan dünyanın en muhteşem devletidir. Kral, böyle bir devletin Araplar karşısında yenilgi üstüne yenilgi yaşamasını hazmedemez ve komutanlara çıkışır. Ordu komutanlarının verdikleri cevap şudur: “Biz ölümden korktuğumuz ve kaçtığımız kadar bu adamlar ölüme koşuyorlar.” İşte bir tarafın zafer, diğer tarafın ise hezimet yaşamasının sırrı budur. İşte Halid İbn-i Velid (radıyallâhu anh)! Tarihin çıkardığı ender kumandanlardan biri olan bu muhteşem kameti ölüm döşeğinde dilgir eden hususların başında, savaş meydanlarında değil de yatakta vefat etmesi geliyordu, bu ona çok ağır gelmişti.

İşte bu duygu, bu düşünce çok önemlidir. Sahabe-i kiram, hayatı istihkar etmeleri ve kendilerini i’lâ-i kelimetullah davasına adamış olmaları itibarıyla birer deliydi. Bu delilerdir ki bize yaşanır bir dünya armağan ettiler. Onların arkalarından gelen akıllılar da maalesef bu dünyayı sağa sola peşkeş çektiler. Yaşatma düşüncesinden mahrum olan, yaşama tutkusuyla hayata sarılan akıllar bütün kazanımları heba ettiler. Villalarda, köşklerde hayat sürdüler, zevk ve eğlencelere daldılar. Kendilerini adayacakları, uğruna hayatı istihkar edecekleri, sıkıntısını çekip derdini yüklenecekleri yüce bir mefkûreleri olmadığından dolayı dünyaya daldılar, kendilerine, egoizmalarına takıldılar. “Mevcudu muhafaza etme” gibi dûn himmet insanlara ait duygu ve düşüncelerle yaşadılar. Neticede bize ait duygu ve düşünceyi hayat kumarında kaybettiler.

Günümüzde de fedakârlık ve adanmışlık duygularıyla dünyanın dört bir tarafına açılan mefkûre muhacirleri var. Fakat bunlar henüz yoldalar. Adım adım gaye-i hayallerini takip etmeye çalışıyorlar. Ama bu işi sonuna kadar götürebilirler mi götüremezler mi bilemiyoruz. Niyazımız o ki Cenab-ı Hak götürmeye muvaffak kılsın. Yolda kalıp dağılmadan, patikalara girmeden muhafaza buyursun. Hakiki mecnunlar ise henüz yolda olanlar değil, Allah’ı bulanlardır. Onlar bu işi zirvede temsil ederler. Fakat bu zirveye varmak için de bu yollardan geçmek gerektir.

Bu açıdan denebilir ki, yaşatma duygusuyla koşturup duran ve en büyük sermayeleri adanmışlık duygusu olan günümüzün kara sevdalıları şayet gözlerini zirvelere dikmiş, zirvelere giden yolda yürüyorlarsa inşallah hedeflerine ulaşacaklardır. Şayet onlar, kendi çıkarlarını işin içine katmaz ve bu bezmi başlattıkları gibi noktalayabilirlerse, geçmişin mecnunları gibi zirveleri ihraz edebilirler. Fakat kendilerini düşünmeye başladıkları, istikbal endişesiyle hareket ettikleri ve hizmetlerine karşılık bir şeyler aparmaya, koparmaya niyetlendikleri zaman, kendileri takılıp yollarda kalacakları gibi omuzlarındaki mukaddes emaneti de yerlere düşürmüş olurlar. Böylece hem emanete ve emaneti kendilerinden devraldıkları seleflerine hıyanet etmiş hem de gelecek nesillere gadretmiş olurlar. 

Yoldakilerin, takılıp yollarda kalmamaları için sürekli rehabiliteye, motivasyonlarının yüksek tutulmasına, sohbet-i cânanla canlılıklarının korunmasına ihtiyaçları vardır. Her günlerini bir evvelki günden daha canlı, daha heyecanlı yaşamalıdırlar ki istikametlerini kaybetmesinler. Bunun yanında, ölünceye kadar azim ve kararlılıklarını, ihlas ve samimiyetlerini, halis niyetlerini korumalıdırlar. Amellere rengini veren, niyetlerdir. Bu sebeple onlar, yolun yarısında ölüp gitseler bile zirvedekiler gibi mükâfat görürler. Zira “Allah, kullarının kalblerine nazar eder.” (Müslim, birr 33)

Gizli Ajanda İthamı ve Cinnet Psikolojisi

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Ne kadar şeffaf hareket edilirse edilsin, koyu bir önyargı ve şartlanmışlık içinde bulunan kimseler, gönüllüler hareketi hakkında “gizli ajandaları var” türünden iddiaları sürekli tekrar edip duruyorlar. Bu mevzudaki görüşünüzü ve adanmış ruhlara bu konuda düşen sorumlulukları lütfeder misiniz?

Cevap: Esasında sadece Türkiye’de değil, umumî mânâda bütün yeryüzünde çok ciddî seviyede bir paranoya yaşandığı, hemen her şeyden, herkesten şüphe ve endişe duyulduğu görülmektedir. Ancak şu an ülkemizde yaşanan paranoya, tarihte eşine az rastlanır bir seviyede. Bugün ülkemizde, Hazreti Pîr’in yaklaşımıyla diyecek olursak, çok rahatlıkla imkânât, vukuat yerine konuyor, sonra da bu imkânât üzerinden insanlar hakkında en ağır hükümler kesilip biçiliyor. Hatırlanacağı üzere, Üstad Hazretleri, mahkemede karşısına çıkarılan asılsız isnat ve ithamlara mukabil bu hususa dikkat çekiyor; mahkeme hâkimi ve savcısının da bir cinayet işlemelerinin ihtimal dâhilinde olduğunu ve eğer ihtimallere göre insanlar derdest edilip istintaka tâbi tutulacaklarsa, onların da mahkemeye çıkarılmaları gerektiğini ifade ediyor. (Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.73 (Onuncu Söz, On İkinci Hakikat); Lem’alar s.440 (Otuzuncu Lem’a, Beşinci Şuâ, Beşinci Mesele))

İhtimaller üzerine hüküm bina edip insanların geleceklerine dair bir kısım kurgular oluşturmak ve hâlihazırdaki durumları itibarıyla onları potansiyel suçlu gibi göstermek ancak bir cinnet ifadesi olabilir. Fakat neylersiniz ki, bütün dünyada, özellikle de şimdilerde ülkemizde bir cinnet hâli yaşanıyor. Dolayısıyla böylesine cinnet yaşayan insanlara, kendinizi anlatabilmeniz bir hayli zordur. Bu sebeple, öncelikle bu realiteyi kabul etmek gerekir. Daha sonra da ümitsizliğe kapılmadan, bıkkınlık göstermeden hüsnüniyetinizi, ileriye matuf hiçbir hesabınızın ve gizli ajandanızın bulunmadığını söz ve beyanlarınızla, tavır ve davranışlarınızla her fırsatta ifade edip ortaya koymalısınız. Evet, bizim ajandalarımızda ne gizli hesaplarımız, ne de ileriye matuf herhangi bir planımız yoktur, olamaz da. Şuna buna müdahale etme, bir şeyleri değiştirme gibi heva ve heves peşinde koşma bizim duygu ve düşünce dünyamızdan fersah fersah uzaktır. Ben öyle zannediyorum ki, değil hayatını bu işe vakfetmiş, onun göbeğinde bulunan insanların rüyalarına, kenarından köşesinden gönüllüler hareketiyle münasebet tesis etmiş bulunan insanların dahi rüyalarına böyle bir arzu misafir olmamıştır. Bundan dolayıdır ki adanmış ruhlara, kendilerine isnat edilen şeyleri söylediğinizde, “Allah Allah! Siz neden bahsediyorsunuz ki!?” deyip, şaşkınlıkla yüzünüze bakacaklardır. Evet, onların hayal ve rüyalarında dahi, bu tür kurgular söz konusu değildir.

Makam Beklentisi Allah’a Karşı En Büyük Vefasızlık

Hakk’ın rızasını en büyük hedef bilenler daha başta dünyanın en pahalı şeyine talip olmuşlardır. Onlar bu gaye-i hayali peyleme istikametinde bütün ömürlerini tüketseler yine de bunu az görürler. Bu gaye-i hayale ulaşabilmek için de i’lâ-i kelimetullah yolunda koşturup durmayı, Nâm-ı Celîl-i İlâhî’nin dünyanın dört bir yanında şehbal açmasını sağlama istikametinde çalışıp çabalamayı en büyük bir vesile bilirler. Bilhassa günümüzde dinin doğru şekilde anlaşılmasını sağlama, yanlış ve çarpık yorumların önüne geçme, onları tashih etme, ayrı bir önem arz etmektedir. Din adına hayırlı bir iş yaptığını zannedip de şiddete başvuran ve  kan döken insanların tavır ve davranışlarının yanlış olduğunu anlatma, silm u selâmet kökünden gelen İslâm’ın gerçek hüviyetini ortaya koyma Allah rızasını tahsil etmenin en elverişli, en kestirme yollarından biridir. İşte günümüzde inanan gönüller olarak bizler, Rabbimiz’in rızasına ulaşmak için karınca kararınca böyle bir güzergâhı kullanma niyet ve gayretinde bulunuyoruz. Doğruluk emriyle gelen ve doğruluğu telkin eden İslâmiyet’in doğru anlaşılması istikametinde gayret sarf ediyor; onun evrenselliğini, bütün insanlığı kucaklayıcılığını gönüllere duyurmaya çalışıyoruz. Aynı zamanda, değişik anlayış, dünya görüşü ve hayat felsefesine sahip insanlar arasında bir uzlaşı ortamı oluşturma, farklı kültür ve anlayıştaki insanlarla da paylaşabileceğimiz müşterek hususların bulunduğunu ortaya koyma gayreti içindeyiz.

Şimdi siz ifade etmeye çalıştığımız bu yüce hakikatlere teşneyseniz, hayatınızı buna vakfetmişseniz, bunu bir adanmışlık şeklinde yerine getiriyorsanız, “şuna talipler, buna talipler” diye ileri sürülen şeyler karşısında şaşırır kalır ve onların dediklerine talip olmayı tenezzül sayarsınız. Hatta kanaatimce günümüzde, adanmış ruhların samimî gayretlerle –Allah’ın inâyetiyle– ortaya koydukları bu kıymetli hizmet, doğrudan doğruya iman hizmeti olması ve gönüllerin Allah’la buluşmasını hedeflemesi itibarıyla beldeler fethinin dahi on katı üstünde bir vazifedir. Bana deseler ki, “Eğer bu arkadaşlar içinde bugünkü hizmet anlayışından, duygu ve düşüncelerinden sıyrılırsan, sana Kanuni Sultan Süleyman’ın bile gidip geriye döndüğü Viyana’nın anahtarlarını vereceğiz.” Ben onlara karşı, “Allah aşkına siz, bende Rabbim’e karşı ne vefasızlık gördünüz ki, beni böyle bir tenezzüle çağırıyorsunuz?” derim. Evet, biz Allah’ın rızasına talip olmuşuz. Bundandır ki, bizim için önemli birer sermaye olan aklımızı, fikrimizi, düşüncelerimizi, hissiyatımızı, muhakememizi, mantığımızı Allah’ın bir kereliğine vermiş olduğu hayatı değerlendirme mevzuunda kullanmaya çalışıyoruz. Sadece bir kereliğine verilmiş olan ve her şeyiyle hesabı sorulacak olan bu değerli sermayelerimizi yersiz ithamlarda dile getirilen değersiz ve abes şeylere sarf etmeyi Rabbimize karşı bir saygısızlık sayıyoruz. İşte bu düşünceler kanaat-i âcizanemce, bu yola gönül koymuş herkesin vird-i zebanı olmalıdır. Bize düşen, her fırsatta, her yerde kapalı bir yanımızın olmadığını vurgulamak, tavır ve davranışlarımızla bunu ortaya koymak, elimizden geldiğince, dilimiz döndüğünce samimi bir şekilde bu konuları sorup öğrenmek isteyenlere izahını yapmaktır. Kalblerin sahibi Allah (celle celâluhu) olduğu gibi, hakikatin kalblere girmesini temin edecek olan da O’dur (celle celâluhu). Biz vazifemizi yapar, neticeyi O’na havale ederiz.

Kıskançlık ve Hazımsızlıkla Mukabele Görmek Bu Yolun Cilvesi

Bu mevzuda önemli diğer bir husus da, insan tabiatını nazar-ı itibara alarak bazılarının kıskançlık ve hazımsızlığını normal karşılamak gerekir. Unutulmamalıdır ki, Cenâb-ı Hak, Anadolu’nun bağrından çıkmış bu gönüllüler hareketine tarihte eşine az rastlanır pek çok lütuf ve ihsanda bulundu. Tarihimizde en güçlü olduğumuz dönem, Osmanlı dönemi içerisindeki hususiyle ilk üç asırlık dönemdir. Bu zaman dilimi içinde, Devlet-i Aliyye, yeryüzü muvazenesinde tam bir hâkim unsur olmuştur. Şu an ise, ülkemizin ekonomik imkân ve şartları ortadadır. Fakat Rabbimiz’e hamdolsun ki, o dönemde dahi ulaşılamayan coğrafyalara gidilmiş, Allah’ın izniyle, dünyanın yüz yetmiş ülkesinde, bu ülkelerin farklı şehirlerinde eğitim faaliyetlerinde bulunulmuştur. Böyle bir netice, yüz yetmiş küsur yerde Türkiye’nin güzel bir şekilde tanıtılıp anlatılması demektir. Medyaya da yansıdığı üzere bu eğitim müesseselerinden mezun olanlar, birer Türkiye dostu olarak, üniversite ve daha sonraki kariyerlerini ülkemizde yapmayı tercih etmektedirler. Bütün bunlara Allah’ın hususî teveccühü nazarıyla bakılmalı, bir kısım hazımsızlıkların olabileceği tabiî ve normal kabul edilmelidir.

Şeytan Hazreti Âdem’i (aleyhisselâm) kıskandığından dolayı mahvolup gitmiştir. (Bkz.: A’râf sûresi, 7/12-18) Tabiatına hâkim olan düşmanlıktan ve tabiatı tamamen kıskançlık ve hasede kilitlendiğinden dolayı o, gördüğü güzellikleri artık duyamaz ve değerlendiremez hâle gelmiştir. Şeytanın bu hâli, tıpkı kin ve düşmanlığa kilitlenip yumruk yumruğa birbirine girmiş veya bıçaklarını çekip birbirinin üzerlerine yürümüş insanların o kavga ortamındaki hâlet-i ruhiyelerine benzer. Siz, kendini kaybetmiş bu insanların yanına varıp, “Yahu siz Allah’ın kullarısınız; birbirinizin kardeşisiniz; kardeş kardeşe böyle yapar mı?” diye ikazda bulunsanız, dönüp bir bıçak da size saplayabilirler. Dolayısıyla o esnada o insanlara laf anlatabilmeniz mümkün değildir.

İşte her şeye karşı çıkan bazı kesimlerin ruh hâli bundan farklı değildir. Bu sebeple olumsuz ve negatif bir hissiyatla böylesine gerilmiş ve vücudunun kimyası bozulmuş insanların sizi hazmedemeyeceğini kabul etmelisiniz. Alabildiğine şeffafiyet içinde hareket etmenin yanında, elden geldiğince gıpta ve haset damarlarını tahrik edebilecek tavır ve davranışlardan uzak durmalısınız. Zaten temelde cüz’î iradeye bakan yönüyle yapılanlar küçücük şeylerdir. Fakat biz, o küçücük şeyleri dahi başkalarına mâl etmenin yollarını aramalıyız. Meselâ Cenâb-ı Hakk’ın sizi muvaffak kıldığı bir hizmet karşısında, “Bu, demokrasinin bir sonucudur.” diyerek yapılan o işi, zemin ve şartlara vermelisiniz. Başka bir muvaffakiyet karşısında da, “Cenâb-ı Hak, herkesin gösterdiği faaliyetlere semere ihsan ediyor. Eğer böyle bir hoşgörü ortamı olmasaydı ve umumî atmosfer bu şekilde muhafaza edilmeseydi biz bu faaliyetlerde bulunamazdık.” demelisiniz. Ayrıca bilinmesi gerekir ki, Allah yolunda koşturanlar için bu üslûp ve tavır, kendilerini şirk ve kibir uçurumuna düşmekten koruyacak en selâmetli bir yoldur.

Cenâb-ı Hak biliyor ve milletimiz gerçekleri görüyor ya!…

Utanma, arlanma duygularını ve hayâ hislerini bütün bütün yitirdiklerinden sabah-akşam size sürekli iftira, bühtan ve hakaretlerde bulunanların yaptıklarından elbette ki bir insan olarak müteessir olup üzülürsünüz. Ama ne gam! Her şeye nigehbân, her şeyi gören, her şeyi bilen Allah var! Hem bu dünyanın bir de âhireti var.  Mahşer var, hesap var, kitap var, mizan var!

Aslında baştan beri mü’min karakterinin bir gereği olarak elimden geldiği kadar Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) yol ve usûlünü takip etmeye çalışıyorum. Hani hatırlarsınız, bir gün adamın biri Hazreti Ebû Bekir’e gelip bir sürü itham ve hakaretler savurmuş. Hazreti Ebû Bekir sükût etmiş, uzun bir süre hiçbir şey söylememiş, karşılık vermemiş. İftiraların sonu gelmeyince dayanamayıp kendisini savunacak birkaç söz söylemiş. Onları seyreden Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Ebû Bekir! O adamın sana söylediği her kötü sözde sen sabrederken, bir melek seni müdafaa ediyordu. Sen söze başlayınca artık melek ayrıldı.” buyurmuştu. (Ebû Dâvûd, edeb 96; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 7/189) Bundandır ki, sükûtun çığlıkları hep sesimin önünde uğulduyor… Bundandır ki, derûnî bir sükût murakabesine dalarak âdeta kendi his dünyamın dışına kaçıyorum…  Bundandır ki çığlıklarımı içime gömüyor ve duygularımı sükûtun nevhalarıyla dillendiriyorum…

Allah her şeyin aslını biliyor ve insanlar da olup bitenleri, gerçekleri görüyor ya… Öyleyse ehl-i insaf kararını verir ve zaten veriyor da… Bakın bütün tehditlere, baskılara rağmen doğru bildiği yolda halkımız yürümeye, dur durak demeden Allah yolunda koşmaya, koşturmaya devam ediyor. Kendilerini ifade edebilecek imkân ve fırsatları bulan entelektüellerimiz de bütün engellemelere rağmen hak ve hakikate tercüman olmaya çalışıyor.

Vâkıa, doğruları yazan, Hizmet Hareketi’nin yolunu, yöntemini, duruşunu müdafaa eden insanları hemen ademe mahkûm etmek için elli türlü yola başvuruyorlar. Bir yazar, fakir hakkında veya hareket hakkında iyi ve lehte bir yazı yazsa hemen hışımla üzerine gidiliyor ve yeni bir yalanla o şahıs da bana nisbet ediliyor; hattâ o şahıs suç işlemiş kabul edilip, istintaka tâbi tutuluyor, tutuklanıyor da. Dahası, nerede dürüst ve milliyetperver bir insan varsa onu da harcamak için hemen bana nisbet ediyor, “bu da ondan” deyip bir yaygara koparıyorlar. Çalmamak, çırpmamak, ahlâklı olmak suçmuş, cürümmüş gibi muameleye tâbi tutuyor; namaz kılan, cumaya giden, infakta bulunan, sadaka ve zekât veren, fakir talebelere burs temin eden insanı bile benimle irtibatlandırıp bir teşkilât, bir örgüt yapısı arıyorlar.

Bir kez daha ifade edeyim ki, her türlü despotluğa, baskıya, zulme rağmen yine de insanımız bu güzelliklere sahip çıkıyor; kanun ve kurallar çerçevesinde kendilerini ülkesine, ülküsüne, insanlığa adamış ruhlar hak bildiği yolda dimdik yürümeye devam ediyor. Onlar, başlarına gelen belâ ve musibetleri hak yolunun bir cilvesi kabul ediyor, bütün bunları birer imtihan olarak görüyor, inanç ve ümitle dopdolu bir hâlde neticesi şeker şerbet böyle bir imtihanın hakkını vermeye çalışıyorlar.

Dünyada Rıza, Ötede Rıdvan

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Rıza ve rıdvan arasında fark var mıdır? Rıdvana ulaşmanın en önemli vesileleri nelerdir?

Cevap: Rıza, insanın Allah’tan ve onun vaz’ etmiş olduğu din-i mübin-i İslâm’dan hoşnut olması, Cenâb-ı Hakk’ın her türlü takdirine gönülden boyun eğmesi, maruz kaldığı belâ ve musibetleri de itminan ile karşılaması demektir. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem),

رَضِينَا بِاللهِ رَبًّا وَبِالْإِسْلَامِ دِينًـــــا وَبِمُحَمَّدٍ رَسُـــولًا

“Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, peygamber olarak da Hazreti Muhammed’den (aleyhissalâtü vesselâm) razı olduk.” (Ebû Dâvûd, edeb 100, 101) sözleriyle böyle bir rıza ufkuna dikkat çekmiştir.

Mü’minlere bakan yönüyle, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu mübarek beyanı, bir yandan kulun Rabbisiyle olan münasebetini gösterirken diğer yandan da bizim için bir hedef belirlemektedir. Kur’ân-ı Kerim’de muhtelif âyet-i kerimelerde,

رَضِيَ اللهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ

“Allah onlardan, onlar da Allah’tan razı oldu.” (Mâide sûresi, 5/119 vb.) buyrulması da rıza ufkunu yakalamanın mü’minler için ulaşılması gereken en büyük gaye olduğunu göstermektedir.

Ayrıca bir insan, rızaya kilitlenir, hep rıza deyip oturur kalkar, sürekli rızayı hedefler ve bu konuda ölesiye bir gayret içinde bulunursa, bu, aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın da ondan razı olduğunu gösterir. Çünkü Allah (celle celâluhu) bir insandan razı değilse, onun içinde böyle bir rıza duygusu hâsıl etmez. Bu açıdan denilebilir ki, Allah’tan hoşnut olmayan, onun kazasına rıza göstermeyen, başına gelen olumsuz hâdiseleri gönül rahatlığıyla karşılamayan bir insan için nezd-i ulûhiyette de bir rıza söz konusu değildir.

Rıdvan: Ebedî Hoşnutluk Müjdesi

Rıdvan ise, rızaya nail olma adına bu dünyada gösterilen cehd ü gayretlerin ahiretteki karşılığıdır. Zaten bilindiği üzere burada eda edilen ibadet ü taatlerin her biri, ahirette farklı bir Cennet nimeti olarak temessül edecektir. Hazreti Pir’in ifadesiyle burada “Sübhanallah” diyen bir insan, orada bir Cennet meyvesi yiyecektir. (Bediüzzaman, Sözler s.705 (Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf)) Burada oruç tuttuğu için aç susuz kalan bir insan orada Reyyan’a nail olacak, yani insan içtiği zaman artık bir daha susamayacağı bir kaynağın başına ulaşacaktır. (Bkz.: Buhârî, savm 4; Müslim, zekât 85) Kısacası insanın buradaki inanç ve davranışları öbür tarafta farklı mânâlara bürünecek; bazen gözle görülür, elle tutulur bir nimet olarak, bazen de bir iç inşirahı, hoşnutluk esintileri meydana getirecek dalgalar hâlinde onun karşısına çıkacaktır.

Dolayısıyla rıdvan bu açıdan rızadan farklıdır. Rıza, dünyada insanın iradesinin hakkını vermesiyle mazhar olduğu bir lütuf ve ihsan ise; rıdvan öte dünyada Cenâb-ı Hakk’ın tecessüm ettirip mü’min kullarına sunduğu sonsuz bir lütuf ve ihsandır. Başka bir ifadeyle rıdvan, ebedî saadet yurdunda ruhlara işleyip onlarda bir zevk-i ruhânî hâsıl edecek şekilde Cenâb-ı Hakk’ın kullarına ihsan edeceği tasavvurları aşkın bir nimettir. Hem öyle bir nimet ki, ona nail olan mü’minler Cennet nimetlerini dahi unutacak şekilde mânevî bir haz ile dolacaklardır.

Rıdvan mı Yoksa Rü’yet-i İlâhî mi En Büyük Lütuf?

Bu noktada rü’yet-i ilâhî ve rıdvandan hangisinin daha büyük bir ilâhî lütuf olduğu konusu akla gelebilir. Zira Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’yı çok iyi bilen usûlüddin ulemasının ifadelerinden Cemâlullah’ı müşahedenin en büyük Cennet nimeti olduğu sonucu çıkartılabilir. Mesela Sirâceddin Ali İbn Osman el-Ûşî Ehl-i Sünnet itikadını mısralara döktüğü bir şiirinde bu hakikati şu ifadelerle dile getirir:

 يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ

 وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالٍ

 فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ

 فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ

“Mü’minler, O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görürler. Buna bir misal de getirilemez. O’nu gördükleri zaman da bütün Cennet nimetlerini unuturlar. ‘Allah görülmez’ diyen Ehl-i İ’tizâl’e hüsran olsun!” (el-Ûşî, Bed’ü’l-emâlî s.50-54) Hazreti Üstad’ın ifadesiyle de, binlerce sene mesudane yaşanan dünya hayatı Cennet’in bir saatine mukabil gelmediği gibi, Cennet’in de binlerce sene hayatı Cemâlullah’ı rü’yetin bir dakikasına mukabil gelmeyecektir. ( Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.260 (Yirminci Mektup, Birinci Makam))

Bu ifadelerden rü’yet-i ilâhînin, Cennet nimetlerinin çok daha üzerinde büyük bir ilâhî lütuf olduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte, Cenâb-ı Hakk’ın Cennet’e giren kullarına,

أُحِلُّ عَلَيْكُمْ رِضْوَانِي فَلاَ أَسْخَطُ عَلَيْكُمْ بَعْدَهُ أَبَدًا

“Ben sizden ebedî olarak razıyım. Bundan sonra size hiç gazap etmeyeceğim.” (Buhârî, rikâk 51; Müslim, îmân 302) buyurması, bunu da unutturacak ve insanın içine inşirah salacak en büyük bir lütuftur. Bu, öyle bir lütuf ve ihsandır ki, insana nasıl bir zevk ve haz zemzemesi hâli yaşatır, bunu kestirmek mümkün değildir. Nitekim Cennet nimetlerinin en büyüğünün rıdvan olduğu Tevbe Sûresi’nde

وَرِضْوَانٌ مِنَ اللهِ أَكْبَرُ

“Hepsinden âlâsı ise Hakk’ın kendilerinden razı olmasıdır.” (Tevbe sûresi, 9/72) ifadesiyle sarih olarak beyan buyrulmuştur.

Rızaya Talip Olanlar Rıdvana Mazhar Olurlar

Netice itibarıyla rıza ve rıdvan, dünya ve ahirete bakan yönleri itibarıyla farklı birer hakikat olsa da, birbiriyle irtibatlıdır. Bu irtibat, sebep-sonuç veya illet-malûl irtibatı gibi bir münasebete benzetilebilir. Siz, dünyada cüz’î iradenizin hakkını vererek bu konudaki talebinizi ortaya koyar, gayret gösterirsiniz, Cenâb-ı Hak da bu gayretinizin mükâfatı olarak sizi rıdvanla şereflendirir.

Ancak burada yanlış anlaşılmaması ve gözden kaçırılmaması gereken bir husus vardır: Rıza ve rıdvan arasındaki “sebep sonuç”, “illet malûl” münasebeti maddî âlemdeki tenasüb-ü illiyet prensibine uygun değildir. Zira siz, âdeta burada bir damla atıyorsunuz; daha sonra o damla birdenbire buharlaşıyor, büyüyor, ötede büyük bir derya hâlinde karşınıza çıkıyor. Hâlbuki tenasüb-ü illiyet açısından bir damla bir deryayı netice vermez. Ancak sonsuz lütuf ve engin rahmetiyle Cenâb-ı Hak, sizin burada bir damla mahiyetinde Kendisi’nden hoşnut olmanızı, ahirette bir okyanus şeklinde karşınıza çıkarmaktadır.

Rıdvana Ulaştıracak İki Kanat: İ’lâ-i Kelimetullah ve İhlâs

Rıza ve rıdvanı elde etmenin vesilelerine gelince, insanı bu hedefe ulaştıran en kestirme yollardan, en büyük vesilelerden biri i’lâ-i kelimetullahtır. Evet, Nâm-ı Celil-i İlâhî’yi dünyanın bütün karanlık noktalarına kadar götürüp duyurma, ruh-u revan-ı Muhammedî’nin dünyanın dört bir yanında şehbal açması istikametinde yorulma bilmeden küheylân gibi koşma, insanı Cenâb-ı Hakk’ın rızasına en hızlı götüren vesilelerden biridir. Bu açıdan esasında her ne kadar i’lâ-i kelimetullah rızaya erme adına bir vesile olarak tarif edilse de, onun gaye ölçüsünde bir vesile olduğu da söylenebilir.

Öyleyse insan, hep yaşatma duygusuyla oturup kalkmalı, insanlığın yeni bir âdab u erkân öğrenmesine vesile olma adına cehd u gayrette bulunmalı, her fırsatta insanlığı Allah’a yönlendirmeye çalışmalıdır. İnsan, bu vazifeye öylesine dilbeste olmalıdır ki onu yapamadığı takdirde yaşadığı hayatı kendisi için abes görmelidir.

Tabiî, i’lâ-i kelimetullah vazifesini yerine getirirken insanın muhlis olması gerekir ki, kazanma kuşağında kayıplar yaşamasın. Muhlis, ihlâsı temsil eden kişi demektir. Fakat insan bu konuda ihlâs şuuruna öyle bir kilitlenmelidir ki, ihlâsa ermeyi bile az görerek “muhlasîn”den olma peşinde koşmalıdır. Muhlas, Allah tarafından safvete ulaştırılma ve böylece mahz-ı ihlâs kesilme, ihlâslaşma, tamamen durulma, berraklaşma demektir. Bu, başta Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmak üzere, Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti İdris (aleyhimüsselâm) gibi mustafeyne’l-ahyara mahsus bir mazhariyettir. (Bkz.: Bkz.: Sâd sûresi, 38/47) Fakat asliyet planında olmasa bile zılliyet planında bu hedefe ulaşmak için peygamberlerin dışındaki mü’minler de gözlerini bu yüce ufka dikmeli, sürekli murad-ı ilâhîyi takip etmeli, bütün ibadetlerini sadece emredildiği için yapmalı, ubûdiyetlerini/kulluklarını dünyevî hiçbir gayeye bağlamamalı, hatta rıdvan dışında uhrevî beklentilerden sıyrılmalı, neticeyi de Cenâb-ı Hakk’a bırakmalıdırlar.

Böyle bir şuura ulaşan insanın tabiatı, ihlâsın dışında kalan her şeye tepki vermeye başlayacaktır. Mesela böyle birisi, göz kamaştırıcı bir başarıya imza attığında, söylediği sözlerle kalblerde bir heyecan meydana getirdiğinde veya kalemini oynatmasıyla etkileyici mısralar döktürdüğünde, asla başkalarından takdir ve istihsan gibi bir beklentiye girmez. Sadece tasavvur veya taakkulüne değil, hayaline bile Allah’tan başka bir mülâhaza geldiğinde o hemen bir kenara çekilip “Estağfirullah yâ Rabbi, şirke girdim!” der, kendini yerden yere vurur, tevbe, inabe ve evbe kurnalarıyla onu tertemiz hâle getirir.

Ahirette rıdvana nail olmanın en önemli yollarından biri de işte bu ölçüdeki bir ihlâs mülâhazasıdır. Bu açıdan denilebilir ki, insan hulusta ne kadar derinleşirse, rıdvana da o ölçüde hızlı ulaşacaktır. Belki de böyle biri, kabrin dehşetini hiç görmeyecek, berzah zahmetini hiç çekmeyecektir. O, kendisi için açılmış çukura konulduğu andan itibaren vücud-u mevhibe-i rabbâniyesi ile amudî bir sıçrayışla yükselecek, o ufukta reftare dolaşmaya başlayacaktır. O hâlde her mü’min, hem i’lâ-i kelimetullah vazifesine talip olmalı, hem de bu vazifeyi yerine getirirken ihlâsı yakalama ve onu muhafaza adına olabildiğince hassas davranmalıdır.