Posts Tagged ‘Hazreti Ebû Bekir’

Hazreti Ebû Bekir’e (Radıyallahu Anh) Talim Edilen Dua

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Hz. Ebû Bekir’in namazlarda okuyacağı bir dua talebi üzerine Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona, اللَّهمَّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي ظُلْمًا كَثِيرًا وَلَا يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلاَّ أَنْتَ فَاغْفِرْ لِي مَغْفِرَةً مِنْ عِنْدِكَ، وَارْحَمْنِي إِنَّكَ أَنْتَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ duasını öğretmiştir. (Buharî, daavât 16) Bu duanın bize verdiği mesajlar nelerdir?

   Cevap: Hz. Ebû Bekir Efendimiz, hayatını kılı kırk yararcasına hassas yaşayan oldukça müttaki, bir o kadar da mütevazi bir insandır. Mesela bir gün Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Kim kibrinden dolayı elbisesini yerde sürürse, Allah kıyamet günü ona (rahmet nazarıyla) bakmaz.” buyurunca, kendisinin de bu kötü akıbete maruz kalabileceğinden endişelenmiş ve hemen, “Dikkat etmediğim takdirde benim elbisemin iki tarafından birisi mutlaka yerde sürünür?” demiştir. Efendimiz de, “Sen bunu büyüklenme kastıyla yapmıyorsun.” ifadesiyle onu rahatlatmıştır. (Buhari, menâkıb 33)

Hz. Ebû Bekir, Allah Resûlü’ne ilk iman edenlerdendir. Allah Resûlü’nden sadece iki yaş küçüktür. Dolayısıyla çocukluklarını, gençliklerini birlikte geçirmişlerdir. Fakat o, bu gibi engellere takılmamıştır. Kendisine mü’min olması teklif edildiğinde hiç tereddüt etmeden hemen iman etmiş ve bir ömür boyu da Allah Resûlü’nün yanından ayrılmamıştır. Hicret yolculuğunda ve Sevr sultanlığında İnsanlığın İftihar Tablosu’na arkadaşlık yapmıştır. Efendimiz, onun ve Hz. Ömer’in yerdeki iki veziri olduklarını ifade buyurmuştur. (Tirmizî, menâkıb 16; el-Hâkim, el-Müstedrek 2/290) Dolayısıyla o, İslam’ı en iyi anlayan ve yaşayan bahtiyarlardan birisidir. Maalesef bazıları onlara tan u teşnide bulunmak suretiyle kendi talihsizliklerine imza atıyor, mühür basıyorlar.

   Gerçek Kulluk Ufku

İşte bu marifet âbidesi, Allah Resûlü’ne gelerek O’ndan namazlarında okuyabileceği bir dua istiyor. Efendimiz de kendisi ile beraber maiyete talip olan böyle bir insana tevazu, mahviyet ve hacalet adına çok manidar bir dua talim buyuruyor. Eğer böyle samimi ve mütevazi bir arkadaşımız bizden dua isteyecek olsaydı, kim bilir ona ne medh u senalarda bulunurduk! Fakat Allah Resûlü, Hz. Ebû Bekir’in gönlünü hoş edecek şeylerden daha ziyade, öbür dünyada onu memnun edecek hususlara ehemmiyet veriyor. Ona ne payeler ve makamlar veriyor ne de onun nefsini okşuyor; bilakis ona gerçek kulluk ufkunu gösteriyor.

Efendimiz ilk olarak duaya şu sözleriyle başlıyor: اللَّهمَّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي ظُلْمًا كَثِيرًا “Allah’ım ben nefsime çok mu çok zulmettim.” Zulüm kelimesinin mef’ul-ü mutlakla tekid edilmesi, bu da yetmezmiş gibi كَثِيرًا kaydının da eklenmesi ile İnsanlığın İftihar Tablosu en yakın arkadaşına şöyle demesini öğütlüyor: “Ben, adı sanı belli olmayan ne zulümler ne zulümler irtikap ettim.”

Duanın devamında وَلَا يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلاَّ أَنْتَ ifadeleriyle günahları Allah’tan başka affedecek, bağışlayacak kimse olmadığı vurgulanıyor ve sonrasında da فَاغْفِرْ لِي مغْفِرَةً مِنْ عِنْدِكَ، وَارْحَمْنِي ifadelerine yer veriliyor. Bu ifadeler şu manaları tazammun eder: “Ben irtikâp etmiş olduğum dağlar cesametindeki zulümlerin, günahların nasıl bağışlanacağını bilmiyorum. Benim gibi bir günah hamalı nasıl bağışlanacak, nasıl affedilecekse nezd-i ulûhiyetinden hususi bir iltifat ile onları bağışla ve bana merhamet buyur.” Daha sonra, إِنَّكَ أَنْتَ الْغَفُورُ الرَّحِيمِ “Yarlığayan da rahmet eden de sadece Sensin!” ifadeleriyle tekrar Allah’ın rahmet ve mağfiretine müracaat ediliyor.

Namaza beşer kelamı sokmak namazı bozar. Dolayısıyla namazda okunacak dualarda da hassasiyet gereklidir. Özellikle Hanefi fakihleri bu hususta çok hassastır; namazda okunacak duaların ya âyetlerden ya da mütevatir veya meşhur hadislerden alınması gerektiğini söyler. Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ederken veya O’nun yolunda kanatlanırken kanadımıza takacağımız tüyler de yine O’ndan gelmelidir. Fakat diğer mezhepler bu konuda çerçeveyi biraz daha geniş tutar. Yukarıdaki hadis me’surat içerisinde yer aldığından ve sahih kanallarla bize ulaştığından ötürü namazlarda okunmasında inşaallah bir mahzur olmaz. Zaten Hz. Ebû Bekir de bizzat namazlarında okumak için dua talebinde bulunmuştur.

Namazın rükûsunda da, kavmesinde de, celsesinde de dua yapılabilir; fakat en faziletlisi secdede yapılandır. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: أَقْرَبُ مَا يَكُونُ العَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهَوَ سَاجِدٌ فَأَكْثِرُوا الدُّعَاءَ “Kulun, Rabbine en yakın olduğu yer secdedir. O halde secdede çokça dua edin.” (Müslim, salât 215) Secde, Allah’a kulluğun zirvesi olduğu için Efendimiz de Allah’a en yakın olunan yerde sesimizi, soluğumuzu dua ile Cenab-ı Hakk’a duyurmamızı tavsiye etmiştir.

   Hz. Ebû Bekir’in Konumu

Hz. Ebû Bekir’in hayatına bakılacak olursa o, değil Müslüman olduktan sonra, bizzat kendi ifadesiyle Cahiliye döneminde dahi harama uçkur çözmemiş bir kamet-i bâlâdır. Hz. Ömer’in ona bakışı şu şekildedir: “Şayet Hz. Ebû Bekir’in imanıyla yeryüzündeki insanların imanı muvazene edilse, Ebû Bekir’in imanı ağır gelirdi.” (Beyhakî, Şuabu’l-iman, 1/143) İhtimal o, Müslüman olduktan sonra günahın ve zulmün rüyasını dahi görmemişti. Eğer benim şahadetimi kabul edecek olsalar ben de onun hakkında bu şahadette bulunurum. Fakat bizim şehadetimiz ne olacak ki! Gökte melekler onun şahididir.

Peygamber Efendimiz’in Hz. Ebû Bekir için böyle bir dua tavsiyesinde bulunması Hz. Ebû Bekir’in oldukça mütevazi olduğunu ve çok güçlü bir hazım sistemine sahip bulunduğunu gösterir. O, Allah karşısında nerede durduğunu bilen ve konumunun farkında olan insandı. Allah Resûlü de onun bu hususiyetlerinin farkında olduğu için diyeceği şeyi rahat diyordu. Yâr-ı Gâr’ının kendisini sürekli sıfırladığını, tevazu ve mahviyeti tabiatının bir derinliği hâline getirdiğini çok iyi bildiği için, söylediği duayı da çok rahat kabulleneceğinden emindi. Yoksa -hafizanallah- bir insanın böyle bir dua karşısında rahatsız olması ve onu tepkiyle karşılaması, sukûtuna sebep olur. Hz. Ebû Bekir, bu duayı daha sonra ne kadar okuduğuyla ilgili bir bilgi vermese de ihtimal o, bunu vird-i zeban haline getirmiş ve bütün namazlarında okumuştur.

Ayrıca Allah Resûlü, onun seviyesine ve ufkuna göre bir dua talim buyurmanın yanı sıra bununla arkadan gelenlere de çok önemli mesajlar veriyordu. Farklı bir ifadeyle Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), o zatın çok iyi bir nümune-i imtisal olduğunu bildiği için, onun şahsında ümmetine de mesaj veriyordu. Efendimiz, Hira sultanlığında Yâr-ı Gâr’ı olan ve “vezirim” dediği en yakın dostuna böyle demesini, kendine böyle bakmasını tavsiye ediyorsa, herhalde bizim bu konuda çok daha fazla hassasiyet içerisinde olmamız gerekir.

Esasında bu dua, Kur’ân’da ifade edildiği üzere Hz. Âdem ve Hz. Yunus’un dualarıyla da aynı mânâyı ifade etmektedir. Hz. Âdem, رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنفُسَنَا وَإِن لَّمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ “Ey Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet buyurmazsan kaybedenlerden oluruz.” (Â’raf sûresi, 7/23) ifadeleriyle Allah’a yalvarırken, Hz. Yunus da şöyle der: لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ “Ya Rabbî! Senden başka hiçbir ilah yoktur. Sübhânsın, bütün noksanlardan münezzeh ve yücesin! Doğrusu ben kendime zulmettim, yazık ettim. (Merhamet ve affını bekliyorum Rabbim!)” (Enbiyâ sûresi, 21/87)

   Bütün Hayırların Anahtarı: Tevazu ve Mahviyet

Evet, Cenâb-ı Hak, iltifatat-ı sübhâniyesi, ihsanat-ı rabbâniyesi ve ikramat-ı ilâhiyesiyle sizi yükseltebilir, değişik varidat ve mevhibelere mazhar kılabilir. Eğer sürekli kendinizi kuyunun dibinde tahayyül etmeyi ve oradan gökyüzünü seyretmeyi bırakıp, gördüğünüz güzellikleri elde etme adına ciddi bir gayret ortaya koyarsanız Allah da sizin birlerinizi bin edebilir. Siz Mevlâ’yı severseniz O da sizi sever; rızasını talep ederseniz sizden razı olur. Eyyüb gibi ağlar, sular gibi çağlarsanız O da sizi cevapsız bırakmaz ve gözyaşlarınızı sizi deryaya ulaştıracak bir vesile kılar. Zira kudsi bir hadis-i şerifte O, kulunun bir adımına iki adımla, iki adımına yürüyüşle, yürüyüşüne koşmakla, yani kulun az bir yakınlaşmasına kat kat yaklaşmayla mukabelede bulunacağını ifade buyurmuştur. (Buhârî, rikak 38; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/256)

Bu itibarla, Allah sizi yalnız bırakmaz ve yapacağınız her salih amelle terakki ettirerek zirvelere ulaştırır. İbadet ü taate devam ede ede bir gün gelir kendinizi gökyüzünde görmeye başlar ve her şeye mahruti bir nazarla bakarsınız. İşte insan böyle bir noktaya ulaştığında, “Galiba benim tersim dönmüş; nerede burası nerede ben!” demeyi ihmal etmemelidir. Çok büyük işlerin üstesinden gelse, çok önemli misyonlar eda etse, göz kamaştırıcı başarıların altına imza atsa bile, “Nefis cümleden edna, vazife cümleden âlâ.” mülahazasından ayrılmamalı, Alvar İmamı’nın ifadesiyle;

“Herkes yahşi men yaman,

Herkes buğday men saman.” demesini bilmelidir.

Yoksa kendisini yukarılarda, yukarıların da yukarısında gören bir insanın bir gün hiç farkına varmadan tepetaklak bir gayyaya yuvarlanması kaçınılmaz olur.

Aslında bu, mü’minin ikilemlerinden biridir. Bir taraftan Cenâb-ı Hakk’ı esmâ ve sıfatlarıyla tanımaya çalışacak, O idrak edilmezi idrak peşinde olacaksınız; ama diğer yandan da nereye çıkarsanız çıkın yine de temkinde kusur etmeyecek, nerede durduğunuzun, ne olduğunuzun şuurunda olacaksınız.

Biraz daha açacak olursak, Nam-ı Celil-i İlâhî’nin, Ruh-u Revan-ı Muhammedî’nin dünyanın dört bir yanında şehbal açması istikametinde yeni oluşumlara, yeni açılımlara, yeni fütuhatlara vesile olabilirsiniz. Şahsî inkişafınız yanında, imanın, İslâm’ın ve ihsan ruhunun inkişafına da vesile olabilirsiniz. Fakat asıl büyüklük, bütün bunların neticesinde katiyen ucbe girmemek ve gurura kapılmamaktır; “Büyük işler başardık.” düşüncesini zihinden söküp atabilmektir. Zira bütün şerlerin anahtarı kibir ve gurur olduğu gibi, bütün hayırların anahtarı da tevazu, mahviyet ve hacalettir.

Bu yüzden mü’min, mazhar olduğu nimetlerin çokluğu, muvaffak olduğu inkişafların mükemmeliyeti karşısında hep bir asa gibi iki büklüm olmasını bilmelidir. Mü’mine yakışan tavır, başarı ve muvaffakiyetleri karşısında gururlanmak değil, Hz. Ebû Bekir gibi hata ve günahlarını düşünüp Allah’ın rahmet ve mağfiretine sığınmaktır. Zira Cenâb-ı Hakk’ın ihsan, ikram ve lütuflarının artarak devam etmesi, tevazu ve mahviyet ile sürekli O’nun karşısında el pençe divan durmaya bağlıdır. Allah yükselttikçe insan kendisini daha derin bir kuyuda hissetmelidir. Yoksa insan, Cenâb-ı Hakk’ın ihsan ve mazhariyetlerini kendi âsâr-ı bergüzidesi gibi algılarsa, Allah bir gün onları elinden çeker alır. 

Burada Hz. Ali Efendimiz’in, كُنْ عِنْدَ النَّاسِ فَرْدًا مِنَ النَّاسِ “İnsanlar arasında insanlardan bir insan ol.” sözünü hatırlayabiliriz. İnsanlardan bir insan olma düşüncesine göre yaşayan bir kişi, faikiyet mülâhazalarından uzak durmuş, kendini başkalarından üstün görme hastalığından kurtulmuş olur. Hatta hakiki bir mü’minin, mücrim ve günahkâr görünen kimselerden dahi kendini, üstün görmemesi gerekir. Zira herkesin gerçek halini ve kalbini ancak Allah bilir.

Netice-i kelam, mü’minin ayağı kaymayacak ve bakışı bulanmayacak şekilde zirveleri talep etmesinin ve oralarda emniyet içerisinde kalabilmesinin garantisi; nerelere çıkarsa çıksın, nereleri gezerse gezsin, yine de kendisini ayakları yerde sıradan bir insan gibi görmesidir.                                               

Rol Model Olarak Sahabe

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Eğitimde ihtiyaç duyulan en önemli hususlardan birinin, muhataplara gösterilecek “rol modeller” olması göz önünde bulundurulacak olursa, sahabe efendilerimiz bu ihtiyaç ekseninde insanlara nasıl arz edilmelidir?

   Cevap: Sahabe-i kiram, Allah Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) dinledikleri, O’nun huzurunun boyasıyla boyandıkları ve O’nun fırçasıyla şekillendikleri için ayrı bir hususiyet kazanmışlardır. Onlar, mükemmel bir dinin kusursuz bir temsilcisi olan İnsan-ı Kâmil’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) gördükleri ve dinledikleri için İslâm’ı doğrudan doğruya bu saf ve duru kaynaktan öğrenmişlerdir. Dolayısıyla da Kur’ân ve Sünnet’i çok iyi kavramış, makâsıd-ı İlâhiyeye vâkıf olmuş ve ömürlerini hep marzî-i ilâhîye müteveccih yaşamışlardır. Bu sebepledir ki Allah Resûlü, birçok hadis-i şeriflerinde sahabe-i kiramın mümtaz ve müstesna konumuna dikkat çekmiş ve kendi sünnetinin yanı sıra onların yoluna tâbi olunması gerektiğini de ifade etmiştir. Çünkü onlar hakikaten örnek alınacak insanlardır.

Bu açıdan sahabe-i kiramın günümüz insanları tarafından iyi tanınıp bilinmesi çok önemlidir. Zira onlar tanındıkça daha çok sevilecek, sevildikçe örnek alınacak ve hayat tarzları benimsenecektir. Onlara ittiba etmek ve adım adım yollarını takip etmek sahil-i selamete ulaşmaya vesile olacak; onlardan ayrı düşmek de çok ciddi kopuklukların yaşanmasına sebebiyet verecektir. Zira onların yolunu takip etmek Allah Resûlü’ne ittiba adına çok önemli bir vesile olduğu gibi, Allah Resûlü’ne uyma da Allah’ın emirlerine ittiba etme demektir.

Eğer insanlar sahabeyi tanır, sever ve onların yolunda yürümeye başlarlarsa bir süre sonra onların ahlâkıyla ahlâklanırlar. Zamanla sahabe sevgisi onların içinde neşv ü nema bulacağı, filizleneceği ve boy atıp gelişeceği için, onlar da hâl, tavır ve davranışlarıyla sahabeye benzemeye çalışacaklardır. Hiç şüphesiz bu ölçüde sahabe sevgisiyle dolu olan bir insanın, Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) sevmemesi, Allah aşkıyla yanıp tutuşmaması düşünülemez.

Esasında bir insanın gerçek insanlığı duyması da bunlara bağlıdır. Kalbinde Allah’ın, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun ve O’nun sadık temsilcilerinin sevgisi olmayan bir insanın insan-ı kâmil ufkuna kanatlanması çok zordur. Gerçek insanlığa yükselmenin yolu, o Zat’ın ahlâkıyla ahlâklanmaktan geçer. Çünkü O’nun ahlâkı, Kur’ân ahlâkıdır.

   Sahabenin Fazilet ve Hususiyeti

Öte yandan sahabe-i kiram iyi bilinmez, onların dini yaşama ve yorumlama tarzlarına vâkıf olunmazsa, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatı da tam olarak kavranamaz. Zira sahabe-i kiram Resûlullah’a ulaşma adına bir köprü gibidir. Hatta onların marziyat-ı ilâhiyeye, rü’yete ve rıdvana ulaşma adına birer köprü oldukları da söylenebilir. Onlar tanınmadan siyerin, Kur’ân ve Sünnet’in, dinin maksatlarının doğru anlaşılması çok zordur. 

Eğer biz günümüzde özellikle genç nesillerin önüne takip edilmesi ve örnek alınması gereken rol modeller çıkarmak istiyorsak, peygamberlerden sonra bunu en başta hak edenler sahabe-i kiram efendilerimizdir. Dolayısıyla biz, ele aldığımız konuları misallendirirken sürekli onların hayatlarına atıf yapmalı ve onları nazara vermeliyiz.

Kur’ân-ı Kerim, Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) irşat etme, O’na yürüdüğü yolun realitelerini gösterme, çektiği sıkıntılar karşısında O’nu teselli etme gibi hikmetlere mebni olarak pek çok sûrede peygamber kıssalarına yer vermiştir. Her ne kadar tarihi tekerrürler devr-i daimi içerisinde insanlık çok farkı dönemler yaşamış olsa da bütün zamanları bütün hususiyetleriyle bilen Allah Teâlâ, geçmiş peygamberlere ait bir kısım hâdiseleri Makam-ı Cem’in Sahibi’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) anlatmıştır. Zira bu kıssalardan alınacak öz ve usare bütün zamanların insanları için yol gösterici olacaktır.

Aynen bunun gibi biz de bir kısım dinî ve ahlâkî meseleleri anlatırken, sürekli sahabenin hayatından kesitler arz etmeliyiz. Zira onlar, İslâmî hakikatleri tabiatlarının bir derinliği hâline getirdikleri ve Efendimiz’den öğrendikleri her bir dinî meseleyi realize etmeye çalıştıkları için geride örnek alınması gereken bir hayat bırakmışlardır. Mesela Hz. Ebu Bekir’in hayatına baktığımızda şunu görürüz: O, iki küsur yıllık halifeliği döneminde her birisi günümüzdeki terör örgütleri nispetinde on bir tane irtidat hadisesinin üstesinden gelmiştir. Bu kısa halifelik döneminde çok büyük işler başarmıştır. Fakat buna rağmen o, vefat ettiğinde arkada hiçbir mal varlığı bırakmamıştır. Öyle ki kendisine takdir edilen maaşın bile tamamını harcamamıştır. Kendisine orta dereceli bir insanın hayatını ölçü alan Hz. Ebu Bekir, ihtiyacı olan miktarı aldıktan sonra maaşının geri kalanını bir testiye koyup bunun kendisinden sonraki halifeye teslim edilmesini vasiyet etmiştir. Zira ona göre maaşının ihtiyaç fazlası, tekrar devlet hazinesine iade edilmelidir.

Hz. Ebu Bekir’den sonra halife olan Hz. Ömer, bu testiyi görünce gözyaşlarını tutamamış ve “Senden sonra senin gibi yaşama adına bize imkân bırakmadın.” demiştir. Ne var ki onun yaşayışı da Hz. Ebu Bekir’den farklı olmamıştır. O da oldukça sade, mütevazı ve müstağni bir hayat sürmüştür. Mesela kıtlık olduğu bir dönemde halk ne yiyorsa o da onu yiyip içmiş, zeytinyağına bandığı ekmekle karnını doyurmuştur. Bir seferinde önüne et yemeği getirildiğinde, halkın bunu yiyip yiyemediğini sormuş, yiyemediğini öğrendiğinde de yemeği geri göndermiştir.

Aynı şekilde bir Mus’ab İbn Umeyr’in hayatına baktığımızda, ders alınması gereken örnek bir yaşayış görürüz. Müslüman olmadan önce lüks içerisinde yaşayan ve oldukça rahat bir hayatı olan Hz. Mus’ab, Müslüman olduktan sonra sahip olduğu bütün imkânları ve nimetleri elinin tersiyle itmesini bilmiş ve Uhud’da şahadet şerbeti içeceği âna kadar dini adına büyük kahramanlıklar ve fedakârlıklar ortaya koymuştur. Öyle ki o, Uhud’da Allah Resûlü’nü koruyabilme adına kendisine yönelen oklar ve kılıç darbeleri önünde son nefesine kadar siper olmuştur. Üzerini örtebilecekleri bir kefen bile bırakmadan da bu dünyadan göç etmiştir.

Esasında Allah Resûlü’nün etrafındaki hangi sahabeyi ele alsak, onun ayrı hususiyet ve faziletinin olduğunu görürüz. Zira onlar canları pahasına İslâm davasına sahip çıkmışlar, i’la-i kelimetullah’ı hayatlarının en yüce gayesi hâline getirmişler ve bu yolda olağanüstü fedakârlıklar sergilemişlerdir. Bu fedakârlıklar karşılığında da hiçbir beklentiye girmemişlerdir. Sadece Allah rızasını hedeflemiş ve ömürlerini çok ciddi bir istiğna ve adanmışlık duygusuyla geçirmişlerdir. Bu açıdan onların her biri, ümmet için birer örnektir.

Dolayısıyla onların mutlaka günümüz insanlarına kendi enginlik ve derinlikleri içerisinde tanıtılmaları gerekir. Zira insan, bildiğini sever; bilmediğine karşı da alâkasız kalır. Eğer günümüz insanları Allah’ı delice sevmiyor, O’nu andıklarında burunlarının kemikleri sızlamıyorsa, O’nu yeterince tanımadıklarındandır. Aynı şekilde Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı çok ciddi bir aşk u alâka duymuyor, O’nu andıklarında dizlerinin bağı çözülüp yere yığılmıyorlarsa, O’nu iyi bilmediklerindendir. Aynen bunun gibi eğer insanlarda bir Ebu Bekir olma, Ömer’e benzeme duygusu oluşmuyorsa, bunun sebebi onların bu şanlı sahabileri yeterince tanımamalarıdır.

O halde yapılması gereken, insanlarda “Ben de onlar gibi olayım!” duygusunu uyaracak şekilde bu büyük sahabîlerin kendi büyüklükleri içerisinde anlatılması ve sevdirilmesidir. Müslümanlar, sahabileri yeterince tanımadıklarından kimin arkasından gideceklerini de bilemiyorlar.

Bu yolda, ashâb-ı kiram efendilerimizden bahsederken kullanılacak üslup da çok önemlidir. Onlar sadece tarihin belli bir diliminde yaşayıp gitmiş insanlar olarak anlatılmamalıdır. Yoksa muhataplar sadece onların kahramanlıklarıyla teselli bulacak fakat onlara benzeme ve onlar gibi olma azm u cehdine sahip olmayacaklardır. Bu açıdan sahabe, her zaman içlerde yaşatılması ve hayatları örnek alınması gereken birer rol model olarak takdim edilmelidir.

Öte yandan, tarihî hâdiselerin tekerrürü ayniyet değil misliyet ölçüsünde gerçekleşmektedir. Bu açıdan sahabe-i kiramın hayatları nazara verilirken mutlaka günümüz şartlarının da göz önünde bulundurulması gerekir. Farklı bir tabirle insanlara, “Böyle bir hayat yaşanmaz.” dedirtmeme ve aynı zamanda onları tenakuza düşürmeme adına sahabenin hayatları anlatılırken konjonktürün dikkate alınması çok önemlidir. İnsanların, sahabe hayatlarının yaşanabilir olduğuna inandırılması gerekir. Bunun için de Siyer’in temel felsefesiyle ve arka plânıyla bilinmesine ihtiyaç vardır. Maalesef bugüne kadar siyer felsefesi üzerinde yeterince durulmamıştır. Hz. Pir’in Kur’ân tefsiri mevzuunda ortak akla işaret etmesi gibi, Peygamber Efendimiz’in hayat-ı seniyyelerinin de temel mantık örgüsü ve kendi derinlikleriyle ele alınıp günümüz insanlarının nazarına, istifade edilebilir ve yaşanabilir bir bilgi muhassalası olarak takdim edilmesi için böyle bir ortak aklın çalışmasına ihtiyaç vardır.

   Yaşamayı Yaşatmaya Bağlamış Sahabe Temsilcileri

Babam, iki şeye âşıktı; Osmanlı ve sahabe. Yanında sahabeden bahsedilince gözleri dolar, âdeta başı dönerdi. Bu sebeple çocukluğumdan itibaren babamın kütüphanesindeki Osmanlıca yazılmış eserlerden sahabe hayatlarını okuyarak büyüdüm. Henüz yedi sekiz yaşında olmama rağmen onların hayatları beni derinden etkiliyordu. Âdeta onlarla oturup onlarla kalkıyordum. Yaşım ilerledikçe bir taraftan sahabeye duyduğum hayranlık artıyor, diğer yandan da gözlerim yaşadığım çağda onların hayatlarını temsil eden insanlar arıyordu. Sürekli kendi kendime, “Yok mu bunların bu çağda bir örneği!” diyordum.

Nihayet medrese talebesi olduğum yıllarda Erzurum’a Bediüzzaman’ın talebelerinden birisi gelince aradığımı buldum. Hz. Pir, talebesi olan Muzaffer Arslan’ı irşat için buraya göndermişti. Bu zat, oturuşu kalkışı, giyim kuşamı, tavır ve davranışlarıyla beni çok etkiledi. Kendi kendime, “Demek ki sahabe sadece kitap sayfaları arasında kalmamış. Bu asırda da onların temsilcileri varmış.” dedim. Zira o, sinesi dolu, gözü yaşlı tam bir aşk ve heyecan insanıydı. Daha sonra da Erzurum’da bulunduğu süre içerisinde onun sohbetlerini hiç kaçırmadım.

Evet, günümüz nesillerine sahabeyi anlatmanın yanında mutlaka onların karşısına sahabe gibi yaşayan insanları da çıkarmak gerekir. Ta ki kendilerine anlatılanların tarihin bir döneminde kalmadığını, aynı fedakârlık ve diğerkâmlık duygularıyla dine hizmet eden insanların kendi yaşadıkları devirde de bulunduğunu görsünler. Eğer sahabe ruhunu temsil eden bu tür insanlar genç nesillerin karşısına çıkar ve gönüllerinin ilhamlarını onlara boşaltabilirlerse Allah’ın izni ve inayetiyle yeni bir sahabe nesli oluşacaktır.

İşte böyle bir neslin yetişebilmesi adına, yaşatmak için yaşayan fedakâr insanlara ihtiyaç vardır. Öyle ki onlar, “Yaşatmıyorsam, yaşamamın da bir anlamı kalmamıştır.” diyecek ölçüde kendilerini insanlığa hizmete adamalıdırlar. Onlar, başkalarının boy atıp gelişmesi adına su olup onların dibine akmalı, toprak olup kuvve-i imbatiyeleriyle onları omuzlarında taşımalı, güneş olup şualarını onların başından aşağı boşaltmalıdırlar. Kısaca hayatlarını bütünüyle insanlığa hizmete vakfetmelidirler. Bu ölçüde samimi olunabildiği ve böyle bir fedakârlık ortaya konulabildiği takdirde peygamber âşığı, sahabe sevdalısı bir neslin yetişmesi de mümkün olacaktır.

Nefisle Yüzleşmede Hâlede İlk Halka (1)

Herkul | | KIRIK TESTI

O (sallallâhu aleyhi ve sellem) tıpkı bir güneşti; tulûuyla, çağlar aydınlanmış ve bütün yıldızlar görünmez olmuştu. O, “Güneşler Güneşi”yle ziyadar olan pırıl pırıl bir “kamer-i münîr” idi; haricî vücut urbasıyla matla’ında belirince çevresinde o ziya ile nurefşân bir hâle oluşmuştu. Bu hâleyi teşkil edenler, nübüvvet minberinden O’nun dirilten soluklarına “Evet” diyen ilk bahtiyarlardı. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), milimi milimine kendini izleyen ve O’nun enfes rengine boyanan bu bir numaralı kutlulara “Yıldızlarım” diyor ve arkalarından gelenlerin onlara uymalarının kurtuluş vesilesi olduğunu/olacağını hatırlatıyordu.

O’nun tarafından denen ve düşünülen şeylerin hiçbiri havada kalmamış; ötelerden, öteler ötesinden gelip o mir’ât-ı mücellâya akseden semâvî ziya O’nun çevresinde bir nur hâlesine dönüşmüştü. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), çevresindeki bu yıldızlar topluluğuna -gözlere aydınlık- sürekli o Nûru’l-envârı aksettiriyor; o aydınlık ruhlar da çevresinde hâlelendikleri kamer-i münîri bütün derinlikleriyle içtenleştirip mücellâ birer ayna halini alıyorlardı. Az bir değişiklikle Nâbî merhumun şu iki mısraı bu tabloyu ne güzel aksettirir:

Odur ki hâle içre kürsi-i nübüvvette,

Gürûh-i encüme nûr ayetin tefsir eden mehtap.

Evet, çok kısa bir süre içinde, her biri âyine-i kamer halini alan o müstaid fıtratlar, temel kaynak öteler ötesinden, o nurefşân zâtın (sallallâhu aleyhi ve sellem) hâlesi şeklini alan ve gözleri kamaştıran engin bir nurâniyete ermişlerdi. Pervaneler gibi sürekli o ışık kaynağı (aleyhissalâtü vesselam) çevresinde pervaz ediyor ve misliyet çerçevesinde hep O’na ait semâvî güzellikleri aksettiriyorlardı. Bu müstesna keyfiyetleriyle idi ki, onlar bütün cihanlara söz dinletecek kıvam ve derinliklerinin yanında, tevazu, mahviyet, sıradanlık görüntüleri ve sürekli kendileriyle yüzleşme hususiyetleriyle de dudak uçuklatacak bir derinlik sergiliyorlardı. Hele -bir şairimizin ifadesiyle- “Bû Bekr u Ömer u Hazreti Osman u Ali” efendilerimizin, kıyas kabul etmeyen enginlikleriyle gök ehlini imrendirecek bir konumda bulunduklarını söylemek mübalağa olmasa gerek. Onlar melekleri imrendirecek kalbî ve ruhî derinliklerinin yanı sıra her zaman kendilerini yerden yere vuruyor ve hep bir mücrim -hâşâ ve kellâ- tavrıyla oturup kalkıyorlardı.

Hazreti Ebu Bekir (radıyallahu anh) bu hâlenin en parlak ve en nurefşân simalarından biriydi. Menhelü’l-azbi’l-mevrûdu ve beslenme kaynağı dilbeste olduğu/olduğumuz Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm mir’âtında temaşa etti verâlar verâsı envâr u esrârı. Kendiyle yüzleşip içini Allah’a dökerken, o veliler serveri Sıddîk-ı Ekber ve onu takdir eden de canlar canı Hazreti Peygamber olmasına rağmen şöyle sızlanıyordu:

Allahım, şüphesiz ben kendime çok zulmettim; günahlarımı Senden başka bağışlayacak yoktur. -A canımın cananı, sen cahiliyenin yaşandığı dönemde bile günahın rüyasını görmedin; şayet bu akrabü’l-mukarrabînden olmanın iniltileri ise, ‘Allah bizi de o iniltilere bağışlasın!’ der günahkâr dilime bir kilit vurur, sonra da sessizlik murakabesine dalarım. Dediklerin arkandan gelenlere mesaj mülahazasına bağlı bir beyan ise, bu kez de ‘Vay bizim halimize!’ der inlerim.- Beni affet ve bağışla; bana merhamette bulun. Şüphesiz Sen yegâne Gafur u Rahimsin.” Hayat-ı seniyeleri boyunca hiçbir zaman çizgi kayması yaşamamış ve her an bir adanmışlık ruhuyla hep O’na koşmuş, ruhanilere dudak ısırtan bu dırahşan çehre, yine “günah” diyor ve içinden gelen bir yarlığanma hissiyle Hakk’a yönelip O’na bu şekilde dil döküyordu…

Sayıp döktükleri hususların rüyasını dahi görmemiş bu abide insan, her şeyden evvel o nur hâlesi içinde otağını kuran ilklerden biri ve birincisiydi.. keza o, âyine-i Samed Andelib-i Zîşân (sallallâhu aleyhi ve sellem) ötelerin sesi-soluğu İlâhî nefehâtı sunabileceği açık bir sine ararken, elini göğsüne vurup “Bana, bana” diyen en hüşyâr gönüldü.. bu kabullenmeyi hayatının sonuna kadar derinleştirerek yaşayan bir vefalı sadıktı.. Mekke’de on üç sene dilbeste olduğu Efendiler Efendisi’ni koruma adına bir sıyanet meleği tavrı sergilemiş ve kendisine “Mü’min-i Âl-i Firavn” dedirtmişti.. ölüm bacayı sarınca da, Canlar Canı’yla gözünü kırpmadan en tehlikeli bir yolculuğa “evet” demiş, yola koyulmuştu.. iç içe endişelerin yaşandığı Sevr Sultanlığında kalbi hep Efendisini sıyanet etme endişesiyle atıvermiş ve tir tir titremişti.. Hakk’ın inayetiyle bütün gailelerden sıyrılıp münevver şehre varınca da bu kahramanlığını devam ettirmiş ve melekleri gıptaya sevk edecek bir görüntü sergilemişti; sergilemişti ama bütün bu mezâyâsını nisyana gömerek hemen her zaman Allah’a iç döküşleriyle de bir sıradanlık tavrı içinde bulunmuştu.

Pişdârı ve pîşuvâsının -O’na canlarımız kurban!- deyip ettiklerini vird-i zeban etmenin (dile dolamanın) yanında, öylesine içten içe sızlanmıştı ki imrenme murakabesine dalmıştı melekler ve Hakk’ın mükerrem ibâdı. İşte o sızlanışlardan birkaç küçük damla: -Az bir tasarrufla Yakaran Gönüller’den-

Lütfet kuluna ki zâdı, azığı pek kalîl,

İflas etmiş hâliyle gelmiş kapına ey Celil!..

Günahı büyük mü büyük, yarlığa günahlarını ne olur;

0 bir şahs-ı garîb ve bir günahkâr abd-i zelil.

Ondan isyan, nisyan ve iç içe yanılma,

Bekliyor Senden ihsan üstüne ihsan ve atâ-i cezîl

Nice olacak hâlim, yok bende bir hayırlı amel,

Sû-i a’mâlim çoklardan çok, zâd-ı tâatim kalîl.

Beni yakacak ateşlere ‘Soğuyuver!’ de ey Rab!..

Tıpkı dediğin gibi dün fî hakkı’l-Halîl...”

O dipdiri gönülden kendiyle yüzleşme ve Hakk’a teveccüh adına bu ne derin sızlanış, bu ne engin bir iç murakabesi!.. Sanki yukarıda birkaç kelimecikle ifade edilen vefa abidesi o değilmiş de sıradan biri üslubuyla içini döküp durmuş gibi. Pek çok nebiye bile müyesser olmayan başarılara imza atması da, sayısız terör hareketlerinin hakkından gelmesi de, Hazreti Şehinşâh’ın onun hakkındaki takdirkâr ifadeleri de Hazreti Sıddık’taki o engin mehâfet hissi, mehâbet mülahazası ve ihsan şuuru televvünlü muhasebe duygusunu tadile yetmemişti.

Evet, o öyle başarılı bir devlet adamı, hakkaniyet ve adalet timsali, çizgi değiştirme ve kayma bilmeyen bir yüksek karakter idi ki, hayat-ı seniyyelerinin her faslı ayrı bir kahramanlık destanı mahiyetindeydi. -Merak edenler Mahmud Akkad’ın “Abkariyyât”ına bakabilirler.- Ama onun melekler kadar temiz ruhu hiçbir zaman bu edip eylediklerine takılmamış; o her zaman düz bir insan gibi Rehnümâ’sının arkasında tir tir titremiş ve kendini sorgulayıp durmuştu. Sorgulayıp dururken de yapıp ettikleri ve asırlarca cehd ü gayret isteyen baş döndürücü başarılar adeta zihninden silinip gitmiş gibiydi…

Keşke bu mülahazalar, pireyi fil gösteren bu çağın bencil sergerdanlarına da bir şeyler ifade edebilseydi!.. Ama heyhat, bugünün gafilleri bunları hiç görmediler ve hiçbir zaman görme azm u ikdamında bulunmadılar, bulunmayı da düşünmediler. Zira dünyaperestlik onları kör ve sağır haline getirmişti.. hayatları cismaniyet ve hayvaniyetin dar koridorlarında geçiyordu.. habersizdiler kalbî ve ruhî yaşamdan… Böylelerinin uyanmaları ekstra bir lütuf teveccühüne kalmıştır. Hakk’ın engin rahmetinden ümit kesilmez ama beyindeki nöronların bütünü şimdilik buna “evet” diyemiyor. Bu itibarla da ben böyle bir tenbih ve tenebbühü o inayet-i hâssaya havale ederek konuyu bir noktalı virgülle kafiyelendirip bir başka abide şahsiyete geçmek istiyorum.

***

Not: Bu makale, Çağlayan’ın 2018-Temmuz sayısında neşredilen başyazıdır.

BAMTELİ: DİRİLİŞ, YÜKSELİŞ VE ÂSÂYİŞİN ESASLARI

Herkul | | BAMTELI

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “Musibetlerden kurtuluş, içtimâî yükseliş ve huzurun temini için mesâîlerin tanzimine, yapılacak işlerin doğru taksimine, aramızdaki emniyetin tesisine ve teâvün düsturunun teshîline muhtacız!..”

Üstad Bediüzzaman hazretleri, terakkî ve âsâyişin vesilesi olarak birkaç hususa dikkat çekiyor: Önce, “mesâîlerin tanzimi” diyor. İnsan, hayatını bir nizam içinde geçirmeli; yatma zamanı, ailesi ile meşgul olma zamanı, çocukları ile meşgul olma zamanı… Hayatı için medâr-ı maişet temini adına çalışacağı zaman olarak da ona göre bir şey ayarlamalı. Bir muallim ise şayet, zamanının bir kısmını o mevzudaki vazifesine ayırmalı, bir kısmını kitap okumaya ayırmalı; boş zamanlarını başbaşa vererek, kafa kafaya vererek bir kısım ulvî mesâili müzakere etmeye ayırmalı… Ne yapacağını bilerek yürümeli bu yolda; çünkü karambole yola çıkan insanlar, yolda bir engele takılır kalırlar! Ne yapacağını bilerek hayatını sürdürmeli; âdetâ bir anayasa nizamnâmesi gibi yazmalı; “Tamam ben, şunu da yapacağım, şunu da yapacağım, şunu da yapacağım!” demeli; hayatını ona göre tanzim etmeli. Üzerinde başlı başına durulacak derince bir mevzu, mesâînin tanzimi.

İkinci olarak, “a’mâlin taksîmi” diyor. Kim ne yapacak?!. Kim hangi mevzuda daha başarılı olacaksa, o mevzuda, ona göre hareket etmek lazım. Burada “îsâr” duygusunun da -esasen- nazar-ı itibara alınması iktiza ediyor. Hani öyle bir meseleyi düşünürken, şu da hatırda tutulmalı: Enbiyâ-i ızâm “Benim yerime sen gel!” filan diyemez; çünkü onlar, o ağır vazife ile muvazzaftırlar; ondan kaçmaları da olmaz, mümkün değil. O, hem bir vazifedir, hem yüksek bir pâyedir, hem de kaçılması imkânsız olan bir sorumluluktur. Hafizanallah, ondan kaçmak, Allah’tan uzaklaşmaktır. Dolayısıyla -mesela- Allah Rasûlü “Benim yerime sen gel, bu vazifeyi sen yap yâ Ebâ Bekir, yâ Ömer, yâ Osman!” diyemez. Kendisi ne kadar mütevazı olursa olsun, misyonu icabı o vazife O’na aittir. Ama O’nun dışındaki insanlar, en önemli vazifelerde, başkalarını kendi nefislerine tercih edecek kadar îsâr ruhu ile hareket etmelidirler. “Bu, imamlık yapabilir. Bu, müezzinlik yapabilir. Bu, belediye başkanlığı yapabilir!” demeli ve o insanları kendilerine tercih etmelidirler.

Tabii halkın da bu mevzuda basîretine ihtiyaç vardır. Arz etmiştim daha evvel: İlk meclis milletvekillerinden Tahir Efendi halka hitap ederken şöyle der: “Ey cemaat, siz, ‘müntehib’ (seçensiniz); ben ise, ‘müntehab’ım (seçilenim). Gideceğimiz yer ise; ‘müntehabün ileyh’tir (meclistir). Sizin yaptığınız işe de ‘intihap’ (seçim) denir. İntihap ise ‘nuhbe’den gelir. Nuhbe, kaymak demektir. Unutmayın ki, bir şeyin aslında ne varsa kaymağı da o cinsten olur. Sütün üstünde süt kaymağı, şapın üstünde de şap kaymağı bulunur.” Evet, toplum, o ölçüde basîretli ise, o işi taksim etme mevzuunda da kim, nereye konacaksa şayet, onu oraya koyar, rahatlıkla. Bilemedikleri zaman, öyle bir tanesini seçerler ki önlerine, o kendinden başka bir şey düşünmez; dünyasını -bir yönüyle- Kârûn gibi yapmaktan başka bir şey düşünmez. Sizin değerlerinizi ve kalben değer atfettiğiniz şeyleri de o mevzuda kullanarak, suiistimal ederek, sizin hissiyatınız ile oynar, sizin saygı duygularınız ile oynar, onları kendi hesabına, dünyası hesabına kullanır. Bu açıdan o mevzuda “intihap” da çok önemli bir şeydir.

   Birlik ve beraberlik Allah’ın başarılı kılmasının en önemli vesilelerindendir; hem kavlî hem fiilî duada kalblerin aynı mülahaza ve gayretlerle atması da birlik ve beraberliğin hem semeresi hem de göstergesidir.

Üçüncüsü “teâvün düsturunun teshîli” diyor. “Tefâ’ül” kipinden gelmesi itibarıyla, birbirinize her hususta yardımcı olmanızı vurguluyor. El ele olursanız, Hazreti Pîr’in ifadesiyle, “Vifâk ve ittifak, tevfîk-i İlâhî’nin en büyük vesilesidir!” Eller, hep birlikte Cenâb-ı Hakk’a doğru kalkarsa şayet, Allah, o elleri boş çevirmez. Ellerinizi kaldırdığınız zaman, hep aynı duygu, aynı heyecan ile aynı şeyleri istemelisiniz. Ezcümle, şöyle demelisiniz: اَللَّهُمَّ أَعْلِ كَلِمَةَ اللهِ، وَدِينَ اْلإِسْلاَمِ، فِي كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ، وَفِي كُلِّ نَوَاحِي الْحَيَاةِ؛ وَاسْتَخْدِمْنَا فِي هَذَا الشَّأْنِ، وَضَعْ لَنَا الْوُدَّ بَيْنَ عِبَادِكَ فِي السَّمَاءِ وَاْلأَرْضِ، وَاجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِصِينَ، اَلْمُخْلَصِينَ، اَلْمُتَّقِينَ، اَلْوَرِعِينَ، اَلزَّاهِدِينَ، اَلْمُقَرَّبِينَ، اَلرَّاضِينَ، اَلْمَرْضِيِّينَ، اَلصَّافِّينَ، اَلْمُحِبِّينَ، اَلْمَحْبُوبِينَ، اَلْمُشْتَاقِينَ إِلَى لِقَائِكَ وَإِلَى لِقَاءِ حَبِيبِكَ، أَبَدَ اْلآبِدِينَ، وَدَهْرَ الدَّاهِرِينَ “Allah’ım! Zâtında yüksek ve pek yüce olan kelimetullahı, ‘Lâilâhe illallah Muhammedun Rasûlullah’ hakikatini, İslam dinini i’lâ buyur, onu dünyanın dört bir yanında ve hayatın her ünitesinde gökkuşağı gibi görülür ve herkes tarafından duyulur hale getir. Bizi bu vazifede istihdam buyur. Gökte ve yerdeki kulların arasında bizim için sevgi ve hüsnükabul vaz’ et. Bizi muhlis, muhlas, muttaki, vera’ sahibi, zâhid, kurbiyete mazhar, Rabbinden hoşnut ve Rabbi kendisinden hoşnut, kalbi temizlerden temiz, Seni seven ve nezdinde sevilen, Senin likâna ve Habîb’inin vuslatına iştiyakla dopdolu bulunan kullarından eyle. Bunları ebedî, zaman üstü, zamanı aşkın olarak istiyoruz Rabbimiz!..” Şimdi bu, Cenâb-ı Hakk’a karşı vazifelerimiz mevzuunda yapmamız gerekenlerden.

Bir diğer taraftan da bazılarımız bazı şeyleri çok iyi biliriz; ya yetiştiğimiz kültür ortamı itibarıyla veya kabiliyet ve donanımlarımız itibarıyla ya da nöronlarımızı çalıştırmamız itibarıyla daha engin düşünceye sahibizdir. Biz o düşüncelerimizi başkalarının da o ufka ulaşmaları istikametinde kullanmalıyız, onlara yardımcı olmalıyız.

Bakın, bir taraftan, dua birliği; zira vifâk ve ittifak, tevfîk-i İlâhî’nin vesilesi. Bir diğer taraftan da insanların fikren ve ruhen inkişaf etmeleri adına, varsa inkişaf etmiş bir dimağınız şayet, o inkişaf yollarını onlara göstermek suretiyle, onların da o ufka ulaşmalarını, hatta gelip sizi geçmelerini arzu etme… Sizi geçmelerini de arzu etme; çünkü “îsâr ruhu”, onu gösteriyor. Mü’minde îsâr ruhu… Her hususta, başkalarını kendine tercih etme; îsâr ruhu.

Bir diğer yanı bu meselenin: Mesela mektepte okuyorsunuz; arkadaşlarla sınıf geçmek için çalışıyorsunuz. Bazılarınızın o mevzuda kabiliyetleri iyidir, yetiştiği kültür ortamı itibarıyla, aile yapısı itibarıyla, bazı temel bilgileri vardır. Bu temel bilgileri itibarıyla orada gördüğü dersleri daha iyi kavrar, daha güzel sentezler yapar, daha güzel analizlere muvaffak olur. Bence o kabiliyet ve donanımını, hemen arkadaşları ile paylaşmalı, onların da o seviyeye gelmesi için elinden gelen her şeyi yapmalıdır. Bakın, talebelik seviyesinde… Bu da yine bir îsâr ruhu aksettiriyor; başkalarını da aynı zamanda kendi seviyesine getirme, tercih etme meselesi.

Bir adım daha ileriye atalım bu mevzuda. Kariyer yapıyoruz; master yapıyoruz, doktora yapıyoruz, profesör olmak için çalışıyoruz. Bazı arkadaşlarımızın kompoze kabiliyetleri çok fevkaladedir. Bazı arkadaşlarımız kütüphaneleri çok iyi bilirler; Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle “kütüphane faresi” gibidir onlar. O fihristleri öyle ezbere bilirler ki; hangi mevzu, hangi konu, nerede, nasıl işlenmiş, onu bilirler. Birisi bir vazifeyi almıştır üzerine ama kaynakları o ölçüde bilmiyordur. O kompoze kabiliyeti olan arkadaş, “Bu mesele şöyle ifade edilir!” demeli, ona destek olmalı. On seneyi, üç seneye indirmeli; doktora yapıyorsa iki seneye indirmeli, buna kanun ve mevzuat müsaade ediyorsa şayet. Bazıları da işte böyle mahzen-i kütüphane faresi gibidir, bütün kitapları bilir; “Arkadaş, senin araştırdığın bu mevzu, falan kütüphanede, filan yerde, şu fihrist içinde. Buna baktığın zaman, ona ulaşacaksın!” demeli. Bazıları da ona o meselenin nasıl sunulacağını öğretmeli. Hocaların durumuna göre, hocalara karşı tavrı açısından, ufkunu açmalı, gözünü açmalı, o mevzuda yine o teâvün düsturunu işletmeli, ona yardımcı olmalıdır.

Bu karşılıklı yardımlaşma, kelimenin yapısında da vardır. “Teâvün”; te-‘â-ve-ne / ye-te-‘â-ve-nü / te-‘â-vü-nen (تَعَاوَنَ – يَتَعَاوَنُ – تَعَاوُنًا) kökünden, “müşâreketun beyne’l-isneyni fe-sâiden” (مُشَارَكَةٌ بَيْنَ الْإِثْنَيْنِ فَصَاعِدًا) “en az iki veya daha çok kişinin bir işi beraber, karşılıklı yapmaları, çoğunluğun müşterek bir iş etrafında bir araya gelerek düşüncelerini paylaşmaları” demektir. Bu şekilde düşünce paylaşmak suretiyle, o yardımlaşma düşüncesini paylaşmak suretiyle, bir yönüyle, bir iken, binler gücüne, binler kuvvetine ulaşmak mümkündür Allah’ın izni ve inâyetiyle.

Hazreti Üstad dördüncü olarak “mabeynlerindeki emniyetin tesisi” diyor. Birbirimize fevkalade güven duyma… O, “Falan, benden daha güvenli bir insandır, hakikaten!” Bu da gördüğünüz gibi îsâr ruhu barındırıyor; bunların bazısında bir damlacık, bazısında bir bardak, bazılarında bir fincan, bazılarında bir kâse îsâr meselesi var. Birbirimize güvenirsek şayet, işte o zaman o kuvvetler bir araya gelir, Allah’ın izni ve inayetiyle. Vifâk ve ittifak da olur, suizanna düşmeyiz birileri hakkında ve günaha girmeyiz. Aynı zamanda diğer insanların kuvvetlerini de yanımıza alırız; kuvvetimize kuvvetlerini inzimam ettiririz, Allah’ın izni ve inayetiyle. Bir insanın yapacağı şeyi, bin insanın yapacağı şey hale getiririz, mâbeynimizdeki o münasebeti sağlam bir zemine oturtursak, Allah’ın izni ve inayetiyle. Şimdi bu da çok önemli bir mesele: Birbirimize güven duyma ve suizanna kapılmama.

Belki çok defa suizanna kapılabiliriz. Tavırları ve düşünceleri ile suizan ifade eden bazı kimselerden kuşku duyuyorsak şayet, test etme imkânı vardır. Küçük bir dairede, evvela onu bir test ederiz; bakarız ki, sınıfı geçti orada, daha bir üst dairede, kalbimizin daha bir derin yerinde, “Şurada da oturabilirsin!” deriz. Bakarız ki hakikaten oranın da hakkını verdi, “Tamam, kalbimizin göbeğine de otağını kurabilirsin!” falan deriz. Baktık ki oranın da hakkını veriyor, “Yahu sen, benim -âdetâ- gönlümde de oturabilirsin!” deriz. Misal olarak arz ediyorum bunu. Hizmet’te de öyle: Şurada istihdam ettiniz, baktınız ki başarılı oldu, bu defa bir üst seviyede, bu defa bir üst seviyede, bu defa bir üst seviyede, bu defa bir üst seviyede… Onu belli bir yere getirir koyarsınız böylece. Bir taraftan “hüsnüzan” bir taraftan da “adem-i itimad”a binaen, az kuşkulanıyorsanız, şüpheleniyorsanız şayet, suizanna düşmeden, aynı zamanda test ede ede bir insanı bir noktaya ulaştırırsınız. Ve dolayısıyla bir yüksek kabiliyetin kabiliyetlerinden sizin de, toplumun da istifade etmesine zemin hazırlamış olursunuz.

   Allah Rasûlü’nün Attığı Temel, Hazreti Ebu Bekir’in Üstün Başarısı, Bediüzzaman Hazretleri’nin Firâseti ve Kürt Meselesi

Esasen şimdiki bu “kıpkızıl musibet dönemi” çok şiddetli ama biz o musibetin turuncusunu da gördük, morunu da gördük, pembesini de gördük, mavisini de gördük; o musibetlerin hemen her rengini gördük. Belki millet olarak da üç asırdan beri görüyoruz. Hazreti Pîr, “üç asırdan beri” diyor. “Üç asırdan beri rahnedâr olmuş”; yani, surları yıkılmış bir yönüyle, en mamur yerleri harabeler haline gelmiş; saltanat mahalleri, kemmiyetsiz keyfiyetsiz insanların elinde kalmış. Üçüncü Mustafa’nın ifadesiyle diyeyim; kendi ifadem ile değil, alınır bazıları:

“Yıkılupdur bu cihan sanma ki bizde düzele

Devlet-i çerh-i deni verdi kamu müptezele

Şimdi ebvab-ı saadetle gezen hep hezele

İşimiz kaldı hemân merhamet-i Lem Yezel’e.”

Evet, asırlardan beri rahnedâr olan bir kalenin tamiri belki Şâh-ı Geylânî gibi, Muhammed Bahâuddin Nakşibendi gibi, Mustafa Bekrî Sıddîkî gibi, Maruf-i Kerhî gibi, Ebu’l-Hasan el-Harakânî gibi, Cüneyd-i Bağdâdî gibi, Bayezid-i Bistâmî gibi aldatmayan rehnümâlar ile olur, öyle büyük şahıslar ile olabilir. Esas, etrafındaki kümelenmeler ile, şahs-ı manevî ile, heyet-i ictimâiye-i İslamiye ile olacaktır. O, bir heyetin yapacağı şeydir, şahsın yapacağı şey değildir. Enbiyâ-ı ızâm bile esasen yapacakları şeyleri onun ile yapmışlardır. Hâşâ, “Efendimiz bir şey yapmadı!” demek değildir; fakat O, Allah’ın izni ve inâyetiyle, her şeyin zeminini hazırlamış, bir yönüyle statiğini ortaya koymuş, sonra blokajını yapmış; sonra “Benim yeryüzünde iki tane vezirim var, yardımcım, sağım-solum: Bû-Bekir, Ömer!” demiş, çok iyi belirlediği o büyükleri işaret buyurmuştur. Ve bu işareti anlayanlar, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna “yelken açtığı” mı, yoksa “üveyik gibi kanat çırptığı” zaman, kimi seçeceğini çok iyi intihap etmiş. Dolayısıyla hepsi kalkmış, koşmuş, Ebu Bekir (radıyallahu anh) hazretlerinin mübarek elini -O ele canım kurban olsun!- sıkmış ve o ele biat etmişler.

Nasıl bir adam Hazreti Ebu Bekir? Mertebe itibarıyla, enbiya-ı ızâmdan sonra; fakat yaptığı fonksiyonlar itibarıyla, çok peygambere müyesser olmamış şeyleri yapmış. On bir büyük fitneyi halletmiş; üçü, Efendimiz döneminde hortlamıştı; sekiz tanesi de Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürümesini fırsat bilerek meydana gelmişti. Düşünün, işte Hazreti Ebu Bekir dönemi, Efendimiz’den sonra. Efendimiz ruhunun ufkuna yürüdüğü zaman, sahabî sayısının yüz bin olduğunu söylüyor Tabakât kitapları. En geniş Tabakât kitaplarından İbn Hacer el-Askalânî, el-İsâbe’sinde, on bin sahabîden bahsediyor. Demek ki “yüz bin” diyenler, kadını ile, erkeği ile, hastası ile, çocuğu ile, çoluğu ile, şöyle-böyle Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in insibağ meclisinde münsebiğ olan ne kadar insan var ise, hepsini kastediyorlardı. Şimdi Hazreti Ebu Bekir’e emanet edilen bu idi. O (radıyallâhu anh), Allah’ın izni ile, bu kadarcık -estağfirullah, “Bu kadarcık!” ne demek!- o mübarek toplum ile o on bir tane belanın hakkından geldi.

Bakın, bugün de “terör hadisesi” filan diyoruz. Senelerden beri bir PKK filan ile uğraşıyoruz. Tankımız var, topumuz var, uçağımız var; kara kuvvetlerimiz, hava kuvvetlerimiz, hükümetimiz, meclisimiz var. Daha nelerimiz var, var, var, var, var, var; hepsi, yokluğa dayanan bir sürü “var, var” var. Fakat bir tane tehlikenin hakkından gelemedik. Pozitif olarak gelmenin yolu, bunları yumuşatma idi. Evet, “küçük bir reçete”de -reçeteyi yazanın idrakinin darlığına verin onu- esasen o insanları -bir yönüyle- yumuşatmanın yolu vardı. O toplum ile bütünleşme… Oraya gidecek hekimler, oraya gidecek emniyet teşkilatı, oraya tayin edilecek valiler, kaymakamlar, oraya gidecek sağlıkçılar, aile hekimliği gibi ev ev dolaşacaklardı. Jandarma/asker, kapı kapı dolaşacaktı. O toplumun ayrı bir toplum olmadığını ortaya koyacaklardı. Reçetenin mahiyeti bu idi. Ve onların dillerine de saygı gösterilecekti, en azından cevaz verilecekti.

Bundan bir asır evvel, Çağın Sözcüsü, Van’da bir üniversiteden bahsediyor. Bir asır… Çok sonra bir üniversite yapılıyor fakat onun gâye-i hayal olarak öne sürdüğü o gayenin çok gerisinde bir üniversite kuruluyor. Diyor ki, “Arapça farz!” orada. Neden? Çünkü dinin temel rüknü olan Kitap ve Sünnet, Arapça. “Türkçe vacip!” diyor. Karamanî Mehmet Bey, “Türkçe câiz!” deyip devlet dili olarak Türkçe’yi benimsemiş. Devlet o güne kadar, Karamanî Mehmet Bey’e kadar Farsça konuşuyor. Görüyorsunuz, o Mevlânâ gibi devâsâ insanlar bile yazdıkları kitapları Farsça yazıyorlar, Selçuklu döneminde. Fakat Hazret, bir asır evvel, “Türkçe, vaciptir!” diyor. “Kürtçe de câiz!” diyor; yani, seçmeli dil olarak, isteyen onu da öğrensin.

Biz, o ufku ihraz edemedik. O reçetenin muhtevasında o da vardı: “Mekteplerde o kapıyı da ardına kadar aralayın, o millet rahatlıkla kendi dilini orada öğrensin!” Dil, kullanıla kullanıla inkişaf eder, bir ilim dili haline gelir. O ilim dili, o toplumun yükselmesi adına, çok önemli bir faktördür. İnkişaf etmemiş bir dil ile ilim yapmak, teknoloji yapmak mümkün değildir. Şuradan bir dil dilenciliği, buradan bir dil dilenciliği yapmak suretiyle başa çıkamazsınız, dilencilikten de kurtulamazsınız. Ali Şeriatî -Makamı Cennet olsun!- kendi dönemi itibarıyla -Gıyaben tanıdım onu, eserlerini okuyarak tanıdım.- derdi ki, merhum, makamı Cennet olsun: “Bugünkü Arapça ile, Farsça ile -Çünkü kendisi İranlıydı- ilim yapılamaz!” Ben de kendi içimden derdim ki, “Hazret, bir de sen Türkçe’yi öğrensen; ilim yapılır mı, yapılmaz mı, o zaman ne ile ilim yapılamadığını anlayacaksın!”. Canına okuduk dilin, steno gibi bir şey haline getirdik; işaretler, mors alfabesi, “Di-dâ-dıt / Dâ-dâ-dıt.”

   Şayet gerçekten inanıyorsanız, sıkıntılar karşısında asla sarsıntıya düşmemelisiniz; “Şimdi bu şartlar altında ne yapmalıyım?” diyerek iradenizi hep canlı tutmalı ve herkese ümit kaynağı olmalısınız!..

Evet, üç asırdan beri harap olan, rahnedâr bir kalenin tamiri size düşüyor. Hemen her şey yıkılmış, her şey harap olmuş. Fakat farklı renklerde, farklı desenlerde yıkılmalar olmuş. Biraz evvel arz ettiğim gibi, hemen yıkımın her renginde olanını gördük; Kıtmîr, sadece 27 Mayıs’tan bu yana dört-beş tanesini gördü; açık-kapalısı ile -zannediyorum- yedi tanesini. İnşaallah sonuncusu olur bu!.. Allah, onları bitirmekle, sizin de çilenizi sona erdirir; daha doğrusu, o mübarek Anadolu insanının çilesini sona erdirir. Bir dönemde devletler muvazenesinde ona önemli vazifeler yaptırtan Allah (celle celâluhu), bir gün yine devletler muvazenesinde ona önemli bir misyon edâ ettirmek üzere onun dirilmesini, başka milletlerden evvel te’min buyurur. Dirilirsiniz; dünyanın her yanında insanların imdadına koşarsınız, Allah’ın izni ve inayetiyle.

Yıkıntılar karşısında, sarsıntıya düşmemek lazım. Esasen, sarsıntı ile enerjimizi kaybedeceğimize… Çünkü o da bir yönüyle bir efordur; sarsılırsanız, heyecan duyarsanız, o da bir efordur. Yıpranırsınız; nöronlarınız yorulur, doğru uyuyamazsınız; yatakta sağdan sola, soldan sağa dönersiniz. Çocuklarınıza, doğru bakamazsınız; eşinizle, doğru meşgul olamazsınız. Yapacağınız işleri, sağlam bir mantık blokajına bina edemezsiniz. Dolayısıyla âdetâ kendi aleyhinizde oturur kalkarsınız. Ama öyle değil de esas bir gâye-i hayale bağlanırsanız, Allah’ın izni ve inayetiyle, sarsılmadan “Pekâlâ, şu zor şartlar altında şimdi ne yapılabilir?!.” dersiniz.

Yapılacak şeylerin başında, şöyle-böyle sarsıntı yaşayan insanları moralize etmek geliyor; onları rehabiliteye tâbi tutmak gerekiyor. Oturduğumuz her yerde, “Yahu şimdiye kadar şu maruz kalınan şeylerin hemen her renkte olanı -Allah’ın bir takdiri olarak- meydana geldi. Ve sonra Allah’ın bir lütfu olarak da geldiği gibi gitti. Geldiği gibi gitti!.. Allah’ın kudreti, her şeyin hakkından gelmeye yeter!” diyecek ve insanları moralize edeceksiniz. Bize düşen şey, vazifedir. Yüksek bir hedefe kilitlenmişsek şayet, baştan kazanmışız demektir. “Allah!” demiş, gönlümüzü O’na vermişsek, “Cennet, Rü’yet ve Rıdvân!” demiş, gönlümüzü O’na vermişsek, kazanmışız demektir. Ölsek bile o uğurda, kaybetmiş sayılmayız; çünkü çok yüksek bir hedefe kilitlenmiş sayılırız. Öyle ise ne diye endişe duyacağız, ne diye paniğe kapılacağız?!.

Hatta, meselenin daha yükseğini realize etme istikametinde oturup kalkmalı: “Acaba, arkadaşlarımızı bu mevzuda çok ciddî metafizik gerilime nasıl ulaştırırız?!. Bugüne kadar sarf ettikleri cehdi, ortaya koydukları gayreti, ikiye nasıl katlarlar? Vitesi, dörtten sekize nasıl takarlar? Sekizden on altıya nasıl takarlar? Nasıl o hız ile yürürler Allah’ın izni ve inayetiyle?!.” Bir de o hız ile yürümenin “temkîn” ve “teyakkuz”a ihtiyacı vardır. Beynimizi o istikamette yorduğumuz zaman -zannediyorum- Allah’ın izni ve inayetiyle, patikalara sapmadan, Allah’ın vaz’ ettiği şehrâhta dümdüz yürür ve kısa zamanda hedefe ulaşırız.

Hedef nedir? Topyekûn insanlığın inanması.. lâakal (en azından) O’na saygı duyması, lâakal “O’na inanan insanlar ile beraber yaşanır!” duygusunun başka vicdanlarda uyarılması… Farklı… Bir baskı ile, bir tahakküm ile, bir tagallüp ile, bir tasallut ile “Herkes benim gibi düşünsün!” değil, “Benim gibi düşünmeyenlerin canı Cehenneme!” değil. Fakat herkesi kendi kategorisinde mütalaa ederek, bir emniyet ve güven telkin etmek, dünyanın dört bir yanında… “Bu insanlar, gerçekten, insanî değerlere saygılı!”; Frenkçe ifadesiyle “Çok hümanist insanlar, bunlar! Ahsen-i takvîme mazhariyetin gereğini yerine getiriyor ve Allah’ın sanatı olarak insana saygı duyuyorlar!..” dedirtmek…

Yahu Allah’ın (celle celâluhu) fırçasından çıkmış, O’nun İlmi ile, İradesi ile, Kudreti ile, Meşîeti ile halk edilmiş, eşi-menendi olmayan, meleklerin mihrabı/pusulası bir varlık olarak yaratılmış insana saygı duymak, o insanı Yaratan Zat’a karşı saygı duymanın ifadesidir. İnsanlarda bu duyguyu uyarma, bütün insanlıkta bu duyguyu uyarma… Ee görüyorsunuz, çok kısa, küçük, bir yönüyle dar çerçevedeki, dar açıdaki hamleler ile, zaten çokları oluyor. O mevzuda “Şurada şu oluyor; burada bu oluyor!” falan demek istemiyorum; el-âlem, meseleyi yanlış anlamak suretiyle, “Misyonerlik yapılıyor!” zannına/zehabına kapılabilir.

Hayır! Sizin “dil”inizin önünde “hal”iniz ve “temsil”iniz vardır. Esasen, yaşanması gerekli olan şeyi doğru yaşadığınız takdirde, insanlar, size bakacaklar ve “Bunlar ile upuzun yollar alınabilir!” diyecekler, Allah’ın izniyle. Güven vadedeceksiniz. Zaten, “Mü’min, yeryüzünde güven ve emniyetin temincisi insan demektir!” Bir manası onun “Allah’a inanan” demektir ve aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın “el-Mü’min” isminden alınmıştır. Diğer manası itibarıyla da, “yeryüzünde güvenin temsilcisi” demektir. Onun atmosferine giren herkes, aynı zamanda bir güven atmosferine girmiş demektir. Bütün dünyaya bunu duyuracaksınız.

   Sonu zaferle noktalanan Uhud’da muvakkat bir hezimet yaşanmıştı; zira o sayede mü’min münafıktan, vefalı vefasızdan, yiğit korkaktan, hakka gerçekten bağlı olan yüreğinde zaaf bulunandan ayrılmıştı.

Bir “şirzime-i kalîl” (azgın bir azınlık) her zaman olmuştur, her zaman olacaktır!.. Şimdi böyle bir dönemde -esasen- büyük bir gayeye dilbeste olmuş insanları, o gayenin yüksek gaye-i hayalli insanları haline getirmek için onları moralize etmemiz, rehabiliteden geçirmemiz ve hiçbir şey olmamış gibi yolumuza devam etmemiz lazım.

Buna en güzel örnek, çok iyi bildiğiniz, Uhud Savaşı. Uhud şehitlerinden bahsederken, altmış küsur, altmışaltı kadar insandan bahsediliyor; fakat genelde Siyer kitaplarında “Yetmiş insan şehit oldu!” deniyor. Yüz yetmiş insan, iki yüz insan da yaralı; bazıları kolu kopacak hale gelmiş, bazıları bağrından yaralanmış. Fakat bu “muvakkat hezimet” gibi bir şey oluyor ama Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) o yüksek fetâneti ile onu zafere çeviriyor. -Fetânet, dehânın üstünde bir şeydir. Mahmud Akkad, vakıa, “el-Abkariyât” kitabında, Efendimiz’i de dâhiler arasında zikrediyor; o, hatadır. Fetânet-i Nebeviye, dehânın çok üstündedir. Dâhiyi anlatırken, “Her şeyi şipşak, düşünmeden, yerli yerine yerleştiren insan demektir.” derler. Fetânet, onun çok çok üstündedir.- O hali ile müşrikleri takibe koyuluyor. Yaralı-bereli… Birileri, birini sırtlamış götürüyor; birileri, birinin koltuğuna girmiş, götürüyorlar. Ebu Süfyân, ordusu ile Mekke’ye doğru giderken, bakıyor ki arkadan geliyorlar. -Nereye kadar takip ediyor onları!..- “Aman, başımıza iş açarız; en iyisi mi bir an evvel Mekke’ye kaçalım!” diyor. Muvakkat hezimet gibi görülen bir şey, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) o yüksek fetânetiyle zafere dönüşüyor, Allah’ın izni ve inayetiyle.

O günün müşrikleri paniğe kapılıyorlar. Bir daha Medine’yi kuşatmak için plan yaptıkları zaman, “Bütün kabileleri yanımıza alalım; öyle yirmi bin, otuz bin insan ile gidelim, Medine’yi kuşatalım! Başka türlü oraya girmek, mümkün değil!” mülahazaları oluşuyor. Orada da yine mesele, fiyasko ile neticeleniyor; geldikleri gibi, bir taraftan soğuğa, bir taraftan da o dehânın çarpıcı fırtınalarına maruz kalarak, panik içinde geriye dönüyorlar. İnanın, günümüzde size mezâlimde bulunan, zulmeden kimseler de aynen o Medine’yi kuşatmaya gelen insanlar gibi, panik içinde geriye dönüp kaçacaklar!..

Cenâb-ı Hak, mabeynimizdeki emniyetin tesisine bizi muvaffak eylesin!.. Çok yüksek bir moral ile, hiçbir şey olmamış gibi, Hizmet’imizi devam ettirmeye muvaffak eylesin! Allah, öyle bir başarıya ulaştırsın inşaallah teâlâ!..

Bamteli: CEBR-İ LÜTFÎ VE HASANÎ RUH

Herkul | | BAMTELI

  SORU: Muhterem Efendim! Bir eserinizde “cebr-i lütfî”nin bir buudu olarak “Hasanî ruh ve düşünce”nin temsîlini nazara veriyorsunuz. Yakın bir gelecekte, bir kısım çıkar ve menfaatlerin paylaşılması aşamasında, “Hasanî ruh ve anlayış”ı temsil eden müstağnîlerin pek çok fitneyi önleyebileceklerini ifade buyuruyorsunuz. Bu hususun şerhini ve o günlerin geçip geçmediğini lütfeder misiniz?

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde yukarıdaki soruya cevap sadedinde şunları söyledi:

  “Cebr-i lütfî” tabiri, insanın irade ve ihtiyarı olmadan Cenâb-ı Hakk’ın ona ihsan buyurduğu ve çoğu zaman zahirî yüzü itibariyle sevimsiz görülen lütufları ifade eder.

Evet.. Cebr-i lütfî’nin bir buudu olarak… Bazen Cenâb-ı Hak, insanlara lütfederken cebren eder, onun irade ile çok alakası yoktur. Hani o muhâceret konusunda bile bir “ihtiyarî hicret” diyoruz, bir de “cebrî hicret” diyoruz.

Çok defa bu cebrî şeylerin arka planında Cenâb-ı Hakk’ın nasıl bir lütufta bulunduğunu sezemeyebiliriz. Büyüklerin çoğu bile bunları sezememiş olabilir. İsim tasrih etmeden diyebilirim: Başına gelen onca devâhî, mûbikât ve mühlikâta (Gazzalî ifadesiyle, insanın altını üstüne getiren, insanı kahreden bela ve musibetlere) maruz kalıyor. Hadiselerin süzgecinden mi, eleğinden mi geçiyor, paletleri altında mı eziliyor? Hadiseye yaklaşırken, bir yönüyle şok tesiriyle, acılar duyduğunu da ifade ediyor. Evet, “Çok çektirdiniz!” diyor. Fakat sonra dönüp o çekilen acılara terettüp eden eltâf-ı İlâhiyeyi tetkik etmeye başlıyor; hadiseleri yeni baştan, bir kere daha gözden geçiriyor.

Hani her zaman Kıtmîr der: Bir müessesede bulunmama tahammülü olmayanlar, iki defa oradan ayrılmam için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı. Bugün mü’minlere çektirenler gibi onlar da aslında dindar görünümünde, hatta dindarlıkta derinlemesine bir görünüm arz eden bir gruptu. Böyle derken, siz bununla ne anlıyorsanız, onu anlayın! Ama benim gönlüm de orada idi; orası benim için gözağrısı gibi bir şeydi. İmam Hatip ve İlahiyat talebeleriyle meşgul olmak, bana zevkli geliyordu; mütevazıâne bir hayat içinde, geleceğin önemli insanlarını yetiştirme mevzuunda, min gayr-i haddin, Cenâb-ı Hakk’ın dedirttiklerini demek suretiyle… Fakat o kadarını bile çekemediler, hazmedemediler.

Hazımsızlığın ne zehir-zemberek bir şey olduğunu size söylemeye gerek yok; bazen küfrün yaptırtmadığını insana yaptırtır hazmedememe, çekememezlik ve hased. Günümüzde bunu detaylarıyla yaşıyorsunuz.

Ama oradan ayrıldıktan sonra, dar bir alanlı hizmet olarak gördüm ben onu. Şimdi gönlünüz orada olsa ve ilk gözağrınız veya ikinci gözağrınız olması itibariyle yüreğinizde bir sızı şeklinde hep hissetseniz bile, oradan ayrılmaya terettüp eden eltâf-ı Sübhâniyeyi gözden geçirince, وَعَسَى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسَى أَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ  “Olur ki hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur. Olur ki sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şerli olur.” (Bakara, 2/216) hakikatinin tecelli ettiğini görürsünüz. Evet, sizin bazen nâhoş gördüğünüz şeylerde, hayırların muza’afı vardır, mük’abı vardır, mük’ab der mük’abı vardır, katlanmış hayırlar vardır, farkına varmadan!.. Ve öyle olduğuna şahit olundu.

  Bugün maruz kaldığımız bela ve musibetlerin de pek çok cebr-i lütfî yanı olduğu muhakkaktır; bütün cihanın Hizmet’i duyup tanıması bu lütuflardan biri olsa gerektir.

Şu anda da -bir yönüyle- Cenâb-ı Hakk’ın belki bir imtihanı mahiyetinde benzer hadiselere şahit oluyoruz. Burada antrparantez arz edeyim: Bazen Cenâb-ı Hakk’ın daha önce bize lütfettiği ihsanları rantabl değerlendirmediğimizden dolayı hafif şefkat tokadı yiyoruz; kulak çekme de diyebilirsiniz buna. Veya paçaları sıvayıp küçük bir ırmağı geçiyor gibi.. az dikkat ederek bir tepeyi aşıyor gibi.. endişeli bir köprünün bir tarafından öbür tarafına geçmeye çalışıyor gibi… Belki de daha hayırlı bir şeye geçme adına, Allah (celle celâluhu) muvakkat bir sıkıntıya maruz bırakıyor. Bir süre geçti mi, bir süre sonra dönüp geriye bakacak, diyeceksiniz ki, “Yahu bunda da bir hayır varmış hakikaten. Açılmaya vesile imiş. Koskocaman bir cihanın -net olmasa bile- duymasına, tanımasına, en azından ‘Böyle bir şey varmış!’ demesine vesile imiş.” Böyle bir cebr-i lütfî. Allah (celle celâluhu) lütfediyor.

Cebr-i lütfî… Bir cebir var, farkına varmadan zorlanıyorsunuz; kendi irade ve ihtiyarınızla yapmıyorsunuz onu, yapma mecburiyetinde oluyorsunuz. Fakat sonra dönüp hadiseleri analiz ettiğinizde, diyorsunuz ki, Hazreti Pîr’in dediği gibi, “Meğer onda da hayır varmış, onda da hayır varmış, onda da hayır varmış!..” “Bana bunca ezâ ve cefayı çektirenlere hakkımı helal ediyorum!” diyorsunuz. Bir de kendini sorgulama gibi bir şey; “…Hizmet-i imaniye ve Kur’anîyeyi maddî-manevî terakkime âlet etmekliğimmiş!” diyor.

Biz de kendimize ve hadiselere bakarken, bu mülahazayı esas almalıyız. Acaba imana, Kur’an’a, millî mefkûremize, geleneklerimize ve an’anelerimize hizmet ettirmek için mi sizi dünyanın dört bir yanına saçıyor?!. Evet, daha şümullü bir ifade ile, “edille-i şer’iyye-yi asliye” ve “edille-i şer’iyye-i tâliye”yi insanlığa duyurma, milletimizde olan güzellikleri, güzelce yaşadığı dönemlerden tevârüs ettiğimiz şeyleri cihana duyurma, onlar için müşteri arama maksadıyla, Allah (celle celâluhu) cebrî olarak dünyanın dört bir yanına sizi saçıyor. “Niye saçıldınız?” diye sorulunca, siz de bu defa cebrî olarak neden saçıldığınızı anlatıyorsunuz. Mazlumiyetinizi, mağduriyetinizi ortaya koyuyorsunuz; “Böyle bir şey olmuş da bundan dolayı böyle bir şey oldu!..” Hiç farkına varmadan, kendi ülkenizde bulamadığınız bir re’feti, bir şefkati, bir mülâyemeti, bir insanca duyguyu buluyorsunuz, onunla karşılaşıyorsunuz.

Parantez içinde arz edeyim: Şu Amerika’da, bir tane de değil birkaç tane, dün ve evvelki gün, arkadaşlar anlattılar. Yabancı birisi gelip diyor ki, seviyeli birisi, “Siz, buraya cebren gelmiş görünüyorsunuz. İmkânlarınız da yoktur, oturacak eviniz de yoktur. Benim falan yerde bir evim var, o evde bedava oturabilirsiniz! Malî bir sıkıntınız olduğu zaman, imkânlarım da var, o mevzuda da size yardımcı olurum!..” diyor. Mazlumiyet ve mağduriyet, böyle bir mukabeleye vesile oluyor. Bir yerde bir vahşetle, gayr-ı insanî mülahazalarla, âdetâ tardedilir gibi kendi ülkenizden, hem de ciğeriniz dâussıla ile yanıyor olmasına rağmen, uzaklaştırılıyorsunuz. Fakat başka bir yerde birileri size sinelerini açıyor, “Benim gönlümde senin de oturabileceğin bir sandalye vardır!” diyorlar. Ve bunların sayısı hiç az değil. Bir yerde ilticayı kabul ediyor, ev veriyor ve aynı zamanda geçinecek kadar da imkân veriyorlar; yanı başınızda bir yerde, bir ülkede. Başka bir yerde “Yedi cihan gelse, sizi istese, zorlasalar, bizden sizi koparamazlar, Allah’ın izniyle!” diyorlar.

  Cebr-i lütfî hicretler size hâl ve temsîl sergileri açma ve oralarda insanlara hakikatlere doğru iradî adımlar attırma imkânları sunuyor.

Böyle bir duyma ve böyle bir kabul var, o “cebr-i lütfî”nin altında. Şimdi bunun küçük emarelerini görüyorsunuz; bunlara bakarak, gelecekte daha büyük emareleriyle karşılaşacağınızı tahmin edebilirsiniz. Hâl ve temsilin sergilendiği meşherlerde, sizi ruh dünyanız itibariyle temâşâ eden insanlar, size doğru adımlar atacaklar. Mesela, düşmanlık duygularını atmaları, bir adımdır. Mesela, sizi dost kabul etmeleri, ayrı bir adımdır. Mesela, “İslam da bir dinmiş!” deyip saygı duymaları, bu da bir adımdır. “En azından bunu da diğer dinler seviyesinde görmeli!..” demeleri, bir adımdır. Bazıları da, “Yahu, bu, diğerlerine göre biraz daha câmî; makam-ı cem’in sahibi bir insanın beyanına, planına, projesine benziyor!” diyeceklerdir ki, bu, daha başka bir adımdır. Dedi mi, demedi mi adam?!. Sadece, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) adına yazılan kitabı okuduğundan dolayı, gözleri dolu dolu, sizin yanınıza gelip “Bunu siz sevdirdiniz bana!” deyip size kristale işlenmiş (Muhammed) adını gösterdi mi göstermedi mi?!. Sıradan bir insan değil, popülaritesi yüksek, Arapça’yı da bilen, zaten Amerikalı, şöyle-böyle belki Türkçe’yi telaffuz eden, aynı zamanda yüksek bir akademisyen; kredisi ve itibarı, bulunduğu yerde çok yüksek. Bir de böyle bir kabul var; böyle bir adım atma var.

Zaten dinin tarifi de -esasen- bunu ifade ediyor: اَلدِّينُ: وَضْعٌ إِلَهِيٌّ، سَائِقٌ لِذَوِي الْعُقُولِ بِاخْتِيَارِهِمُ الْمَحْمُودِ إِلَى الْخَيْرِ بِالذَّاتِ “Din, akıl sahiplerini kendi iradeleriyle bizzat hayırlı olana sevk eden bir İlahî kanunlar mecmuasıdır.” Evet, din, öyle bir İlahî sistemler mecmuasıdır ki, insanlar, hür iradeleriyle onu seçerler. Ve o seçme mevzuunda, Sahabe ve Tâbiin döneminde en önemli faktör de nedir?!. Bunu siz çok daha iyi biliyorsunuz; meselenin, hâl ve temsil meşherlerinde teşhir edilmesidir.

Nitekim sizin içinizde yaşayan insanlar, “Yahu tercih edilmeyecek gibi de değil!” dediler. Düşünün, hicret-i seniyyenin sekseninci senesinde, Horasan’da teslim olmayan millet kalmadı. Ve din-i mübin-i İslam, Ceziretü’l-Arap’ta neş’et etti; fakat özünde ve ruhunda olan felsefe, mantık, sistemlilik -bir yönüyle- Horasan taraflarında meydana çıktı. Bir kere Ebu Hanife’leri, İmam Ebu Yusuf’ları, İmam Muhammed bin Hasan Şeybânî’leri, İmam Züfer’leri düşünün!.. Bir kere Buharî’leri, Müslim’leri, Nesâî’leri, İbn Mâce’leri, Ebu Dâvud es-Sicistânî’leri düşünün!.. Devâsa kâmetler, oralarda yetiştiler. Ve o meselenin, özünde meknî (saklı) bulunan temel esprisiyle, bir yönüyle “niçin”e, “neden”e cevap verecek mahiyette şerhi ve hâşiyesi orada yapıldı. Hadis kitapları, fıkıh kitapları, usûlüddîn kitapları, usûl-i fıkıh kitapları, büyük ölçüde, orada telif edildi. Koca, devâsa -eşini beşer yetiştirememiştir- Taftazânî’ler, Seyyid Şerif Cürcânî’ler orada yetiştiler, sadece Ebu Hanife’ler değil. Hâl ve temsîl meşherlerinde mesele ortaya konunca, milletin başı döndü; “Vallahi, alınmayacak gibi değil!” dediler. Dolayısıyla “cebr-i lütfî” öyle lütuflara vesile oldu ki Allah’ın izni ve inayetiyle, siz Firdevsî destanlarla ve elli türlü üslupla anlatsaydınız, o kadar müessir olamazdınız. Evet, “cebr-i lütfî”, böyle bir şey.

  Yakın bir gelecekte, bir kısım çıkar ve menfaatlerin paylaşılması aşamasında, “Hasanî ruh ve anlayış”ı temsil eden müstağnîler pek çok fitneyi önleyebileceklerdir.

Cebr-i lütfî’nin bir boyutu olarak “Hasanî ruh” diyoruz. Esasen buna bir “ruh güzelliği” diyebilirsiniz. Bunu aynı zamanda Seyyidina Hazreti Hasan’la da irtibatlandırabilirsiniz. Hâşâ Seyyidinâ Hüseyin efendimizi veya oğlu Muhammed İbn-i Hanefiyye’yi, onun torunları Zeynü’l-âbidîn ve İmam Câferü’s-Sâdık’ı veya diğer eimmeyi görmezlikten gelmemeli. Ruhlarımız bin defa onlara kurban olsun; Ehl-i beyt-i Rasûlillah… Fakat aynı zamanda bir Hasanî ruh vardır orada.

Hazreti Ali’nin oğlu, aklı her şeye eren, dünyayı çok iyi bilen bir insandır Hasan efendimiz (radıyallahu anh). Bununla beraber, o, halk tarafından kendisinin intihabının/hilafete seçilmesinin ve Emevîler bir yanda bir şeyler yaparken onun kendisini ifade etmesinin bazı problemlere sebebiyet verebileceği mülahazasıyla istiğnada bulunuyor. Öyle bir îsâr ruhu sergiliyor ki!.. Hilafet ayağının ucuna kadar gelmiş. Nasıl bir ülkede? Türkiye’nin yirmi katı kadar olan bir ülkede ayağının ucuna kadar gelmiş bir şey; “Varsın Muaviye olsun!” diyor. Evet, böyle bir îsâr ruhu… Bu itibarla da “hasenî ruh” diyerek meseleyi sadece kelimenin lügat manasının ifade ettiği “ruh güzelliği”ne, kalbî hayattan sonra insanın ikinci kez sıçrayıp üveyik gibi kanatlanıp ulaşması gerekli olan beşerî bir semâya hasretmemek lazım. Hasanî ruh…

Yakın gelecekte, bir kısım çıkar ve menfaatlerin paylaşılması aşamasında…” Her zaman olmuş; tarihî tekerrürler devr-i dâimi içinde, birileri kazanmış, birileri de o kazanılan şeyleri paylaşmanın kavgasını vermiş. Nitekim Bahreyn’den gelen ganimet, Mescid-i Nebevî’de göz doldurucu ve gönüllerde itminan hâsıl edici mahiyette çok hacimli olduğundan, herkes “Hisseme düşecek epey bir ganimet var burada!” diye sevinirken, İnsanlığın İftihar Tablosu, parmağına kurban olayım, mübarek parmağıyla işaret ederek, “Ben, başka bir konuda değil, şunun üzerinde birbirinize düşeceğinizden korkuyorum!” buyurdu. Biri kazandı, biri elde etti; başkaları, o kazanılmış şeyin kavgasını verdi. “Bana daha fazlası; bana, bana, bana, bana, bana, bana!..” Ramazan davulcusunun davul sesi gibi hep bir “Ben!..” sesi yükselmeye başladı. Allah Rasûlü, tâ o dönemde, yüksek fetânetiyle ve gayb-bîn gözüyle gördüğü bu hali böyle ifade etti.

Yakın bir gelecekte, bir kısım çıkar ve menfaatlerin paylaşılması aşamasında, Hasanî ruh ve anlayışı temsil eden müstağnilerin pek çok fitneyi önleyebileceklerini ifade ediyorsunuz!” Evet, bu ruhu temsil edenler belki o gün istiğna ile bir kısım fitneleri önlediler/önleyecekler. Seyyidina Hazreti Hasan gibi.. veya hayvaniyetten çıkmış, cismâniyeti bırakmış, kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselmiş, ruhların en güzelini taşıyan.. “istiğnâ duygusu”yla sürekli köpürüp duran.. “Îsâr” duygusunu “haslet-i lâzıme-i gayr-ı müfârıka”sı yapmış.. başkalarını kendisine tercih etmeyi tabiatının ayrılmaz bir parçası haline getirmiş; “Îsâr, benim tabiatımın bir derinliği!” demiş.. yememiş, yedirmiş.. giymemiş, giydirmiş.. kendisini görmemiş, başkalarını görmüş… “Niye böyle yapıyorsun?” diye soranlara “Yahu bundan daha tabiî bir şey mi olur?” cevabını vermiş… Ama her meselede…

  Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Ömer efendilerimizin halife tayininde birbirini tercih etme tavrı îsâr ve istiğnanın güzel bir misalidir.

Özür dilerim; bir imamete geçme mevzuunda bile, “Falan kardeşim varken, bu hak ona daha fazla düşüyor!” demek lazımdır. Oysaki o da o hakkı ona vermiş; “O, benden daha elyak!” demiş. Sen de diyorsun ki “O benden daha elyak!..” Muhtarlıkta “O, benden daha elyak!”; müdürlükte “O, benden daha elyak!”; kaymakamlıkta “O, benden daha lâyık/elyak!” Tafdil sigasıyla diyorum, “çok daha layık” manasına “elyak”. Efendim, valilikte “O, benden daha elyak!”; milletvekilliğinde “O, benden daha elyak!”; devlet başkanlığında, “Yahu bana Çankaya’nın yolu göründü veya bir sarayın yolu göründü; fakat falan olsaydı, daha iyi olurdu. O, benden daha elyak!” Mülahazayı çevirip şöyle de diyebiliriz: “Benim intihabıma bedel, falan seçilseydi, o benim yerimde olsaydı, ülkemin çehresi çok farklı olacaktı! Benim ülkem böyle problemler sarmalı içinde bulunmayacaktı. Demek ki ben, meseleyi yüzüme-gözüme bulaştırdım! Bazı şeyleri yemeye-içmeye durdum, önlüğümü kirlettim.. çocuklar gibi, önlüğümü kirlettim.. ve gelecek nesiller tarafından önlüğü kirli bir insan olarak yâd edileceğim! Keşke îsâr ruhuyla hareket edip de “Falan olsaydı!” deseydim, “Falan!..” Kim yani?!. Kulübesini değiştirmeyen bir insan.. yeme-içmesini değiştirmeyen bir insan.. halkın orta sınıfının -en fazla, orta sınıfının- hayat standartları içinde geçimini temine çalışan bir insan… “Öyle birini yerime intihap etseydim!.. Îsâr ruhuyla, Hazreti Ebu Bekir ile Hazreti Ömer arasındaki müdaveleye benzer bir müdavelede bulunsaydım!”

Orada ilk defa eli sıkılan kim? Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer’in elini sıkıyor; “Bu babayiğide ben biat ediyorum!” Açık.. Ashab-ı re’yin huzurunda.. Sâbikûn-u evvelûn, o ilk Muhacirler, o ilk Ensar, gökteki meleklere denk insanlar… Onlar, bu iki insanın gözünün içine bakıyorlar. “O, Hazreti Ömer’e biat ettiyse, demek Ömer’e biat etmek lazım!” Neden? “Çünkü Hazreti Ebu Bekir öyle bir insan ki, biz onun Efendimiz’in hayatındayken bile yanıldığına şahit olmadık!” Hazreti Ebu Bekir, onun elini sıkınca, birden gözler Hazreti Ömer’in üzerine dönüyor. O, ondan evvel davranıyor: “Allah Rasûlü’ne en önce inanan, Sevr sultanlığında O’na refakat eden, falan yerde filan yerde O’nunla beraber bulunan Ebu Bekir’in olduğu yerde Ömer’e biat edilmez, ben Ebu Bekir’e biat ediyorum!” İnsanca davranış, bu!.. Gerçek îsâr ruhuyla hareket etmek, bu!..

Ve böyle olduğu zaman, nizâ’ olmuyor.. böyle olduğu zaman, münakaşa olmuyor.. böyle olduğu zaman, küfür sıfatı “hazımsızlık” hortlamıyor, “hased” hortlamıyor, ülke sarmallar içinde olmuyor, bela ve musibet sağanağına maruz kalmıyor, bir ülke bitirilmiyor, parçalanma sath-ı mâiline düşmüyor! Aksine öyle bir biat sonucunda, Güneydoğu’daki hadise gibi on bir hadise kısa sürede ve en az zayiatla hallediliyor.

Hep arz ediyorum bunu, zihinlere iyi yerleşsin diye. Güneydoğu’daki hadise. Kırk senedir, topla, tüfekle, NATO ordusu içinde sayılan ordulardan birisi olan ordunuz ile, siyasî siyasetinizle, çözmeye çalıştığınız bir hadise var, Güneydoğu hadisesi. O dönemde de onun gibi tam on bir tane hadise var. Kendisine isabetle biat edilen insan, iki sene üç ay on küsur günde, bu on bir tane hadisenin hakkından geliyor. Sâsânîlere giden köprüler kuruyor; oraya giden yolları açıyor. Dünyanın süper gücü Roma İmparatorluğu ile karşı karşıya gelme adına köprüler kuruyor, yollar açıyor. Bunca şeyi ne/kim açıyor? O îsâr ruhuyla intihap edilen insan!.. İstemiyor o fakat zorla (hilafet) kendisine kabul ettiriliyor. Ama hayat-ı seniyyesi hiç değişmiyor. İşin başında Sunh’da falan efendinin, filan efendinin sürülerini, koyunlarını sağarak geçimini sağlıyor. Sonra küçük bir maaş takdir ediyorlar; “Maaşım, halkın orta sınıfının aşağısında olsun!” diyor, Türkiye’nin yirmi katı kadar olan bir devletin başındaki insan!..

Yalan söylemesinler!.. Allah’tan utansınlar.. Peygamber’den utansınlar… Bir zırhlı araç karşısında namuslarını, haysiyetlerini, şereflerini fedâ ederek, ehl-i imana “Fırak-ı dâlle” demesinler!..

Yüksekler böyle idi, yüksek uçuyorlardı. Melekler, gerilerinde kalıyordu onların. Orayı ihrâz etmeyi düşünüyorsanız, nezd-i Ulûhiyette o işin hakkı, o. Allah’ın takrir ettiği hakka meseleyi bağlarsanız, öyle otuz iki tane hadisenin bile, Allah’ın izniyle hakkından gelebilirsiniz. Diğeri yalan, hepsi yalan!.. Firavun gibi yaşama ama Müslüman görünme, yalan!.. O Müslümanlık, yalan!.. Müslüman görünüp Hitler gibi yaşama; yalan, o Müslümanlık!.. Mü’mine “Fırak-ı dâlle!” deme ama Müslümanca yaşama; yalan, o Müslümanlık!..

  “Ruhumu Rahmân’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim fakat bir Yâr-ı Bâki isterim!..”

İşte böyle bir dönemde, dünyanın şatafatı, debdebesi, ihtişamı, göz kamaştırıcılığı karşısında başı dönmeyen, bakışı bulanmayan Hizmet erlerinde.. dünyanın yüz yetmiş küsur, yüz seksen ülkesinde bin dört yüz tane -yirmi küsur senede- okul açmak suretiyle, kültür lokalleri açmak suretiyle, İslam’ı ve bizim geleneklerimizi teşhir etme adına meşherler açmak suretiyle, milletimizin güzel yanlarını anlatan o insanlarda… Ne kadarı vardı o îsâr ruhunun? Ne kadarı vardı o başkasını kendine tercih ahlakının; o Hasanî ruhun, ne kadarı vardı?!. Aidiyet mülahazası ile iddialara girmeyelim fakat bu meseleye “Yalan!” demek de -bence- yalan ile doğruyu bilmemenin ifadesi olur. Yalan olsaydı, yirmi küsur senede o insanlar anlarlardı ve kapı dışarı ederlerdi. Hele bir kısım münafıkların “Bunları kapı dışarı edin!” demelerine rağmen, o insanlar hâlâ direniyorlarsa, demek ki tartmışlar, biçmişler, ölçmüşler, “Hayır, vallahi bunlarda yalan yok!” demişler. Meşherlerde sergiledikleri o temsîl ve hâl, o hâl meşheri hakikaten onların ruhlarına öyle işlemiş ve tabiatlarının öyle bir derinliği haline gelmiş ki, -Allah’ın izni ve inayetiyle- kendilerini tanıyanlara “Bunlar, çağın problemlerini bile halledebilirler.” dedirtmişler.

İnşaallah bir gün, kendi ülkelerini dahi problem sarmalı olmaktan çıkarırlar.. ama gözleri asla yukarılarda olmaz. Değil şöyle-böyle bir şey olmak, bir köye muhtar olmayı bile düşünmezler. Onları bir köye muhtar veya bir nahiyeye müdür yapmak için, dünyanın en akıllı, en iknâ edici insanlarının bütününü üzerlerine salsanız, yine de kandıramazsınız. Çünkü onları öyle bir şey kındırmış ki!.. Eskiler “kındırma” derlerdi “hâs” kelimesine; “el-hâs” sözcüğüne bu manayı verirler, “teşvik eden, kındıran” derlerdi; doğru istikamete ve kazandıran yola teşvik eden manasına “el-hâss ala sebîli’s-sevab” gibi tabirleri kullanırlardı. “Kandırma” da oradan geliyor. İşte onlar, اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاق demişler, bayılmışlar buna. “Allah’ım, iman.. İslam.. ve bunların ihlas eksenli olması.. ihlasın rıza hedefli olması.. rızanın, Sana aşk u iştiyak hedefli olması!..” Öyle bir şeyi peylemeye kalkmışlar ki, boylarını aşkın… Dönüp de böyle, muhtarlıkmış, müdürlükmüş, milletvekilliğiymiş, valilikmiş, kaymakamlıkmış… Onlara bakabilecek halleri yok. Ha o makamları tutanları da hafife aldığım zannedilmesin; yerinde, namuslu, iffetli, misyonunu kılı kırk yararcasına hakikate riayet ederek yerine getiren insanları, Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali’ler gibi alkışlar, başımıza taç yaparız.

Evet, onlar öyle bir şeye dilbeste olmuşlar ki, onun dışında başka bir şey ile onları kandıramazsınız. Hatta Cennet’i köşkleriyle, hurileriyle gösterseniz, onlar yine önce o işte Allah’ın izin ve rızasının olup olmadığına bakarlar. Hani, “(Cennet hurilerinden) birisi güzelliğinden nikabı açsa, yeryüzü güneşle aydınlanmış gibi aydınlanır!” buyuruyor Sâhib-i Şeriat, Hazreti Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem). İşte Cennet’i, saraylarıyla, köşkleriyle, villalarıyla, ırmaklarıyla teklif etseniz, o اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاق diyen.. kendini böyle bir harekete bağlamış.. Hizmet’e dilbeste olmuş.. başka mülahazalara bütün kapılarını kapayıp arkasına da sürgüler sürmüş.. “Beyhude yorulma, kapılar sürmelidir ey milletvekilliği, ey bakanlık, ey cumhurbaşkanlığı; içeriye giremezsin; ben öyle bir şeye açık duruyorum ki, sana karşı bütün kapılarımı kapadım!” demiş insanlara, öyle bir şeyi kabul ettiremezsiniz, (onları Allah’ın rıza ve Rıdvan’ından başka bir şeyle tatmin edemezsiniz), Allah’ın izni ve inayetiyle.

Bu anlayıştaki insanlara, gelecekteki düzenin ve âhengin ihtiyacı var. Bu, mikroplanda da olsa, bugün temsil edildi/ediliyor Allah’ın izni ve inayetiyle. İnşaallah, bir gün normoplanda, insan çerçevesinde, Hümanizm çerçevesinde, bir gün de makroplanda bütün cihanı alakadar edecek şekilde, inşaallah o güzellikleri sergilerler.. sergilerler ve bugün denen şeyler, gerçek şerhini/hâşiyesini o zaman bulmuş olur.

Allah sizden razı olsun. Öbür tarafta -eğer- çok sıkışmış olursam, Kıtmîr’in elinden tutmayı da ihmal etmeyin!..

511. Nağme: Müflis, Riyâset Hırsı ve İstiğna

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şu hususları dile getirdi:

 “İşte, gerçek müflis budur!”

*Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) ashabına “Müflis kimdir?” diye sorar. Ashâb-ı Kiram, müflisin bilinen manasını söyler; “Sermayesini kaybetmiş, varını yoğunu yitirmiş, maddi imkânları elinden gitmiş kişidir.” derler. Rasûlullah Efendimiz, asıl iflasın ne olduğuna işaret buyurarak hakiki müflisi anlatır: “Bir insan namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetlerden elde ettiği sevaplarla hesap meydanına getirilir. Hatırı sayılır hasenatı vardır ama onların yanı sıra birine bağırmış, öbürüne küfretmiş, diğerine vurmuş, berikinin malını yemiş, başkasına iftira atmıştır. Günahına girdiği kimselerin haklarını ödemek için kendi namazının, orucunun, zekâtının, haccının sevabından hepsine taksim edilir. Bu suretle borçlarını ödemeye çalışır; fakat amel defterindeki hasenatı biter de, borcu bitmez. Bu sefer, hakkına girdiği kimselerin veballerini üzerine alır ve tepe taklak Cehennem’e yuvarlanır!” Efendimiz, böyle anlatıp “İşte, gerçek müflis budur!” buyurur.

*Bir makam ve mansıp, onu isteyip delicesine peşinden koşan kimselere verilmemelidir. Çünkü makam talep eden kimsede hırs var demektir. Hırs ise, istediğini elde etmek için insanı bazı hakikatleri feda etmeye sürükleyebilir. Onun için, bir yere yükselme, bir mevkî ihraz etme ve bir makam sahibi olma gibi tutkular, insanları çok defa bazı hakikatleri görmekten alıkoyar.

*Layık olmadığı halde bir makamı tutmak veya bir mevkîyi işgal etmek de ahirette iflas ve kayıp sebeplerinden biridir. Bir köy muhtarlığından devlet başkanlığına kadar her makamın kendi çapında sorumlulukları vardır ve bir idareci raiyyetindeki herkesin haklarını ödemeden o iflas ve kayıptan kurtulamaz.

 “Vazife onundur ki, o ‘benim değildir’ der. Onun değildir ki, o, vazifeye ehil olduğunu iddia eder.”

* Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Ebu Ubeyde b. Cerrah hazretlerine “Ümmetin emini” buyurmuş ve onu Cennet’le müjdelemişti. Çünkü ümmetin arasındaki huzursuzluklar, hoşnutsuzluklar ve geçimsizlikler çok defa onun eliyle giderilirdi. Bir gün Hazreti Ebu Bekir (radıyallahu anh) onu Hazreti Ali’ye göndermiş, İslam’ın gurbet günlerine dair şu hususu nakletmesini istemişti: “Ya Ali, o günlerde sen daha çocuktun, biz birkaç defa ölümü göze almadan birine bir şey anlatmaya cesaret edemezdik. Dışarıya çıktığımız zaman bıçakların bizim için gayızla bilendiğini görürdük. İçeriye girdiğimiz zaman dışarıya çıkmaktan, dışarıya çıktığımız zaman da içeriye girmekten bütün bütün ümidimiz kesilirdi; fakat biz her şeye rağmen bunların hepsini göze alarak bir şey yapmaya teşebbüs ederdik; zaten bunları göze almadan da hiçbir şey yapılamazdı.”

*Yine, Cevdet Paşa’nın, “Kısas-ı Enbiyâ”da temas ettiği üzere, riyâsete talip olmamak ve belli bir vazifeye tayin istememek gerektiği yönündeki nebevî uyarıları duyup dinleyen Hazreti Ebû Bekir (Allah’ın rıza ve rıdvanı onun üzerine olsun), Hazreti Ali’ye (radıyallahu anh) gönderdiği mektupta bu mevzuyla alâkalı da şu ölçüyü dile getirmiştir: “Vazife onundur ki, o ‘benim değildir’ der. Onun değildir ki, o, vazifeye ehil olduğunu iddia eder.”

*İstiğna ve îsâr sadece mal, mülk, servet u sâmân karşısında ortaya konan bir tavır değildir; aynı zamanda makam, mansıp, takdir, alkış ve benzeri her türlü nefsanî istek ve arzuya karşı kararlı ve dimdik durmanın unvanıdır. Mesela ısrarla “Müdür ol, müsteşar ol, milletvekili ol.” diyerek sizi belli bir pâye ve makama çekip sürüklemeye çalışsalar, sizin hemen etrafınıza bakıp o işi daha iyi yapacağına inandığınız insanları işaret etmeniz de önemli bir istiğna ve îsârdır.

 Hırsla seçilme sevdasına tutulan ve “İlla ben olayım” diyen insanlar arasında hata etmeyen tek bir fert gösterilemez.

*Ayrıca eğer o makamın gereğini yerine getirecek başka birisi varsa, sizin öne atılmanız çoğu zaman sadece rekabet ve kıskançlık duygularını tetikler, nizaa ve ihtilafa sebebiyet verir. Mesela namaz kılınacak bir mekânda/mescitte on tane imamlık yapabilecek insan varsa, sizin hemen “Mihraba ben geçeyim.” diye öne atılmanız o vazifeye faydadan daha çok zarar verir.

*Hazreti Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Sebeb-i mesuliyet ve hatar olan metbûiyete, tâbiiyyeti tercih edip, imamet ve öncülük işinde başkalarını rahatsız edecek şekilde önde görünmeme” hizmet insanının şiarı olmalıdır. Evet, imamete ve riyâsete geçme tehlikeli bir iştir. Çünkü imamın, arkasındaki cemaat sayısınca mesuliyeti vardır. İmam, bir yanlışlık yaptığında, o, bütün cemaatin mesuliyetini yüklenmiş olur. Aynı şekilde bir vali, vazifesinde bir kusur yaptığında, vilayet sınırları içindeki bütün insanların vebalini yüklenmiş demektir. Keza devletin başındaki bir insan, ucu millete dokunabilecek bir yanlışlık irtikâp ettiğinde, o, bütün halkın vebali sırtında olarak ötelere yürür.

*Unutulmamalıdır ki, hırsla seçilme sevdasına tutulan ve “İlla ben olayım” diyen insanlar arasında hata etmeyen tek bir fert gösterilemez. Buna karşılık, “Bu işe ehil birisi olsun da, kim olursa olsun.” diyen insanlar arasında hata eden insan sayısı azdır. Nitekim Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Abdurrahman b. Semüre’ye (radıyallahu anh) hitaben, “Ey Abdurrahman! Baş olmayı isteme; eğer isteğin üzerine o görev sana verilirse, onunla başbaşa bırakılırsın. Şâyet sen istemeden sana verilirse, o işte ilâhî yardım görürsün.” demişti.

 Kendini iman ve Kur’an hizmetine adamış insanların şiarları istiğna ve beklentisizliktir.

*Allah Rasûlü’nün vefalı dostları hiçbir zaman emirliği düşünmemiş ve riyâset sevdasına asla düşmemişlerdi. Öyle ki, İbn-i Sa’d ve İbn Esîr gibi müelliflerin naklettiklerine göre, Ebû Bekir efendimiz, hilafet söz konusu olunca ayağa kalkıp Hazreti Ömer’e biat etmek istemiş; fakat Hazreti Ömer hemen onun ellerine sarılmış, bu işe onun layık olduğunu belirtmiş ve biatını ilan etmişti. Hazreti Sıddîk, halife seçildikten üç gün sonra kürsüye çıkmış ve “Ey insanlar! Hilafeti kabul edişim, sizi yönetmeye aşırı istekli olmamdan değildi; bozgunculuktan ve ihtilaflardan korkmuştum. Şimdi ise, işi size bırakıyorum, istediğinizi başınıza getirebilirsiniz!” diye hitap etmişti. İnsanlar hep bir ağızdan “Biz sana biat ettik, seni bırakmayız!” deseler de, Hazreti Sıddık daha sonra da birkaç defa minbere çıkıp bu görevi kabul etmediğini bildirmiş; yerine başka birisini seçmelerini istemiş ve ısrarlar sonrasında vazifeyi mecburen üstlenmişti. Zaten, sadâkat burcunun kahramanı olan o zattan, başka türlü bir davranış da beklenemezdi. Zira o, Rasûl-ü Ekrem efendimizin riyâset konusundaki îkazlarını iyi biliyordu.

*Kendini iman ve Kur’an hizmetine adamış insanların kredileri istiğnadır, tekeffüfte bulunmamaktır, halka el açmamaktır ve beklentisiz yaşamaktır. Gerçek insanlık ve beklentisizlik ufkuna doğru dikey yükselenlerden biri olan Amr ibn As (radıyallahu anh) kendisine ganimet verilmek istendiğinde, “Ya Rasûlallah, ben ganimet için Müslüman olmadım!” demiştir. Onunla aynı ruh halini paylaşan bir sahabîye de İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm) ganimetten hissesini vermek istediğinde, o zat, “Ya Rasûlallah! Ben bunu kabul edemem. Ben (boğazını göstererek) şuradan bir ok yiyeyim de şehit olayım diye Müslüman oldum.” demiş ve neticede arzu ettiği gibi şehit olup ötelere yürümüştür.

*Hazreti Ömer efendimiz, ruhunun ufkuna yürürken, halife olarak oğlu Abdullah’ı (radıyallâhu anhüma) tayin etmesini isteyenlere tek cümlelik cevap vermişti: “Bir evden bir kurban yeter!.” Hazreti Ömer bu sözüyle idareci olmanın sorumluğuna işarette bulunuyordu. Bununla beraber, hayatı boyunca îsâr ve istiğna yörüngeli yaşadığı gibi, aile fertleri konusunda da aynı hassasiyeti ortaya koyuyordu. Keza, ganimet taksiminde oğlu Abdullah’a başka bir sahabiye nispeten daha az pay ayırıyor; sonra da “Allah Rasûlü’nün huzurunda, falanı öyle bir savaşırken gördüm ki, evlâdım, onu bırakıp da bunu sana veremem.” diyordu.

 Makama bağlı vazifeler istenmemeli; talepsiz verildiğinde ise, ancak kerhen kabul edilmelidir. Ancak bu meselenin de bir istisnası vardır.

*“Hizmette önde, ücrette gerilerin de gerisinde olmak” düsturu tarih boyunca i’tilanın (yükselmenin) en önemli vesilelerinden biri olmuştur. Hizmet ve vazife zamanı önde yürümenin yerini rahat ve rehavet alınca da çözülme, gerileme ve yıkılış kaçınılmaz hale gelmiştir.

*Makama bağlı vazifeler istenmemeli; talepsiz verildiğinde ise, ancak kerhen kabul edilmelidir. Ancak bu meselenin de bir istisnası vardır: Şayet bir vazifeyi sizin ölçünüzde yapabilecek başka bir müstakim mü’min yoksa, Hazreti Yusuf’un “Beni ülkenin hazinelerinin başına tayin et; çünkü ben (onları) çok iyi korurum ve bu işi bilirim.” (Yusuf, 12/55) diyerek Kıptîler içinde vazifeye talip olduğu gibi, o vazifeyi talep etmekte mahzur olmayabilir. Hazreti Yusuf’un (aleyhisselam), bu sözü, hiçbir müslümanın olmadığı, peygamberlik esintilerinin bulunmadığı ve Allah’ın bilinmediği bir yerde imarete talep sadedinde söylediği de nazardan dûr edilmemelidir.

 Kabrin arkası için çalışınız; hakikî saadet ve lezzet ondadır. Zaten, insanlığa hizmet gayeli ve ahiret buudlu olmayan hayat ancak hayvanca yaşamaktır.

*Kur’an-ı Kerim’de Hazreti Yusuf’un şu duası zikredilir:

رَبِّ قَدْ آتَيْتَنِي مِنَ الْمُلْكِ وَعَلَّمْتَنِي مِن تَأْوِيلِ الْأَحَادِيثِ فَاطِرَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ أَنْتَ وَلِيِّي فِي الدُّنُيَا وَالآخِرَةِ تَوَفَّنِي مُسْلِماً وَأَلْحِقْنِي بِالصَّالِحِينَ

“Ya Rabbî! Sen bana iktidar ve hâkimiyet verdin. Kutsal metinleri ve rüyaları yorumlama ilmini öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada da, âhirette de mevlam, yardımcım Sensin. Sana tam itaat içinde bir kul olarak canımı al ve beni hayırlı, dürüst insanlar arasına dâhil eyle!” (Yusuf, 12/101)

*Bu ayet, onca sıkıntı ve meşakkatten sonra Mısır’ın azizi olan, anne-babasına kavuşan ve kardeşleriyle buluşup barışan Hazreti Yusuf’un, en mesut ve bahtiyar olduğu bir anda gözlerini âhiretin yamaçlarına dikmesini ve ölümü istemesini nazara vermektedir. Kuyuya atılırken, değersiz bir meta gibi satılırken, köle misal çalıştırılırken, ismetini muhafaza uğruna iftiraya uğrarken, ancak bir cânîye reva görülebilecek şekilde zindana tıkılırken ve mazlumiyetinin yanı sıra sıla hasretiyle de kavrulurken… Hâsılı onca musibet karşısında ölümü arzu etmeyen ve bu haliyle yalnızca risalet vazifesinden dolayı yaşadığını ortaya koyan Hazreti Yusuf (aleyhisselam), tam dünyevî imkânlara, ailesine, huzura, saadete ve feraha kavuştuğu bir dönemde Cenâb-ı Hak’tan vefatını dilemiştir.

*Demek ki, kabrin arkasında o dünyevî saadetten daha cazip bir saadet vardır ve Hazreti Yusuf gibi hakikatbîn bir zat, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde, gayet acı görünen mevti istemiştir, tâ öteki saadete mazhar olsun. Kur’an-ı Hakîm, Yusuf kıssasının hâtimesinde Yüce Peygamber’in bu talebine dikkat çekerek işte bu irşadda bulunmuştur: Kabrin arkası için çalışınız; hakikî saadet ve lezzet ondadır. Şayet dine, imana, insanlığa hizmet mümkünse, hayat bir kıymet ifade eder. Aksi halde öyle yüce bir gayeden uzak yaşamaya dense dense hayvanca yaşama denir.

Bamteli: Meşru Siyaset ve Makyavelist Politikacılar

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi haftanın Bamteli sohbetinde özetle şu hususları dile getirdi:

Raşit Halifeler ve onların yolunda yürüyenler meşru siyaseti temsil etmiş ve Makyavelizm’e asla başvurmamışlardır.

*Siyaset; taht-ı tasarrufta olan şeyleri idare etme, düzene koyma, ahenk içinde götürme.. farklılıklardan bir bütünlük meydana getirme, onlardan bir dantela gibi bir hayat örgüleme.. şahısları ve hadiseleri doğru okuyup doğru değerlendirme sayesinde gayr-ı mütecanis şeyleri bir araya getirip bir vahdet ruhu ortaya koyma demektir. Siyaset; sağlam idare etme, yönetimi ahenk içinde götürme demektir; problemsiz, ayrıştırmadan, kendini öne sürmeden, her şeyi kendi arzu ve isteklerine bağlamadan; umumun hissiyatını ve farklı insanlar arasında nasıl bir birlik ruhu teessüs ettirilebileceğini nazar-ı itibara alarak işi götürme demektir.

*Siyasetin Allah’çasını, Peygamber’cesini Hulefa-i Râşidîn efendilerimiz uyguladılar. Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali (radıyallahu anhüm ecmaîn) efendilerimizden sonra mesele izafiliğe ve nisbîliğe düştü; onun ikide birini, üçte birini, dörtte birini, beşte birini ortaya koyanlar oldu. O ilklere, bir asır sonra yaşayan Ömer b. Abdülaziz çok yaklaştı; onun için bazıları onu Raşit Halifeler’in beşincisi olarak sayarlar. Daha sonraki devirlerde de belki Abbasilerden Mehdî, Hadi ve Harun Reşit gibi kimseler onlara bir ölçüde yaklaştılar. Aynı hususu Selçuklular için de düşünebilirsiniz. Selahaddin için de düşünebilirsiniz. Devlet-i Âliye’de bir kısım rical-i devlet için de düşünebilirsiniz.

*Siyasetin namuslusunu, dünya ve ukbâda sorgulanmaya maruz kalmayanını yaşayanlar onlardır. İnandıkları gibi yaşamışlar ve yaşadıklarını çevrelerine aksettirmişler. Meşru yaşamışlar, meşruiyetin dışına çıkmamışlar. En büyük problemleri bile hallederken kat’iyen Makyavelizm’e başvurmamışlar. Hep meşru.. meşru.. meşru…

“Bana tahsis ettiğiniz maaş bazı günler fazla geldi. Bunu harcamaktan Allah’a karşı hayâ ettim!” Diyen Halife

*Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdüğünde sayıları (bazı kaynaklarda yüz bin oldukları nakledilse de) otuz-kırk bini geçmeyen sahabe-i kiram efendilerimiz, o dönemin iki süper gücü olan Bizans ve Sasanî’nin hakkından gelmiş, devletler muvazenesinde önemli bir yere oturmuş ve dünyaya yeni bir nizam vermişlerdi. Üstelik onlar, her birisi bugünkü PKK’nın üç-dört katı büyüklüğündeki on bir tane irtidat hâdisesinin üstesinden gelmişlerdi. Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh), iki buçuk seneye varmayan hilâfeti döneminde, bütün bu fitneleri bastırmış ve asayişi temin etmişti. Bununla beraber, o yüce kamet nazarlarını hep ahirete yoğunlaştırmış; insanlardan bir insan olarak yaşamış; hele asla meşruiyetten ayrılmamış ve helal rızık konusunda da adeta kılı kırk yarmıştı.

*Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh) halife seçildikten sonra da komşularının koyunlarını sağarak geçimini sağlamaya devam etmişti. Bir müddet sonra, önde gelen sahabe efendilerimizin ısrarları üzerine, bütün zamanını Müslümanların ihtiyaçlarına ayırabilmek için cüz’î bir maaşa razı olup koyun sağmaktan vazgeçmişti. Hizmetine mukabil maaş almak ona çok ağır gelmesine rağmen devlet işlerini aksatmamak için buna katlanmıştı. Bununla beraber, kendisine takdir edilen parayı kullanırken elleri titrerdi.

*Hazreti Ebu Bekir, ahirete göçtüğü zaman, “Benden sonraki halifeye verilsin!” diyerek geride küçük bir testi bırakmıştı. İkinci Halife Hazreti Ömer’in huzurunda açılan testiden küçük küçük paracıklar ve bir de mektup çıkmıştı. Kısacık namede şöyle deniyordu: “Bana tahsis ettiğiniz maaş bazı günler fazla geldi. Bunu harcamaktan Allah’a karşı hayâ ettim; zira bu, halkın malı olduğu için devletin hazinesine katılmalıdır.” Hazreti Ömer, bu manzara karşısında gözyaşlarını tutamamış ve “Ey Ebu Bekir, bize yaşanmaz bir hayat bıraktın.” demişti. Demişti ama onun hayatı da selefininkinden geri kalır gibi değildi.

Yalan.. Vallahi Yalan.. “Allah Rasûlü’nün yolundayım, Ebu Bekir’in yolundayım, Ömer’in yolundayım!” sözleri yalan!..

*Şimdi bir insan “Ben Muhammedîyim, Allah Rasûlü’nün yolundayım, Ebu Bekir’in yolundayım, Ömer’in yolundayım!” diyorsa! Ama hayat tarzı bu; yalılar, villalar, saraylar, yatlar, dünya adına doyma bilmemeler… Vallahi de yalan, billahi de yalan, tallahi de yalan, yalan oğlu yalan, kuyruklu yalan!..

*Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) bir gün üzerinde yeni bir elbiseyle hutbeye başlayıp “Dinleyin ve itaat edin!..” deyince, cemaatten biri “Ey Ömer, seni dinlemiyoruz ve sana itaat de etmiyoruz!” diye bağırmış ve sözüne şöyle devam etmişti: “Ganimetten herkese eşit kumaş düştüğü halde, ben o kumaşı evde evirdim çevirdim kendime bir elbise çıkartıp diktiremedim. Ama bakıyorum ki sen kendine o kumaştan bir elbise diktirebilmişsin. Milletin malından bana yarım, sana tam; bu nasıl oluyor?” Hazreti Ömer, minberde hiç tavrını bozmadan meseleyi açıklaması için oğlu Abdullah’a söz vermiş; o da, babasına kendi hissesini verdiğini ve bu iki pay birleştirilerek halifeye bir elbise diktirildiğini anlatmıştı. İtiraz eden adam bu açıklamayla tatmin olmuş, adeta coşmuş ve memnuniyetle “Şimdi konuş ey Ömer, artık seni dinler ve sana itaat ederiz!” Uyaran böyle medeni cesarete sahip, tam entelektüeldi. İşin başındaki serkâr da o kadar hakperest ve adalete saygılıydı.

*Hazreti Osman (radıyallahu anh) da tevazu ve mahviyette ondan geri değildi. Önce Mekke’nin, daha sonra da Medine’nin en zenginlerinden olan ve Mute Hareketi’ne hazırlanılırken beş yüz deveyi yüküyle beraber İslam’a bağışlayan bir insandı. Fakat öyle bir mahviyet ve tevazu içindeydi ki, halife olduğu dönemde Mescid-i Nebevî’de kumdan bir döşek ve yastık yaparak öyle yatıyordu. Şehit edildiği esnada baraka gibi çok basit bir hanede bulunuyordu. İstese o da yaptırabilirdi ama onun yalıları, villaları, sarayları yoktu.

*Hazreti Ali efendimizin, halife olduğu dönemde hükmettiği cihan bir yönüyle şimdiki Türkiye kadar yirmi idi. Fakat o iki kat elbiseye sahip değildi. Uzun zaman kuyulardan su çekip evlere su taşıyarak geçimini sağlamıştı. Merhum Seyyid Kutub “El-Adaletü’l-İctimaiyye fi’l-İslam” adlı eserinde diyor ki: “Hazreti Ali kış günlerinde yazlık elbise ile tir tir titriyordu. Yaz günlerinde de bazen kışlık elbiseyle buram buram ter döküyordu. Çünkü iki kat elbisesi yoktu.”

Odun Taşıya Taşıya Omuzları Yağırlaşan Bir Peygamber Kızı.. ve Ekmeğini Zeytinyağına Bandırarak Karnını Doyuran Bir Halife

*Hazreti Fatıma annemizin odun taşıya taşıya omuzları yağırlaşmış, değirmen çevire çevire elleri nasır bağlamıştı. Bir gün Efendimiz’e gelip o nasırlı ellerini göstermiş, “Ya Rasûlallah! Tahammülfersa oldu, artık götüremiyorum! Bize de ganimetten…” demişti. Peygamber Efendimiz, “Eve gidin, beni orada bekleyin” cevabını vermişti. En sahih hadis kitaplarında nakledildiğine göre, mübarek annemiz hadisenin devamını şöyle anlatıyor: “Gece olmuştu, biz yataktaydık. Efendimiz gelince, ayağa kalkmak istedik, ‘Olduğunuz gibi kalın’ dedi. (Detayına kadar anlatıyor annem; diyor ki) Ayağının serinliğini göğsümde hissetim! Buyurdular ki, ‘Ben size istediğinizden daha hayırlı bir şey söyleyeyim mi? Yatağa girmeden önce 33 defa Subhanallah, 33 defa Elhamdüllilah, (33 veya) 34 defa da Allahu Ekber deyin, bu sizin için daha hayırlıdır!’”

*Raşit Halifeler’in beşincisi sayılan Ömer bin Abdülaziz devletin başında bir emanetçi memur gibi durmuş; hazinenin dolup taştığı bir dönemde kendisi zeytinyağına ekmek bandırarak iftar ve sahur yapmıştır. Halası “Yeğen, hani abim zamanında bana bir şey veriliyordu?!.” deyince, “Halacığım, benim şahsi malım yok ki sana vereyim; ben ekmeğimi zeytinyağına banıp yiyorum!” cevabını vermiştir.

*Doğru yaşamanın, istikamet içinde bir hayat sürmenin ve Müslümanlığa karşı sadıkane bağlılık içinde bulunmanın yolu bu. Peygamber’in arkasında yürüyenlerin yolu bu. Diğerine gelince; o, Makyavelizm: Dünyayı mamurane yaşama ve bunu bir hedef, bir gaye-i hayal haline getirme.. sonra da ona ulaşmak için her vesileyi meşru sayma!.. Masum insanları günah keçisi gibi görme ve bir yönüyle onların sırtından geçinme.. onların meşru hakları üstüne gelip konma.. kıyımcılar tayin etme.. gasplar yapma.. tagallüplerde, tahakkümlerde, tasallutlarda bulunma.. başkalarını ibade istikametinde şeytanî stratejilere saplanma, ayyuka çıkacak şekilde zulümler sergileme ve zulümlerde bulunurken de yaptığı şeylerin hak-adalet olduğunu zannetme…

“Düstur-u nübüvvet ‘Kuvvet haktadır, hak kuvvette değildir.’ der; zulmü keser, adaleti temin eder.”

*Kuvvet, hakka ve adalete bağlıdır. Şayet kuvvet, hak ve adaletin vesayetinde icra-i faaliyette bulunmuyorsa, o işi yapan insanlar Haccac’dır, Yezit’tir, Neron’dur, Şeddad’dır, Lenin’dir, Stalin’dir, Hitler’dir.

*Büyük sultanların hak karşısında boyun eğişlerine misal sadedinde şu hadise anlatılır: Fatih Sultan Mehmed Hazretleri, daha yirmi bir yaşında iken Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) övgüsüne mazhar olup en muallâ mevkiye ulaşan bir ulu sultandır. O, İstanbul’u fethettikten sonra, yaptıracağı caminin belli bir sayıda sütuna oturtulmasını ister ve mimar Sinan Atik’e bu mevzuda talimat verir. Ne var ki mimar, bu talimata uymayarak sütun sayısını eksik tutar ve Fatih’e göre önemli bir mimarî hata işler. Bunun üzerine Fatih, onun elinin kesilmesini veya kırılmasını emreder. Cezası uygulanan Sinan Atik, mahkemeye müracaat eder ve mahkemece davasında haklı bulunur. Derken, Fatih mahkemeye celb edilir ve Hızır Çelebi’nin hâkimliğini yaptığı mahkemede Fatih’in de elinin kesilmesine ya da kırılmasına karar verilir. Hükmü öğrenen büyük sultan, gayet mütevekkil bir şekilde cezalandırılmayı kabul eder. Bu manzarayı gören Sinan Atik, hemen meseleye müdahale eder ve bu adaleti gördükten sonra, ailesinin geçinebileceği nafakayı Fatih’in vermesi şartıyla davasından vazgeçer. Böylece Fatih kısastan kurtulmuş olur. Sultan Fatih, mahkemeden sonra Hızır Çelebi’ye döner ve “Eğer Allah’ın hükmüyle hükmetmeseydin, şu kılıçla/topuzla senin kelleni indirecektim!” diye kükrer. Bu kükreyiş karşısında Hızır Çelebi de, “Eğer verdiğim hükmü kabul etmeseydin, ben de sana aynı şeyi yapacaktım!” sözleriyle karşılık verir ve sakladığı hançeri çıkarıp padişaha gösterir.

İsterlerse çarmıhlar hazırlasınlar; gayr-i meşru siyasetten ve makyavelist şerirlerden Allah’a sığınıp yolumuza devam edeceğiz!..

*Bu hadise bizim adalet ve hakkaniyet felsefemizin menkıbeleşmiş şeklidir. Biz buyduk. Bizi böyle olmaktan çıkaran, bizi şahıs, toplum ve millet deformasyonuna uğratan, küfre ait evsafı Müslümanlıkla karıştırıp çorba yapan, her şeyi karmakarışık hale getirip ciddi bir dejenerasyona sebebiyet veren gayr-i meşru siyaset olmuştur. Hazreti Üstad da “Eûzü billahi mine’ş-şeytâni ve’s-siyâseti – Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım.” diyerek işte o makyavelist siyaseti zemmetmiştir.

*Cenâb-ı Hak, ferden, cemaaten ve milleten Raşit Halifeler’in yolunda yürümeye bizleri muvaffak eylesin. Yürüdüğünüz yol budur. Hiçbir şeyden endişe etmeyin Allah’ın izni ve inayetiyle. İsterlerse sizi çarmıhlara gersinler; isterlerse Ashab-ı Uhdud’un yaptığı gibi paramparça etsinler, çukurlara atsınlar, üzerinize diri diri toprak salsınlar!.. Yürüdüğünüz yolun doğruluğundan eminseniz -Emin misiniz?!.- hiç tereddüt etmeden, dine ve insanlığa hizmet etmeye bakın!..

*Birleri nasıl binler yaparız? İslam’ın bu güzel çehresini bütün dünyaya nasıl duyururuz? İnsanlığı muhtaç olduğu o hakikatle nasıl buluştururuz? Nasıl bütün gönüllere su serpmiş ve herkesi serinletmiş oluruz? İslam kevserini âleme nasıl içirmiş oluruz? İslam’ı gerçek ruhuyla bilmeyen, onu IŞİD’de okuyan, en-Nusra’da okuyan, Boko Haram’da okuyan, el-Kaide’de okuyan, Murabıtîn’de okuyan kimselerdeki yanlış telakkileri nasıl değiştirir; onun gerçek Muhammedî yüzünü, Ebu Bekrî yüzünü, Ömerî yüzünü, Osmanî yüzünü, Aliyyî yüzünü nasıl gösteririz? Sevilmesi gerekli olan bu ilahî sistemi, bu Allah vaz’ını insanlara nasıl sevdiririz? Neticede bazıları kabul eder, bazıları sempatiyle bakar, bazıları dost olur, bazıları ilişmemeyi şiar edinir. Böylece dünya huzur ve sükûnu teessüs eder Allah’ın izni ve inayetiyle. İşte sizi bekleyen budur ve üzerinde yoğunlaşmanız gerekli olan hususlar da bunlardır.

Muhasebe Ufku ve Sahabe Yolu

Herkul | | BAMTELI

Kıymetli dostlar,

“Rabbimiz, ahirete yürüyenlere merhamet eyle; kalanlara sabır ver; yaralılara şifa lütfet; ülkemizi muhafaza buyur!” duasıyla sözlerimize başlamak istiyoruz.

Şehitlere Hatim, Ankara’daki Katliam ve Dua Seferberliği

Ankara’da sergilenen vahşet hepimizi derinden yaraladı. Zaten gamlı olan atmosferimiz adeta hüzün sağanağına uğradı.

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, Ankara’da meydana gelen vahşi terör saldırısında hayatını kaybeden vatandaşlarımız için dün şu taziye mesajını yayınladı:

“Ülkemizin kalbi başkent Ankara’nın göbeğinde gerçekleştirilen elim terör saldırısı bir kere daha yüreklerimizi dağladı. Kadimden bu yana milletimizin ikbalini karartma azminde olan şer odakları yine masum insanları hedef aldılar.

İhaneti karakter haline getirmiş karanlık odaklar, hiçbir dinin ve ahlak sisteminin müsaade etmediği insanlık dışı saldırılarla, bu toprakları bir kaos arenası haline getirmeye, aziz milletimizin önünü kesmeye ve bizi bize düşürmeye çalışıyorlar. Ümidim ve duam odur ki, Allah’ın izni ve inayetiyle masum Anadolu insanının sabrı, sağduyusu ve itidali, şerirlerin kirli emellerine ulaşmalarına mani olacaktır.

Ankara’da meydana gelen ve kalleşçe planlanmış bu saldırıda vefat eden vatandaşlarımıza Cenâb-ı Allah’tan rahmet ve mağfiret, kederli ailelerine ve yakınlarına sabr-ı cemil diliyorum. Hazreti Şâfî’den (c. c.) yaralanan vatandaşlarımıza acil şifalar lütfetmesini niyaz ediyorum.

Gerekçesi ne olursa olsun her türlü terörü ve bu saldırıları gerçekleştirenleri bir kere daha lanetliyor; içeride ve dışarıda ülkemizin ikbaline pusu kurmak için fırsat kollayan insi şeytanlara fırsat verilmemesi için daha hassas olunması ve her türlü tedbirin alınması dileğiyle aziz milletimize taziyelerimi sunuyorum.”

Bir aydır akşam namazı öncesi toplu duamızı asker/polis şehitlerimize ayırıp onların ruhlarına hediye eylemek üzere hatim okuyorduk; bugün 78. hatmi yarıladık. Dolayısıyla terör mağdurlarının, mazlumlarının elemini her gün yüreğimizde duyuyorduk. Şehit haberlerinin devam etmesiyle beraber bir de Ankara’da meydana gelen katliam acımıza acı kattı.

Aslında bugün Bamteli günüydü fakat ülkemizin haline sahiden çok kederlenen Hocamız mutat sohbetine çıkmadı, sadece dua çağrısıyla iktifa etti.

Biz de “başta güzel ülkemizin insanları olmak üzere bütün ümmet-i Muhammed’in (aleyhissalâtü vesselam) her türlü musibetten kurtulup selâmete çıkması, maddî manevî sıkıntılardan sıyrılıp inşiraha kavuşması niyetiyle, ayrıca insanlığın sulh atmosferine meyletmesi ve en yüce hakikatlere uyanması recasıyla” birkaç gün önce duyurusunu yaptığımız dua seferberliğine iştirakinizi istirham ediyoruz.

Kendisiyle yüzleşmeyen kimse, yerden yere vuracağı mücrimler arar!..

Bu haftanın Bamteli olarak ise, muhterem Hocamızın hafta içinde yapmış olduğu bir hasbihali sunuyoruz.

Sohbette -özetle- şu konular anlatılıyor:

*Kendisiyle yüzleşmeyen ve kendini yerden yere vurmayan bir insan, debbağın deriye yaptığı gibi yerden yere vuracağı bir mücrim arar. O hep günah çaşıtı, mütecessisi haline gelir; “Acaba falan nasıl baktı, ne konuştu, ne etti?” deyip bunları zihnine kaydeder; sırası geldiği zaman bu dosyaları değerlendirmeyi düşünür ve böylece günaha girer. Günaha girmemenin yolu, insanın kendisiyle meşgul ve kusurlarının farkında olmasıdır.

*İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) mâsum ve masûn olduğu halde bazen bir mecliste yetmiş ya da yüz kere istiğfar ederdi; kendi ufku itibarıyla, seyyidü’l-mukarrebin olması açısından ve imamlığı zaviyesinden, dualarında adeta nefsini yerden yere vururdu.

*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyuruyor: “Ne mutlu o kimseye ki, defterinde çok istiğfar bulunur.”

Muhasebe Duygusu ve Hazreti Ebu Bekir’in Vasiyeti

*Hazreti Ömer’e nispet edilen bir sözde

حَاسِبُوا أَنْفُسَكُمْ قَبْلَ أَنْ تُحَاسَبُوا

“Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz.” buyrulmaktadır ki, bu da, nefis muhasebesinin öte dünyadaki hesaba çekilme inancıyla doğrudan doğruya irtibatlı olduğunu göstermektedir. Zaten büyük zatların evrad ve ezkarına bakıldığında, mahkeme-i kübrada hesap verme endişesinden kaynaklanan ciddi bir nefis muhasebesiyle hayatlarını geçirdikleri görülür.

*Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh) halife seçildikten sonra da komşularının koyunlarını sağarak geçimini sağlamaya devam etmişti. Bir müddet sonra, önde gelen sahabe efendilerimizin ısrarları üzerine, bütün zamanını müslümanların ihtiyaçlarına ayırabilmek için cüz’î bir maaşa razı olup koyun sağmaktan vazgeçmişti. Hizmetine mukabil maaş almak ona çok ağır gelmesine rağmen devlet işlerini aksatmamak için buna katlanmıştı. Bununla beraber, kendisine takdir edilen parayı kullanırken elleri titrerdi.

*Hazreti Ebu Bekir, ahirete göçtüğü zaman, “Benden sonraki halifeye verilsin!” diyerek geride küçük bir testi bırakmıştı. İkinci Halife Hazreti Ömer’in huzurunda açılan testiden küçük küçük paracıklar ve bir de mektup çıkmıştı. Kısacık namede şöyle deniyordu: “Bana tahsis ettiğiniz maaş bazı günler fazla geldi. Bunu harcamaktan Allah’a karşı hayâ ettim; zira bu, halkın malı olduğu için devletin hazinesine katılmalıdır.” Hazreti Ömer, bu manzara karşısında gözyaşlarını tutamamış ve “Ey Ebu Bekir, bize yaşanmaz bir hayat bıraktın.” demişti. Demişti ama onun hayatı da selefininkinden geri kalır gibi değildi.

“Hesabını vereceğin âna kadar seni dinlemiyoruz ve sana itaat etmiyoruz!..”

*Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) bir gün üzerinde yeni bir elbiseyle hutbeye başlayıp “Dinleyin ve itaat edin!..” deyince, cemaatten biri “Ey Ömer, seni dinlemiyoruz ve sana itaat de etmiyoruz!” diye bağırmış ve sözüne şöyle devam etmişti: “Ganimetten herkese eşit kumaş düştüğü halde, ben o kumaşı evde evirdim çevirdim kendime bir elbise çıkartıp diktiremedim. Ama bakıyorum ki sen kendine o kumaştan bir elbise diktirebilmişsin. Milletin malından bana yarım, sana tam; bu nasıl oluyor?” Hazreti Ömer, minberde hiç tavrını bozmadan meseleyi açıklaması için oğlu Abdullah’a söz vermiş; o da, babasına kendi hissesini verdiğini ve bu iki pay birleştirilerek halifeye bir elbise diktirildiğini anlatmıştı. İtiraz eden adam bu açıklamayla tatmin olmuş, adeta coşmuş ve memnuniyetle “Şimdi konuş ey Ömer, artık seni dinler ve sana itaat ederiz!” demişti.

*Uyaran böyle medeni cesarete sahip, tam entelektüeldi. İşin başındaki serkâr da o kadar hakperest ve adalete saygılıydı.

Sahabe yolunda yürürseniz, bütün engelleri aşarsınız ve hiçbir tiran da sizi engelleyemez!..

*Dünya bütün debdebe, şaşaa ve ihtişamıyla karşımıza gelse, hâlihazırdaki durumumuzu ona tercih edecek kadar kararlı durmalıyız. Aziz Mahmud Hüdâî hazretleri gibi “Yalancı dünyâya aldanma yâhû / Bu dernek dağılır dîvân eğlenmez / İki kapılı bir virânedir bu / Bunda konan göçer, konuk eğlenmez.” demeliyiz. Sultanlık teklif edilse, günümüzde sıradan bir insan olarak dünyanın dört bir yanında hizmet etmeyi o sultanlığa tercih etmeliyiz.

*Cihanı, iki hükümdar için az gören Yavuz, dünyanın dört bir bucağını velveleye veren fatih ordusuyla, krallara taç verip taç aldığı günlerde, Ridâniye zaferini müteakip İslâm dünyasının biricik hükümdarı unvanıyla İstanbul kapılarına kadar gelmişti. Teb’anın alkış ve alâyişini görmemek için halkın uykuda olduğu bir saati kollayıp payitahta sessizce girmeyi tercih etmişti. “En iyisi biz geceyi Üsküdar’da geçirelim de halk uyurken sessizce Topkapı’ya gireriz.” demiş ve öyle de yapmıştı.

*Kanuni Sultan Süleyman’ın 46 senelik bir saltanatı vardır. Bu zat yarım asırlık bir zamanda meseleyi dorukta tutmuş, dünya devletlerine “eyaletim”, “vilâyetim” nazarıyla bakmıştır. Fakat ihtişamın zirvesinde olduğu bir dönemde zaferle neticelenen bir seferden dönerken, “Nefsime biraz gurur geldi.” demiş ve yatağının izbede serilmesini istemiştir ki, işte asıl büyüklük ve imrenilecek yiğitlik buradadır.

*Bu çizgi Raşid Halifeler’in çizgisidir. Öyle yürürseniz, bütün engelleri aşarsınız, hiçbir mânia ve hiçbir tiran sizi engelleyemez. Trenler, tırlar gelip üzerinizden geçse, tiranlar bütün hiddetleriyle size saldırsa, Allah’ın izin ve inayetiyle, yürürsünüz yolunuza ve vereceğiniz şeyleri verirsiniz insanlığa!..

*Dünyevî herhangi bir beklentiye girerek hizmet etmek bünyeye düşmüş bir güve gibidir; er geç onu delik deşik eder, iflahını keser. Dünyevî beklentiye girmeden hizmet etmeye Allah muvaffak eylesin!..

Îsâr Ruhu

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: İnsanlığa ait problemlerin çözümünde îsâr hasletinin yeri ve önemi nedir? Îsâr hasleti nasıl kazanılabilir?

Cevap: Başkalarını kendisine tercih etme mânâsına gelen îsâr, yitirdiğimiz en önemli değerlerimizden biridir. Bugün fert ve toplumlar arasında yaşanan herc ü mercin, ihtilâf ve iftirakların, insanların birbirini kabul edememesinin ve sindirememesinin arkasında îsâr ruhunun ölümü vardır. Bu ruhun ölmesinin sebebi ise kalbe ait değerlerin bozulmaya yüz tutmasıdır. Çünkü kalb fesada uğrayınca bütün insanî değerler, insandaki ahsen-i takvime ait yazılar ve tuğralar silinip gider ve şeytan da insanın düşünce dünyası üzerinde daha rahat oyununu oynar. Bu açıdan Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), إِنَّ الْحَلَالَ بَيِّنٌ وَإِنَّ الْحَرَامَ بَيِّنٌ “Helâller bellidir haramlar da bellidir.” şeklinde başlayan hadis-i şerifin sonunda şöyle buyurmuştur: أَلَا وإِنَّ فِي الْجَسَدِ مُضغَةً إِذَا صَلَحَتْ صَلَحَ الْجَسَدُ كُلُّهُ وَإِذَا فَسَدَتْ فَسَدَ الْجَسَدُ كُلُّهُ أَلَا وَهِي الْقَلْبُ Dikkat edin! Cesette öyle bir et parçası vardır ki, o sıhhatli olunca beden de sıhhatli olur, o bozulunca beden de bozulur. Aklınızı başınıza alın! İşte o, kalbdir!” (Buhârî, îmân 39; Müslim, müsâkât 107)

Demek ki insanın, kalbini her türlü toz ve kirden temiz tutması, her gün birkaç defa onu gözden geçirmesi mânevî hayatının korunması adına çok önemli bir faktördür.  Bu konuda insanın çok dikkatli olması ve çok dua etmesi gerekir. Öyle ki, kalbde çirkin bir kısım izler bırakabilecek olumsuz hayal ve düşüncelerden bile insan uzak durmalıdır. Çünkü hadisin de ifadesiyle, Allah (celle celâluhu, insanın kalbine bakar ve onu kalbine göre değerlendirir. (Bkz.: Müslim, birr 32-33; İbn Mâce, zühd 9) Cenâb-ı Hak, bir insanın kilosuna, rengine, boyuna posuna, neş’et ettiği kültür ortamına göre değil, kalbinin safvet ve nezahetine göre muamelede bulunur. Öbür tarafta mizanda da kalbin ağırlığına bakılır; kalb ne kadar O’na teveccüh etmiş ve ne kadar O’nun için çarpmışsa insana o ölçüde değer verilir. (Bkz.: Şuarâ sûresi, 26/88-89)

Îsâr Ruhunun Altın Çağı: Asr-ı Saâdet

Kalbi pak ve temiz olan kişiler aynı zamanda insanlığa karşı re’fet ve şefkat hisleriyle dolu olacak ve yaşamadan daha çok yaşatmayı düşüneceklerdir. Esasen îsâr ruhu da buna bağlıdır. Kur’ân-ı Kerim, îsâr hasletine şu ifadeleriyle dikkat çekmiştir: وَيُؤْثِرُونَ عَلٰۤى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ “Onlar, muhtaç olsalar bile başkalarını kendilerine tercih ederler.” (Haşir sûresi, 59/9) Asr-ı Saâdet’te bu ruh ve düşünce çok ileri seviyedeydi. Meselâ Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), karnı aç olan bir misafirini hane-i saâdetinde doyurmak istemiş, kendi mübarek hanesinde sudan başka bir şey bulunmadığı söylenince onu bir sahabiye göndermişti. Onun da evinde sadece bir kişiye yetecek kadar yemek bulunduğundan, karı-koca çocukları uyutmuş, ışığı söndürmüş, kendileri kaşıklarını tabağa boş getirip götürmüşlerdi. Böylece kendileri aç kalmıştı ama gelen misafir karnını doyurabilmişti. (Buhârî, menakıbu’l-ensar 10, tefsîru sûre (59) 6; Müslim, eşribe 172, 173)

Mehmet Akif, îsâra ait bu yüce ruhu Yermuk Muharebesi vesilesiyle gözümüzün önüne sermiştir. Bu savaşta sahabe efendilerimizden Hâris İbn Hişam, İkrime İbn Ebî Cehil ve Ayyâş İbn Ebî Rebîa (radıyallâhu anhum) ölümcül yara almıştı. Şehadetleri beklenirken onlardan Hazreti Hâris su istemiş, hemen bir sahabî efendimiz matarayı eline alıp onun imdadına koşmuştu. O, son anlarını yaşamaktaydı. Belki de sadece bir kelime söylemeye gücü vardı. Tam matarayı dudağına götüreceği sırada Hazreti İkrime’nin su istediğini duymuş, suyun ona götürülmesini işaret etmişti. Sahabî suyu ona götürmüş, o da tam matarayı dudağına götüreceği esnada bu sefer de Hazreti Ayyâş su istemişti. Hazreti İkrime, suyun ona götürülmesini işaret etmişti. Sahabî, Hazreti Ayyâş’a matarayı götürdüğünde onun şehit olduğunu görmüştü. Diğerlerine suyu yetiştireyim diye yanlarına vardığında onların da çoktan şehit olduklarını anlamıştı. (el-Hâkim, el-Müstedrek 3/270; İbn Abdilberr, el-İstîâb 3/1084)

Buca kampındayken hiç unutmadığım buna benzer bir hâdise yaşanmıştı. Yemek yerken tabağıma bir et parçası düşmüştü. Ben de onu hemen yanımda oturan misafir bir hocanın önüne itmiştim. O da yanındakine itti; derken et parçası belki on iki tane insanın önünde dolaştıktan sonra yine onun tabağına gelmişti. Nüktedan bir insan olan hoca da, Yûsuf Sûresi’nde geçen bir âyet-i kerimeyi okuyarak, بِضَاعَتُنَا رُدَّتْ إِلَيْنَا “Bidâa döndü dolaştı ve bizi buldu.” (Yusuf sûresi, 12/65) demişti. İşte insanlar arasında bu duygu ve düşüncenin yaygınlaşması toplumun huzuru, kardeşlik ruhunun tesisi adına çok önemlidir.

Makam ve Mansıpta Kardeşini Tercih

Bütün bunlar îsâr adına önemli misaller olsa da, îsârı sadece yeme-içme, giyme gibi hususlardan ibaret görmemek gerekir. Belli bir makam, mansıp ve paye elde etme söz konusu olduğunda kardeşini kendine tercih etme de îsâr adına çok önemlidir. Bu konuda Hazreti Ömer’in şu tavrı ne kadar çarpıcı ve güzel bir misaldir: İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdüğü zaman, vahdet-i ruhiye bozulmasın ve İslâm toplumu dağılmasın diye sahabe hemen bir imam etrafında ittifak etmek üzere bir araya toplanmışlardı. Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer’in faziletlerini anlatarak ona biat etmek istediğini ve onun halife seçilmesi gerektiğini ifade etmişti. Ama Hazreti Ömer hemen Hazreti Ebû Bekir’in elini tutmuş ve “Allah Resûlü’nden sonra başa geçecek birisi varsa o da Ebû Bekir’dir.” diyerek ona biat etmişti. İşte, âmirlikte, önde bulunmada kendini geriye çekip kardeşini ileriye sürmek îsârın çok önemli bir çeşididir. (Bkz.: Buhârî, fezâilü ashâb 5, cenâiz 3, meğâzî 83; Nesâî, cenâiz 11; İbn Mâce, cenâiz 65)

Bu arada şunu ifade edeyim ki, biz, Hazreti Ebû Bekir’le Hazreti Ömer Efendilerimizin büyüklüklerini kıyas edebilecek durumda değiliz. Çünkü elimizde onların kendi kamet-i kıymetlerine göre ağırlıklarını tartacak bir kantar yok. Zannediyorum ahiretteki mizan bile Ebû Bekir’i, Ömer’i, Osman’ı ve Ali’yi (radıyallâhu anhüm) sevaplarıyla tartmaya kalksa, kırılır. Onların hepsi birbirinden kıymetlidir. Hatta onlar, öyle at başı gitmişler ki, bir paye olarak önlerinde sadece peygamberlik kalmış, Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) sonra peygamberlik olmadığı için bu payeyi ihraz edememişler. Eğer İnsanlığın İftihar Tablosu’ndan (sallallâhu aleyhi ve sellem) sonra bir peygamber gelecek olsaydı, onlar olurdu.

Evet, Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer’i halifeliğe lâyık görürken, o da diğerini lâyık görmüştü. Katiyen hiçbiri “Ben bu işi daha iyi beceririm. Falan parmaklarıyla beni işaret etti.” dememişti. İşte maddî menfaatlerin yanında belirli makamları elde etme söz konusu olduğunda başkalarını kendine tercih edebilme, belki maddî menfaatlerin ötesinde bir îsâr hasletidir.

Bu haslete sahip bir insan yaşamayı değil, yaşatmayı tercih edecek ve “Gerekirse ben ölüp gideyim, önemli olan âlemin yaşamasıdır. Eğer bir milletin ayakta durması benim kurban edilmeme bağlıysa, Cenâb-ı Hak tez elden bunu bana nasip etsin!” diyecek kadar yürekli davranacaktır. Bunun aksine kendisini arzın altındaki öküz gibi farz eden, kendisi çekildiğinde yerin yıkılacağını, kıyametin kopacağını vehmeden insanlar ise bu ruhtan nasipsiz bedbahtlardır.

Cennet’in Kapısının Önünde Bile

Îsâr hasletinin nereye kadar ulaşabileceğini göstermesi açısından ahirete ait şu tablo ne kadar dikkat çekicidir. Rivayet edildiğine göre Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm zenginler ile âlimlerin Cennet kapısında karşılaşmalarını gayb-bîn gözüyle görerek bize haber vermiştir. Buna göre -biraz açarak ifade etmek gerekirse- âlimler zenginlere hitaben, “Buyurunuz, öncelik sizin hakkınızdır, evvela siz giriniz. Çünkü siz servetinizi Allah yolunda infak etmeseydiniz, ilim yuvaları açmasaydınız ve eğitim imkânları hazırlamasaydınız, biz ilim sahibi olamaz ve doğru istikameti bulamazdık. İlim yolunda bulunmamıza ve ufkumuzun açılmasına siz vesile oldunuz; biz size borçluyuz. Dolayısıyla öncelik hakkı size aittir. Buyurunuz!” diyecek ve onlara hürmeten bir adım geriye çekilecekler. Fakat cömert zenginler, “Aslında biz size borçluyuz; çünkü eğer siz o engin ilminiz sayesinde bizim gözlerimizi açmasaydınız, bize güzel rehberlik yapmasaydınız, tekvinî ve teşriî emirleri beraberce okumasını öğretmeseydiniz ve helâlinden kazanıp Allah için infak etmenin güzelliğini göstermeseydiniz, biz servetimizi böyle hayırlı bir iş uğrunda sarf edemezdik. Siz kılavuzluk yaptınız ve bizi bir verip bin kazanma çizgisine taşıdınız. Bundan dolayı, dünyada olduğu gibi burada da öncülerimizsiniz; buyurunuz, evvela siz giriniz!” mukabelesinde bulunacaklar. Bu tatlı muhavereden sonra âlimler öne geçecek ve cömert zenginlerle ard arda Cennet’e dâhil olacaklar.

Âlimlerle cömert zenginler arasındaki bu konuşmayı sadece ileride vuku bulacak bir hâdisenin nakledilmesi şeklinde anlamamak gerekir. Bilâkis burada aynı zamanda îsârın enginliği de anlatılmaktadır. Düşünün ki, Cennet’in kapısının önüne gelinceye kadar o insanların arkada bıraktıkları ağır hesaplar ve zor geçilen bir köprü vardır. Önlerinde ise gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir hatıra gelemeyen Cennet’in cezbedici ve baş döndüren güzellikleri vardır. İnsan o güzellikleri gördüğünde âdeta zevkten başı dönüp bayılacak hâle gelir. Düşünün ki, böyle bir manzara karşısında bile îsâr ruhu sergilenmektedir. İşte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) çizmiş olduğu bu resimle bize îsâr ruhunun bu noktaya kadar yolu olduğunu göstermektedir.

Çağımızın nadide fıtratı ve peygamber varisi olan zatın, “Seksen küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum; ömrüm hep, harp meydanlarında, esaret zindanlarında ve çeşitli çilehanelerde geçti. Çekmediğim eza, görmediğim cefa kalmadı… Gözümde ne Cennet sevdası, ne de Cehennem korkusu var; milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım, çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur…” (Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.616 (Tahliller)) sözlerini duyan bir insan, bu ses ve soluğun âdeta on dört asır öteden geldiğini zanneder. Zannediyorum toplumumuzun havadan ve sudan ziyade böyle engin bir îsâr ruhuna ihtiyacı vardır.

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Miraç yolculuğunda görülmezleri görmesi, erilmezlere ermesi, aşılmazları aşmasından sonra tekrar bu mihnet yurduna dönmesi îsâr ufkunun ulaşabileceği son noktayı anlama adına çok önemlidir. Nebiyy-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu yolculuğunda Hazreti Mesih, Hazreti Musa, Hazreti İbrahim ve Hazreti Âdem (aleyhimüsselâm) ile karşılaşmış, bu mübarek zatlar tarafından teşrif, tekrim ve tebcil edilmiş, sonra Cennet’e girerek oranın baş döndüren güzelliklerini görmüştü. (Bkz.: Buhârî, bed’ü’l-halk 6, enbiyâ 43, menâkıbü’l-ensâr 42; Müslim, îmân 259, 264) Ardından da Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâlini müşahede buyurmuştu. Kim bilir insan ruhu Müşahedetullah’ı nasıl duyuyor ve nasıl hissediyordur! Bed’ü’l-emâlî’de, Rü’yetullah’la müşerref olan mü’minlerin Cennet nimetlerini bile unutacakları söylenmiştir. (el-Ûşî, Bed’ü’l-emâlî s.41) Yani bu esnada Cennet’in bütün köşk ve yalıları, bir tanesinin bile cemâlinin dünyaya aksetmesiyle bütün dünyanın nura gark olacağı huriler, meyveler, yiyecekler vs. hepsi görülmez hâle geliyor. İşte bütün bunlara mazhar olan ve vücûp ve imkân arası bir noktaya ulaşan Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) gördüğü, duyduğu ve hissettiği nimetleri ümmetine de duyurmak için gözü kamaşmadan tekrar insanlığın içine dönmüştür.

Abdülkuddus, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle bir yolculuktan geriye dönüşünü anlattıktan sonra, “Vallahi, billâhi ben o makamlara erseydim, geriye dönmezdim.” demiştir. Başka birisi de onun bu sözüne şu yorumu yapmıştır: “İşte Peygamberle en büyük veli arasındaki makam farkı budur.” Evet, Peygamberler tamamen yaşatmak için vardır. Veliler ise bir yönüyle yükselmeyi ve mânevî zevklere ulaşmayı isteyebilir.

Ayrıca, daha dünyada iken böyle bir ufka ulaşan Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetinin elinden tutmak için yine onların arasına döndüğü gibi ahirette de ümmetinden Cehennem’e gidenlerin çığlıklarını duyduğu zaman, kim bilir, onun kenarına kadar gidecek, onlara el uzatacak ve onları Cehennem’den çıkarmak isteyecektir. Bunların hepsi peygamber ufkunda îsârın değişik tecelli dalga boyundaki zuhurlarıdır.  

Çatışma ve Vuruşmaların Panzehiri

İmanla, kalbî hayatla, Allah’a yakın olmakla, şefkatle, yaşatma duygusuyla çok yakından irtibatı bulunan îsâr ruhuna bugün çok ihtiyacımız vardır. Evet, günümüzde heva ve hevese bakan yönü itibarıyla dünyayı içindekilerle birlikte elinin tersiyle itebilecek, sadece yaşatmak için yaşayacak ve “Allah’ım! Başkalarını yaşatmaya vesile olacaksam yaşamamın bir kıymet-i harbiyesi olabilir. Yoksa ben başkalarına bir yararı olmayan ve onlarda bir diriliş duygusu hâsıl etmeyen bu anlamsız hayattan tiksinti duyuyor, Sana sığınıyorum. Beni bu ağır vebal altından kurtar.” diyecek babayiğitlere ihtiyacımız var.

Çünkü “ben” diyen ve her şeyi benlik ve egoizmaya bağlayan kişiler, hep insanları birbiriyle vuruşturmuş, hasetleri, kıskançlıkları, çekememezlikleri ve rekâbetleri harekete geçirmiş ve toplumu yaşanmaz hâle getirmişlerdir. Oysaki falanın, filanın yapacağı işleri yapacak binlerce insan vardır. Ne olurdu azıcık Allah’a itimat olsaydı; ne olurdu sahabe ve peygamberden bahsederken azıcık onların yolunda yürümeye karar verilseydi; ne olurdu yeri geldiğinde bir adım geri atılsa ve “Al bu işi biraz da sen götür.” denilseydi! İşte birbirinden kopmuş ve parçalanmış toplumu yeniden bir araya getirecek olan bir iksir varsa, o da gönüllerde yeniden yeşerecek olan bu îsâr ruhudur.

Yoksa günümüzdeki problemlerin tam olarak ne diplomasi, ne siyasî oyunlar, ne ayak oyunları, ne de think tank kuruluşlarının stratejileriyle çözülebilmesi mümkün değildir. Çözülseydi dünden bugüne değişik inkılaplar ve metamorfozlar yaşamış toplum şimdiye kadar çoktan ileri bir ufka adım atmış olurdu. Ama görüldüğü üzere hâlâ canavarlık devam ediyor ve hâlâ insanlar tıpkı yamyamlar gibi birbirlerini yiyor. Allah aşkına, insanların üzerine bomba yağdırmanın, zehirli gaz kullanmanın, başkalarına hayat hakkı tanımamanın, İslâm-fobya ile hareket etmenin, cemaat fobisiyle türlü zulümler yapmanın yamyamlıktan ne farkı var! Bunların hepsi değişik türde canavarlıktan başka bir şey değildir. Bütün bunları bertaraf etmenin yolu ise, yeniden insan olmaya yönelmek ve îsâr ruhuyla ahsen-i takvime mazhariyetin gereklerini yerine getirmeye çalışmaktır.

470. Nağme: Mesele Çok Ciddi!..

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, “hüsnüzan ve adem-i itimat” dengesine değinerek sohbetine başladı. Daha sonra fert fert herkesin kendi muhasebesini yapması lazım geldiğini; bir heyeti ya da camiayı bütün olarak tecrim etmek ne kadar yanlış ise, şahısların kendilerini sorgulamamalarının da o ölçüde bir eksiklik olacağını; dolayısıyla her şahsın kendi hata ve kusurlarını gözden geçirip onlara istiğfar etmesi gerektiğini anlattı. Akabinde şu ifadelerle bir kere daha günümüzün müthiş yangınına dikkat çekti:

“Meseleyi Hazreti Pir’in sözüne irca ederek dile getireyim: Karşımda bir yangın var; içinde imanım tutuşmuş yanıyor.. evlat değil, imanım tutuşmuş yanıyor!.. Onu kurtarma meselesi… Sûzî’nin dediği gibi, “Tulumbanı al, yetiş imdada, yangın var! / Dedim: Zahirde mi âşık? Dedi: İhfâda yangın var!..” Dedim: Âlemde mi âşık? Dedi: Müslümanlıkta yangın var!.. Milli ruhun kökünde yangın var!.. Ruh ve mana köklerimizin dibinde yangın var!.. Tulumbanı al, yetiş!.. Acaba bu dertle günde kaç defa kıvrandık? Kıvranmadıysak şayet, zamanı israf etmişiz demektir.”

Mü’minlerin dahi çeşit çeşit israflara girdiklerini belirten kıymetli Hocamız, “Ashab-ı Kirâm’ın yoluna, mesleğine, hallerine ve düşünce tarzlarına döneceğimiz âna kadar -zannediyorum- bazen belimizi doğrultsak, yürüyor gibi olsak bile emeklemekten, takılıp yollarda kalmaktan kurtulamayız!..” diyerek Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Ömer (radiyallahu anhüma) efendilerimizin hayatlarından misaller verdi. Sonra “Onlar öyleydiler, siz neredesiniz? Ne düşünüyorsunuz?” suallerini sordu. Şu cümlelerle devam etti:

“Hiç olmazsa kendini hizmete adamış ve en büyük dinamikleri de adanmışlık olan bu hareket içindeki insanlar dünya ile aralarına bir mesafe koymalılar. Eğer bir arpa kadar haram kursaklarından içeriye girmişse, bu arpanın sahibi de ta Fizan’daysa -Fizan belli bir dönemde uzaklıktan kinaye olarak kullanılırdı- ayağına kadar gidip ‘Senin bir arpanı yedim, hakkını helal et!’ demeliler.”

Fudayl bin Iyaz’ın bir insanla helalleşmek için nelere katlandığını hatırlattıktan sonra, Hocaefendi şöyle dedi:

“Eğer üzerinizde başkasının bir arpa kadar hakkı varsa ve gidip ‘Hakkını helal et!’ demiyorsanız, milletin bir arpa kadar hakkını irtikap etmişseniz, bütün millet karşısında ‘Ben bir arpa kadar haram yedim, zehir olsaydı, yuvam başıma yıkılsaydı, eşim ölseydi, çocuklarım nal dikseydi ben bu haramı irtikap etmeseydim!..’ demezseniz, bağışlayın, siz kalleşin tekisiniz, Müslümanlık adına da sahtekarın tekisiniz!.. Demezseniz…”

Muhterem Hocamız, muhatap dairesini daraltarak aynı manadaki sözleri adanmış ruhlar için bir kere daha tekrar etti ve şunu söyledi:

“Bir arpa kadar milletin hakkını irtikap etmişseniz ve gidip ‘Hakkını helal et!’ dememiş iseniz, ikinci şüpheli bir arpayı ağzınıza koymama mevzuunda ‘Keşke zehir yutsam da bunu yemesem!’ diye düşünmüyorsanız, eğer deme hakkım olsaydı şöyle derdim: İki elim Allah huzurunda yakanızda olsun!.. Hususiyle adanmışlar için.. hizmetten başka bir derdi olmayanlar için.. Başkalarına benzeyecekseniz şayet, zaten dünya dolu; ortalık nifakla kaynayıp duruyor; söz başka, tavır başka, davranış başka!..”

“Âfitâb-ı hüsn-ü hûbân âkıbet eyler ufûl / Ben muhibb-i lâ yezâlim lâ uhibbü’l-âfilîn(Anonim) “Bütün güzel şeylerin güzellikleri bir gün mutlaka kendileri gibi fena bulur. Ben fânî güzelleri değil, batmayan ve sonu olmayan biricik güzeli severim.” mülahazaları üzerinde duran Hocaefendi, haram ve helaller arasındaki şüpheli alandan uzak kalmanın lüzumunu, istikamet üzere yaşamanın önemini ve tecdid-i imanın gerekliliğini vurgulayarak hasbihalini tamamladı.

Mübarek Mirac Kandili’nizi tebrikle beraber, dualarınıza vesile olması istirhamıyla bu mühim sohbeti arz ediyoruz.

462. Nağme: Kârûn’un Değil Selef-i Sâlihînin Yolunu Seçin!..

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi dün ikindi namazından sonraki hasbihaline Nebe Sûresi’nin son ayetlerinin hatırlattıklarıyla başladı ve bir kere daha adanmış insanların hayatı nasıl değerlendirdiklerini misalleriyle anlattı. Hocamız, sözleri arasında şu cümlelere yer verdi:

*Kendileri için yaşamayan ideal insanlar, yaşamayı yaşatmaya çoktan kurban etmişlerdir.

*Rahat yaşama düşüncesini ayaklar altına almalı ve öbür tarafa giderken İnsanlığın İftihar Tablosu gibi gitmeli. Meselenin sözünü söylemek kolay.. “Biz iki hurma ve bir bardak suyla ömrünü geçiren Peygamberin ümmetiyiz!.” Kolay bunu söylemek!.. Fakat öyle yaşamaktır önemli olan.

*Hazreti Ebu Bekir gibi gitmek.. zannediyorum geride bir çardak bile bırakmadan ötelere yürümüştü.

*Bir davaya gönül vermiş insanlar, dünyevîliklere takılırlarsa -Allah korusun- gaye-i hayallerinde muvaffak olamayacakları gibi, gelecek nesiller tarafından da birer yâd-ı kabih olarak yâd edilirler. Hazreti Musa’nın yanındayken, gider kendilerini Firavun gayyasında bulurlar.

*Herhangi bir menfaate bağlı hizmet eden insanların şimdiye kadar kalıcı bir muvaffakiyet sergiledikleri görülmemiştir. Edip eyledikleriyle muvakkaten bazı şeyler ortaya koysalar bile, onlarla beraber, yaptıkları şeyler de hazana maruz kararsız ağaç yaprakları ya da saman çöpleri gibi savrulup sağa sola saçılmıştır.

*Yörünge dünya olunca ne dünya elde edilebilir ne de ukbâ. Belki bazı kimseler muvakkaten surî, hayvanî, cismanî, beşerî bir mutluluk yaşayabilirler fakat o mutluluğun akıbeti öyle bir hezimet, öyle bir ızdırap, öyle bir şenaat, öyle bir denaettir ki böylelerinin ne dünyada yeri vardır ne de ukbâda.

*İnsanlığın İftihar Tablosu ruhunun ufkuna yürürken torunları Hasan ve Hüseyin efendilerimiz vardı ve onları hiç kimsenin sevemeyeceği şekilde seviyordu. Onları aynı zamanda vilayet (velayet) ağacının birer çekirdeği/fidesi olarak görüyordu. Bununla beraber, “Torunlarım için şunu istiyorum, bunu istiyorum!” demedi. Kendisinden maddi yardım talep eden kızcağızı Hazreti Fatıma annemize ahireti işaretledi ve öteye bağlı kalmasını öğütledi. Hazreti Aişe validemiz oldukça dar bir hücrecikte hayatını geçirdi. Çünkü Allah Râsulü, kendi yakınlarına hep dünyanın geçiciliğini ve ahiret yörüngeli yaşamak gerektiğini anlattı. Halbuki, isteseydi onları sultanlar, prensler gibi, VIP’e bağlı bir hayat içinde yaşatırdı.

*Bu öyle bir töreydi ki, her şey ayakta duracaksa onunla durabilirdi. Nitekim başta Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Ömer Efendilerimiz olmak üzere Ashab-ı Kiram bu anlayış üzere yaşamışlardı. Onlar cihan çapındaki başarılarının karşılığında bir çardak bile istememişlerdi.

*Onlar, kadınıyla erkeğiyle hayatlarını böyle değerlendirmiş, ruhlarının ufkuna böyle yürümüşlerdi. Saray maray bilmiyorlardı, servet bilmiyorlardı. Altınlar, gümüşler, zebercetler, yakutlar şakır şakır akıyordu; fakat o, topluma, devlete, millete akıyordu.

*Hazreti Ali de böyleydi. Hiç kimse evladını tavsiye etmedi. Evladı adına, damadı adına kimseden bir şey istemedi. Kayırmadı yakınlarını.

*Yakınlara yardımda bulunmak, onları görüp gözetmek adam kayırmaktan ve kamu malını onlara kullandırmaktan çok farklı bir konudur. Kur’an-ı Kerim akrabaya iyiliği farklı ayetlerle anlatmaktadır. Bakarsınız, görürsünüz, muhtaç ve sürüm sürüm olmalarına, miskince yaşamalarına meydan vermezsiniz. Başta anne-babanıza, sonra diğer akrabalarınıza, sırasına göre, belki nenenize, dedenize, amcalarınıza, halalarınıza, teyzelerinize, dayılarınıza -Kur’an-ı Kerim’in sıralamasına göre- normal hayatlarını sürdürecek şekilde yardımcı olursunuz. Fakat bu onları, başkalarının haklarını alarak hususi mahiyette kayırma, kollama ve başkalarına tercih etme demek değildir. Bakım ve görümleri bir hukuk olarak sizin üzerinize terettüp ettiğinden dolayı onları el-âleme el açtırmama demektir.

*Benim bir kıymet-i harbiyem yok; şahsım adına esas kıymet diye düşüneceğim bir şey varsa, o da sizin içinizde bulunmamdır. Allah beni bir diken gibi bu gül bahçesinden söküp dışarı atmıyor; ben bunu cana minnet biliyorum. Fakat haddimi aşarak bir şey demek istiyorum: Eğer hizmete kendini vermiş, vali, kaymakam, milletvekili olmuş ve bu konumları şahsî veya yakınlarının dünyevî hayatları adına değerlendiren insanlar varsa, iki elim dünyada da ukbada da yakalarında olsun. Hakkımı helal etmiyorum. Rasûl-ü Ekrem de hakkını helal etmeyecektir onlara.

*Ben hiç üzülmüyorum, vallahi, billahi, tallahi hiç arzum da olmadı; bir tane hücrem olsun diye arzum olmadı. Bırakın onu, kardeşlerim için de hep dua ettim: Allahım dünyanın en fakir insanları gibi yaşasınlar. Çünkü hizmetin itibarı çok önemlidir. Onlara atılan bir taş, hizmete atılmış olur. Fahirlenme maksadıyla demiyorum bunu. Bir yüce davaya gönül vermişseniz, gözünüz onun üzerindeyse, gözünüzü başka yere teksif etmek suretiyle himmetinizi dağıtmamanız lazım. Himmetinizi dağıttığınız ve tek önemli, hayati konuda konsantre olamadığınız zaman kalıcı bir başarı sergileyemezsiniz.

*O şatafata, o debdebeye, o ihtişama bakıp da bir şey oluyorlar zannetmeyin. Burada ben akıbetleriyle alakalı bir şey derken sadece, adet-i ilahiyeye dayanarak arzediyorum: Çok yakın bir gelecekte, saman çöpü gibi sağa-sola savrulduklarını gördüğünüzde o Kârûn’un servetine bakıp da “Keşke bizim de olsaydı!” falan diyen insanlar gibi, -hakikati görünce- “Allah’a hamdolsun ki, Allah bizi onlar gibi etmedi!” diye ferih-fahur sevineceksiniz, Allah’a hamd u senada bulunacaksınız.

*Allah’a hamd u sena yolunu seçiniz, Kârûnların yoluna sürüklenmekten Allah’a sığınınız.

Yitik Cennet ve Çokluğa Aldananlar

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özellikle şu hususlar üzerinde duruyor:

“Beni bana meftun etmek suretiyle, beni Sensizliğe mahkûm etme Allahım!”

*Keşke şeker ve sakarinler gibi, biz de içinde bulunduğumuz havuzda eriyiversek ve kendimiz olmaktan kurtulsak; “ene”den sıyrılarak muvakkaten “nahnu” limanında ârâm etsek; sonra “nahnu”ya da bir tekme vurarak “Hû” ufkuna yükselebilsek.. bütün bütün yok olsak. İşte o zaman her şey bize dost nazarıyla bakar; biz de her şeyi bir dost, bir yâr-ı vefâdar, bir enîs-i celîs gibi görürüz.

*Gavsî ne hoş söyler: “Sen tecelli eylemezsin perdede ben var iken / Şart-ı izhar-ı vücudundur adîm olmak bana…” Biz de “Senin Sen olarak tecellin, benim ben olarak yokluğuma vâbestedir. Beni bana mahkûm etmek suretiyle, beni Sensizliğe mahkûm etme Allahım!” demeliyiz.

*Belki günümüzdeki mü’minlerin en büyük derdi; ağızlarıyla söyledikleri ve taklitten gelen bir sâik ile tekrar edip durdukları halde, bir türlü tabiatlarına mâl edemedikleri, sindiremedikleri, -yeni ifadesiyle- içselleştiremedikleri Allah münasebeti, din münasebeti ve Peygamber münasebetinin eksikliğidir!.. Bir annenin hasretle yolunu gözlediği parçasını aklına getirdiğinde bütün duygularının harekete geçmesi gibi, Allah ve Peygamber anılınca tepeden tırnağa harekete geçecek şekilde bir ruh haletine sahip olamamaktır.

*O’ndan gayrı her şeye kıymet-i harbiyesine göre değer vermek gerekir. “Şu kadarı bir ihtiyaçtır; şu kadarı bir zarurettir; şu kadarı muktezâ-yı beşeriyet açısından olmazsa olmaz.” Fakat O’nun için katiyen “şu kadarı, bu kadarı” diyemeyiz. O mevzuda mülahazalarımız hep zirvede olmalı.

*Mebdede olmayabilir bu fakat insan talip olacaksa ona talip olmalı. Talepte dağınıklığa düşen insanlar, tevhid-i kıble yapamadıklarından dolayı, ona katiyen ulaşamazlar.

“Ben veliyim, ben gavsım, ben kutubum, ben evtâddanım, ben mehdiyim!..” Safsataları

*Bu konuda önemli bir husus da büyük pâyeler iddiasına girmemek. “Ben veliyim, ben gavsım, ben kutubum, ben evtâddanım, ben mehdiyim!..” safsatasına düşmemek. İnsanlar arasında insanlardan bir insan olma mülahazasına sımsıkı bağlı kalmak. Tevazu, mahviyet ve hacâletle hayatını iki büklüm geçirmek. Fakat kendine böyle bakmanın yanı başında, “Allahım ne olur, Zât-ı Ulûhiyetine, Esmâ-i Sübhâniyene, Sıfât-ı Kudsiyene, Zât-ı Bahtına müteallik neler varsa, şe’n-i rububiyetin ve i’tibarâtınla alakalı neler varsa, o mübarek kulların enbiyâ-i izâma duyurduğun gibi, bana da duyur. -Hazreti Muhyiddin ibn Arabî’nin ifadesiyle- Onu bana duyururken de aynı zamanda hiçliğimi, sıfır olduğumu da bana duyur!” mülahazasıyla dolu bulunmak.

*A’lâlardan a’lâya talip olmak; a’lâ-yı illiyyîn-i kemâlâta talip olmak; fakat aynı zamanda, zeminde, ayakları yerde, basit; inâyet-i ilâhî olmazsa, kıymet-i harbiyesi olmayan bir mahlûk nazarıyla kendine bakmak! Bu kompleks değil!.. İnsanlara karşı böyle bir duyguya kapılırsanız; Tiranlar, Yezidler, Haccaclar, Stalinler, Fullerler karşısında böyle bir ruh haletine girerseniz, kompleks olan odur! Ama Allah karşısında mahviyet, tevazu ve hacâlet sizi yükselttikçe yükseltir; bir noktaya gelirsiniz ki.. İbrahim Hakkı Hazretleri’nin dediği gibi, “Hakk’ın mükerrem ibâdı melekler yerde göklerde; avâmından avâm-ı nâsı efdal eylemiş Allah.” Bunun bir yönüyle mukabili şudur: Haydi haydi havâssından da havâssını efdal eylemiştir Allah (celle celâluhu). İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) Cebrail’in de, Mikâil’in de, İsrâfil’in de önündedir.

Yitik Cennetimiz

*Belki de büyük çoğunluğumuz itibarıyla bizim yitik cennetimiz budur ve geriye dönüp bulmaya çalışmamız gerekli olan da bu yitik cennettir. Müslümanlık iddiasıyla ortada kesen, biçen, kendine göre bazı kararlar veren insanlara aldanma, şeytana aldanma gibidir. Ve maalesef yığınlar, büyük çoğunluğu itibarıyla, o türlü lafa aldanabiliyorlar; kalblerin Allah ile irtibatını göremiyorlar. Rasûlullah (aleyhissalâtü vesselam) ile irtibatını göremiyorlar ve aldanıyorlar.

*Evet, bizim bulmamız gerekli olan yitik cennet de budur: Her şey olma ama kendini hiçbir şey görme! Maalesef, biz kendimizi yitirdik; kendimiz değiliz. Ayna nedir burada? Ayna Ebubekir’dir, Ömer’dir, Osman’dır, Ali’dir, Aşere-i Mübeşşere’dir (radıyallahu anhüm ecmaîn). Endam aynası gibi onları karşımıza koyalım, siyer malzemesiyle kendimize bakalım! Kendimiz miyiz, değil miyiz?!. Ona göre hüküm verelim ve bu duyguyu düşünceyi çevremize duyurmaya çalışalım. Buna ister diriliş deyin, isterseniz de milletçe yeniden ba’s-u ba’de’l-mevt.

*Biz şu anda yarı canlı gibiyiz. A. Hamdi Tanpınar’ın “Abdullah Efendi” romanında ifade ettiği gibi, “sâir fi’l-menâm – uyur gezer”ler gibiyiz. Çevremizde olup biten şeylerden haberdar değiliz. Karambole yürüyoruz ve karambole yürüyenlerin de esasen farkında değiliz. Pusulasız yürüyen bir sürü insan var.

“Pusulasız Geminin Rotası Denizin Dibidir!..”

*Pusulasız geminin rotası neresidir? Denizin dibi! Bir sürü pusulasız yürüyen var. Bir sürü kopuk (Allah’tan kopmuş manasına) pusulasız yürüyor. Helal-haram bilgileri yok. Çalıyor, çırpıyor ama kendini camideki insan gibi zannediyor. “İslam” diyor, “iman” diyor fakat hırsızlıkla onu nasıl telif ediyor, anlamak çok zor. İrtikâpta bulunuyor, ihtilasta bulunuyor, irtişâda bulunuyor ve bir sürü insanı da bu mevzuda sükût etme günahına sevk ediyor. Ve bir sürü kendini beğendirme gayreti içinde bulunan teologdan da bu mevzuda fetva alıyor; onların da ahiretlerini karartıyor; onları da Allah’tan koparıyor ve kopuklar haline getiriyor. Pusulasız yürüyenin arkasında yürüyenler!.. Pusulalı yürüyor denebilir mi onlara? Pusulasız kıble tayin edenler var. Pusulasız kıble tayin eden imamların arkasında namaz kılanların kıbleyi buldukları söylenebilir mi?!.

*Gözümüz açılacağı âna kadar da -zannediyorum- çok defa yalancı mumlara yahşi çekecek, belki o türlü insanları alkışlayacağız. Allah erken vakitte gözlerimizi açsın, bize hakikat-i imaniye, İslamiye ve Kur’aniyeyi göstersin. (Âmin…)

“Nesep, mal, taraftar ve imkânla böbürlenip yarışma sizleri oyaladıkça oyaladı!..”

Soru: Bir sûreye isim olan ve insanı oyaladığı anlatılan “Tekâsür” mefhumuna neler dâhildir? Şu kesret âleminde hep vahdete müteveccih kalabilmenin yolu nedir? Sûrenin sonunda hesabının sorulacağı haber verilen “naîm” hangi türlü nimetlerdir?

*Tekâsür Sûresi, daha çok dünyalığa sahip olma ve bunlarla övünme yarışına karşı insanları ikaz etmektedir. Zannediyorum burada “tekâsür”den evvelen ve bizzat maksud olan şey; mal, evlad u ıyâl ve kabile bakımından çoklukla tefahür etmektir. Hususiyle İslamiyet’in zuhuru döneminde kabileler arasındaki rekabetlere işaret edilmektedir. Onlarda böyle bir tekâsür duygusu vardı; “Biz güçlüyüz, biz kuvvetliyiz!” duygusu. Öyle ki bunlar dedelerini dahi sayıyorlar ve onları mezar taşlarıyla ispat etmeye çalışıyorlardı.

*Bir de mal ve imkân açısından dediklerini yaptırıyorlar; ona para veriyor, bir yönüyle vesayet altına alıyor; öbürünün bir kısım ihtiyaçlarını görüyor, vesayet altına alıyorlardı. Cahiliye döneminin cahillerinin, insanları peyleme, vesayet altına alma, dediğini yaptırtma, aynı zamanda kendi hizbine oy kazandırma vasıtasıydı mal ve imkân çokluğu. Çoklukla övünme bazen o kadar ileriye gidiyordu ki, hatta hayvanları kesme mevzuunda dahi “Ben senden daha fazla hayvan boğazladım, avladım; çölde ben senden daha fazla şunu yaptım, bunu yaptım.” diyerek üstünlük iddia ediyorlardı. Bir tefâhür yarışı başını almış gidiyordu.

Tekâsür Sûresi’nden Bir Kısım Mesajlar

*Cenâb-ı Hak, bu sûre-i celilede şöyle buyurmaktadır:

أَلْهَاكُمُ التَّكَاثُرُ * حَتَّى زُرْتُمُ الْمَقَابِرَ * كَلَّا سَوْفَ تَعْلَمُونَ * ثُمَّ كَلَّا سَوْفَ تَعْلَمُونَ * كَلَّا لَوْ تَعْلَمُونَ عِلْمَ الْيَقِينِ * لَتَرَوُنَّ الْجَحِيمَ * ثُمَّ لَتَرَوُنَّهَا عَيْنَ الْيَقِينِ * ثُمَّ لَتُسْأَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ*

“Nesep ve malla böbürlenip yarışma sizleri oyaladıkça oyaladı; o kadar ki, kabirlere kadar uzanıp, onları da hesaba katar oldunuz. Hayır, asla doğru değil bu yaptığınız! (Ölüm gelecek ve) bileceksiniz (bunun ne demek olduğunu)! Hayır, hayır! (Öldükten sonra diriltilip kabirlerinizden çıkarılacak ve bir de o zaman) bileceksiniz (ne demekmiş bu yaptığınız). Hayır, bırakın bunu! Eğer ilme dayalı bir kesinlikle bilmiş olsaydınız (bunun ne demek olduğunu, o zaman yapmazdınız). (Ama eğer böyle yapmaya devam ederseniz,) elbette göreceksiniz o Kızgın Alevli Ateş’i. Nihayet gözlerinizle görecek (görmeye dayalı kesinlikle bilecek)siniz onu! O gün elbette sorguya çekileceksiniz (size bahşedilen) bütün nimetlerden.” (Tekâsür, 102/1-8)

*İnsanın mal çokluğu, kabilesinin gücü, taraftarının kesreti “tekasür” kavramına dâhildir. Bütün bunlar insanı aldatabilir ve zehirleyebilir. Servet sahibi olmak, dediğim dedik duygusu, ayrıca kitle psikolojisiyle hareket eden, belli sevk ve insiyakların güdümünde taraftar kesilen kimseler insana muvazenesini kaybettirebilir.

“Herkes evine dünyalıkla dönerken, siz Rasûlullah’la dönmek istemez misiniz?”

*Huneyn’de elde edilen ganimetleri Allah Rasûlü, daha ziyade gönüllerini İslâm’a ısındırmak istediği insanlara dağıtmış ve bazı şahıslara hususiyet arz edecek şekilde paylar vermişti. Ancak bu taksim, Ensar’dan bilhassa bazı gençleri (münafıkların tahrikiyle) biraz rahatsız etmişti. Hatta bazıları; “Daha onların kanı kılıçlarımızdan damlıyor, hâlbuki en fazla payı da onlar alıyor!” demişlerdi. Bunu söyleyenler sadece birkaç genç de olsa, eğer bu fitne durdurulamazsa, önü alınamaz bir yangın haline gelebilir ve o yangın bazılarını ebedî ateşe sürükleyebilirdi. Çünkü Allah Rasûlü’ne karşı yapılacak bir itiraz, insanı dinden, imandan edebilir ve ebedî hasarete uğratabilir. Bunun üzerine, Efendimiz hemen Ensar’ın toplanmasını ve aralarına başka kimsenin de alınmamasını emretti. Onlara şöyle buyurdu: “Ben geldiğimde, siz dalâlet içinde değil miydiniz? Allah, benimle sizi hidayete erdirmedi mi? Siz fakr u zarûret içinde kıvranmıyor muydunuz? Allah, benim vesilemle sizi zenginleştirmedi mi? Siz, birbirinizle düşman değil miydiniz; Allah, benimle sizin kalblerinizi telif etmedi mi?” Bütün bu sorular karşısında Ensar topluca “Evet, minnet Allah’a ve Rasûlü’ne!..” demiş ve hele “Herkes evine, deveyle, koyunla dönerken, siz evlerinize Rasûlullah’la dönmek istemez misiniz?” hitabını duyunca hepsi gözyaşına boğulmuşlardı.

*Aşere-i Mübeşşere’den Ebu Ubeyde b. Cerrah (radıyallahu anh) Bahreyn’den çok miktarda mal getirdiğinde ashab-ı kirâmdan bazıları, ondan pay almak için beklerken, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), mealen şöyle buyurmuştu: “Allah’a yemin ederim ki, ben sizin fakr u zarurete düşmenizden endişe duymuyorum. Ben asıl, sizden evvelkilerin sahip olduğu gibi geniş imkânlara sahip olmanız ve onların birbirini çekemeyip, rekâbet edip helâk olmaları gibi sizin de birbirinize haset edip helâk olmanızdan korkuyorum.” Evet, çok mal elde etme arzusu, bu konuda kıskançlık duygusu ve rekabet hissi de insanın manevi hayatını tehdit eden bir zehirdir. İnsanı öyle bir zehirler ki, artık o kimse himmetini bütünüyle ona sarf eder; tabii onun dışındaki bütün değerlere de sırtını döner. Müslümanlara karşı sırtını dönme.. dine, imana hizmet edenlere karşı sırtını dönme.. milletin ikbal bayrağını sağda solda dalgalandırmaya karşı sırtını dönme..  hatta sırtını dönme şöyle dursun, kinle nefretle üzerlerine yürüme, o insanın hali olur ki bütün bunlar öyle bir zehirlenmenin sonucudur.

“İstemez misin, yâ Ömer! Dünya onların, ahiret de bizim olsun?!.”

*Şu kesret âleminde hep vahdete müteveccih kalabilmenin yolu, Allah’a ve ahirete sağlam inanmaktır.

*Günümüzün insanlarının yitirdiği şeylerden bir tanesi de ahirete yakîn halinde imandır. Çoklarının, şeklen inanmış oldukları halde, haşr u neşre sinelerine sindirme şeklinde imanları yoktur. Olsa, kılı kırk yararcasına yaşarlar; Ebu Bekirce yaşar, Ömerce yaşar, Osmanca yaşar, Alice yaşar ve öbür tarafa gittikleri zaman dünyalıkları olmadan giderler. Onun için de ehl-i dünya gibi yaşayanlar ne derlerse desinler, o yalanlara ehl-i vicdan inanmayacaktır. Bugün kitle psikolojisiyle hareket eden bir kısım safderun yığınlar bunları görmese bile tarih görecektir; haklarında yazılacak risaleler, kitaplar görecektir bunları. Günümüzün tarih felsefesi dillendirildiği zaman bu görülecektir ve bunlar lanet ile yâd edilecektir. Çünkü yapılanlar ne Allah’a sağlam imanla telif edilebilir, ne Kitab’a imanla telif edilebilir, ne Hazreti Ruh-u Seyyid’il-Enam’ın yol ve yöntemine imanla telif edilebilir, ne de haşr u neşr mevzuunda yakîn-i tâmma mazhariyetle telif edilebilir.

*Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hasır üzerinde istirahat buyurması ve hasırın da vücudunda iz bırakması sebebiyle Hazreti Ömer’in gözleri dolu dolu, “Yâ Rasûlallah! Sasaniler şöyle, Romalılar böyle…” diyerek O’nun da dünya nimetlerinden biraz istifade etmesi gerektiğini ima etmesi üzerine Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğu rivayet edilir: “İstemez misin, yâ Ömer! Dünya onların, ahiret de bizim olsun!” Ayrıca Efendimiz şunu söyler:

مَا لِي وَمَا لِلدُّنْيَا مَا أَنَا فِي الدُّنْيَا إِلَّا كَرَاكِبٍ اسْتَظَلَّ تَحْتَ شَجَرَةٍ ثُمَّ رَاحَ وَتَرَكَهَا

“Benim dünya ile ne alâkam olabilir ki! Benim dünyadaki hâlim, bir ağacın altında gölgelenip azıcık dinlendikten sonra yoluna devam eden bir yolcunun hâline benzer.” (Tirmizî, Zühd 44) Hepimiz biliyoruz ki, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) isteseydi, ashab evinde barkında ne varsa getirir ve O’nun altına sererlerdi. Fakat İnsanlığın İftihar Tablosu, kendisini, bir yerden bir yere giderken muvakkaten bir ağacın altında ârâm eden ve sonra da çekip giden bir yolcuya benzetip dünyayla olan münasebetinin bundan ibaret olduğunu ifade ediyor ve ruhunun ufkuna yürüyeceği âna kadar da hep bu ölçüye göre hayatını sürdürüyor.

Bir Bardak Su ve Dünyanın Kendini Kabul Ettirme Gayreti

*Hazreti Ebu Bekir’in (radiyallahu anh), kendisine takdim edilen bir bardak soğuk su karşısındaki tavrı bu hakikatin en güzel şahitlerinden biridir: Evet, halifeliği döneminde kendisine bir bardak soğuk su verilir. Sıddık-ı Ekber, birkaç yudum içip iftar eder ve ardından gözlerinden damla damla yaş dökmeye başlar. Akabinde öyle hıçkırarak ağlar ki, etrafındakileri de ağlatır. Bir müddet sonra, dostları “Seni bu derece ağlatan nedir?” diye sorarlar. Der ki: Bir gün Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) önündeki bir şeyi eliyle iter gibi yapıyor ve “Benden uzak dur, benden uzak dur!” diyordu. Sordum, “Ya Rasûlallah! Birini uzaklaştırmaya çalışıyorsunuz ama ben kimseyi göremiyorum?!.” Buyurdular ki: “Dünya, içindeki bütün debdebesiyle karşımda temessül etti ve bana kendisini kabul ettirmek istedi; ben de ona ‘Benden uzak dur!’ dedim. Bunun üzerine o, çekip giderken, ‘Vallahi sen benden kurtulsan da, senden sonrakiler elimden kurtulamayacaklar. Kendimi sana kabul ettiremedim ama sonrakiler peşimden koşacaklar’ dedi.” İşte, bu bir bardak soğuk su ile dünya bana kendini kabul ettirmiş olur mu diye endişe ettim ve onun için ağladım.

*Rica ederim, Müslümanlık Allah Rasûlü’nün yaşadığı değilse, Ebu Bekir’in, Ömer’in, Osman’ın, Ali’nin, Hasan’ın, Hüseyin’in yaşadığı değilse (Allah onların hepsinden razı olsun), lanet olsun öyle dünyaya ve öyle dünyaperestlere!.. Evet dünyaperestlik bütün muvazeneleri altüst ediyor; bir tarafta açlıktan ağzı kokan insanlar, diğer tarafta da bir eli balda bir eli kaymakta insanlar.

“Kıyamette hiç kimse, şu dört suale cevap vermedikçe hesaptan kurtulamaz!”

*Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) nimetlerin kadrini bilme konusunda ümmetini uyarır: “Kıyamette hiç kimse, şu dört suale cevap vermedikçe hesaptan kurtulamaz: Ömrünü nasıl geçirdi? İlmi ile nasıl amel etti? Malını nereden, nasıl kazandı ve nerelere harcadı? Cismini, bedenini nerede yordu, hırpaladı?”

*Nimet; iyilik, ihsan, lütuf ve rızık gibi manalara gelir. Bütün güzelliklerin kaynağı olan İslâm en büyük bir nimet olduğu gibi sıhhat, âfiyet ve dünyevî imkânlar da birer nimettir.

*Bir gün Fazilet Güneşi (aleyhissalatü vesselam) iki arkadaşı ile beraber Ebu Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin evine gitmişti. Evin hanımı onları karşılamış, Ebu Eyyûb Hazretleri de hemen bir hurma salkımı kesip getirmiş, kutlu misafirlerine ikram etmişti. Allah Rasûlü “Bu hurma dalını niye kestin, meyvesinden toplasaydın ya!” buyurunca, ev sahibi, “Ya Rasûlallah, evime şeref verdiniz; size hem kuru hurmasından, hem tam olgunlaşmayanından, hem de olgun tazesinden tattırmak istedim, onun için dalıyla beraber getirdim.” demişti. Ebu Eyyûb el-Ensâri hazretleri, bu kutlu misafirlerine hurma ikram etmişti ama bununla yetinemezdi. Hemen kalkıp dışarı koşmuş, bir oğlak tutup kesmiş ve sonra onun yarısını kebap yapmış, diğer yarısını da suda pişirmişti. Şefkat Peygamberi, sofraya konulan etten bir parça almış, onu bir yufkanın içine koymuş ve “Ey Ebâ Eyyûb! Bunu Fatıma’ya götür, zira günlerden beri o böylesini tatmadı.” buyurmuştu. Ebu Eyyûb da hemen bu emri yerine getirmiş ve tekrar aziz misafirlerinin yanına dönmüştü.

*Herkes yemeğini yiyip doyunca, Rehber-i Ekmel (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Serin gölge, ekmek, et, hurma, henüz olgunlaşmamış hurma, olgun taze hurma ve soğuk su…” demiş; bunları sayarken de mübarek gözleri yaşlarla dolmuştu. Sonra sözlerine şöyle devam etmişti: “Nefsim kudret elinde olan Yüce Allah’a yemin ederim ki, işte bunlar da sorulacağınız nimetlerdendir; Allah Teâlâ “Sonra o gün size verilmiş olan her nimetten sorguya çekileceksiniz.” (Tekâsür, 102/8) buyurmuştur; evet, işte bunlar, o kıyamet günü sorgulanacağınız nimetlerdendir.”

Allah’ın En Büyük Lütfu ve Nimetlerin Hesabını Verebilmenin Yolu

*Peygamber Efendimiz’in bu sözü, orada hazır bulunan Ashâb-ı Kirâm’a öyle ağır gelmişti ki, hepsi derin derin mülahazalara dalmışlardı. Bunun üzerine Müşfik Nebi şöyle buyurdu: “Bu türlü nimetlere rastlayıp da onlara el uzattığınızda “Bismillah” deyin; doyduğunuz zaman da, “Sonsuz şükürler olsun Allah’a ki bizi doyurdu, nimetlerle serfiraz etti ve lütf u ihsana erdirdi.” diyerek o nimete şükredin.”

*Biz İnsanlığın İftihar Tablosu’na ümmet olma enginliğini esasen duyamadık vicdanlarımızda. Bir yönüyle o öyle bir cennettir ki, zannediyorum, cennete girdiğimiz zaman “Efendimiz’in arkasında bulunmanın yanında bu cennet sönük kalır!..” diyeceksiniz. Çünkü onu da, rüyetullahı da, Rıdvan’ı da bize kazandıran O’dur. O’na ittibaın ne demek olduğunu göreceksiniz.

*Hata ve günahlar karşısında sürekli istiğfar ve tevbeye yapışmak; Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği nimetlere mukabil de her zaman hamd, şükür ve sena duygularıyla iki büklüm bulunmak şiarımız olmalıdır.

457. Nağme: Aşağılık Kompleksi, Kibir ve Tevazu

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, şu mealdeki hadis-i kudsîyi hatırlatarak sözlerine başladı: “Kibriya, Benim ridâm, azamet ise Benim izârımdır. Kim Benimle bu mevzuda yarışa kalkışır ve bunları paylaşmaya yeltenirse, onu Cehennem’e atarım.” Hazreti Üstad’ın ifadesiyle, “Büyüklerde büyüklüğün alameti tevazudur; küçüklerde küçüklüğün emaresine gelince o da tekebbürdür.” tesbitine dair Asr-ı Saadetten ve günümüzden çok önemli misaller serdetti.

Tekebbür marazının ancak aşağılık kompleksine yakalanmış kimselerde görülebileceğini, gerçek büyüklerin ise mutlaka mahviyet insanları olduklarını anlatan Hocaefendi, Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in sürekli tekrarladığı “Allahım beni kendi gözümde küçük, insanlar nazarında ise (yüklediğin misyona uygun şekilde) büyük göster!” duası üzerinde durdu.

Aziz Hocamız hasbihalinin sonunda insanın çok âli bir varlık olduğunu ve hakiki mü’minin asla dünyalıklarla satın alınamayacağını vurguladı.

Muhtevasına kabaca işaret ettiğimiz ama her kelimesinin hüşyar gönüllere dokunacağına inandığımız bu sohbeti 33:34 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.

Dualarınıza vesile olması istirhamıyla…

Ahirete Ait Zevk ve Lezzetleri de Feda Etme Ufku

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Hazreti Üstad’ın, “Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de!” cümlesini nasıl anlamalıyız?

Cevap: Çağın devasa kâmetinden önce yaşayan Hazreti Ebû Bekir Efendimiz (radıyallahu anh) Hallac-ı Mansûr, İmam Rabbanî ve daha başka Hak dostları da buna benzer sözler söylemişlerdir. Onlar, adeta cehennem kapısında duran sıyanet meleği gibi davranmış ve insanların oraya yuvarlanmaması adına sürekli çırpınıp durmuşlardır. Necip Fazıl’ın ifadesiyle, kollarını makas gibi açmış ve “Burası çıkmaz sokak!” demişlerdir.

O, En Başta Dünyasını Feda Etti

Hazreti Pîr, bu sözünde ilk olarak başkalarının imanını kurtarmak için dünyayı terk ettiğinden bahsediyor. Hakikaten onun hayatına göz atan bir insan, baştan sona bütün bir ömrün bu sözü tasdik ettiğini görecektir. Zira onun seçmiş olduğu hayat tarzı normal bir insan için yaşanabilecek, dayanılabilecek gibi değildir. Onun bütün hayatı sürgünler, hapishaneler, zindanlar, baskılar ve mağduriyetlerle doludur. Kimi zaman hapishane hücresini bile yeterli bulmamış ve onu -o pak ruh beni mazur görsün- kendilerince helâ gibi bir yere tıkmışlardır. Üstelik soğuk ve dondurucu kış günlerinde bu hücrenin pencerelerini de açmış ve adeta onu ölüme terk etmek istemişlerdir. Hatta bunlarla da yetinmeyerek onu tam on dokuz defa zehirlemişlerdir. Hapishanelerdeki maddi işkence ve zulümler bir yana, bu devasa kâmet, dışarıda da peşine takılan mahalle bekçileri tarafından takip edilmiştir.

Hâlbuki Hazreti Pir, eğer isteseydi, başkaları gibi makam ve mevki sahibi olabilir, herkes gibi rahat ve lüks içinde yaşayabilir ve dünya zevklerinden faydalanabilirdi. Zira o, çok erken dönemden itibaren büyük plan ve projeler üretebilen sağlam bir kafa yapısına sahipti. Konuştukları ve yazdıklarıyla kitlelere tesir ediyordu. Daha meşrutiyet yıllarındayken yaşanan kargaşalarla ilgili Sünûhat isimli eserini yazmış ve bu eserinde problemlere çözüm olabilecek pek çok disiplin ortaya koymuştu. Aynı şekilde Muhakemât isimli eserini yazdığında ulemanın bile ezberini bozmuştu. Anadolu’yu gezerek isyana hazırlanan aşiretleri ikna etmiş; meydanlarda yaptığı konuşmalarla da asi zümreleri yatıştırmıştı. Divan-ı Harp’te yargılandıktan sonra duygu ve düşüncelerinden hiç taviz vermeyerek avazı çıktığı kadar, “Yaşasın zalimler için cehennem!” diye bağırabilecek ölçüde de bir cesarete sahipti.

Eğer böyle muhteşem bir dimağ azıcık dünyayı düşünseydi ve çevresindekilere mümaşat yapsaydı elde bir gülde bir yaşardı. İstiklâl mücadelesini takip eden yıllarda mecliste bir koltuk da o kapar, orada uslu uslu oturur ve böylece sürekli iltifat görürdü. Kendisine aidât-ı mestûre yani günümüz ifadesiyle örtülü ödenekten bir kısım servetler, imkânlar tahsis edilirdi. Başkaları gibi onun da bağları, bahçeleri, yalıları, villaları olurdu ve böylece refah içinde, dünyevi hayat itibarıyla bir şekilde gül gibi yaşayıp giderdi. Fakat o, davası uğruna bunların hepsini elinin tersiyle itmesini bildi ve başkalarının imanını kurtarma adına kendisi katlanılmaz bir hayata talip oldu.

Ahireti Feda Ne Demek?

Öte yandan Hazreti Bediüzzaman, milletin imanını kurtarmak için ahiretini de feda ettiğini ifade ediyor. Bu hususta bile nefsini düşünmüyor. Yani o, Allah’la münasebetini güçlendirme adına bir köşeye çekilerek inziva hayatı yaşama, erbaînlere girme, şahsî terakkisini gerçekleştirme, zevk-i ruhaniye açılma, keşif ve kerametler izhar etme, el ve etek öptürme gibi yollara da girmiyor. Milletinin imanını selamette görme meselesi onun biricik gaye-i hayali haline geldiğinden, dünyeviliğe talip olmadığı gibi uhreviliğe de talip olmuyordu. Peki, onun ahirette Allah’tan bir beklentisi yok muydu? Vardı elbette. Fakat bunu Allah’ın fazlından, kereminden, hususi rahmetinden bekliyordu.

Burada şunu da hemen belirtmek gerekir ki Hazreti Pîr ve onunla aynı duygu ve düşünce çizgisini paylaşan insanlar, milletiyle bütünleşmiş ve umumî bünyenin bir parçası haline gelmişlerdir. Onlar adeta o bünyenin kafasının içinde yer alan nöronlardan bir tanesi olmuşlardır. Dolayısıyla onlar, acısıyla tatlısıyla bünyede olup biten her şeyi derinden derine duyar ve bundan çok ciddi manada etkilenirler. İşte böyle bir insan Hazreti Ebû Bekir gibi, “Vücudumu öyle büyüt ki, cehennemi ben doldurayım ve oraya başkaları girmesin!” diyebileceği gibi “Milletimin imanını selâmette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım.” da diyebilir.

Fakat Üstad’ın sahip olduğu bu vicdan enginliğine sahip olmayan birinin bu sözleri hakiki manada anlaması mümkün değildir. Evet, bir insanın bu fedakârlık ufkunu anlayabilmesi için, insanların bugün çektikleri muhakkak azabın yanı sıra daha sonra çekecekleri mukadder ve muhtemel azabı da kendi içinde bir yangın gibi hissedebilmesi gerekir. Bu ise bütün insanlığı kucaklayan engin bir vicdana sahip olmaya bağlıdır. Siz isterseniz buna evrensel vicdan da diyebilirsiniz. İşte böyle bir vicdana sahip insanlar, başkalarının elemleriyle üzülür, lezzetleriyle de sevinirler. Öyle ki dünyanın neresine ateş düşerse düşsün, onları da yakar. Zira onlar bu ateşin acısını vicdanlarında duyarlar.

Bu itibarladır ki, herkes için diyemesek de bizim gibi sıradan insanların bu engin mülahazaları tam manasıyla anlayabilmeleri mümkün değildir. Biz belli ölçüde varsa çocuğumuzun, eşimizin, arkadaşımızın elemlerini duyabilsek de, bütün insanlığı kucaklayabilecek bir engin vicdana sahip değiliz. Böyle bir marifet ufkuna ve vicdan enginliğine açılmadığımız için de çok defa o büyük zatların çektikleri ızdırabı anlamakta güçlük çekiyoruz.

Bir zaman tanıdığım birisini Yaşar Hoca’nın bir vaazına götürmüşlerdi. Merhum her zamanki gibi vaazında derin bir heyecanla ve gözyaşlarıyla konuşmuştu. Ben, misafir arkadaşın bundan etkilendiğini düşünürken onun, “Bu adam niye böyle pis pis hıçkırıp duruyor!” dediğini işitmiş, hayret etmiş ve çok üzülmüştüm. Bir tarafta anlama ve hissetme kabiliyetinden mahrum kaba bir düşünce, öbür yanda ise dışa akseden inceliğin numunesi engin bir vicdan vardı. Böyle engin bir vicdanın duyup hissettiklerini anlamak ise onunla aynı ufku paylaşmakla mümkündü.

Allah Hakkı Her Şeyin Önünde Olmalı

İşte Şah-ı Geylanî, Hazreti Gazzâlî, İmam Rabbanî ve Hazreti Bediüzzaman gibi zatlar çok geniş bir daireye kilitlendiklerinden ve çok geniş bir alanla alâkadar olduklarından dolayı kendilerini düşünmemişlerdir. Böyle bir abide şahsiyeti tanıma bahtiyarlığına ermiş olanlara gelince onlar da, aynı fedakârlık ufkunu paylaşma peşinde koşmalıdır. Evet, adanmış ruhlar hiçbir zaman, hayatın tadını çıkarmak için, yaz günlerinde dağların tepelerine çıkıp kış bastırdığı zaman sahile inerek yalılarda keyif sürme gibi düşünceler arkasında koşmamalıdır. Onlar akıllarına gelebilecek bu tür mülahazaları çok rahatlıkla ayaklarının ucuyla itmesini bilmelidir. Ama bunun yanında onlar keşif ve keramet gösterme, insanların içini okuma, metapsişik mülahazalar içinde dolaşma, ruhanilerle beraber kanat çırpma gibi manevî füyuzât hislerinden de fedakârlık göstermeli ve kendilerini sadece milletin imanını kurtarmaya adamalıdırlar. Talip olunmadığı halde gelen bu tür manevi füyuzât hisleri karşısında ise “Acaba Allah beni bununla imtihan mı ediyor?” endişesini taşımalı ve aynı zamanda “Allah’ım eğer bunlar istidraç değil de Senin birer lütfun ise Sana hamd ederim. Fakat ben bunlara talip değilim.” diyecek kadar da bu konuda mert bir duruş sergilemelidirler. Esasında böyle temkinli bir yaklaşım aynı zamanda Allah hakkını her şeyin önünde görme demektir.

Burada yanlış anlaşılabilecek bir noktaya dikkat çekmekte fayda olabilir: Ahiretini feda veya manevî füyuzat hislerinden fedakârlık, ibadet ü taati, evrâd u ezkârı terk veya ihmal etmek demek değildir. Bilakis bunları mümkün mertebe en üst seviyede yerine getirmekle beraber, hedefte keşf u keramet, ruhanî zevk ve lezzetler değil, kulluk vazifesini yerine getirme ve duyup tattıklarını başkalarına da duyurup tattırma vardır. Hem zaten ibadet ü taat, evrâd u ezkâr ile kendi imanını muhafaza altına almayan birinin başkasının imanını kurtarması mümkün değildir.

Son bir husus olarak şunu ifade edeyim ki, insanın kendisini düşünmeyerek sürekli yaşatma duygusuyla oturup kalkması, hep O’nu hecelemesi, insanlığı düşünerek gecelemesi bir peygamber vasfıdır. Ötede insanlar belirli kategorilere ayrılırken din, iman, Allah, Kur’an ve insanlık için çırpınıp duranlar da inşallah peygamberlerle birlikte haşr olacaktır. Bu yüzden himmetler âli tutulmalı, yaşama duygusu bir kenara bırakılıp hep yaşatma ideali peşinde koşulmalıdır.

Ne Kadar Halîmsin Rabbimiz!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, altı yedi saat önce sona eren sohbetinde -özetle- şunları söyledi:

Yüreğin Sızlasa da Yüzünde Şefkat Tebessümü Olmalı!..

*“Gülsem de içimden ağlarım ben / Sızlar yüreğim yüzüm gülerken!” (Tokadizâde Şekip) Öyle olmak, millete tebessüm sadakasından geri durmamak lazım.

*İnsanlığın İftihar Tablosu’nun sine-yi mübarekelerinde değirmen taşları dönüyordu; fakat O, ızdırapla kıvrım kıvrım olduğu zaman bile tebessüm bekleyenlerden tebessümünü hiç eksik etmiyordu. Birinin yüzüne bakarken, içindeki o ızdırapları aksettirmemek için iradesinin hakkını vererek onları bastırıyordu.

*Ne için ızdırap duyuyordu? İnsanlığın başını alıp cehenneme doğru önü alınmayan bir sele yelken açmasından dolayı içinde ızdırap duyuyordu. İnsanlığın cennete giden yolları tıkadığından dolayı içinde ızdırap doluydu. Nasıl o kadar güzelliklere karşı insanlar kapalı kalırlar? Nasıl olur da bu kadar fezâi ve fecâyi’e (korkunç bela ve musibetlere) karşı açık dururlar? “Akıllarını başlarına alsalar!..” der ve bununla ölür ölür dirilirdi. Öyleydi fakat buna rağmen sürekli başkalarının gönüllerine bişaret aksettirecek şekilde tebessüm yağdırırdı.

Mahzun Bir Kalbin Ağlaması Rahmet Vesilesidir

*On beş yaşında müçtehid olan âbide şahsiyet, Süfyân b. Uyeyne, “Allah bazen, mahzun bir kalbin ağlamasıyla bütün bir ümmete merhamet buyurur.” der. Belki de günümüzde en çok ihtiyaç duyduğumuz şey odur: Yıkıntıları, devrilmeleri, toplum çapında üst üste, iç içe kırılmaları görme ve bunların ızdıraplarını ruhunun derinliklerinde duyma.. uykusunu kaçıracak şekilde duyma.. gece kalkıp bazen deli gibi koridorlarda dolaşma.. “Ne olacak bu milletin hali? Bu hezeyan ne zaman sona erecek?” deme.. sonra da “Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, peygamber olarak da Hazreti Muhammed’den (aleyhisselâm) hoşnut olduk.” diyerek meseleyi taçlandırma!…

*Bu ızdırap ve yakarışların kabul noktasına ulaşmasında, murad-ı ilahi bir esastır. Allah icraat-ı sübhaniye ve adât-ı ilahiyesini bizim keyfimize göre icra buyurmaz. Murad-ı sübhani neyse ona göre yapar. Fakat şart-ı adi planında sizin sızlanmanız, kıvranmanız, ızdırap çekmeniz çok önemli bir faktördür.

*Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:

أَمَّنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ وَيَجْعَلُكُمْ خُلَفَۤاءَ الْأَرْضِ أَئِلٰهٌ مَعَ اللّٰهِ قَلِيلًا مَا تَذَكَّرُونَ

“(Ona ortak koştukları şeyler mi üstün) yoksa muztar dua ettiği zaman, onun duasına icabet eden, başındaki sıkıntıyı gideren ve sizi yeryüzünde halifeler kılan Allah mı? Hiç Allah ile beraber başka tanrı mı olur? Elbette olmaz! Ne de az düşünüyorsunuz!” (Neml Sûresi 27/62) Niye ızdırapla Cenab-ı Allah’a dua etmek varken o mevzuda ahesterevlik ediyorsunuz. Bütün himmetinizi ve gayretinizi, ümmet-i Muhammed’in o engin ızdırabını içinizde duyarak “Allahım çare Sensin. Bizi Sensizliğe mahkum etme” deyip inlemeye teksif etmiyorsunuz?!..

“Ne kadar Halîmsin Allahım!..”

*O dert ve ızdırabı çeken ilk siz değilsiniz. Şimdiye kadar bütün enbiya-ı izâm ve rusül-ü fihâm efendilerimiz, sonra sahabe-yi kiram efendilerimiz ve hemen bütün salih seleflerimiz hep çekmişler.

*Saadet Asrı’na baktığımızda, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun yanında yer alanların, Mekke-i Mükerreme’de on üç sene boyunca bir insanın tahammül etmesi mümkün olmayan nice hâdiseye katlandığını görüyoruz. Öyle ki sahabe-i kiram efendilerimiz çoğu zaman gözleri dolu dolu bir taraftan Cenâb-ı Hakk’ın kudret-i namütenahisine, diğer yandan da O’nun insanlığı kurtarmak için gönderdiği Habib-i Edib’ine ve O’na inanan insanlara yapılanlara bakmış sonra da hikmetini tam olarak idrak edemedikleri bu tablo karşısında hayret ve dehşetlerini ifade etme adına “مَا اَحْلَمَكَ يَا رَبَّنَا – Ne kadar halimsin ey Rabbimiz!” demişlerdir.

*Bu söz öncelikle Hazreti Ebu Bekir efendimiz tarafından söylenmiştir. O gün o bela ve musibetleri görüyor iç içe. Kötülükler gırla gidiyor. İnsanlığın İftihar Tablosu’na en adi varlıklara yapmadıkları kötülükleri yapıyorlar. Hazreti Ebu Bekir, o kadar onurlu, izzetli, başlara taç bir insana karşı.. meleklerin bir adım geriye çekilip karşısında el-pençe divan durdukları bir insana karşı.. gönlünün hüzünle çarptığı bir dönemde, Allah’ın “Seni huzuruma alıyorum” deyip miraçla şereflendirdiği bir insana karşı yapılanlara bakıyor ve “مَا اَحْلَمَكَ يَا رَبَّنَا – Ne kadar halîmsin ey Rabbimiz!” diyor ve ancak bununla soluklanıyordu.

Lenin Ezip Öldürdüğü İnsanlara O Kadar Küfür Lafı Etmemiştir!..

*Siz de onların çektiklerine benzer ya da ondan küçük şeylere maruz kaldığınız zaman herhalde “Allahım demedik şey bırakmadılar; ne kadar halîmsin Allahım!..” sözüyle soluklanacaksınız.

*Dün, arkadaşlar sadece en galizlerini seçmişlerdi, kocaman bir dosya, bir seneden beri tam 400 tane küfür lafı var. İnanın Lenin, Allah’ı inkar ettiği halde, Marksizm çizgisinde, o ezip öldürdüğü insanlara o kadar küfür lafı etmemiştir. Her şeyi Nazizm’e bağlamak isteyen ve ona muhalif gelen herkesi yok etmek suretiyle bir yönüyle dünyada farklı bir şey tesis etmeye çalışan Hitler, o kadar merhametsiz, o kadar gaddar olmasına rağmen 400 tane küfür kullanmamıştır. Bunlara dense dense küfür müctehidi denir. Oturup kalkıp sürekli kafalarını o istikamette kullanmak suretiyle kafalarında küfür üretiyorlar ve lisanları da ona tercüman oluyor.

*İnsan bir söz söylediğinde; bir, o söz onu ne derece dinin dışına iter, dalalete sürükler bakması lazım; bir de konumuna bakması lazım. Cemaat içinde sıradan bir insan bir ite -afedersiniz- it dese, insanlar biraz bunu mazur görürler. Fakat milletin önündeki imam kalkar dilini bununla kirletirse şayet, belki onu tutup camiden dışarı atmak icap eder. Bu da konuma yakışıksız düştüğünden dolayıdır. Enbiya-i izam hazretleri, onca olumsuz şeye maruz kalmalarına rağmen, onun milyonda biri, onların lisan-ı nezihlerinden sadır olmamıştır.

*Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), onca kötülüklerine rağmen kime kötü söz söylemiştir. Ölçü O ise şayet, bence O’nun ortaya koyduğu ölçülere uymayan şeyler ölçüsüzlüktür. Bu ölçüsüzlükleri irtikap eden insanlar da ölçüsüz, muvazenesiz, dengesiz ve densiz bir kısım mahluklardır.

Korkunç Bir Dalalet ve Fiil-i İlahînin Başladığı Yer

*Bütün bunları görünce insanın “مَا اَحْلَمَكَ يَا رَبَّنَا – Ne kadar halîmsin ey Rabbimiz! İmhal ediyorsun.” diyesi geliyor. Onlar komplo üstüne komplo kuruyorlar, tuzaktan tuzağa sıçrıyorlar. “Bununla ön alamadık, bununla alabilir miyiz; bununla parçalayamadık, şununla parçalayabilir miyiz; şimdi olmadı, altı yedi sene sonra bunların hakkından tamamen gelebilir miyiz?” diyorlar. Oturup kalkıp hep bunları hecelemek affedilebilir gibi bir günah değildir. Bu günah küfre denk bir günahtır, korkunç bir dalalettir. Bu size her zaman “Ne kadar halîmsin Allahım!” dedirtecek bir şeydir. Ve bunu taçlandıracak ve sizin civanmertliğinize yakışan bir şey daha vardır. Size, “Allahım bizi de onları da afv u mağfiret buyur. Şu kaymış kalblerimizi yeniden istikamete ilet!” demek düşer.

*Binlerce insan belki şu anda yaşadığı ızdırabı (İmam Şazilî hazretlerinin duası gibi) farklı sözlerle seslendiriyor. İnsanlar günlerdir, haftalardır, aylardır hep bununla sızlanıp durmuşlarsa imtihanı vermişler demektir; bu defa sözün bittiği yerdir orası!.. Sözün bittiği yer, fiil-i ilahînin başladığı yerdir. O varsa, ne gam var!..

*Bir intikam hissi değil.. “Allah kahretsin, cehenneme yuvarlasın” değil. Cenâb-ı Allah ıslah eylesin, mülayemet lütfeylesin, hakikati doğruyu göstersin. Bir yönüyle, ruh-u Muhammedî’den gelen tecellilerle onların ufkunu da açsın. Onların gözlerini de hakikate açsın ve onları da insanca yaşamaya muvaffak kılsın!..

Paralel (Söylemi) Nifakın Takıyyesidir!..

Soru: Bir zamanlar sürekli irticadan bahsedilir, mü’minler terörist gibi gösterilirdi. Şimdilerde irticanın yerini “paralel” paranoyası aldı; umum mü’minlere bedel de hususiyle Camia hedefe kondu. O günlerde “İrtica küfrün takıyyesidir!” buyurmuştunuz. Bugün için de “Paralel, nifakın takıyyesidir!” denebilir mi?

*O günlerde milletimizin hepsi bir irtica paranoyası yaşamıyordu. Bahsediliyordu; bir kesim tarafından mü’minler terörist olarak gösteriliyordu. Bu defaatle yaşandı. İşin hakikatini anladıkları zaman da çok defa hukuk sistemi doğru işledi. Beri tarafta, meseleyi uzaktan seyreden bir sürü vicdanlı insan vardı, onların da yürekleri yanıyor, vicdanları sızlıyordu. O en kötü dönemlerde bile -şöyle böyle- sizi himaye eden, sizin hakkınızda olumlu bahseden insanlara şahit olduk. 27 Mayıs’ta da, 12 Mart’ta da, 12 Eylül’de de aynı şeylere şahit olduk. Hatta denebilir ki, bir ölçüde 28 Şubat’ta da…

*Belli bir dönemde gerçekten Allah’a inanmış insanlar, yeniden ruhlarının abidesini ikame etmeye çalışan insanlar, Muhammedî (sallallâhu aleyhi ve sellem) ses ve soluğu dünyanın dört bir yanına duyurmak isteyen insanlar, ruh ve mana köklerinden gelen değerleri bir abide şeklinde bütün dünyanın gözüne sokmak isteyen insanlar, o irtica paranoyasıyla hep eziliyor, elekten geçiriliyordu. En yakın dönem itibarıyla Hazreti Pir’i ve talebelerini düşünebilirsiniz. O irtica paranoyası hiç durmadı ama belli bir kesim tarafından… Diğer yığınlar ve kitleler de o mevzuda o ölçüde duyarlı değillerdi, öyle bir şey olduğunun farkında bile değillerdi. Bir kesim zulüm yapıyor, haksızlıklarda bulunuyordu, beri tarafta bir şeyden anlamayan insanlar da “Galiba bunlar hak etmişler, ondan dolayı” diyorlardı. Şu anda da çokları tarafından söylenen sözler, “Oh oluyor!..” diyenler bile var.

*Birisi delice bir şey attı ortaya, diğerleri de onu dillerine pelesenk ettiler, tekrar edip durdular. “Hukukta böyle bir tarif var mı, bu dediğimiz şeyi yarın bize tarih sorarsa, hukukçular sorarsa, dünya bu meseleyi bize sorarsa diyeceğimiz bir şey var mı? En azından diyecek şey adına aklımızı kullanmalıyız. Bütün bütün akılsız davranmamalıyız.” Bunları düşünmeliydiler ama…

Milletin Yaptığını Yıkmaya Çalışmak Denâetin En Korkunç Şeklidir

*Elli defa yabancı misyon şefleriyle konuşuyorlar, o devlet adamlarına telefon ediyorlar. “Size şu avantajları tanıyacağız -bugüne kadar kimseye müyesser olmayan- o camianın açtığı okulları kapatalım. Dünyanın kurtuluşu bu okulların kapatılmasına bağlı!.”. gibi mantığı olmayan, insanî yanı olmayan, mürüvvetle irtibatı olmayan tahribat.. yapılmamış bir şeyi milletimiz yapmış, onu yıkmaya çalışma şenâetin, denâetin, fezâetin hiçbir kıstasla kabul edilemeyecek en korkunç şeklidir.

*Allah (celle celaluhu) o okulları/hizmetleri lütfediyor, şimdi onu yıkmak için uğraşıyorlar. Neye bağlayarak bunu? Bir dönemde başkaları irticaya bağlıyorlardı, irtica paranoyasıyla hareket ediyorlardı. Vakıa “irtica” deyip o paranoyayla açtıkları mahkemeler de beraatla sonuçlandı, temyiz de tasdik etti o meseleyi.

*“İrtica küfrün takıyyesiydi; bugün de paralel, nifakın takıyyesidir!” denebilir mi? Hiç tereddüt etmeden söyleyebilirsiniz. Çünkü bir-iki asırdan beri İslam dünyasında Müslümanlar, Müslüman görünenler arasında da bir sürü münafık var. Bu da o münafıkların takıyyesidir.

416. Nağme: Efendimiz’in Namazı, Secde Duası ve Hücre-i Saâdet

Herkul | | HERKUL NAGME

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, bu hasbihalinde şu hususlar üzerinde durdu:

*Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) şöyle buyurur:

أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌ

“Kulun Rabbisine en yakın olduğu an secde hâlidir.” Zira secdede, Allah’ın büyüklüğünü ifadenin yanında insanın kendi küçüklüğünü ortaya koyması gibi iki mülâhaza bir araya gelir; bu iki mülâhaza bir araya gelip örtüşünce de Allah’a en yakın olma hâli zuhur eder. Evet, kul, tevazu, mahviyet ve hacâlet içinde başını yere koyduğunda ve hatta mümkün olsa başını topraktan daha aşağı götürme azmiyle secdeye kapandığında Allah’a kurbet hâsıl olur.

*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in Hazreti Ebu Bekir’e öğrettiği ve secdede okunması tavsiye edilen dua şöyledir:

اَللّٰهُمَّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي ظُلْماً كَثِيراً، وَلاَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلاَّ أَنْتَ، فَاغْفِرْ لِي مَغْفِرَةً مِنْ عِنْدِكَ، وَارْحَمْنِي، إِنَّكَ أَنْتَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ

“Allah’ım, muhakkak ben nefsime namütenahî zulümde bulundum; günahları bağışlayacak Senden gayrı kimse yoktur. Nezd-i Uluhiyetinden hususi ve sürpriz bir mağfiretle beni yarlığa, bana merhamet et; şüphesiz ki Sen yegâne Gafûr ve Rahîm’sin.”

*Kanaatimce, İnsanlığın İftihar Tablosu’na nispet edilecek her şey “saadet”, “kutlu”, “mutlu” gibi sıfatlarla anılmalıdır. Bu mevzuda Kitap ve Sünnet’te bir şey görmedim; fakat, Efendimiz’e gönülden saygımızın ifadesi olarak, böyle davranmak gerektiğine inanıyorum. Halk “Hira Mağarası” diyor; bunu kullanmada bir mahzur olmayabilir; lakin Efendimiz’e saygının gereği olarak ona “Hira Sultanlığı” denmeli; “saadetli Hira yuvası” denmeli. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun hicret ederken tahassun buyurduğu yer hakkında Sevr Mağarası değil, “Sevr Sultanlığı” diyeceksiniz. “Kabr-i Saadetleri”, “mutlu kabirleri”, “kutlu kabirleri” diyeceksiniz. Hatta “makbûr” düşüncesini hatırlattığından dolayı ona kabir dememeyi tercih ederim. Bir yönüyle “ruhunun ufkuna yürüme limanı” derim. Saygınız ölçüsünde saygı görürsünüz.

*Hücre-i Saâdet o kadar dardı ki, -o hücreye canlarımız kurban olsun- Efendimiz’e rahat secde edecek kadar bile yer kalmıyordu. Âişe Validemiz’in naklettiğine göre, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) gece namaza durduğunda, secde edeceği zaman eliyle Hazreti Âişe’nin ayaklarına dokunuyor ve ancak o mübarek Validemiz ayaklarını çektikten sonra oraya secde edebiliyordu.

*İmam Bûsîrî, Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in ortaya koyduğu derin kulluğu anlatırken der ki:

ظَلَمْتُ سُنَّةَ مَنْ اَحْياَ الظَّلاَمَ اِلٰي

اَنْ اِشْتَكَتْ قَدَمَاهُ الضُرَّ مِنْ وَرَمِ

“Ben, ayakları şişinceye kadar geceleri ibadetle ihya eden O Zât’ın sünnetine, onu terk etmek suretiyle zulmettim.”

*Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) öyle derin bir kulluk ortaya koymuştu ki, dahası olmaz. Onun, sabahlara kadar ibadet ettiğini gören Hazreti Âişe Validemiz (bir rivayette de Hazreti Bilal), “Senin hiç günahın yok ki!” manasına “Biz sana aşikâr bir fetih ve zafer ihsan ettik. Bu da Allah’ın, senin geçmiş ve gelecek kusurlarını bağışlaması, sana yaptığı ihsan ve in’amı tamamlaması, seni dosdoğru yola hidâyet etmesi ve sana şanlı şerefli bir zafer vermesi içindir.” (Fetih, 48/1-3) ayetlerini okuyunca, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, “Beni onca nimetlerle serfiraz kılan Rabbime çok kulluk yapan, çok şükreden bir kul olmayayım mı?” şeklinde cevap veriyor ve yine kendine yakışan bir tavır sergiliyordu.