Posts Tagged ‘haysiyet cellatlığı’

Haftanın Hadîs-i Şerîfi: MEDYA SİLAHI MAZLUMLAR POLİGONU

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

عَنِ ابْنِ عُمَرَ أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ:

«مَنْ حَمَلَ عَلَيْنَا السِّلَاحَ فَلَيْسَ مِنَّا»

***

İbn-i Ömer’den (radıyallâhu anhüma):Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular:

“Bize silah çeken bizden değildir!”[1]

 ***

Semavi olsun gayr-i semavi olsun dinler ve bunun yanında bir takım ideolojiler, ferdi planda insan hayatının, içtimai manada ise bütün bir toplumun huzur ve saadetini temin etme adına bir takım hükümler ve sınırlamalar ortaya koymuşlardır. Bu manada İslam dini de toplumu oluşturan bünyenin yapı taşları mesabesinde olan insanların kendi aralarındaki saadet ve sükûnetini koruyucu bir takım hükümler vazetmiştir. Bu gayeyi tahakkuk ettirmeye matuf vaz’edilen hükümler üç temel kategoride ele alınmıştır ki bunlar; zarûriyyât (zarûrî), haciyyât (gerekli) ve tahsiniyyâttır (tamamlayıcı). Doğrudan alakası olması bakımından konumuzu “zarûriyyât” üzerinden değerlendirmeye çalışacağız.

Zarûriyyât: Temel hak ve hürriyetler açısından, insanın zaruret derecesinde ihtiyaç duyduğu maslahatların olmazsa olmazlarını ifade eder.[2] Başka bir yaklaşımla ise; bu maslahatlar ortadan kaldırıldığında ümmetin hali bozulmaya ve dağılmaya yüz tutar.”[3] İnsan ve toplumun saadeti adına “vazgeçilmezler” de diyebileceğimiz bu maslahatların hiç şüphesiz en önemlilerinden birisi ise “hayatın korunmasıdır”.

İslam’da yaşama hakkı insanın kendisinin dahi vazgeçemeyeceği haklardandır. Bundan dolayıdır ki İslam, insana verilen emanetlerden olan yaşama hakkına, değil bir başkasının saldırısına göz yummayı, kişinin kendi hayatına bu manada bir müdahalesini dahi yasaklamıştır. Bu yönü itibariyle yaşama hakkı, sözde sahibinin dahi saygı duyması gerekli olan bir kutsaldır. Sözde sahibidir, zira insan kendi hayatının dahi emanetçisidir.

Hadis-i şerifte ifade buyurulan “bizden değildir” ifadesi, bir mümini taammüden öldürmeyi helal kabul eden kimsenin dinden çıkacağını ifade etmek demek olup, sehven bir mümini öldürenin dinden çıkacağını ifade etmez. Zira hatayla bir Müslümanı öldürmek büyük günahlardan olmasına rağmen dinden çıkma sebebi değildir. Kişiyi din dairesinin dışına itecek olan şey bir Müslümanı taammüden öldürmeyi helal kabul etmektir. Zira bu Allah’ın haram kılmış olduğu bir şeyi helal itikat etmek demektir ki kişiyi küfre götüren de budur. O halde “bizden değildir” ifadesinin hamledileceği en ağır mana da bir mümine silah doğrultmanın ne denli büyük bir günah olduğunun en üst perdeden yasaklanması gayesine matuf bir tercihi söylemdir şeklinde olabilir. “Her günahta küfre giden bir yol vardır”[4] hakikatinden de hareketle denilebilir ki, bir Müslümanlara taammüden eziyet veren insanın, ümmet olmaktan kaynaklanan aidiyet duygusu ortadan kalkmış olacağı için kendisini İslam toplumunun bir ferdi gibi hissedemeyecektir. Neticede bu boşluk onu yeni yol arayışlarına sevk edecek, o da bu beyhude arayışla gidip batıl bir iskeleye aborda olacaktır.

Silah ve Medya

Hadis-i şerifte zikri geçen “silah” ifadesini mutlak manasına hamledip kişiyi cismen yaralayıcı yahut öldürücü bir mahiyeti olan; Asr-ı saadette kılıç vb., günümüzde ise patlayıcı her türden alet olarak kabul edebiliriz ki, ilk planda anlaşılması gerekli olan da budur. Fakat tesirleri açısından ele alındığında bugün kılıç ve patlayıcı bir aletten çok daha tesirli olan silahlar keşfedilmiştir. Bunlar; kendi varlığını zulmünün devamına raptetmiş olan zalimlerin elinde bir kitle imha silahına dönüşen kitle iletişim araçlarıdır. Hadis-i şerife bu zaviyeden yaklaşacak olursak zikrolunan “silah” kavramı, baskıyı, zorbalığı, zalimliği, tiranlığı, hak hukuk bilmezliği anlatan bir simge haline gelecektir ki; bu kavrama hadis-i şerif perspektifinden değil de mücerret bir bakışla bakacak olsak dahi ifade olunan bütün bu manaları muhtevi bulunduğunu göreceğiz.

Evet, savaşın mahiyeti değişmiştir zira artık savaşlar ekranlar ve klavyelerle verilmektedir. Kitle iletişim vasıtalarının bir kitle imha silahı gibi kullanıldığı yerde ise tabi olarak hedef de insanların şahsiyet, itibar ve onurları olmuştur. Oysa şeref ve haysiyet söz konusu olduğunda şerefli pek çok insan için hayat denilen şeyin kıl kadar değeri yoktur. Şayet bu türden saldırılar, umumi bir heyet için maksatlı olarak yapılıyorsa insanlar nazarındaki itibar zedelenmesinin mağdurlar cephesinde hâsıl edeceği çöküntüyü tahmin etmek zor olmasa gerek. Bu öyle bir silahtır ki, bedende açılan bir yaranın tedavisi birkaç ayda mümkün iken zihinlerde ve algılarda meydana gelen yaralanmaların kabuk bağlaması uzun yıllara vabestedir. Zira bunun adı haysiyet cellatlığıdır.

Böyle bir silahın verdiği zararı artırma hususunda doğrudan katkısı olan unsurlar da vardır ki bunların en başta geleni “toplumun eğitim seviyesi”dir. Evet, medya silahı tesirini en çok da hadiselerin arka planını göremeyen, bugün kara dediğine yarın ak diyen, duyduğu, gördüğü, varsa okuduğu en son şeyin yönlendirmesi ile hareket eden, en muteber haber kaynağı olarak televizyonunu gören ve netice olarak da “bu denli bir cehalet ancak eğitimle olur” ironisine muhatap olan insanlar üzerinde icra eder.

Bir diğer unsur ise, Osmanlı’da rüsum uleması da denilen günümüzün sözde aydınlarıdır ki bunlarda ilim, merkebin boynundaki elmas kolye kadar gariptir. Okudukları kitapların altı çizili yerlerine bir göz atsanız, sadece kendi dünyevi menfaatlerini temin etme yollarını anlatan kısımlar olduğunu görürsünüz. Böylesi ekran aydınlarının da omurgalı bir duruş sergilemesi, mazlumun yanında yer alması ya mümkün değildir ya da uzun ömürlü değildir. Zira ne ciğerleri bu derin suları aşacak güçtedir ne de yürekleri hakkın yanında olmanın bedelini ödemeyi göze alacak babayiğitlikte. O yüzdendir ki bu sözde aydınlar da duruşlarındaki yamukluk ile bu silahın gözde ekipmanlarındandır.

Böyle bir silahın hedefi haline getirilen mazlum ve mağdurlar ise, içtimai hayattan dışlanmalara maruz kalmaları yetmiyormuş gibi, atılan iftira, yalan ve tezvir mermilerinin zihinlerde açtığı yaraları sarmakla meşgul olmaktan, aslında ne olduklarını anlatmaya fırsat bulamamaktadırlar. Oysa inanan insanlara yapmadıkları işlemedikleri bir günahtan dolayı zulmetmek apaçık bir günah, bir vebal, bir zulümdür. وَالَّذِينَ يُؤْذُونَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ بِغَيْرِ مَا اكْتَسَبُوا فَقَدِ احْتَمَلُوا بُهْتَانًا وَإِثْمًا مُّبِينًاMümin erkekleri ve mümin kadınları yapmadıkları bir işten dolayı suçlayanlara gelince, onlar iftira atma suçu işlemiş ve böylece açık bir günaha girmişlerdir.”[5] buyuran Rabb’imiz iftira ve bühtanlarda bulunmak suretiyle masum insanlara zulmetmenin hasıl edeceği acı neticeyi nazara vermektedir.

Hadis-i şerif inananların birbirlerinin hak ve hukukuna asla tecavüz etmemeleri gerektiğinin en ağır bir dille ihtarıdır, ikazıdır. Zira insanlığa dair bütün değerlerin en göz alıcı temsilcisi olan Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem) meseleyi imandaki noksaniyetten kaynaklanan bir problem olarak değerlendirmişler ve bu haklara tecavüz eden bir kimse için “bizden değildir” buyurarak adeta bir ültimatom vermişlerdir.

Hadis-i şerifte kişinin din kardeşinin hukukuna saygı göstermesinin iman zemininde değerlendirilmesi ayrıca şu hususu da çağrıştırmaktadır. Denilebilir ki mümin; başkalarının hak ve hukukuna tecavüz etmeyeceği noktasında kendisinden emin olunan kimsedir. Zira iman ve emniyet aynı kökten türemiş iki kelimedir. Mümin, sair insanlara bu manada emniyet ve güven telkin edemiyorsa yahut insanlar bu manada kendilerini emniyette hissetmiyorlarsa, bu kişinin kendi imanını gözden geçirmesi adına başka delil aramasına gerek yoktur. Zira اَلْمُسْلِمُ مَنْ سَلِمَ الْمُسْلِمُونَ مِنْ لِسَانِهِ وَيَدِهِ  “Gerçek Müslüman, elinden dilinden Müslümanların emniyet ve esenlikte olup (zarar görmedikleri) kimsedir.”[6] buyuran Fahr-i Kainat Efendimiz, iman iddiasının ispatını, inananların birbirlerine verdikleri emniyet hissine bağlamışlardır ki bu, zulümle bir netice elde edeceğini vehmeden evhamlı ruhların hakka rücu etmeleri adına önemli bir mikyastır.

Unutmayalım! “Kuvvet ve kudretine bel bağlayıp zayıfları hor görenin kuvveti de kudreti de başına belâ olur!”

[1] Sahih-i Müslim, İman, 161.

[2] Cüveynî, el-Bûrhân fî Usûli’l-fıkh.

[3] İbn Âşûr, Muhammed et-Tâhir, Makâsıdü’ş -Şerîati’l-İslâmiyye.

[4] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, İkinci Lem’a, Birinci Nükte.

[5] Ahzab sûresi, 33/58.

[6] Sahih-i Buhari, İman 4; Ebu Davud, Cihat, 2.

Sefa Salman

Haftanın Hadîs-i Şerîfi: DİL BELÂSI

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

“Saf fıtratın tezahürü, temiz yaratılışın gün yüzüne çıkması ve ruhun dış aynada yansıması”[1] şeklinde tarif olunan güzel ahlâk; insanlık tarihi boyunca kaynağı semavî olsun olmasın bütün dinlerin kendi müntesiplerinin, dolayısıyla da faziletli bir toplum rüyasını tahakkuk ettirebilmeleri adına insanların özüne katmayı hedefledikleri son derece önemli bir mayadır. İnsanoğlu, kendisini bu temel hedefe ulaştıracak iyi ve güzel olanı tercihe meyyal bir fıtratta yaratılmış olmasına karşın, yine kendisini bu temel hedefin çok uzağına düşürecek şeytan, nefis, heva ve heves gibi birtakım beşeri zaaflarla da kuşatılmıştır “Ona hem kötülük hem de ondan sakınma yolu ilham eden hakkı için! Nefsini maddi manevi kirlerden arındıran, felâha erer. Onu günahlarla örten ise ziyana uğrar.”[2] beyanı bu hakikatin bir ifadesidir. İnsan vardır, Cenâb-ı Hakk’ın -tabiri caizse- ruhuna saçmış olduğu bu güzel ahlâk tohumlarını sular ve neşv-ü nema bulması için emek sarf eder ve kazanır. İnsan da vardır, melekleri aşkın yüksek faziletleri elde edebilme potansiyeliyle donatılmış pak ruhunu, ahireti adına hiçbir hayat emaresi taşımayan boş emel ve amellerle heder eder ve neticede kaybeder.[3]

 Gerçek mümin; hâl, ruh, söz ve tavırlarıyla bir nezaket, nezahet ve incelik abidesi örnek bir insandır. Dil ise -iyi olsun kötü olsun- insanın ruhunda yeşerttiği, besleyip büyüttüğü bu erdemleri yahut karakter bozukluklarını dışa aksettirmede bir vasıtadır. Ne var ki, bu aksettirmenin zararı sadece seslendirmekten ibaret değildir. Zira dilden sürekli sadır olan incitici, kırıcı, yaralayıcı, rencide edici, onur zedeleyici her söz, toplumun tepki mekanizmasının duyarlılığını da zedeleyeceği için, böyle bir zarar, zamanla bu türden ahlak bozukluklarının toplum bünyesinde daha kolay zemin bulmasını netice vermektedir. Bu ise ahlaki çöküntüden kurtulma adına, artık yapılacak pek bir şeyin kalmadığı son merhaledir. Toplumsal bünyeyi temelinden sarsan bu türden seviyesizliklerin önünü almak adına, bütün güzel ahlâkın mecmaı ve mahzeni olan Efendimiz (sallâlahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyururlar:

 

عَنْ عَبْدِ اللهِ بْنِ مَسْعُودٍ، قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:

«سِبَابُ الْمُسْلِمِ فُسُوقٌ وَقِتَالُهُ كُفْرٌ»

“Müslümana sebbetmek (şerefine, namusuna, dinine, imanına, hâsılı insanlık ve Müslümanlık değerlerine söz etmek, saldırıda bulunmak) fasıklıktır. Müslümanı öldürmek ise küfürdür.”[4]

Bu hadis-i şerif, inanan insanların dinine, imanına, şeref, haysiyet ve namusuna yönelik her türden incitici, yaralayıcı ve rencide edici sözün en üst perdeden yasaklanmasının ifadesidir. Hadis-i şerifte geçen “fısk” ifadesi, Kur’an ve sünnet ölçüleriyle tespit edilmiş olan hak yoldan inhiraf (sapmak) demektir. “Şeytan, Rabbinin emrinden çıktı”[5] ayetindeki “فَفَسَقَ” fiilinin ifade ettiği mana da hadis-i şerifteki bu manaya mutabıktır.

İşte, bir Müslümana sövüp saymak, onu incitici, yaralayıcı, onuruna dokundurucu sözlerle üzmek, tam da böyle bir fasıklıktır. Aleyhissalâtu Vesselam Efendimiz’in, bir mümine eziyet veren kimselere fasık hükmünü vermesinin yanı sıra bir zimmiye eziyet edenin hasmı olacağını buyurmaları[6] halâ kulak verebilecekleri bir vicdanları bulunanlara ne de çok şey fısıldar.

Ya Bu Türden Haysiyet Cellatlığını Yayma Günahını İrtikâp Edenler?

 “Çirkin laf edenle onu yayan, günah işlemekte eşittir.”[7] buyuran Hz. Ali efendimiz (radıyallâhu anh) ise, tepeden tırnağa mezmum bir haslet olan fasıklığın farklı bir yönüne işaret etmektedir. Evet, inananlar aleyhine -güncel ifadesiyle- şahsiyet cellatlığı yapmak nasıl çirkin bir haslet ve günah ise, bunu yaymak da en az bu türden denaetleri irtikâp edenlerin yaptıkları kadar çirkin ve bedeli ağır bir ameldir.

Asr-ı saadette bu türden yaralayıcı ve tezyif edici denaet ve şenaetleri ortaya atma ve yayma vazifesini irtikâp edenler, Kur’an’ın “karaktersizlikleriyle”[8] sık sık nazara verdiği İbn-i Selül ve o karakterin mümessili insanlardı. Fakat hususiyle “ahir zamanda” yaşanan birtakım hadiseler bize gösterdi ki, bu türden cinayetler, âdil-i mutlak olan bir Allah’a (cc), menba-ı nezâket olan bir Resul’e (sallâlahu aleyhi ve sellem), inandığı iddiasında bulunan Müslümanlardan da sadır olabilir. Aynı hedefe, benimsedikleri farklı yöntemlerle gitmeyi tercih etmiş ümmetin farklı hareketleri arasında meydana gelen kundaklamaların odununun da benzininin de kibritinin de temin edicisi bu sözde Müslümanlar olabilir. Ele geçirdikleri kitle iletişim vasıtalarını, bir kitle imha silahıymışçasına kullananların arkasından da yine bu İbn-i Selül karakterini taşıyan Müslüman görünümlüler çıkabilir. Bunlar ele geçirdikleri iletişim araçları vasıtasıyla samimi müminler aleyhinde haysiyet cellatlığı yaparlar. Bu karakterde olan sözüm ona insanlar, menfaat ibreleri neyi işaret ediyorsa ona göre bir strateji güder, birilerinin toplum nazarındaki itibarları kendi aleyhlerine ise çamur atmaya koyulur, dürüstlük ve samimiyetleri kendi ihanetlerini gizlemenin önündeki en büyük engelse, gider karalama, iftira ve tezvire başvururlar. Oysa bilmezler ki, zaten çamura bulanmış olan ellerini, daha da çamura bulamadan temiz insanlara çamur atmaları mümkün değildir. Daha trajik olanı ise, bütün bu irtikâplarını dine hizmet kisvesi altında işlemeleridir. Bu da, karakter fukarası bu insanların toplum bünyesinde fark edilmesi güç, ne denli sinsi bir ur olduklarının üzücü bir örneğidir.

Bir örnekle meseleyi biraz daha vuzuha kavuşturabiliriz:

Denilir ki; yavrusunu yemeyi kafaya koyan bir kedi, önce onu zihninde fareye benzetirmiş. Aynen öyle de, günümüzün kedi karakterli “sultanları!” da yemeyi gözüne kestirdikleri bir takım insanları, önce yiyebilecekleri bir şeye benzetiyorlar. İlk olarak itibar ve saygınlıklarını yok edip, biçtikleri deli gömleğini onlara giydirmek suretiyle yok etmenin toplumsal zeminini oluşturuyorlar. Onları “millete ihanet eden, falan ülkenin emellerine hizmet eden vatan ve millet düşmanı insanlar vs.” olarak lanse ediyorlar. Zira yemeyi meşrulaştırmanın yolu, zulüm ve haksızlığa karşı toplumu harekete geçiren sinir uçlarını törpülemek ve bu suretle de insanlardan gelebilecek muhtemel tepkilerin önünü almaktan geçmektedir.

Bu Türden Sistemli Karalama Çalışmalarına Karşı Mümin Duruşu!

İnananlar, bu tür hakaretlerle söven ve hücum eden fasıklara karşı kendilerini asla cevap pozisyonunda konuşlandırmamalı ve bundan da asla müteessir olmamalıdırlar. Zira Fahri Kâinat Efendimiz “Biri sana dil uzatır ve sende olmayan bir kusurla seni ayıplarsa, sen onu sahip olduğu kusurla dahi ayıplama. Onu, günahı kendine, sevabı sana olduğu halde terk et. Kimseye asla sövme.”[9] buyurmak suretiyle, güzel ahlâkla muttasıf bir müminin asil duruşunun böyle olması gerektiğinin altını çizmektedirler. Gadrin her türlüsüne maruz bırakılan bu insanlar, güçleri yettiğince mukabele-i bil-misili[10] dahi düşünmemeli ve asla haddi aşıp işi zulme vardırmamalıdırlar. Zira üslûb-u beyan aynıyla insandır.

Öte yandan; “hak ve hakikati tebliğ ve temsilde üslûbun ne denli ehemmiyet arz ettiği açıktır, ancak bu mevzuda asıl önemli olan onun temadi ve sürekliliğidir. Zira siz bir yerde saygılı davranır, yumuşak söz ve yumuşak tavırlarla muhatabınızın gönlüne girersiniz, ancak beklenmedik çirkin bir söz ve tavır karşısında hemen harekete geçer, aynıyla mukabelede bulunur, taviz verip üslûbunuzdan vazgeçerseniz bu durum muhatabınızda itimat ve güven erozyonuna sebep olur, kredinizi alır götürür. Böyle bir duruma düşmemek için doğru bilip doğru kabul ettiğimiz disiplin ve esaslara kendimizi alıştırmalı ve her türlü durumda onlara bağlı kalma azminde olmalıyız ki, falso yapmayalım, bir yerde yaptığımızı başka bir yerde kendi elimizle yıkmayalım.

Evet, biz, temelde dövene elsiz, sövene dilsiz ve kırsalar da kalbimizi gönülsüz yaşama üslûbunu tercih etmiş, düstur edinmiş, “yol bu” deyip onda karar kılmışsak, artık hiç taviz vermeden bu kararın arkasında durmalı, her hâlükârda onun gereklerini yerine getirmeye çalışmalıyız.”[11] Zira üslubumuzu kurban verdiğimiz bir mücadeleden muzaffer olarak çıkmamızın bir önemi olmadığı gibi böyle bir zaferin kalıcılığı da söz konusu değildir.

Cenâb-ı Hak biz inananları, hal ve kelâmıyla hayatının bütününü Hak rızasına endeksli olarak yaşamış olan Habib-i Edip’ine lâyık ümmet eylesin!

Sefa Salman

***

[1]. Bkz. M. Fethullah Gülen, İnancın Gölgesinde II, s.38.

[2]. Şems sûresi, 91\8,9,10.

[3]. Bkz. İşarâtü-l İ’câz, s.173

[4]. Müslim, İman, 116.

[5]. Kehf sûresi, 18\50.

[6]. El-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr: VI /19, hadis no: 8270

[7]. Beyhakî, Şuabu-l İman

[8]. Bkz. A’raf sûresi. 7\129,131,134,135,138,148,162,163,

[9]. Câmiü’s-Sağîr, 1/66

[10]. Onikinci Şua, s. 292.

[11]. Bkz. M. Fethullah Gülen, Kalp İbresi, Üslupta İstikamet