Posts Tagged ‘Hac’

Bir Kurbet Vesilesi: Kurban

Herkul | | KIRIK TESTI

Mebdede her şey küçük bir açıyla başlar. Daha sonra arkadan gelenler o işe sahip çıkar, omuz verir, yeni yol ve metotlar geliştirir, farklı alternatifler ortaya koyarlar. İşte kurban da, bir dönem ülkemizde insanların sadece ferdî olarak yerine getirdikleri ve kestikleri kurbanın etini, konu komşuya dağıttıkları bir ibadet iken zamanla gerek ülke içinde, gerekse dünyanın değişik yerlerinde gönüllere ulaşma adına önemli bir vesile hâline gelmiştir.

   Kurban ve Îsâr Hasleti

Cenâb-ı Hak ikinci sûre-i celilenin hemen başında: وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ “Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.”[1][1] buyurarak mülk sahibinin Kendisi olduğuna, bizim ise birer emanetçi konumunda bulunduğumuza işaret ediyor. Yani bizim verdiklerimiz esasen Cenâb-ı Hakk’ın bize ihsan ettiği nimetlerdir. Allah Teâlâ, “Rızkı veren Biziz.” buyurarak, biter, tükenir endişesine kapılmamamız gerektiğini hatırlatıyor. Bu husus başka bir âyet-i kerimede daha sarih olarak şu şekilde ifade edilir: إِنَّ اللهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ “Bütün mahlûkların rızkını veren Rezzak-ı Âlem, her şeye güç yetiren kuvvet sahibi Hazreti Allah’tır.”[2][2]

Aslında bir insanın, ister zekât, ister fıtır sadakası, isterse kurban olsun sahip bulunduğu imkânlardan başkalarına vermesi, meselenin minimum yanını ifade eder. Yani bunun mânâsı, “Eğer bunu da yapmazsanız kendinize bir yer arayın!” demek gibidir. Meselenin maksimumu ise şu âyet-i kerimeyle hedef gösterilmiştir: وَلَا يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ “Onlar, mü’minlere verilen şeylerden nefislerinde herhangi bir sıkıntı duymaz ve muhtaç olsalar bile onları kendilerine tercih ederler.”[3][3] Bu ruhla hareket eden insan, zamanını, imkânlarını, ilmini, irfanını, servetini, düşünce ufkunu, kısaca Allah’ın kendisine vermiş olduğu her şeyi son kertesine kadar insanların istifadesine sunacak, günümüzdeki yaygın kullanımıyla elindekileri başkalarıyla paylaşacaktır.

İşte kurban mevsiminde de, Müslümanlar lâakal bir kurbanla hiss-i semahatlerini ortaya koyacak, gönülleri fethedecek ve kestikleri kurbanların etlerinden tatmayanlara tattıracaklardır. Bir hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, Cenâb-ı Hak da kesilen kurbanları sahipleri için öbür tarafta en çok ihtiyaç duyacakları yerde bir binek yapacaktır.[4][4] Bu durum karşısında insan orada bir taraftan takdir duyguları, diğer taraftan da taaccüp hisleriyle “Acaba şu kurbanlardan hangisine binsem?” diyecektir.

Resûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât) bir hadis-i şeriflerinde: مَنْ كَانَ لَهُ سَعَةٌ وَلَمْ يُضَحِّ فَلَا يَقْرَبَنَّ مُصَلَّانَا “İmkânı olup da kurban kesmeyen bizim namazgâhımıza yaklaşmasın!”[5][5] buyurarak imkânı olan herkesin kurban kesmesini istemiştir. Bu hadis-i şerifte kurban kesmeme fiili çok ağır bir tehdide bağlandığından dolayı, Hanefî fukahası hadis lafzının lâakal vücuba delâlet edeceğini söylemiştir.[6][6] Yani nasıl ki, zekât için gereken nisap miktarı mala sahip olan herkesin, zekât vermesi farz ise, aynı şekilde kurban kesme imkânına sahip olanların da kurban kesmeleri vaciptir. Kurban vacip bir ibadet olduğuna göre imkânı olan herkesin kurban kesmesi gerekir. Zira hiç kimse Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Bizim namazgâhımıza yaklaşmasın!” tehdidine muhatap olmayı istemez. مَنْ كَانَ لَهُ سَعَةٌ “imkânı olan” ifadesinden şöyle bir mânâ da anlaşılıyor. Demek ki toplumda imkânı olanların yanında imkânı olmayan insanlar da bulunacak. İşte bu durumda imkân sahiplerinin Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine ihsan ettiği nimetlerde fakir fukaranın da hakkı olduğunu unutmayarak onları görüp gözetmesi gerekiyor. Yani kurban kesen insanlar, kestikleri kurbandan, kendilerinden düşük seviyede olan kimseleri de istifade ettirmelidirler.

Bir âyet-i kerimede ise, لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ “Sevdiğiniz mallarınızdan infak etmedikçe birr u takvaya ulaşamazsınız.”[7][7] buyrularak sevilen malların infak edilmesi teşvik ediliyor. O hâlde insan ahirette sırtına bineceği kurbanlığını semiz hayvanlardan seçmelidir. Zaten bir hayvanın kurban olabilmesi için kör, sakat, aksak olmama gibi belirli şartları haiz olması gerekir. Çünkü yapılan her şey âlem-i misaldeki şekilleriyle öbür tarafta insana dönecektir. Ahiret âlemini bilemediğimizden, oradaki şeyleri bir kalıp içine koymamız mümkün olmadığından, bunların bize dönüşünün nasıl olacağını bilemiyoruz. Ama bunlar belki bir uçak, belki bir gemi, belki bir sandal, belki de yağız bir at gibi önümüzde temessül edecektir. Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin enginliği ve vaatlerinin doğruluğu zaviyesinden meseleye bakacak olursak, bunların mutlaka bir şekilde bize geri döneceğini söyleyebiliriz.

Hazreti Âişe Validemiz’in rivayet ettiği bir hadis-i şerife göre, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) kestiği kurbanın üçte ikisini dağıtmış ve evdekileri mahrum etmeme adına üçte birini de bırakmıştır.[8][8] Kestiği kurbanının etini sünnete uygun olarak değerlendirmek isteyen bir insan için ölçü budur. Fakat bir ailede bütün aile fertleri adına kurban kesiliyorsa, bu durumda daha farklı bir taksime de gidilebilir. Mesela böyle bir durumda kesilen kurbanlardan birisini veya onun yarısını ya da üçte birini eve bırakıp diğerleri tevzi edilebilir. Bu şekildeki bir taksimatla insan, hem yakınındakileri kurban etinden mahrum etmemiş, onlara bu etten tattırmış veya onların göz hakkını eda etmiş olur, hem de fakr u zaruret içinde bulunan diğer insanlara el uzatmış, onların temel bir ihtiyacını gidermiş, farklı kesim ve topluluklar arasında sevgi ve şefkat köprüleri kurmuş olur.

   Civanmertliğin Tabiat Hâline Gelmesi

Başta da ifade edildiği gibi bir dönem ülkemizde, herkes kurbanlarını kesiyor, bir miktarını kendi evinde bırakıyor, kalan kısmı da konu komşuya dağıtıyordu. Fakat bir gün geldi ki, kurban, sadece kendi mahalle ve köyümüzde değil, daha geniş bir dairede muhtaç insanlara ulaşmak için bir vesile hâline geldi ve imkânı olanlar, bu istikamette taahhütlerde bulundu. Bundan sonra bazıları bir taneyle iktifa etmeyerek iki tane, üç tane, hatta on tane, yirmi tane, otuz tane kurban vermeye başladılar. Bu, aynı zamanda civanmertliğin gelişmesinin ve verme duygu ve düşüncesinin tabiatlara mâl olmasının bir ifadesiydi. Ayrıca işin açıktan açığa yapılması insanların ruhunda bir teşvik tesiri meydana getiriyordu. Böylece verilen kurbanlarla ülkemizin dört bir tarafındaki fakir fukaraya sahip çıkılmaya başlandı. Yakın dairede bu işin oturduğunu görenler bu sefer, “Haydi, şimdi biz bu işi Allah’ın izni ve inayetiyle daha geniş bir dairede yapmaya çalışalım.” dediler ve mebdede küçük bir açıyla başlayan bu kurban hizmeti günümüzde muhit hattına ulaşınca kocaman bir alan teşkil etti. Bu fedakâr ruhlar, neredeyse Afrika’da gidilmedik ülke bırakmadılar. Zira ciddî derecedeki fakirlik daha çok bu kıtadaki ülkelerde bulunuyor. Oralarda yaşayan insanların birçoğu belki senede bir kere bile et yiyemiyorlar. İşte bunu bilen îsâr ruhlu arkadaşlar kurban taahhüdünde bulunmaya ve bu kurbanları oralara kadar ulaştırmaya başladılar.

Tabiî sadece Afrika’da değil, ülkemizin fedakâr insanları yeryüzü coğrafyasında, bulunduğu hemen her yerde kurbanlar kesip çevresindeki insanlara dağıtmaya başladı. Böyle bir hizmet farklı kültür ve anlayıştaki insanlara çok cazip geldi. Kestiğiniz bir kurbanın etini pişirerek veya pişirmeden götürüp o insanlara ikram etmeniz onların daha önce hiç görmedikleri, duymadıkları yeni bir şeydi. Kendi dünyalarında böyle bir uygulama yoktu. Evet, iki bardak çayı garanti altına almadan bir bardak çay ikram etmeme ahlâkının hâkim olduğu beldelerde, sizin bu tavrınız yeni bir ses ve soluktu. Bu vesileyle o insanlar, sizdeki bu güzel değerleri fark etti, İslâm’ın sehavetini, Müslümanların semahatini, îsâr ruhunu, kendi yemediği hâlde başkalarına yedirme duygusunu gördü ve neticede sizin temel dinamiklerinize karşı ciddî bir alâka ve sevgi duymaya başladılar. Kanaatimce, küreselleşen bir dünyada bu tür faaliyetler farklı kültürler arasında sevgi ve diyalog köprülerinin kurulması adına önemli bir vesiledir. Bu istikamette yapılan faaliyetler belli bir kerteye ulaşmıştır. Fakat mevcutla iktifa dûn himmetlik olduğundan[9][9] sürekli çıtayı yükselterek koşmak hedefimiz olmalıdır.

Meselenin bir diğer yanı da şudur: Siz her sene formatla oynayarak yaptığınız işlere yeni bir renk, yeni bir desen ilâve etmek suretiyle onu hep cazip göstermeye çalışmalısınız. Mesela kurban eti dağıtmanın yanında, hangar gibi depolar oluşturabilir, buralarda insanların kullanmadıkları eşyaları, elbiseleri toplar, sonra da bunları götürür fakir insanlara dağıtırsınız. Çünkü gidilen ülkelerde öyle yerler var ki, oralarda insanların üstlerine giyebilecekleri doğru dürüst bir elbiseleri dahi yok. Bakıyorsunuz, bir tarafta büyük gökdelenler var, fakat öbür yanda sizin varoş dediğiniz muhitlerden daha beter durumda olan insanlar. Hele Afrika’da öyle fakir ülkeler var ki, oralara yapılacak bir damlacık yardım dahi oradaki muhtaçlar için çok şey ifade edecektir. Dolayısıyla her defasında yaptığımız işlere yeni renkler, derinlikler ilâve ederek insanların yüzünü güldürmeye çalışmalıyız. Zira onların yüzünün gülmesi bizim de yüzümüzün gülmesine vesile olacaktır.

Bizim bu gayretlerimiz neticesinde Cenâb-ı Hak nasıl inayet eder, önümüze hayır adına daha başka hangi kapılar açar, bilemiyoruz. Bu sebeple her seferinde formatla biraz oynamalı, değişikliğe gitmeli, bazı orijinal katkılar yapmalı ve sürekli o insanların gönüllerini imar ve ihya etmeye çalışmalıyız. Sonra Cenâb-ı Hak ne yapar onu da Kendisi bilir. Hazreti Pîr’in yaklaşımıyla biz vazifemizi yapar, şe’n-i rubûbiyetin gereğine karışmayız.[10][10]

   Kurbanla Gelen Sürprizler

Aslında bütün ibadet ü taatlerde Allah’a kurbeti hedefleme, “Allah’ım, ben bu ibadetimi Senin için yaptım.” deme ve bunu içten içe duyma esas olmalıdır. İnsan, hayatını âdeta bu düşünceye kilitli olarak götürmelidir. Bu açıdan kurban ibadetini eda ederken de kasdü’l-kalb olarak tarif ettiğimiz niyeti çok sağlam tutmak gerekir. İnsan, “Allah’ım, Sen hayvan boğazlamamı istedin, ben de bu emri yerine getiriyorum. Eğer kendimi boğazlamamı emretseydin ben seve seve bu emri de tatbik ederdim. Eğer dinimi, namusumu, nefsimi, malımı veya ülkemi müdafaa adına bir cephe teşkil etmek icap ediyorsa ben ona da amade ve teşneyim.” diyecek kadar samimî olmalıdır. Yani insan canın yongası olan malını verirken aynı zamanda verebileceği şeyleri de hatırlamalı ve emre amade olduğunu göstermelidir. Nitekim Hazreti İbrahim ve İsmail’in durumu anlatılırken, فَلَمَّۤا أَسْلَمَا وَتَلَّهُ لِلْجَبِينِ “İkisi de Hakk’a inkıyat edip teslim olunca O, kurban etmek üzere oğlunu yere serdi.”[11][11] buyrularak, onların ubûdiyetteki sırrı ve emre itaatteki inceliği kavradıklarına ve ona göre bir tavır aldıklarına işaret edilmiştir.

Eğer bir insan kurban ibadetini baştan böyle sağlam bir niyete bağlarsa, onun kurbanla ilgili bütün fiilleri ibadet hükmüne geçecek, böyle hayırlı bir iş yolunda yapılan diğer ameller de o hayırlı iş gibi sevap olarak geriye dönecektir. Yani kişinin pazara gidip kurban alması, boynuna ip geçirip onu bir yere bağlaması, sonra onu bir arabaya yükleyip mezbahaya götürmesi, belki birkaç gün onun başında durması, beklemesi veya evine getirip onu yemlemesi, ardından götürüp kesmesi, kestikten sonra etini tevzi etmesi gibi ucu size dokunan ne kadar iş varsa bunların hepsi birer sevap olarak amel defterine kaydedilecektir. Diğer yandan hayvanın boğazına bıçağı çalma, onun çırpınması, kanının akması… gibi rikkat-i kalbiye ve şefkat hislerinize rağmen emre itaatteki inceliğe bağlı olarak yerine getirdiğiniz ameller de ayrı bir sevap olarak hasenat defterinize yazılacaktır.

Burada yapılan bütün bu amelleri, bir yönüyle basit ve küçük görebilirsiniz. Fakat öte tarafta bunlar geriye döndüğünde hayret ve şaşkınlık içerisinde, “Allah’ım, Sen ne ganiymişsin. Bu küçük şeyleri aldın, nemalandırdın, büyüttün, genişlettin, farklılaştırdın, ebedileştirdin ve şimdi de bize sunuyorsun.” diyeceksiniz. Bu açıdan insan burada kurban ibadetini bir iç zenginliği ve kalb itminanıyla yerine getirmelidir. لَنْ يَنَالَ اللهَ لُحُومُهَا وَلَا دِمَۤاؤُهَا وَلٰكِنْ يَنَالُهُ التَّقْوَى مِنْكُمْ “Fakat onların ne etleri, ne de kanları Allah’a ulaşır. Lâkin O’na ulaşan tek şey, kalblerinizde beslediğiniz takvadır, Allah saygısıdır.”[12] âyet-i kerimesinde de bu hususa işaret edilmektedir. Evet, eğer insan Allah’la irtibat, Allah’la münasebete geçme veya Allah’ın muamelesine bir vesile olması gibi mülâhazalara gönlünü bağlayarak bu ibadeti îfa ederse, öbür tarafta çok farklı zenginlik ve sürprizlerle karşı karşıya kalacaktır.

   Soru: Efendim, Kurban bayramından önce bazıları, “kurban kesme yerine sadaka verilse” şeklinde tekliflerde bulundular. Dinimize göre, bir ibadetin yerine başka bir hayırlı işin ya da ibadetin konulması söz konusu mudur?

Cevap: Belli maksatlarla ortaya atılan, bir demogojiden öte kıymet ifade etmeyen ve halkın zihninde dinin emirlerine karşı şüpheler bırakmaya matuf olarak seslendirilen bu tür sözlere değinmeyi hiç istemiyorum. Aslı herkesçe malum olmasına rağmen kasdî olarak tekrar tekrar söz konusu edilen meselelerde bir yönüyle tartışmalara dahil olmanın fayda değil zarar getireceğini düşünüyorum. Çünkü, dinimizde kurbanın yeri bellidir ve zannediyorum, işin uzmanları başta olmak üzere halkımız onun kıymetini çok iyi bilmektedir.

Son günlerde çokça duyup dinlediğiniz gibi kurban, lügatlere göre “yaklaşmak” manasına gelmekte ve Allah yolunda malın, canın, her şeyin feda edilebileceğini, Allah’a teslimiyeti ve O’na karşı şükür hisleriyle dolu olmayı ifade etmektedir. Kurban kesmek, Kitap, Sünnet ve icmâ-ı ümmet ile sabittir. Kur’ân-ı Kerîm’in, “Rabbin için namaz kıl ve kurban kes” (Kevser, 108/2) mealindeki ayetle, bildiğimiz kurbanı işaret ettiği hususunda İslâm ulemasının çoğunluğu aynı görüştedir. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem de, İbn Mâce’de ve Müsned’de geçen bir hadis-i şerifte “İmkânı olup da kurban kesmeyen bizim namazgâhımıza yaklaşmasın” buyurmuştur. Bu ve benzeri nasslardan hareket eden Hanefi fukahâsı kurban kesmenin vâcip olduğu kanaatine varmışlardır. Müsadenizle ben, kurbanı kimler kesmeli, kurbanlıkta aranan şartlar nelerdir gibi mevzuyla alakalı hususları ilmihal kitaplarına havale ederek, sorunuz münasebetiyle, bir başka meseleyi hatırlatmak istiyorum:

Kur’an- Kerim, Mâide Suresinin 27-29. ayetlerinde bize, Hazreti Adem’in iki çocuğunun kıssasını anlatır: Cenabı Allah buyurur ki, “Onlara Âdem’in iki oğlunun gerçek olan haberini oku: Onların her ikisi birer kurban takdim etmişlerdi de birininki kabul edilmiş, öbürününki kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen, kardeşine: “Seni öldüreceğim” dedi. O da: “Allah, ancak müttakilerden kabul buyurur, dedi. Yemin ederim ki, sen beni öldürmek için el kaldırırsan da, ben seni öldürmek için sana el kaldırmam. Çünkü ben âlemlerin Rabbi Allah’tan korkarım. (Öyle bir şey yaparsan) dilerim ki sen, kendi günahınla beraber benim günahımı da yüklenesin de cehennemliklerden olasın. Zalimlerin cezası işte budur!”

Kur’an-ı Kerîm’de ve güvenilir hiçbir hadis-i şerifte, Hazreti Adem’in bu iki çocuğunun isimlerinden bahsedilmese de , Kütüb-ü sâlifede isimlerinin Habil ve Kabil olduğu belirtilen iki kardeş arasında bir meseleden dolayı anlaşmazlık çıkar ve neticede Kabil, kardeşi Habil’i kıskançlıkla, haksız yere öldürür. Kur’an, bu iki kardeş arasında meydana gelen olayın detaylarını zikretmez; çünkü meydana gelen hadise, zaman ve mekânla sınırlı değildir. Burada önemli olan da isimler değil, şahsiyetler ve temsil ettikleri zihniyetlerdir.

Tefsirlerde ve diğer İslâmî eserlerde geçtiği üzere –ki bu konudaki malumatın çoğu İsrâiliyyat’tır- Kâbil ziraatçı, Hâbil ise çobandı. Her ikisi de kurban emrine muhatap olunca, Kâbil, koyun kesmeye yanaşmamış, ürünün iyi kısmından kurban etmeye de kıyamamış ve kıymetsiz başaklardan oluşan bir demeti kurban olarak arz etmişti. Hâbil ise, beğendiği bir koyunu kurban etmişti. Hâbil’in kurbanı kabul görmüş, Kabil’inki ise adeta yüzüne çarpılmıştı. İşte, daha o dönemde, insanoğlu Allah’ın koyduğu ibadet kurallarına kendi mantığını ve tasarruflarını karıştırmaya başlamış, kurbanı kendi manasından çıkarıp onu bir uzaklık sebebi haline getirmişti.

   İbadetlerde İllet ve Hikmet

Bugün de kurbana aynı mantıkla bakıldığı söylenebilir. Oysa, Allah’a yaklaşmak için bir yol olan kurban, özellikleri tesbit edilmiş bir hayvanı belli bir vakitte, ibâdet maksadıyla ve usûlüne uygun olarak kesmek demektir. Onun formatı Allah tarafından ortaya konmuştur ve insanların o ibadet yerine başka bir ibadeti ikame etmeye ya da onun şeklini değiştirmeye hakları yoktur.

Sadece kurban değil, bütün ibadetler, fıkhî deyimiyle, taabbudî alana girer ve vahye göre şekillenmiştir. Hanefi fûkahası, taabbudî olan ve illetlerinin akılla kavranması mümkün olmayan hususlarda kıyas bile yapılamayacağına kâildirler. Evet, ibadetler “taabbudî”dir; yani, onları Allah emrettiği için, O’nun istediği zamanda, O’nun gösterdiği şekilde ve O’nun rızasını kazanmak niyetiyle yaparsak ya da sırf Allah yasakladığı için bazı şeylerden sakınırsak, işte o zaman o amelimiz ibadet hükmüne geçer. Kur’an nasıl getirmiş, Peygamberimiz nasıl göstermişse aynen öyle koruyup uyguladığımız, onlarda değişikliklere, artırma ve eksiltmelere girmediğimiz, Peygamberimiz tarafından öğretilen şekline dokunmadığımız sürece ibadetlerimiz ibadet olarak kalır.

Tabii ki, bu ilahî emir ve yasakların pek çok hikmetleri ve menfaatleri de vardır. Fakat, sadece bu hikmet ve menfaatler gözetilerek yapılan, kulluk düşüncesiyle ve Allah’ın rızasını kazanma niyetiyle yapılmayan şeyler ibadet sayılmazlar ve insana sevap da kazandırmazlar. Çünkü, o ibadetlerin teşrîi doğrudan vahye dayalıdır ve o bilinen hikmetler, bilinmeyenlere göre çok azdır. Namaz, oruç ve zekât gibi ibadetlerin emredilmesinde, içki ve kumar gibi kötülüklerin de nehyedilmesinde “illet” başkadır, “hikmetler” başkadır. Bunların yapılıp yapılmamasındaki asıl “illet” Allah’ın emretmesi veya nehyetmesidir.

Evet, ibadetlerde önemli olan Cenâb-ı Hakk’ın va’z ettiği formüllere uygun hareket etmektir. Yani, format Allah tarafından ortaya konmuş ise o bir kıymet ifade eder. Yoksa, bir ibadetin şekil olarak, kendi mantığınıza göre daha mükemmelini, daha ağırını ve daha müşkilini ortaya koysanız da onun bir değeri yoktur. Aslında, yaptığımız ibadetler bizim almak istediğimiz şeylerin karşılığı olamaz; kulluk adına ortaya koyduğumuz niyet, gayret ve ameller talip olduğumuz Allah rızasına, Cennet ve Cemalullah gibi nimetlere bedel sayılamaz. Beklediğimiz netice karşısında ortaya sürdüğümüz bedel çok küçük ve yetersiz kalır. Fakat, beklentilerimizi bize lûtfedecek Allah’tır. Sahip olmak istediğimiz emtia, o mutluluk, o saray, o köşk, o villa her ne ise, onu satın alabilmemiz için vermek zorunda olduğumuz nakdi yaratan, o parayı basan da Allah’tır. Yani, darphane de ona aittir.

   İbadetlere Biçilen Değer

İşte, teşbihde hata olmasın, o darphanede Allah çeşit çeşit paralar basıyor. Sizin namazınız bir çeşit paradır, orucunuz bir çeşit paradır, zekatınız bir çeşit paradır, hatta tavırlarınız, davranışlarınız, hayırlı düşünceleriniz, samimi niyetleriniz birer paradır. Allah katında bunların herbirinin ayrı ayrı değeri vardır. Bütün bunlar, isteklerinizi peyleme adına, doğrudan doğruya takdiri Allah’a ait olan bir bağıştır size. Yoksa siz, size ait kıymetlerle alamazsınız istediklerinizi. Mesela, Allah’ın yüksek bir bedel takdir buyurduğu beş vakit namazla elde edeceğiniz ahiret nimetlerini, abdestinden duasına kadar o namaz sebebiyle katlandığınız meşakkatin elli bin katını ortaya koysanız yine de namazdan başka bir şeyle peyleyemezsiniz. Çünkü sizin ortaya koyduğunuz şeyler kalptır, sahtedir. İstekleriniz ise, ancak kalp (sahte) olmayan, gerçek değeri bulunan paralarla elde edilebilir. O gerçek paraların üstünde de darphane sahibinin mührü vardır; bir kağıt parçası O’nun sikkesiyle bir nakd olmaktadır.

Bir düşünün, siz kendi kendinize bir para bassanız; kullandığınız malzeme altın bile olsa, onun etrafına türlü türlü süsler de koysanız, zatî kıymeti itibariyle darphanedeki benzerinin on kat üstünde kıymeti de olsa, pazara götürdüğünüzde ona biçilecek değer sadece maden olarak ne ifade ediyorsa işte o kadar olacaktır. Siz onun üzerine kaç lira yazarsanız yazın, alacağınız bedel, onun madenî değerini geçmeyecektir. Fakat, ona benzer bir parayı darphane bassa, üzerine de “bir milyon” damgasını vursa, o para gerçekten bir milyon üzerinden değer görecektir ve insan onu verip “bir milyon” değerinde bir mal alabilecektir. Çünkü, o para kalp değildir; onu sahibi basmış ve değerini de bizzat o belirlemiştir.

Bu açıdan, ibadet ü tâatınız, Allah’ın va’z ettiği esaslara bağlı olmalıdır ki bir kıymet ifade etsin. O neye ne kadar değer biçmişse, O’nun belirlediği çerçevede siz onu ortaya koyduğunuz zaman ahiret nimetlerini ve ebedî saadeti satın alabilirsiniz. Şayet O, Sıratı geçmeyi namaza, kurbana bağlamışsa, geçiş bileti ancak bu paraya alınır demişse ve siz de geçmek istiyorsanız, o parayı vermeye mecbursunuz. Mesela, namaz değil de başka bir bedel vermek isteseniz; namaz yerine başka şeyler yapsanız; uzak doğu oyunlarına ait onlarca hareket sergileseniz, elli türlü marifet döktürseniz, olimpiyat şampiyonlarına has yüz çeşit kabiliyet gösterseniz de, ancak namaz karşılığında takdir edilen nimetleri onlarla alamazsınız. Çünkü onlar kalptır, kıymetsizdir, ortada bir fiil olması itibariyle asla benzese de sahtedir.

Öyleyse, bir ibadetin de Allah’ın darbına göre ortaya konması lazımdır. Çünkü, ona kıymet veren Allah’tır. Ameller, O’na nisbetle kıymet kazanır. Dolayısıyla, Allah o ibadetlerin herbirine ayrı ayrı değerler biçmiştir. Onların -izafî de diyemiyorum- zatî değerleri vardır. Çünkü, Allah, bir şey hakkında, “bunun bu değeri vardır” diyorsa, onun o değeri mutlaka vardır. O şey hakkında, “Sen benim şu kadar kıymet takdir ettiğim bu şeyi verirsen, onu ebedî saaadetinin bedeli sayacağım” diyorsa, ebedi saadet ancak O’nun işaret ettiği o şeyle alınabilir, başka hiçbir kıymetli şey onu satın almaya yetmez.

Bir münasebetle 29. Mektup’ta bu mevzuya misal veren Bediüzzaman Hazretleri, dini emirlerden bir kısmına “taabbüdî” denildiğini, bunların aklın muhakemesine bağlı olmadığını, emrolduğu için yapıldığını ve hakikî illetin, emir ve nehy-i İlâhî olduğunu anlatır. Taabbüdî olan şeylerde bazı hikmet ve maslahatlar var olsa bile taabbüdîlik cihetinin daha önde bulunduğunu ve bilinen o maslahatların, pek çok hikmetten sadece bazıları olduğunu söyler. Ve şöyle der: “Meselâ, biri dese, “Ezanın hikmeti, Müslümanları namaza çağırmaktır. Şu halde bir tüfek atmak kâfidir.” Halbuki, o divane bilmez ki, binler maslahat-ı ezâniye içinde o bir maslahattır. Tüfek sesi o maslahatı verse de, acaba nev-i beşer namına, yahut o şehir ahalisi namına, hilkat-i kâinatın netice-i uzmâsı ve nev-i beşerin netice-i hilkati olan ilân-ı tevhid ve rububiyet-i İlâhiyeye karşı izhar-ı ubudiyete vasıta olan ezanın yerini nasıl tutacak?”

Demek ki, Allah, bir kulun Cennet’e girmesi ve ebedî saadete ermesi için ne ölçüde bir kıvam görmek istiyorsa, taabbudî ibadetlerle onu hasıl ediyor. Bunlara, avamca bir ifadeyle, insanın Allah’a yaklaşması, Cennet’e ve ebedî saadete ehil hale gelmesi için va’z edilmiş ibadetler de diyebilirsiniz. Dolayısıyla bunlarda, bir kısım dünyevî faydalar, maslahatlar ve hikmetler görülse bile esas bizim göremediğimiz, bilemediğimiz daha derin tesirler, neticeler, hikmetler vardır; zira bunlar, fânî olan insanı, ebediyete ehil hale getiriyor. Allah’ı görmesi mümkün olmayan insanı, O’nu müşahede edebilecek bir keyfiyete yükseltiyor. Dünya adına ne kadar zengin olursa olsun, Allah’ın rızasını peyleyecek bir servete sahip olamayan insana, Allah’ın rızasını kazandırıyor.

   İbadetlerin Ayrı Bir Derinliği

Bu ibadetlere en önemli derinliği katan ve aynı zamanda onları taklitlerinden ayıran husus da niyettir. İbadet niyetiyle yatıp kalkmalar, yerlere kapanmalar; aç susuz durmalar ve meşrû bir kısım arzu ve isteklerden uzak kalmalar insanı fanîliklerden kurtarır ve onun saniyelerini seneler kıymetine yükseltir. Oysaki, aynı hareketler, o samimi niyetten eksik olarak yerine getirildiği zaman, insana ızdırap ve yorgunluktan başka bir şey bırakmaz. Allah’ın hoşnutluğu gözetilmeden ortaya konan gayretler ve fiiller hiçbir işe yaramaz ve semere kazandırmaz. Mesela, birisi namaz yerine kalksa, otursa, yatsa; mafsallarına, bacaklarına, bileklerine egzersiz yaptırsa, hatta benzer hareketlerden de öte, aynen namazı kılsa, fakat namaz kılarken sadece mafsallarının açılması, belindeki kireçlerin çözülmesi ve omuzlarında hissettiği kulunçların hafiflemesi gibi maslahatları düşünse, o hareketler birer namaz kalpı haline gelir; onlar taklittir, sahtedir, namaz değildir.

Diğer taraftan, niyet ibadetlere ve kulluğa derinlik kazandırır çünkü, insan bu dünyada yaptığı şeyleri, belli bir zamana sıkıştırarak ve sınırlı olarak yaptığı için aslında onlarla ebedi bir hayatı peyleyemez. Fakat, kalbinin “ebed, ebed” diye atmasına da mani olamaz. Öyle ise, o muvakkati, müebbed haline getirmenin bir çaresini bulması lazım. İşte o çare de, ebediyet kastıdır; Allah’a sunulmuş samimi bir niyettir. Niyet, bu sınırlı ve geçici dünya hayatında, sınırsızlığa kapı açan esrarlı bir anahtar ve az bir ömürde ebedî saadete ulaşma yollarını aydınlatan bir meşaledir. Bu anahtarı ve bu meşaleyi ellerinden düşürmeyenler, ömürlerinde ölü ve karanlık bir nokta bırakmayacak şekilde yaşar ve ebedî mutluluğa erebilirler. Çünkü insan, niyetiyle şunu demiş oluyor: “Allahım, altmış-yetmiş senelik hayatımda beni şu vazifelerle mükellef kıldın, ben de onları yerine getirmeye çalıştım. Eğer yüz altmış senelik ömrüm olsaydı; hatta bin altı yüz ya da bir milyon senelik ömrüm olsaydı, ben yine bu ubudiyetten ayrılmayacak, yine sana kulluk yapacaktım.” İşte bu niyet, muvakkat işe çok büyük bir derinlik katıyor ve insan o işi ebedi yapıyormuş gibi kabul ediliyor. Samimi bir niyet sayesinde, yapılan iş derinleşiyor. Mesela; namaz, berzah hayatında güzel endamlı, gökçek yüzlü bir refik, bir enîs-i celîs oluyor, öbür alemde de, Cennet saraylarının açılmasına yarayan sihirli bir anahtara dönüşüyor. Aslında, zâhirî adâlet gereğince, herkesin kendi ibâdet ve fazîleti kadar lütûf ve ihsâna mazhar olması uygun düşerdi ki; o da, salih kimselerin cennetteki ömürlerinin, iyi insan olarak dünyada yaşadıkları süre kadar olmasını gerektirirdi. Fakat, inşaallah, ebedî kulluk düşüncesi, ötede ebedî saadete vesile olacaktır. Yine bu sırdandır ki, inanan insanın aksine, inkâr eden de ebedî şekâvet ve talihsizliğe namzet olur. Ebedî inkar ve isyan düşüncesi de, ebedî talihsizliği netice verecektir.

Hasılı, ibadetlerde esas olan, onların taabbudî olmalarıdır. Bir ibadetin şeklini ve rükünlerini değiştirmek ya da onun yerine –diğer bir ibadet de olsa– başka şeyleri geçirmek özü bozmak, gerçek ile sahteyi, asıl ile taklidi karıştırmak demektir. Allah Teala bir ibadeti nasıl va’z etmiş ise, onun aynen uygulanması ve esas format olarak kabul edilmesi zaruridir. Ayrıca, asıl ile taklidi birbirinden ayıran en önemli unsur niyettir. Niyet, ibadetin ruhu olarak ona hem bir enginlik kazandırır hem de fani bir dünyada bitmeyen bir saadetin kapısını aralar.

[1]  Bakara sûresi, 2/3.

[2] Zâriyât sûresi, 51/58.

[3] Haşir sûresi, 59/9.

[4] Bkz.: ed-Deylemî, el-Müsned 1/85; es-Sehâvî, el-Makâsıdü’l-hasene s.114; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/133.

[5] İbn Mâce, edâhî 2; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/321.

[6] Bkz.: es-Serahsî, el-Mebsût 12/8; el-Merğînânî, el-Hidâye 4/70; İbn Nüceym, el-Bahru’r-râik 8/197.

[7] Âl-i İmrân sûresi, 3/92.

[8]  Bkz.: Müslim, edâhî 28; Ebû Dâvûd, dahâyâ 9, 10.

[9] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.791 (Lemaât).

[10] Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar s.163 (On Yedinci Lem’a, On Üçüncü Nota, Birinci Mesele).

[11] Sâffât sûresi, 37/103.

[12] Hac sûresi, 22/37.

Bamteli: İbadetlerin İhmali ve Savaş Endişesi

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şu soruya cevap verdi ve özetle aşağıdaki cümleleri serdetti:

Soru: Hazreti Üstad, âlem-i menâmda âlî bir mecliste sorulan sual üzerine, 1. Dünya Savaşı’ndaki musibetin sebebi olarak, namaz, oruç ve zekât ibadetlerindeki ihmali gösteriyor. Daha sonra, hac ve ondaki hikmetlerin ihmalinin ise sadece musibeti değil gazap ve kahrı celp ettiğini, Müslümanların düşman zannedip birbirlerini öldürdüklerini belirtiyor. Binaenaleyh, taabbudî hakikati mahfuz, her bir ibadetin bir kısım musibetlere paratoner olduğu söylenebilir mi?

İbadetlerdeki ihmaller ve işlenen günahlar değişik musibetlere davetiyedir!..

*Hazreti Bediüzzaman meseleye öyle bakıyor ve özellikle Sünuhat Risalesi’nde bu husus üzerinde genişçe duruyor. Şöyle diyor: “Zira yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Hâlık Teâlâ bizden istedi. Tembellik ettik; beş sene yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrikle bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay, oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık; kefâreten beş sene oruç tutturdu. Ondan, kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik; O da bizden müterakim zekâtı aldı.”

*Belli günahlar, kaht kelimesiyle ifade edilen kıtlık, kuraklık, susuzluk, yağmurun kesilmesi ve açlık gibi değişik musibetlere davetiye mahiyetindedir. Şu anda İslam dünyasında da böyle musibetler yaşanıyor. Merceğe veya teleskoba lüzum yok; kendi ülkenize baktığınız zaman her gün değişik yerlerde farklı felaketler olduğunu göreceksiniz. Aslında yağmur, kar, dolu hep gökten geliyor ve rahmet olarak iniyor; fakat masiyetlerimiz onlara kendi renklerini ve boyalarını çalıyor; dolayısıyla bu nimetler rahmet iken nıkmet haline dönüşüyor ve değişik felaketlere sebebiyet veriyor. Ayrıca, zelzeleler oluyor, yoksulluklar yaşanıyor, toplumda herc ü merc meydana geliyor ve değişik fitneler başgösteriyor. Kısacası, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), âhir zamanın ve kıyamete yaklaşmanın alameti olarak ifade buyurduğu, hadis kitaplarında Kitâbü’l-fiten ve’l-melâhim bölümlerinde haber verilen hemen her hadise İslam dünyasında cereyan ediyor.

En büyük musibet, musibetin musibet olduğunu görememektir!..

*Bu musibetlerden daha büyük bir musibet varsa, o da bu musibetlerden bir ders çıkarmama musibetidir. Zelzele, sel, tsunami birer musibettir. İnsanların birbirine düşmeleri ve birbirine güve olmaları da bir musibettir. Fakat bunlardan daha büyük bir musibet vardır o da musibetlerin musibet olduğunu görmeme musibetidir.

*Namazın terkedilmesinin çağırdığı bir çeşit musibet vardır. Allah (celle celaluhu) boş yere yatırtır kaldırtır sizi, Cihan Harbi’nde olduğu gibi. Cepheden cepheye koşturur durursunuz “musibetleri bastıracağız” diye. Her bastırma hareketiniz değişik komplikasyonlara sebebiyet verir, yeni musibetler hortlar ondan. “Falan musibeti bastıralım!” dersiniz. Bastırma esnasındaki yanlış tavır, davranış ve günahlarınızdan dolayı o bastırma işi kine nefrete dönüşür, daha büyük bir musibet haline gelir ve siz kendinizi bir musibetler sarmalı içinde bulursunuz. Yirmi sene, otuz sene, kırk sene mücadele edersiniz ona karşı fakat Allah sizi yatıp kalkmaya mahkûm etmiştir, çünkü namazınız namaz değildir.

*Oruçtaki kusur başka bir musibete sebebiyet verir. Hele zamanımızda insanlar hiç olmayacak sebeplerden dolayı oruç tutmuyorlar. Allah (celle celaluhu) açlık musibetine maruz bırakır/bırakıyor. Bugün açlık sınırının altında yaşayan milyonlardan bahsediliyor.

İhtilâl sadaları, hased bağırtıları, nefret vaveylâlarına karşılık zulüm ateşleri, tahakküm alevleri, tahkîr şimşekleri!..

*Zekât verilmeyince, işin yümün ve bereketi belki bütünüyle zâyi oluyor. Toplumun değişik kesimleri arasında kopmalar meydana geliyor. Servet sahipleri ile fakr u zaruret içinde bulunanlar iyice kopuyor. Sosyal ihtilaller tarihine baktığınız zaman, asırlarca Avrupa’da kapitalistlerle işçi sınıfı arasında yaşanmış mücadeleleri görürsünüz. Bu iki zümrenin birbirinden kopması, aralarındaki bütün köprülerin yıkılması ve tarafların birbirine düşman haline gelmesi, Doğu’da ve Doğu’nun da doğusunda bir kısım felaketlere sebebiyet verecek şekilde çok farklı sistemlerin oluşmasına yol açmıştır. İki sınıf arasında, Hazreti Pir’in ifadesiyle, yukarıdan aşağıya hep baskı olmuştur; aşağıdan yukarıya da mızrak sallama, top atma, gülle fırlatma ve düşmanlık duygularını coşturma gibi şeyler vuku bulmuştur.

*Hazreti Üstad, zekât müessesesinin işletilmemesinin neticesini şu sözlerle ifade eder: “Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sadaları, hased bağırtıları, kin ve nefret vaveylâları yükselir. Kezalik yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor. Maalesef tabaka-i havastaki meziyetler, tevazu ve terahhuma sebeb iken, tekebbür ve gurura bâis oluyor. Tabaka-i fukaradaki acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti mûcib iken, esaret ve sefaleti intac ediyor. Eğer bu söylediklerime bir şahid istersen âlem-i medeniyete bak, istediğin kadar şâhidler mevcuddur.” (İşaratü’l­İ’caz, Sayfa 49)

Haccın ve ondaki hikmetlerin ihmali, sadece musibeti değil, gazap ve kahrı da celb eder!

*Bilindiği gibi hac ibadeti Müslümanlar arasında yapılan yıllık bir kongre ve bir kurultay niteliğini taşır. Hac vazifesini eda edenler, aynı zamanda âlem-i İslâm’ın kaderini düşünerek evrensel bir kongre akdediyor olma şuurunda bulunsalar, haccın teşriindeki çok önemli esaslardan birini daha yerine getirmiş olacaklardır. Fakat maalesef zamanımızda bu kongrede, eda edilmesi gerekli ibadetlerin yanında, gözetilmesi lazım gelen meseleler gözetilmediğinden, yeryüzünde tam bir İslâmî heyetin oluştuğu söylenemez.

*Hacdaki ihmalin ve onun cezasının büyüklüğüne dikkat çeken Hazreti Üstad, şöyle buyurmaktadır: “Haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celb etti. Cezası da keffâretü’z-zünub değil, kessâretü’z-zünub oldu. Haccın bahusus taarrüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.”

Her ibadetin pek çok hikmeti ve her muâmelenin de taabbudî derinliği vardır.

*İslam’da amelî hükümler, ibadetler ve muâmelât olmak üzere iki başlık altında toplanabilir. Sözlükte, boyun eğme, itaat etme, tapınma, kullukta bulunma manalarına gelen ibadet, Allah rızasını kazanmak için yapılan, Allah’a yakınlık kazandıran ve şekli/esasları Allah tarafından belirlenmiş bulunan, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek gibi şuurluca ortaya konan fiillere denir. Muâmelât ise, evlenme, boşanma, akit, ceza, miras, şahitlik, alış-veriş ve davalar gibi, ibadetlerin dışında kalan ve insanların gerek birbirleriyle gerekse toplumla olan münasebetlerini düzenleyen hususları ihtiva eden hükümlerdir.

*Taabbudîlik; ibadetleri sadece ubudiyet anlayışı ve kulluk şuuruyla yerine getirme, ibadetlerin arkasında emr-i ilahîden başka değişik sebepler aramama, onları zamanına, şekline ve keyfiyetine riayet ederek ifa etme ve neticesini de ahirette Allah’tan bekleme demektir.

*Genel manada ifade edilecek olursa, ibadetlerde taabbudîlik; muâmelât alanına giren hükümlerde ise, hikmet ve maslahat esastır. Bununla beraber, her ibadetin pek çok hikmeti, her muâmelenin de bir kısım taabbudî yanları vardır. Hatta sadece ibadetlerde değil; ferdî, ailevî ve ictimaî hayatla alâkalı vaz’edilmiş esaslarda da bir taabbudîlik vardır.

*İnsan günlük hayatında yapageldiği işlerde ve muâmelâtta da sadece emredildiği için yapma niyetini gözetebilir. Âdiyât ve muâmelâtta akla, mantığa ve hikmete muvafık mânâlar daha çok görülse bile, insan onların da “emredilmiş olmaları”nı esas alabilir. Böylece ister ibadetlerini, isterse günlük hayatta yapageldiği şeyleri, taabbudîlik mülahazasına bağlı yapar ve kendisini hâlisâne kulluk ruhuna alıştırmış olur. Bu cümleden olarak, Peygamber Efendimiz’in ardından gitme ve O’na benzeme niyetiyle ortaya konan âdetler, örfî muameleler ve fıtrî hareketler dahi ibadet şeklini alır ve insana sevap kazandırır. Yeme-içme, oturup kalkma, alıp satma gibi sıradan iş, âdet ve muâmeleler esnasında ilahî emirleri ve Allah Rasûlü’nü düşünüp O’na tâbi olmaya niyetlenen insan, âdetlerini dahi ibadete çevirmiş ve böylece her hareketiyle sevap kazanmış olur.

Suriye meselesinde kendi menfaatlerini düşündüler ve çıkarlarını, problemlere sebebiyet verecek yolda gördüler!..

*Evet, bir 3. Dünya Savaşı endişesi taşıyorum. Çünkü her şeyin menfaat üzerine döndüğü ve o menfaatlerin paylaşılamadığı bir dünyada bir ortak nokta, bir fasl-ı müşterek üzerinde anlaşmak çok zordur. Şayet biri “Benim hakkım yendi!” diyorsa, diğeri haksızlık yapıyorsa, öbürü kendi haklarının ötesinde haklar peşinde koşturuyorsa, ortak bir paydada nasıl buluşulacak ki?!. Hafizanallah, bir yanda Allah’tan uzaklaşmış, Peygamber’den cüdâ düşmüş, İslamiyet’e sadece şekil nazarıyla bakan insanlar, diğer tarafta ise, bütün bunları hiç bilmeyen kimseler varsa, böyleleri için fasl-ı müşterekler, ortak paydalar bulmak çok zor olacaktır.

*Çevremizdeki problemli nice ülke arasında mesela Suriye’yi düşününüz. Bazı kimseler oradaki çıkarlarını, problemlere ve komplikasyonlara sebebiyet verecek yolda yürümekte gördüler. Hesaplarını, bir dönemde el ele tutup “Yaşasın falanlar, filanlar!” dedikleri insanı/insanları bertaraf etme üzerine yaptılar. O bertaraf edilirse, İslam dünyasında kendi popülaritelerini yükselteceklerini, parmakla gösterileceklerini, haklarında “Baksanıza, bir yerdeki düzeni Sünnî düşünce adına değiştirdi!” deneceğini ümit ettiler. Bir dönemde beraber el kaldırdılar, alkış tuttular, “Çok yaşayın sizler!” falan dediler, diğerleri de onlara “Siz de yaşayın!” dediler; fakat sonra “Onlara ölüm!” deyip ölümleri adına ferman kestiler.

*Hâlbuki her şeyi kaba kuvvetle halledebileceğini düşünen kimselere karşı daha firasetli ve basiretli stratejiler uygulanmalıydı. Usturuplu olarak onların demokrasiye geçmelerini sağlamak akıllıca bir işti. Komplikasyona sebebiyet vermeden problemi çözme işiydi. Neydi o iş? Mesela, zamanında babasına denmedi, bari oğluna denirdi ki: “Biz de sizi destekleyelim. Hem maddeten destekleyelim hem de orada bize sempati duyan insanlarla destekleyelim. Seçime gidin; dört seneliğine siz seçilin; hatta ondan sonraki dört sene yine siz seçilin. Fakat demokrasiye geçilsin.” Bir denenirdi bu. Maalesef, biz bu istikamette tekliflerimizi dile getirirken hep dediler ki, “Bir cami imamından nasihat mi alacağız?” Bakışlarından okuyorsunuz onu. “Bir cami imamından nasihat mi alacağız? Aklımız erer bizim!” Demedik şey bırakmadık biz, fakat her defasında dediğimiz şeyleri yüzümüze çarptılar. Bilmem kaç tane zirvedeki insana Kıtmir anlattı ama Kıtmir, kıtmir olduğu için, dediği şeyler kayda değer bulunmadı; dolayısıyla demediler, yapmadılar.

Suriye’deki problemi azdırıp kangren haline getirdiler!..

*Maalesef, çok yanlış bir yola girildi. Bugün o göçmenler meselesi, Türkiye’ye gelmeleri, sığınmaları… Bakın, uluslararası bir problem haline geldi. Dünya kadar insan bir yönüyle zâyi oldu. İffetini satarak geçimini sağlamaya çalışan insanlardan bahsediliyor; iffetini satarak, hırsızlık yaparak, dilencilik yaparak…

*Problemi yerinde çözmeyince, iş büyüdü ve kangren oldu. Bir yandan, kapıları açarken mültecileri göçe teşvik ettiler; sonra diğer tarafı kızdırdılar, esirttiler, adeta kudurttular.. ve yirmi milyonluk bir ülkedeki problem bugün bir dünya problemi haline geldi. O kadını ve çoluk çocuğuyla mültecilerin, o zayıf naif insanların maruz kaldıkları şeyleri, yollardaki durumu ve Avrupa’daki hali görüyorsunuz!..

*O problemler, zamanında, meseleleri objektif olarak ele alan insanlarla meşveret edilerek çözülebilirdi. Fakat acemice, hiçbir şey bilmeden müdahale ettiklerinden dolayı üstesinden gelinmez değişik komplikasyonlara sebebiyet verdiler. Nitekim bugünkü problemlerin arkasında Kapadokya’dan (!) insanların tesiri, daha ziyade onların sebebiyeti görülüyor. Kapadokya (!) insanları bu büyük probleme sebebiyet vermişler, kapı açmışlar ve onu azdırmışlardır.

Meseleleri Don Kişot’lukla çözmeye çalışan kimselerin dünyasında her zaman bir üçüncü cihan savaşından endişe ediyorum!..

*Bu açıdan, her zaman bir üçüncü dünya savaşı endişesini taşıyorum. Bir de böyle bol keseden birbirine karşı meydan okumalar var. Bağışlayın, özür dilerim, bu sözden rencide olacak gaybî insanlar, burada bulunmayanlar da bağışlasınlar: Meseleler Don Kişot’lukla çözülmez. Yel değirmenlerine karşı savaşla çözülmez. Akılla, mantıkla, insafla, iz’anla meselelerin üzerine gitmek lazım.

*Geçmişte kullanılan silahlar o güne göreydi; fakat şimdi öyle değil. Bir cihan savaşına sebebiyet verilirse, dünyanın yarısı gider, hafizanallah. Bağışlayın, şayet böyle tiz perdeden konuşulur, Don Kişot’ça davranılır ve “Kimse bize akıl vermeye kalkmasın, gelecekleri varsa görecekleri de var!” türünden iddialarda bulunulursa, büyük felaketlere yol açılır.

*Gücünün ve kuvvetinin sınırlarını bilemeyen İttihatçılar da öyle yapmışlar ve devletler muvazenesinde denge unsuru koskocaman bir ülkeyi helakete atmışlardı. Hâlbuki o coğrafya içinde yaklaşık iki yüz elli milyon insan vardı; ta Sudan’ın en güneyine kadar her yerde o devletin gözünün içine bakılıyordu. Ruslara karşı toyca ilan-ı harp edilince o kocaman devlet paramparça oldu. Devlet idaresinden aciz, sadece kendi görüşlerinin zebunu üç-beş tane toy sebebiyle devletler muvazenesinde denge unsuru olacak bir sistemi kendi elimizle yıkıverdik. Hafizanallah, günümüzün toy delikanlılarının, yeni yetmelerinin de böyle bir savaşa sebebiyet vermeleri her zaman ihtimal dâhilindedir.

*Diplomasi.. diplomasi.. diplomasi!.. Bertrand Russell diyor ki: “1. Cihan Harbi’nde şu oldu, 2. Cihan Harbi’nde bu oldu… Şayet bir 3. Cihan Savaşı olursa, maktûl mezara gider kâtil de yoğun bakıma!..”

Atom bombasıyla değil ama zulüm bombaları sebebiyle fay hatları da kırılabilir!..

*Hâsılı, ibadetlerimizdeki ihmallerin yanı sıra, kendi içimizdeki boğuşmalar, işgaller, tahakkümler, tasallutlar ve tagallüpler değişik musibetlere birer çağrıdır. Allah Teâlâ, bunları yapanlara basiret ihsan ederek onları da zulümden ve haksızlıktan vazgeçirsin!

*Zira zulmün sonu, onlar için de başkaları için de hezimettir. Mesela, bu zulümlerden dolayı bir fay kırılması olursa, bir sürü masum insan da ölür. Yüreğim ağzıma geliyor her zaman; Marmara böyle kırılmaya müheyya faylar üzerinde duruyor. O faylar, üzerinde atom bombaları patlatmanızla değil de zulüm bombaları patlatmanızla kırılabilir; hafizanallah, Sakarya zelzelesine rahmet okutturacak hadiselere sebebiyet verebilir.

Gaflet ve Ülfete Yenik Düşmemiş Dua

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Duada ülfet ve ünsiyet perdesini yırtma adına neler tavsiye edersiniz?

Cevap: Dua etmek isteyen bir insanın, huzur-u ilâhîde bulunuyor olma şuuruyla ellerini kaldırması, ağzından çıkan kelimeleri şuurluca telaffuz etmesi ve lağv u lehvden uzak durması çok önemlidir. Zira Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde,

إِنَّ اللهَ لَا يَقْبَلُ دُعَاءً مِنْ قَلْبٍ غَافِلٍ لَاهٍ

“Allah, ne dediğini bilmeyen, söylediğinden habersiz olan bir kalbin duasını kabul etmez.” (el-Hâkim, el-Müstedrek 1/670) buyurmak suretiyle, gaflet hâlinde ve şuursuzca yapılan duaların Cenâb-ı Hak katında makbul olmadığı uyarısında bulunmuştur. Bu açıdan ülfet ve ünsiyetin duanın taravet ve halâvetini alıp götürmemesi ve ağızdan çıkan kelimelerin partal bir söz hâline gelmemesi için öncelikle duanın dindeki yeri ve öneminin iyi bilinmesi gerekir.

Dua: İbadetin Omuriliği

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem),

اَلدُّعَاءُ مُخُّ اْلعِبَادَةِ

“Dua, ibadetin omuriliğidir, özüdür.” (Tirmizî, daavât 2) buyuruyor. Nasıl ki omurilik, bünye için hayatî bir öneme sahiptir; onda bir sakatlık meydana geldiği zaman insan felç olur ve yatağa düşer; hatta bazen de ölür. Aynen öyle de dua, Allah’la insan arasındaki kulluk münasebetini ayakta tutan bir omurilik gibidir. İnsan, Allah’a hakikî kul olup olmadığını ancak dua ile ortaya koyar.

Dua, aynı zamanda Cenâb-ı Hak’tan sebepler üstü talepte bulunma demektir. Bu da hakikî tevhid şuuruna erme adına çok önemlidir. Zira bir insan ellerini kaldırıp Allah’a teveccüh ettiği zaman, artık onunla Allah arasında herhangi bir sebep yoktur. Sebepler Cenâb-ı Hakk’ın izzet ve azametine bir perdedir. Fakat dua eden bir insan, bütün bu perdeleri aşarak doğrudan doğruya Hazreti Aziz ü Cebbar’ın kapısının tokmağına dokunur, isteyeceğini yalnız O’ndan ister ve böylece halis tevhid ufkuna yelken açmış olur.

İşte sebepleri arkada bırakıp Allah’ın huzurunda bulunuyor olma şuuruyla dua eden bir mü’min, dilinden dökülen bütün sözlerin kalbinden de vize almış olmasına dikkat etmeli; ağzından çıkan her bir kelimeyi kalbin ifadesi hâline getirmelidir. Diğer bir tabirle o, gönlüyle dili arasında bir çelişkinin yaşanmasına meydan vermemelidir. Dili ne söylüyorsa, kalbi de aynı mânâyı tefekkür etmelidir. Mesela o, “Allah’ım ne olur beni rıdvanına ulaştır ve rızanla serfiraz kıl!” dediği zaman, kalbin ritmi de bu sözlere ayak uydurmalı ve kalb ona göre atmaya başlamalıdır. Şayet bu ikisi arasında bir tenakuz meydana gelir de dil başka söyler kalb de başka düşünürse, bunlardan hangisine cevap verileceği mevzuu muallakta kalır. Bu itibarla insan, Allah huzurunda dururken düalistçe hareket etmekten kaçınmalı ve dil ile kalbinin ikilem yaşamasına meydan vermemelidir. Aslında insan, sadece duada değil, diğer ibadetlerini eda ederken de hep şuurlu bir şekilde hareket etmelidir. Mesela namaz kılan bir insan, kalbin kastı olan niyetiyle amelin içine girmeli ve elden geldiğince bu ibadetini kalbî amel hâline getirmelidir. Çünkü insanın ortaya koyduğu ameller, kalbindeki iz’an ile yakînin ve Allah’a bağlılığın dışa vurması ölçüsünde O’nun nezdinde bir mânâ ifade eder.

İman ve Dua

Esasında böyle bir şuur derinliği, her meselede olduğu gibi duada da, öncelikle Allah’a sağlam inanmaya bağlıdır. Bir insan Allah’a ne ölçüde inanıyorsa, yapmış olduğu dua da o ölçüde derin ve keyfiyetlidir. İnanmada problemi olan ve yakîn zaafı yaşayan bir insan ise kalb ve dil bütünlüğüne asla ulaşamaz. Bu açıdan diyebiliriz ki, eğer bir insan söylediklerini içten söyleyemiyor, duanın heyecanını dolu dolu gönlünde duyamıyorsa, ortada önce iman, yakîn ve mârifet problemi var demektir. Dahası bir insan, küfür seylaplarını umursamıyor; insanların dalâlet ve tuğyanı karşısında rahatsızlık duymuyor; onların iman etmesini, en az bir yuvaya kavuşma veya bir çocuk sahibi olma ölçüsünde önemsemiyor; ellerini kaldırıp, “Allah’ım! Ne olur yeryüzündeki bütün insanların kalblerini İslâmiyet’e karşı feth u neşr eyle! Bahtına düştüm Allah’ım! Gerekirse benim canımı al ama insanların kalbine imanı koy!” demiyorsa, bir açıdan o, iman problemi yaşıyor demektir. Böyle bir insanın evvelâ iman esasları hususunda ciddî bir rehabiliteye ihtiyacı vardır.

Vâkıa, hepimizin iman esasları konusunda ciddî rehabiliteye ihtiyacı vardır; zira biz farkına varsak da varmasak da, Hazreti Pîr’in ifadesiyle -maalesef günümüzde- fen ve felsefeden gelen dalâlet ve küfür, zihinleri ciddî ifsat etmekte (Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.20 (Beşinci Mektup)); işlenen her bir günah, kalbe giren her bir şüphe ve tereddüt kalb ve ruhta yaralar açmaktadır. (Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar s.9 (İkinci Lem’a)) Nifak, cehalet ve enaniyet çağında tahkik bütün bütün yıkılıp gittiği gibi, taklit bağları da çözülmüş durumdadır. Evet, eskiden insanlar, önlerindeki bir rehberi veya kanaat önderini görüyor, onun yaptığını yapıyor ve böylece hiç olmazsa taklitle iman serasının içine giriyor, kendilerini muhafaza altına alıyorlardı. Maalesef günümüzde insanların pek çoğu böyle bir imkândan dahi mahrum bulunmaktadır.

Aslında bir insan, kendisini dinlese, çevresinde cereyan eden hâdiselerin çehrelerine baksa sonra da onları doğru okusa, her şeyde O’nu duyacak-hissedecek ve Cenab Şehabeddin gibi, “Varsın İlâhî! Yine varsın, yine varsın! Aklımda, hayalimde, hissimde hep varsın!” diyecektir. Her aynada O’nun cemâlini müşahede eden bir insan yeri geldiğinde ağaca koşup onu öpecek, çemenlere sarılacak, toprağa yüzünü gözünü sürecek, bazen O’nun Nur isminin kesif bir gölgesi olan Güneş’e teveccüh edecek ve bir yönüyle deli gibi yaşayacaktır. Böyle bir insan ise O’nun varlığı karşısında ihsan şuuruna sahip olacak, O’nu görüyor gibi davranacak ve O’nun tarafından görülüyor olma mülahazasıyla hareket edecektir. İşte ancak böyle bir yakîn ufkuna ulaşan insan, ellerini kaldırdığında, ülfet ve ünsiyetin hakkından gelecek, sebepleri aşacak, O’nun tarafından görülüyor olma şuuruyla Cenâb-ı Hakk’a yalvarıp yakaracaktır.

İç Heyecan ve Titreyişlerin Sesi

Evet, ihsan şuuru içinde duada huzur, hudu ve huşu çok önemlidir. Öyle ki insan, derin bir konsantrasyonla Allah’a yönelmeli ve dua ederken kendisinden geçmelidir. Ben, Hazreti Pîr’in talebelerinden Tahiri Mutlu Ağabey ve Ahmed Feyzi Ağabey’i gördüm. Onlar, dua ederken iç heyecanlarını dile getirir, âdeta kıvranır ve kendilerinden geçerlerdi. Aslında onlar, Üstatlarından gördükleri tavrı sergiliyorlardı.

Burada sizin için de bir mazeret sayılabilecek bir hususa bir kez daha dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Maalesef biz, doğru dürüst namaz kılan, samimî dua eden, gönülden Cenâb-ı Hakk’a teveccühte bulunan insanları tekyede de, medresede de, camide de görmedik. Bu konuda bize öncülük yapacak, ufkumuzu açacak, kapıyı aralayarak hakikatin dırahşan çehresini gösterecek rehberlerimiz olmadı. Her birimiz birer ümmî olarak kaldığımız yerde kalakaldık. Seyyid Kutup, bu türlü mülahazalara girdiğinde, “Biz, Müslüman mıyız?” diyerek hâl-i pürmelâlimizi ifade ederdi.

Fakat her şeye rağmen, hakikî imanı elde etmeyi ağır bulmayın ve elde edilmez sanmayın. Siz, hele bir dertlenin ve ızdırapla O’na yönelin. İşte o zaman bakın, Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler ve size ne tür sürpriz kapılar açar.

Öyleyse gelin, içimizdeki katılıkların izale olması, kulluğun içimizde bir inşirah hâsıl etmesi ve imanda derinleşebilme adına gece kalkalım, dört rekâtlık bir hacet namazı kılalım; ardından da, “Allah’ım! Sen’den bu gece beni ihsan şuuruna ulaştırmanı istiyorum. Senden, ne keramet, ne ikram ne şu ne de bu, başka bir şey istemiyorum. Tek isteğim, Seninle münasebette derinleşebilmek. Sen aklıma geldiğinde başka şeylerin gözümden silinip gitmesi ve Senin mârifetinle meşbu yaşamaktan başka bir şey istemiyorum!” diyelim. Bunu derken de, ağzımızdan çıkan her bir kelimenin şuur damgası taşımasına dikkat edelim. Israrla geceleri Allah’tan bunu isteyelim. Bir gece, iki gece, üç gece.. kalkalım, delice Allah’a yalvaralım. Ben, burada sizi itham edercesine bir tavırla, “İçinizde, Allah’tan mârifet, muhabbet ve aşk u iştiyak isteme adına hayatında bir hafta peşi peşine gece kalkıp hâcet namazı kılıp arkasından da böyle bir istekte bulunmuş olan var mı?” diye sormak istemem. Çünkü böyle bir soru karşısında olumlu cevap alacağım insanın çok fazla olmayacağı kanaatini taşıyorum. Bu da bizim, meseleye verdiğimiz önemi gösteriyor. Fakat unutmamak gerekir ki, مَنْ طَلَبَ وَجَدَّ وَجَدَ “Bir şeyi talep eden, talebinde ciddî olur ve gereken gayreti de gösterirse istediğini elde eder.”

Bazen hac için Kâbe, Arafat, Müzdelife ve Mina’da bulunan insanların hâline bakıyor ve uzaktan bu şuuru arıyorum. İçlerinde delice Allah’a dua eden, heyecanla köpüren birileri olup olmadığına bakıyorum. Eğer orada bin tane insan samimî olarak elini açsa ve bin ağızdan âli mülahazalar Cenâb-ı Hakk’a yükselse, külliyet kesbeden böyle bir duanın geriye çevrilmesi mümkün değildir. Hatta benim bu konudaki inancım şudur: Şayet orada bulunan üç milyon insan ellerini kaldırsa ve “Allah’ım bu arzı değiştir!” deseler, ayaklarının altındaki arz birden bire değişikliğe uğrar ve farklı bir âlem olur. Heyhat! Âlem-i İslâm’ın var olduğu günden bu yana günümüzde olduğu kadar derbeder ve perişan olduğuna, bu kadar dağıldığına şahit olunmamıştır. Ama demek ki insanlar, bu felâketleri, bu zillet hâlini bütün fecaatiyle duyamıyorlar. Şayet duysalardı, en azından bir dua ölçüsünde bundan kurtulma cehtleri olurdu. İnsanlar bu ızdırabı hissetmedikleri gibi etraflarındaki küfür dalgalarının darbelerinden rahatsızlık da duymuyorlar. Dolayısıyla da küllî bir duaya yönelme lüzumunu hissetmiyorlar.

Son bir husus olarak şunu ifade edeyim: Böyle bir ızdırap ufkuna bir anda ulaşılmazsa da, insanın kendini zorlaması, bu istikamette ciddî bir ceht ve gayret ortaya koyması gerekir. Ellerini kaldırdığında, “Verirsen verirsin, vermezsen vermezsin.” tavrıyla dua etmesi ise Allah karşısında küstahlık ve terbiyesizliğin ifadesidir. Hâlbuki insan, dua ederken âdeta bir dilenci gibi olmalı, hâli ve tavrıyla, “İstiyorum Allah’ım, bahtına düştüm, kurban olayım istiyorum! Lütfet Allah’ım! Öldür beni ama isteklerimi kabul et!” demelidir. Evet, mü’min, nazarını hep yüksek zirvelere dikmeli ve bu isteklerini içinden gelerek dillendirmelidir ki, Cenâb-ı Hak da ona lütfuyla cevapta bulunsun. Çünkü bir insanın teveccühü ne kadarsa, ona o kadar teveccüh edilir; nazarı ne ölçüde ise, ona o ölçüde nazar edilir.

Hac

Herkul | | HERKUL NAGME

Hac, kasdetme ve yönelme mânâlarına gelir. Ancak onu, mutlak kasd ve mücerret yöneliş mânâlarına hamletmek de doğru değildir. Hac, hususî bir zaman diliminde, hususî bir kısım yerleri, yine bir kısım hususî usullerle ziyaret etmeye denir ki; senenin belli günlerinde, hac niyetiyle ihrama girip, Arafat’ta vakfede bulunmak ve Kâbe’yi tavaf etmekten ibaret sayılmıştır. İhram haccın şartı, vakfe ve tavaf ise onun rükünleridir.

Her sene, dünyanın dört bir yanından yüz binlerce insan, “Beytullah”a teveccüh edip, mübarek bir zaman dilimi içinde, Sahib-i Şeriat tarafından belirlenmiş bazı mekânları.. hususî bir kısım usullerle ziyaret eder.. vazifelerini yerine getirir ve günahlarından arınırlar –ki böyle bir vazife “Ona varmaya gücü yeten kimsenin Kâbeyi tavaf etmesi Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır.”[1]– fermanıyla, İslâm’ın beş esasından biri olarak gücü yeten herkese farz kılınmıştır.

Hac, Müslümanlar arasında içtimaî birliği tesis ve tecelli ettiren öyle büyük ve öyle şümullü bir İslâm şiarıdır ki, onun enginlik ve vüs’atini, küre-i arz üzerinde bir başka mekân ve bir başka cemaatte bulup göstermek mümkün değildir. Kâbe, o derin mânâ ve kudsiyetiyle, ta Hz. Âdem ve onun yaratılışından önceki zamanlara gidip dayanan.. ve daha sonra Hz. İbrahim’le bilmem kaçıncı kez ortaya çıkarılıp îmar edilen, millet-i İbrahimiye ile irtibatlı, Hakikat-ı Ahmediye’nin amânın bağrında eşi, Nûr-u Muhammedî aleyhisselâmın dölyatağı ve bütün semavî dinlerin kıblegâhı, eşsiz öyle bir tevhid ocağıdır ki, bu hususiyetleriyle ona denk, Allah evi denebilecek ikinci bir bina yoktur.

Her yıl, yüz binlerce insan, Allah’a karşı kulluk sorumluluklarını yerine getirmek için, Hakk’a en yakın olacakları bir zaman diliminde, bir zirve mekânda, eda edecekleri ibadetlerin menfezleriyle duygularını, düşüncelerini soluklar.. ahd ü peymanlarını yeniler.. günahlarından arınır.. birbirlerine karşı sorumluluklarını hatırlar ve hatırlatır.. içtimaî, iktisadî, idarî ve siyasî işlerini, her yanıyla Hakk’a kulluğu çağrıştıran bir ibadet zemininde, kalblerin rikkati, duyguların enginliği ve İslâm şuurunun med vaktinde, bir kere daha gözden geçirip pekiştirir; sonra da yepyeni bir güç, yepyeni bir azim, yepyeni bir şevkle ülkelerine dönerler.

Hepimiz hacca, biraz da, ruh ve duygularımızın kirlenmiş olması mülâhazasıyla gider ve o güne kadar tanımadığımız farklı bir kapıdan, ayrı bir mânâ âlemine açılıyor gibi yola revân olur ve geçeceğimiz yollara sıralanmış şeâiri bir bir görür, duyar, enginliklerine iner.. ve ulu dağların mehabeti içinde gözümüzü, gönlümüzü dolduran bunca İslâm alâmeti karşısında, daha yolda iken Kâbe ve haccetme ruhunun perde perde sıcak ve derin esintilerini duymaya başlarız. Sonra da, gidip ta en son noktaya ulaşıncaya kadar, otobüs kanepelerinde, tren kompartımanlarında, gemi kamaralarında, uçak koltuklarında, otel odalarında, misafir salonlarında, hatta çarşı ve pazarda hep o sımsıcak meltemlerin tesirini hissederiz. Bu vasıtalara, bu yollara ne kadar alışmış ve ne kadar kanıksamış olursak olalım; vasıtasına göre, saatler, günler ve haftalar süren bu mavi, bu ruhanî, bu âhenkli, bu vâridâtlı yolculuktan bir kurbet, bir vuslat, bir güzellik, bir şiir hatta bir romantizm banyosu ala ala, ruhlarımıza, asıl kaynağından gelen gücü kazandırmış, gönüllerimizi itminan arzusuyla şahlandırmış ve hususî bir âlemin namzedi olmuş gibi kendimizi, bütün bu büyülü güzelliklere ulaştıracak sırlı bir kapının önünde sanırız. Bu kudsî yolculuk ve yol mülâhazası, her zaman his dünyamıza öyle esbap üstü bir duyuş ve bir seziş kabiliyeti bahşeder ki; bazen neşeyle tüten, bazen murâkabe ve muhasebe duygusuyla buruklaşan bir ruh hâletiyle, âdeta kendimizi ahiretin koridorlarında yürüyormuşçasına hep tedbirli ve temkinli hissederiz.

Kâbe; bakış zaviyesini iyi belirlemiş olanlara göre, boynu ötelere uzanmış, bir bize, bir de sonsuzluğa bakan; yer yer sevinen, zaman zaman da kederlenen için için bir hâli olduğu hissini uyarır. Binlerce ve binlerce senenin tecrübe, vakar ve ciddiyetini taşıyan ve daha çok da bir insan yüzüne benzeteceğimiz onun dış cephesini görünce, edası ve endamıyla bize bir şeyler anlatmak istediğini, harimini açıp bize:

  “       Gel ey aşık ki, mahremsin

           Bura mahrem makamıdır

           Seni ehl-i vefa gördüm”

dediğini duyar gibi oluruz.

Kâbe; konumu itibarıyla, evimizin en mutena köşesinde, en hâkim bir sedir üzerinde oturup evlatlarının, torunlarının neşelerini paylaşan, elemlerini ruhunda yaşayan bir anne görünümündedir. Bulunduğu yerden çevresini temâşâ eder; yer yer acılarla burkulur, zaman zaman da inşirahla çevresine tebessümler yağdırır. İnsan, beldelerin anasına yaslanmış bu binaların anası çevresinde dönmeye başlayınca şefkatle kucaklandığını, sevgiyle koklandığını duyar gibi olur. Tavafta hemen herkes kendini, annesinin elinden sımsıkı tutmuş koşan bir çocuk gibi hafif, güvenli ve şevkli hisseder. Evet insan, o binler ve yüz binler içinde, uhrevî düşüncelerle onun etrafında pervaz ederken, âdeta Allah’a doğru yürüyormuşçasına şevk u târâbla coşar ve kendinden geçer. Vücudunun yarısından çoğu açık, urbası omuzlarında “remel” yapıp zıplayarak yürürken her zaman telaşlı, endişeli; fakat bir o kadar da ümitli ve çelik çavak bir yol alışın heyecanını yaşar. Dünya hesabına bu salınmışlık, bu rahatlık ve romantizm, mübarek evin çevresindekilere tarifi imkânsız büyülü bir derinlik, bir hayal ve bir melâl aşılar. İnsan, o uhrevî kalabalığın ukba buudlu görüntüsü karşısında, daha tavafa girmeden o ilâhî harimin münzevî sükût ve şiirini duyar gibi olur. Her zaman kendini Kâbe’nin çevresinde bu dönme büyüsüne kaptıran derin ruhlar, dönerken kim bilir, ne mahrem kapıların önünden geçer.. ne bilinmez tokmaklara dokunur ve ne sihirli panjurlar aralarlar ötelere.! Öyle ki, bu eski fakat eskimemiş binanın çevresinde, her an yepyeni duygularla coşup dönerken, tahayyüllerimizde açılan menfezlerden gönüllerimize akan vâridâta, sinelerimizde çakan ışıklara ve ruhlarımızı uçuran sırra şaşarız. Her adım atışımızda, sırlı bir kapı açılacakmış da, bizi içeriye çağıracaklarmış gibi bir hisle hareket eder, keyfiyetini bilemediğimiz bir zevke doğru kaydığımızı sanır ve kalbimizin heyecanla attığını hissederiz. O esnâda bulunduğumuz yerden, Kâbe’nin gönüllerimize sinmiş olanca büyüklüğünün, derinliğinin, büyüsünün canlanıp köpürdüğünü tepeden tırnağa her yanımızda duyar ve ürpeririz.

Bu mülâhazaları bazen, bir kısım gerçek sebeplere dayandırarak izah etmek mümkün olsa da, çok defa kriterlerimizi, takdirlerimizi aşan vâridât ve sünuhat karşısında sessiz kalırız. Zira Kâbe ve çevresi, maddî şartları ve dış aksesuarı itibarıyla bir şeyler ifade etse de, muhtevası kapalı, mânâları buğulu, üslûbu da uhrevî olduğundan herkes onun anlattıklarını anlamayabilir. Oysaki, avam-havas, cahil-âlim, genç-yetişkin herkesin mutlaka ondan anladığı ama çok defa ifade edemediği bir sürü şey vardır.

Kâbe, hepimizde ürperti hâsıl eden mehîb dağ ve tepeler arasında daha çok filizlenmiş bir nilüfere benzemesinin yanında, içinde varlığın esrârını taşıyan bir sır fanusu, Sidretü’l-Müntehâ’nın izdüşümü veya gökler ötesi âlemlerin usâresinden meydana gelmiş bir kristal gibidir. İnsan o sır fanusunun çevresinde şuuruyla döndüğü sürece, akıp dışarıya sızan dünya kadar gizli şeyler hissettiği gibi, zaman zaman da, Sidretü’l-Müntehâ’ya kilitli bu prizmadan gökler ötesi âlemleri de temâşâ eder.

Evet, hemen herkes, onun harimine sığınır sığınmaz, zaten ruhlarında mevcut olan his ve düşünce enginliğinde daha bir derinleşerek Kâbe’yi, kendi varlıklarını ve Cenâb-ı Hakk’ın matmah-ı nazarı bu iki unsurun birbirleriyle münasebetlerini düşüne düşüne, içlerine açılan bir kısım sırlı kapılardan geçerek, o güne kadar tanımadıkları en mahrem dünyalara açılırlar. Elbette ki bu duyuş ve bu seziş, bu mânâ ve bu ruh ancak, sağlam bir iman, mükemmel bir İslâmî hayat ve tastamam bir ihlas ve yakîn birleşiminden hâsıl olacaktır. Yoksa, mücerret kalıpların hissesi kalıpların çerçevesine bağlı kalacaktır.

Kâbe’deki bu derinlik ve bu zenginlik sayesinde oradaki hemen her şey, diğer zamanlarda olduğunun üstünde, hac duygusuyla renklenince, bir başka ihtişam, bir başka mehabetle tüllenir.. tüllenir de insan onun büyüsüne kapılarak, âdeta ışıktan bir helezonla, vuslata tırmanıyor gibi döne döne yükselir ve özündeki bir cazibeyle gider Mâbuduna ulaşır. Bu noktaya ulaşan ruhun eda ettiği tavaf namazı aynı şükür secdesi, içtiği zemzem de Cennet kevseri veya vuslat şarabı olur.

Kâbe’nin çevresindeki tavafı, tasavvufî ifadesiyle, daha çok, mübarek bir duygu, bir düşünce etrafında ve kendi içimizde derinleşme hedefli bir seyahatin ifadesi sayılan “seyr fillâh”a benzetecek olursak, sa’y mahallindeki gelip-gitmeleri, halktan Hakk’a, Hak’tan da halka urûc ve nüzûlün unvanı olan “seyr ilâllah”, “seyr minâllah” mânâlarıyla yorumlamak muvafık olur zannederim. Evet, Safâ-Merve arasındaki gelip-gitmelerde işte böyle bir mülâhaza ve bu mülâhazadan kaynaklanan bir derin his ve arzu tufanı yaşanır.

İnsan mes’âda (sa’y mahalli) hep bir koşup aramanın, bir medet dileme ve imdat etmenin kültürünü, şiirini, mûsıkîsini, vuslat ve “dâüssıla”sını yaşar. Orada önemli bir şeyin peşine düşülmüş gibi, takipler aralıksız devam eder. Aranan şey zuhur edeceği âna kadar da gelip gitmeler sürer durur. O yolda rastlanılan her iz ve emare insanın heyecanını bir kat daha artırır.. ve sineler:

  “       Bak şu gedânın hâline

           Bend olmuş zülfün teline

           Parmağı aşkın balına

           Bandıkça bandım bir su ver.” (Gedâî)

der ve Kâbe’nin çevresinde olduğu gibi hem koşar hem de içine matkaplar salarak, Beytullah’ın çevresindeki enfüsî derinleşmeye mukabil, burada, bir hatt-ı müstakîm üzerinde gelip gider; peygamberâne his ve duygularla, başkaları için yaşama, başkaları için gülme ve ağlama, hatta başkaları uğrunda ölme cehdiyle gerilir.. telaşlı fakat hesaplı, endişeli ama ümitli; semanın altın ışıkları altında, hac mevsiminin mavimtrak saatleri içinde; yeni bir vuslatın heyecanı ve henüz aradığını tam bulamamış olmanın tahassürüyle koşar-âheste yürür, tepeye tırmanır, oradan aşağı iner ve yolda olmanın bütün kararsızlıklarıyla çırpınır durur. Bazen, mes’âda koşan insanların, daha çok bir nehrin akışına benzeyen çağıltılarına karışarak, karışıp bir koro şivesiyle hislerini dile getirerek.. bazen de hiçbir şey ve hiçbir kimse görmüyor olma ruh hâletiyle, tek başına sa’y ediyormuşçasına, gözünde Hz. Hacer’in silueti, elinde gönül kâsesi ve dilinde:

           İste peykânın gönül hecrinde, şevkim sâkin et,

           Susuzum bir kez bu sahrada benim’çün âre su!

           ……………

           Bîm-i dûzah nar-ı gam salmış dil-i sûzânıma.

           Var ümidim ebr-i ihsanın sepe ol nâre su” (Fuzûlî)

sözleri, göklerden gelip alevlerini söndürecek bir rahmet bekler.. ve ruhunu yakan kendi ateşiyle beraber, intizarın bitmeyen hasretiyle de kavrulur durur. Bazen mes’âda, ötelerden kopup gelen bir meltemin serinliği duyulsa da, genelde orada hep şevk buudlu bir hüzün, ümit ve recâ televvünlü bir aşk ızdırabı yaşanır.

Mes’âda çok defa, hakikatler hayale karışır ve çevredeki insanlar bazen sükûtun derinliğiyle, bazen de çığlık çığlık hıçkırışlarıyla, kâh mizana sürükleniyor gibi, kâh kevsere koşuyor gibi zevk ve tasa ikilisiyle yer yer yutkunur, zaman zaman da rahat bir nefes alır.. ve geliş-gidişlerine, iniş-çıkışlarına devam ederler. Orada saat ve dakikalar o kadar nazlıdır ki, mutlaka iltifat ve alâka isterler. Yoksa hiç var olmamışlar gibi iz bırakmadan eriyip giderler.

Günler bayrama doğru kaydıkça, metaf, zemzem ve mes’â gizli bir gurbet ve hasret duygusuyla lacivertleşir.. Kâbe, bize araladığı pencerelerin panjurlarını yavaş yavaş indirir.. ve her hâdise ile fâniliğini anlayan insan, buradan göçme zamanı geldiğinde ayrılması icap ettiği gibi, bir gün mutlaka dünyadan da ayrılacağını düşünür ve kendi içine, kendi hususî dünyasına çekilerek âdeta bir ruhî inzivaya bürünür.

Ama henüz her şey bitmemiştir; Hakk’a yürüyen bu insanları bekleyen hâlâ upuzun bir yolculuk var. İnanılmaz tılsımı ve baş döndüren füsunuyla güzergâhı kesmiş duran “Mina” onları bekliyor.. gök kapılarının gıcırtılarının duyulduğu “Arafat” onları gözlüyor.. “Müzdelife”, onlara mini bir şeb-i arûs yaşatmadan salıvereceğe benzemiyor.. daha ileride teslimiyetlerini soluklayıp akl-ı meâşlarını taşa tutacakları yerler gelecek ve Allah’a nefislerinin fidyelerini sunup, kendi duygu dünyalarında beraatlerinin bayramını yaşayacak; sonra da, Kâbe’de, kâbe-i kalblerine yönelerek, Hak’tan yine Hakk’a, urûc ve nüzûllerininoktalayarak “fenâ fillâh”ve “bekâ billâh” tedailerinin ilhamlarıyla tâli’lerine tebessümler yağdıracaklar.

Postunu fedakârlık iklimine sermiş bulunan Mina, o büyüleyen parıltılarıyla, şiirini ta Müzdelife’nin tepelerine duyurur.. onun içine girmek ister.. hatta onu da aşarak ötelerdeki Arafat’ı selamlar.. selamlar ve yirmi dört saatlik misafirlerine referans verir.. ve bu bir günlük konuklarını Arafat’a emanet eder.

Bence Mina, fedakârlıkla şefkatin, emre itaatteki inceliği kavramakla muhabbetin tüllendiği arzda semavî bir kuşak ve sımsıcak bir kucaktır. Mina, âdeta bir teslimiyet kovanı ve bir hasbîlik yuvası gibidir. Eski hâli itibarıyla tamamen, şimdiki durumu itibarıyla da kısmen, hemen herkesin, evsiz-barksız, yurtsuz-yuvasız birkaç günlüğüne ikamet ettiği Mina, öyle sırlı bir yerdir ki, ukbaya bütün bütün kapalı olmayan her gönül, o dağlar ve vadiler arasındaki âramgâhta neler hisseder neler..! Bizler Mina’yı, her yanıyla, ruhumuzla öyle kaynaşmış ve bütünleşmiş buluruz ki; onun, âdeta kalbimizde attığını, damarlarımızda aktığını ve âsâbımızda yaşadığını duyar gibi oluruz. Öyle ki, oraya daha adım atar atmaz, onun, ruhumuzla kucaklaştığını, –Allah Resûlü’ne ilk kucak açılan yer olması itibarıyla da üzerinde durulabilir– bize ötelere açılan yolları işaret ettiğini ve bizi tamamladığını, hatta gelip duygu dünyamıza karıştığını hisseder ve bir ölçüde hepimiz Minalaşırız.

Biz Mina’da hazırlıklarımızı yapıp ruhumuzun kanatlandırılmasıyla uğraşırken, “Arafat” bir baştan bir başa gelin odaları gibi süslenir ve bağrını gelip konacak, gerilip ötelere açılacak misafirleri için tıpkı bir liman, bir meydan, bir rampa gibi hazırlar, açar.. ve ona bir dâüssıla tutkusuyla koşan Hak konuklarını beklemeye koyulur.. yeni bir imkân, yeni bir devran mülâhazasıyla coşkun Hak konuklarını.

Arafat’ın öyle bir nuranîliği ve orada yaşanan zamanın öyle bir derinliği vardır ki, o hazîrede bir kere bulunma bahtiyarlığına ermiş bir ruh, gayri hiçbir zaman bütün bütün mahvolmaz ve kat’iyen dünyevîler gibi ölmez. Ömrünün birkaç saatini Arafat’ta geçirmiş olanlar, bütün bir ömür boyu güller gibi açar durur ve asla solmazlar. Onun şefkatli, aşklı, şiirli dakikaları, hep bir sabah güneşi gibi gönül gözlerimizde ışıldar durur.. ve her yanında açık-kapalı aşkla bilenmiş, bülbül gibi şakıyan, şakıyıp kalblerinin en mahrem noktalarında petekleşmiş bulunan imanlarını, irfanlarını, muhabbetlerini ve cezb u incizaplarını haykıran insanların çığlıkları kulaklarımızda tın tın öter ve ötelere müştak gönüllerimizi coşturur. Hem öyle bir coşturur ki, bizi, en inanılmaz, en erişilmez lezzetlere çeker.. en olgun, en doyurucu vâridâtla hislerimizi şahlandırır.. görmüş geçirmiş varlıkların istiğnalarına benzer şekilde gözlerimize bir büyü çalar ve bizleri özlerimizin içindeki zenginliklerde dolaştırır.

Arafat’ta, sabahlar da gurûblar da hep derinlik soluklar ve ihtimal ki, en yüksek şairlerin bile terennüm edemeyeceği nüktelerini kalblerimize boşaltır; bize varlığımızın gayeleri adına neler ve neler fısıldarlar. Bence, ruhun uhrevîleşip incelmesi için insan hiç olmazsa ömründe bir kere Arafatlaşmalı, Arafat’ı yaşamalı ve Arafat’ın tulû’ ve gurûbunu oksijen gibi ciğerlerine çekmelidir.

Arafat’ta insan, duanın, yakarışın, iç çekiş ve iç döküşün en ürperticilerine şahit olur. Hele ikindi sonrasına doğru, biraz da buruksu veda havasıyla eda edilen dualar, daha bir derinlikle tüllenir, sesler, soluklar, gökler ötesi meleklerin çığlıklarını hatırlatan bir enginlik ve duruluğa ulaşır. İnsan, Arafat düzlüğünde yükselen âh u efgânı duydukça, seslerdeki uhrevîlik, ebedî saadet ümidinin hâsıl ettiği rikkat, şefkat ve recâ ile gençleştiğini, ebedîleştiğini, büyük bir açılışa geçtiğini ve genişlediğini sanır. Hele, güneş gurûba kapanıp da, kararan ufukların her yana buğu buğu veda duyguları saldığı dakikalarda ümitlerin cisimleşip içimize aktığını, şuurlarımızın Arafat vâridâtıyla aydınlandığını ve tıpkı rüya âlemlerinde olduğu gibi, kalıplarımızdan sıyrılıp, bir kısım mânevî anlaşılmazlıklara açıldığımızı.. Arafat gibi çığlık çığlığa inlediğimizi.. batan güneşle beraber eriyip gittiğimizi.. kulaklarımıza çarpan âh u efgân gibi birer feryat hâline geldiğimizi.. kuşlar gibi hafifleyip bir tür kanatlandığımızı.. mahiyet değiştirip birer mânevî varlığa inkılap ettiğimizi sanır ve hayretler içinde, olduğumuz yerde kalakalırız.

Arafat, insanların bütün bir gün, melek mevkibleri arasında dolaşıp durduğu, otururken-kalkarken sürekli semavîlik solukladığı, Hak rahmetinin sağanak sağanak gönüllerimize boşaldığı ve hâdiselerin hep ümit televvünlü cereyan ettiği bir rahmet yamacı ve hesap endişeli bir Arasat meydanıdır. Dünyaya ait her şeyden sıyrılmış ve soyunmuş insanlar, hesap, terazi, mizan endişesi ve rahmet ümidiyle hep hayaletler gibi dolaşırlar onun düzlüklerinde. Affolacaklarını umar, kurtuluşa ereceklerinin hülyalarını yaşar ve bu bir tek günü, senelerin vâridâtını elde edebilecek şekilde değerlendirirler.. değerlendirirler ama, yine de bir başka yerde dua edip yakarışa geçmeleri lâzım geldiğini de söküp kafalarından atamazlar.

Atmalarına gerek de yok, zira birkaç adım ötede bağrını açmış Müzdelife onları bekliyor. Vicdanlarımızdan, Müzdelife’nin bizi beklediği mesajını alır almaz, içinde bulunduğumuz ışıklardan ve ümitle bize tebessüm eden Arafat’tan ayrılır, rükûa nispetle secde seviyesinde Allah’a yakın olmanın unvanı sayılan Müzdelife’ye yürürüz.. sonsuza, mekânsızlığa, ebediyete ve Allah’a yürüdüğümüz gibi Müzdelife’ye yürürüz. Tamamlanmaya yüz tutmuş mehtabın, dağ-dere, vadi-yamaç her yanı aydınlatan ışıklarla cilveleştiği bir mübarek mekânda ve göklerin yere indiği, arzın semavîleştiği duyguları içinde, kendimizi, orada, Hakk’a ulaştıran ayrı bir rıhtım, ayrı bir liman ve ayrı bir rampada buluruz. Kâbe’den beri değişmeyen halleriyle, göklerin pırıl pırıl çehresinin, hacıların simalarındaki akislerini, Allah’a yönelmiş yalvaran bu sadık bendelerin seslerini bedenlerimizde, ruhlarımızda, gözlerimizde ve gönüllerimizde duyarak ötelerde dolaşıyor gibi öteleşir, meleklerle ve melekûtla hemhâl olur uhrevîleşir ve kendimizi bütün bütün rahmetin enginliklerine salarız.

İbn Abbas, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, Arafat’ta ümmeti adına sarih olarak elde edemediği önemli bir reçete ve beraati Müzdelife’de elde ettiğini söyler. Gönlüm bu tespitin yüzde yüz doğru olmasını ne kadar arzu ederdi..! Eğer, Hz. İbn Abbas’ın dediği gibi ise, başların secdeye varmışlığı ölçüsünde insanları Allah’a yaklaştıran Müzdelife, bir başka feryâd u figân, bir başka âh u zâr ister..

Müzdelife’nin hemen her yanında, lambalardan akseden ışıklarla, hacıların parıldayan yüzleri, buğulu bakışları ve heyecanla çarpan sineleri, sadece gecesiyle tanıdığımız o mübarek sahaya, büyüleyen ayrı bir güzellik katar. Hele gece ilerleyince her yanı daha derin bir esrar bürür. Bir kısım kimseler ertesi günkü zor vazifeleri için dinlenirken, sabaha kadar el pençe divan duran insanlar da vardır. Sesini sinesine çekip duygularıyla tıpkı bir mızrap gibi gönlünden gönül ehline nağmeler dinleten bu engin ruhlar kim bilir neler düşünür, neler söyler ve içlerinden neler geçirirler..! Kalb sesleri her zaman kendilerini aşan bir seviyede cereyan eder ve meleklerin soluklarıyla at başıdır. Kalbini dinleyen ve kalbiyle konuşan bu zaman üstü insanlar, şimdi seslendirdikleri bu gönül bestelerinin yanında, daha önce, ondan da önce, duygu mızrabıyla gönül telleri üzerinde duyurup duymaya çalıştıkları ne kadar nağme varsa, hepsini bir koro gibi birden duyar, birden dinler ve geçmişlerini bu günle beraber bir zevk zemzemesi hâlinde yudumlarlar.

Ufuklarda şafak emareleri tüllenmeye başlayınca, bir gün önce Arafat’ta yaşanan ses-soluk, his-heyecan katlanarak bütünüyle Müzdelife’ye akar.. akar ve tan yeri bir sürü his, bir sürü iniltiye karışarak ağarır. Namaz dışı Hakk’a yönelişler, namaz içi teveccühler.. ve namazın içine akıp kunutlaşan dualar her biri Hakk’a yakınlığın ayrı bir buudu olarak keyfiyetler üstü bir derinlikte eda edilirler.

Bazen dört bir yanımızı saran ve bütün duygularımızı okşayan bir ipek urba gibi.. bazen ümitlerimize fer ve acılarımıza tesellibahş olan semavî eller gibi.. bazen ocaklar misali yanan sinelerimize su serpen birer tulumba gibi.. bazen ruhlarımıza en yüce hakikati duyurup gönüllerimize ürpertiler salan ezanlar gibi.. bazen yıkılmış, dağılmış eski dünyamızın parçalarını bir araya getirerek, özümüzden, ebediyetimizden, dünyamızdan, ukbamızdan öyle mânâlar duyururlar ki, kendimizi yeniden keşfediyor, özümüzü daha yakından tanıyor, dünyaya farklı bir zaviyeden uyanıyor, ukbayı da ayrı bir yakınlık, ayrı bir netlik içinde görüyor gibi oluruz.

Bu yalvarış ve yakarışlar, güneş ışınları yeni bir günün müjdesiyle ufukta belireceği âna kadar da devam eder. Güneş doğarken de, âdeta o âna kadar secdede olan başlar, bir başka yakınlığa ulaşmak için yeniden “şedd-i rihâl” eder ve yollara koyulurlar. Şimdi, önümüzde daha önce de uğrayıp, vadi vadi selâm durup geçtiğimiz Mina var. Safvete ermiş kalblerin, düz mantığa zimam vurup ruhun eline teslim edecekleri Mina.. teslimiyete ermiş gönüllerin inkıyatlarını ortaya koyacakları Mina.. Hz. Âdem’den Hz. İbrahim’e, ondan da insan nev’inin Şeref Yıldızı’na kadar binlerin, yüz binlerin akıl ve mantıklarını gemleyip muhakemelerini kalble irtibatlandırdıkları Mina.. nihayet bütün bunlardan sonra, şeytanı taşlarken nefislerimizin de paylarını aldıkları, ayrıca ibadetin esası sayılan taabbüdîliğin maşerî vicdan tarafından temsil edildiği Mina… Ve şeytan taşlamanın yanında daha neler neler yapılır orada.. kurban, tıraş, hac esvabından soyunma.. ve yol boyu derinleştirilen konsantrasyondan sonra tam bir metafizik gerilimle eda edilen farz tavaf bunlardan sadece birkaçı..

Hac yolcusu, evinden ayrıldığı andan itibaren, yol boyu, nefis ve enaniyeti hesabına iplik iplik çözülür; kalbî ve ruhî hayatı adına da bir dantela gibi ibrişim ibrişim örülür. Evet, insan bu ışıktan yolculuğunda en eski fakat eskimeyen, en ezelî ama taptaze gerçeklerle tanışır ve hâlleşir.. ve hiçbir zaman unutamayacağı edalara ulaşır. Hele, yapılan işin şuurunda olanlar için bu arzî fakat semavî yolculuk, ihtiva ettiği vâridât ve hatıralarla daha bir derinleşir ve ebediyet gamzetmeye başlar.. başlar ve güya semanın renkleri, hacıların sesleri gelir hülyalarımıza dolar, ruhlarımızı sarar ve ömür boyu gönül gözlerimizde tüllenir durur.

Dünyada, Kâbe ve çevresi kadar, biraz hüzünlü de olsa, ama mutlaka füsunlu daha cazip bir başka yer göstermek mümkün değildir. İnsan, onun hariminde her zaman efsanevî bir güzelliğe şahit olur ve her şeyi en olgun, en tatlı bir meyve gibi koparır, yer. Oralara yüz sürme tâli’liliğini paylaşan ruhlar, ebediyen başka bir ibadet mahalli arama vehminden kurtulurlar.. ve oraların öteler buudlu cazibesini ömürlerinin gurûbuna kadar da asla unutmazlar.

***

[1]   Âl-i İmrân sûresi, 3/97.

Not: Bugün mescidimizde Cuma Hutbesi olarak okunan bu makale muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Sızıntı Dergisi Haziran-1994 sayısı için kaleme aldığı başyazıdır.

420. Nağme: Hocaefendi’nin Hac Hatıraları

Herkul | | HERKUL NAGME

Değerli arkadaşlar,

Aslında Bamteli-Özel olarak Pazartesi günü neşretmeye niyetlendiğimiz bu sohbeti de bekletmeye gönlümüz razı olmadı.

M. Fethullah Gülen Hocaefendi yeni hasbihalinde haccın manasını, mukaddes topraklara hangi ruh haletiyle gidip gelmek gerektiğini ve insanın kendisine nasıl bakması lazım geldiğini anlattı.

Muhterem Hocamıza iki soru sorduk:

  1. Hac makalesinde “Hepimiz hacca biraz da ruh ve duygularımızın kirlenmiş olması mülahazasıyla gideriz.” buyuruluyor. İşaret edilen bu “kirlenmiş olma mülahazası”nı nasıl anlamalıyız? Bu mülahaza ile hac münasebetini lütfeder misiniz?
  2. Birinci haccınız ile ikinci ve üçüncü haclarınız arasında ister gidiş ister duyuş açısından mülahaza farklılığı hissettiniz mi?

Üç kere hacca gitmiş olan Hocaefendi, bu sorularımıza cevap verirken çok latif hatıralarını da dile getirdi; mübarek beldelerdeki hissiyatını seslendirdi.

Rahman’ın misafiri olmuş ya da olma recasıyla beklemeye durmuş bütün Medine aşıklarına, Mekke sevdalılarına çok derin hisler tedai ettireceğini umduğumuz bu güzel sohbeti 42:21 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.

Muhabbetle…

419. Nağme: Kurban, Hac ve İnsanlık Yetimleri

Herkul | | HERKUL NAGME

Kıymetli dostlar,

Aslında yarın Bamteli günü ve neşredeceğimiz enfes sohbet hazır. Pazar günleri “nağme” yayınlamak da âdetimiz değil.

Fakat muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi yaklaşık dört saat önceki hasbihalinde çok önemli mevzulara değindi; dinleyip istifade etmeye çalıştığımız mühim hakikatleri bekletmeden sizlere de ulaştırmaya karar verdik.

Aziz Hocamıza içinde bulunduğumuz hac ve kurban mevsimine ait ibadetlerdeki “taabbudîlik” ve “hikmetler” meselesini sorduk.

Hocaefendi, kurban vazifesini, bu vesileyle yola çıkan kurbet kervanlarını, dünyanın dört bir yanında yardım bekleyen müminlerin/insanların imdadına koşmanın önemini ve ister niyet isterse icraat fasıllarında dikkat edilmesi gereken hususları anlattı.

Zulüm ve gadrin, hacca gidecek insanların önlerini kesmeye kadar uzandığı günümüzde, adanmış ruhlar için yol âdâbını bir kere daha hatırlattı; ana damarlar tıkansa bile, alternatif damarların kullanılması gerektiğini kaydetti.

İşte Hocaefendi’nin sohbetinden satırbaşları:

*Bazı ahvalde bazı şeyler böyle terke uğradığı, manasını yitirdiği, bir yetimlik yaşadıkları dönemde bence onları o durumdan kurtarma… İşte o mevzuda hikmetler ve maslahatlardan bahsedilebilir. Mesela zekât verirsin, işte zengin fakir arasında köprüler oluşturursunuz. Fakirin zenginden, zenginin fakirden ayrıldığı dönemde Avrupa’da sosyal ihtilaller tarihi asırlarca sürmüş, insanlar birbirlerini yemiştir. Ve belli bir dönemde bu meseleye çare, çözüm diye bir reçete ortaya atılmış. Diyelim Marx tarafından, Engels tarafından. Ve belli bir dönemde 20, 30, 40 milyon insanın ölümüyle o sistem oturtulmaya çalışılmıştır. Zengin-fakir arasındaki o açıklığı kapamaya matuf. Oysaki İslam dininde zekât, değişik yerlerde Hazreti Pir de ifade ediyor, bir köprüdür adeta, zengin-fakir arasında bir köprüdür. İşte bu maslahatın anlatılması lazım.

Mukarrabîne Yakışır Şekilde Kurban

*Kurban da böyle zekât gibi sadaka gibi bir şeydir. Kurban vacip olan insanlar var. Yani bir insana bir tane kurban vacip. 10 tane de kesebilir. Efendimiz (sas) yaşı sayısınca kurban kesti orada. Ve günümüzde de Allah’ın izni inayetiyle bu yapılıyor yani. Belki evinin bütün efradı için mükellef değiller. Her birisi için birer kurban kesiyor. Bazen ikişer tane de kesiyor. Bazen üç tane de kesiyor. Sizin arkadaşlarınız içinde de belki 10 tane kurban kesen insan vardır. Şimdi bu meseleyi bu seviyede ele almak, daha seviyeli, mukarrabine yakışır, ebrara yakışır, sadıkuna yakışır, muhlisuna yakışır şekilde ele almak günümüzün ihtiyaçlarındandır bence.

*Dünyada yine bu zenginle fakir arasında mesafeler çok açılmıştır. Şimdi o Myanmar’ı düşünün yani. O insanlar düne kadar evlerinden sürgün ediliyordu. Mabetleri yakılıyordu, evleri yakılıyordu, çöle sürgün ediliyorlardı. Şimdi de biraz daha zorlama var. Bunlar tamamen o ülkeden dışarıya çıkarılma gibi. Yani Budizm’in böyle haşince insanlara muamelesini ne Vedalarda, ne Upanişatlarda görmedim yani öyle bir şey. Sizden olmayan, sizin gibi düşünmeyen insanlara böyle bir kahr-u bela kesileceksiniz diye bir şey görmedim. Fakat nasılsa yani birileri işte bu siyaset böyle, idare, hakimiyet mevzu. Dengeleri koruma orada çok zor oluyor. Orada çeşit çeşit mesavi irtikab ediliyor ve meşru görülüyor. Onlar da ihtimal öyle meşru görüyorlar onu.

Müslüman’ın derdiyle dertlenmeli!..

*Şimdi bu insanları görmezlikten gelmek şu hadis kategorisi içerisine girer; ‘Müslümanların dertlerini paylaşmayan onlarla, dertleriyle dertlenmeyen onlardan değildir.’ diyor. Bunun manası hakiki Müslüman değildir demek oluyor bu. Bu açıdan, Myanmar’daki insandan, Suriye’de gadre uğrayan insana, varsa Mısır’da gadre uğrayan insana kadar, Yemen’de gadre uğrayan insana, Irak’ta ezilip geçilen o insanlara kadar herkese el uzatmak birer mü’minlik vazifesidir bence. Bu açıdan da belki artırarak devam etmek lazım. Bunun manası anlatılması lazım. Bugün buna ihtiyacın şiddetli olduğu anlatılması lazım. Bu aynı zamanda bir mü’mince tavrın ifadesidir. O mü’minler adına heyecan duymanın ve onların ıstırabını paylaşmanın, onların âlâmını paylaşmanın ifadesidir. Paylaşmazsanız onlardan değilsiniz demektir. Bu açıdan da onun hakiki manasını öyle, arka planını, dayandığı dayanakları, maslahatları, hikmetleri, faydaları anlatmak iktiza eder.

*Namazı bile bilmeyene belki esasen namazın ruhundaki hikmetleri ve faydaları anlatmak lazımdır. Anlatacaksınız. Günde beş defa Allah’la ahd-ü peymanınızı yeniliyorsunuz. Günde beş defa huzur-u kalple mabede gelen, bir imamın arkasında saf bağlayan, kemerbeste-i ubudiyet içinde Allah’a karşı vazifesini eda eden bir insan dıştaki hayatını muamelatını da bir yönüyle ona göre dizayn etmeye bakar. Allah’ın huzurundan geldim, ben şimdi nasıl yalan söyleyeceğim? Nasıl bir kısım politikalara, hem de böyle Makyavelistçe politikalara gireceğim. Nasıl birilerini kandıracağım? Nasıl Kur’an-ı Kerim’in, “Birbirinize ad, unvan, lakap takmayın.” demesine rağmen, ben başkalarına lakap takacağım? Nasıl ben intikam duygusuyla hareket edeceğim? Nasıl birilerini bitirme adına ciddi bir gerilim içinde olacağım? Günde beş defa huzur-u kalple Allah’a inanarak geliyor. Onun karşısında el pençe divan duruyorsan, iki büklüm olup rükûa gidiyorsan, buradaki bu ahd-ü peymana tamamen aykırı olarak verdiğin sözden dönerek bir dönek olarak hayatını kirletiyorsun. İçtimai hayatını, ferdi hayatını, ailevi hayatını, siyasi hayatını, idari hayatını, ekonomik hayatını kirletiyorsun. Namazın böyle bir bağlayıcılığı var burada, günde beş defa. Demek ki, günde beş vakit camiye gelmekle biz kendimizi böyle bir rehabiliteye tabi tutma mecburiyetindeyiz. İnsani ve İslami kıvamımızı ancak bu sayede koruyabilmekteyiz. Yoksa Allah (c.c.) böyle ağır bir tekalifte bulunmazdı.

25:20 dakikalık bu ehemmiyetli sohbeti ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.

Dualarınıza vesile olması istirhamıyla…

362. Nağme: Haccınız Ümmetin Haccı Olsun!..

Herkul | | HERKUL NAGME

Geçen senelerde Allah Teâlâ, bir arkadaşımızın içine de hac iştiyakını düşürüp yolculuk için şartları mümkün kılınca, muhterem Fethullah Gülen Hocamıza, o kutsal mekânları ve bereketli zaman dilimlerini nasıl değerlendirmesi gerektiğini sormuştu. Peygamber köyünün hasret ve hicranıyla yanan Hocamız, bu soru üzerine çok hislenmiş, gözleri yaşarmış ve şunları demişti:

Hac, farz bir ibadettir; imkânı olan mutlaka bu vazifesini eda etmelidir. Ne var ki, bu devirde, hakiki inanmış bir gönül sadece kendisi için hacca gitmez. Haccınızı şahsîlikten çıkarıp “ümmetin haccı” haline getirebilecek şekilde gidin oralara. Bugün, ümmet-i Muhammed gariptir, dertlidir ve ızdıraplar içindedir. Ümmet-i Muhammed için hac yapacak, o kutsal atmosferi “ümmet ümmet” iniltileriyle daha bir ısıtacak gönüllere ihtiyaç var. “Allahümme feracen ve mehracen liümmeti Muhammedin” deyip ağlayacak ve etrafındakilere de insanlık için gözyaşı dökme iştiyakı mayalayacak sinelere ihtiyaç var.”

Kıymetli Hocamızın özellikle bu sene hacca gidecek olanlara yönelik mesajlarını alabilmek için dün Bamteli sohbeti sırasında yine hac ile alakalı bir soru sormaya karar verdik.

“Haccın farziyetini ifade eden Âl-i İmran Sûresi’nin 97. ayetinde

فِيهِ آيَاتٌ بَيِّنَاتٌ مَقَامُ إِبْرَاهِيمَ وَمَنْ دَخَلَهُ كَانَ آمِنًا وَلِلَّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ إِلَيْهِ سَبِيلاً وَمَنْ كَفَرَ فَإِنَّ اللهَ غَنِيٌّ عَنِ الْعَالَمِينَ

buyurulurken “ale’l-mü’minîne” ya da “ale’l-müslimîne” değil de “ale’n-nâsi” denmesinin hikmetleri neler olabilir? Haccın Allah hakkı oluşu nasıl anlaşılmalıdır?” sualini tevcih ettik.

Aslında bizim sorumuz tefsire dair bir hususu öğrenme isteğiyle birlikte Hocamızın hacla ilgili hissiyatını alma noktasında bir ihtiyaç arzından ibaret idi; zaten muhterem Hocamız ona cevap vermekle beraber asıl dert ve ızdırabını da seslendirdi ve sözü “ümmetin haccı”na getirdi.

Rahman’ın bu seneki misafirlerine “hacc-ı mebrur” niyazı ve haclarının “ümmetin haccı” olması duasıyla 25:50 dakikalık sohbeti ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.

Hürmetle…