Posts Tagged ‘Ebû Zerr’

Ebu Zer El-Gifârî

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Hazreti Osman’ın Ebu Zer el-Gıfârî’yi Rebeze denen yere gönderip, orada zorunlu ikamete tâbi tutması olayını nasıl anlamalı ve bundan ne tür dersler çıkarmalıyız?

Cevap: Daha çok Ebu Zer künyesiyle meşhur olan bu şanlı sahabinin asıl adı Cündeb İbn-i Cünâde’dir. Gıfar kabilesine mensuptur. Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) risaletini ve davetini duyunca Mekke’ye gelerek iman etmiştir. Mekke’de ilk iman edenlerdendir, hatta dördüncü veya beşinci Müslüman olduğuna dair rivayetler vardır. İman ettiğini Kâbe’nin yanında ilan etmesi üzerine müşrikler tarafından dövülür. Hazreti Abbas’ın araya girmesiyle öldürülmekten kurtulur. Ancak ertesi gün tekrar aynı yere gidip imanını ilan eder ve başına yine aynı şey gelir. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), onu İslâm’ı anlatması için tekrar kabilesi Gıfar’a gönderir ve kendisine haber gelmedikçe tekrar Mekke’ye dönmemesini söyler. Kabilesine gittikten sonra öğrendiklerini anlatması ve yaşaması sayesinde kabile halkının yarısı Müslüman olur. Hazreti Ebû Zer, Uhud veya Hendek Savaşı’ndan sonra Medine’ye gelerek ashâb-ı suffeye dâhil olur ve Allah Resûlü ruhunun ufkuna yürüyeceği âna kadar da oradan ayrılmaz.

Efendimiz’in Firaseti ve Te’vil-i Ehâdis

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebu Zerr’in yalnız yaşayıp yalnız vefat edeceğini bir mucize olarak Tebük Seferi esnasında haber vermiştir. O sefer esnasında devesi zayıf olduğu için Ebu Zer ordudan geri kalır. Devesinden ümidini kesince eşyalarını sırtlanır ve yaya olarak yoluna devam eder. Nihayet bir konak yerinde istirahate çekilen orduya yetişir. Uzaktan gelmekte olan kimsenin Ebu Zer olduğunu öğrenen Allah Resûlü şöyle buyurur: رَحِمَ اللَّهُ أَبَا ذَرٍّ يَمْشِي وَحْدَهُ وَيَمُوتُ وَحْدَهُ وَيُبْعَثُ وَحْدَهُ “Allah, Ebu Zerr’e merhamet etsin! O, yalnız yürür, tek başına ölür ve tek başına haşrolur!” (Hakim, el-Müstedrek, 3/53)

Ebu Zerr’in ileride başına gelecekler, Efendimiz’e vahiy yoluyla bildirilmiş olabileceği gibi O, gördüğü bu manzarayı hadiselerin dilini okuma yönünde kendisine bahşedilen bir firasetle de yorumlamış olabilir. Bu tür yorumlamaya Kur’an’ın ifadesiyle te’vîl-i ehâdîs denir. Bazıları, te’vîl-i ehâdîsi sadece rüya yorumu olarak anlar. Oysaki onun alanı çok daha geniştir. Günlük hayatımızda cereyan eden hâdiselerden çeşitli mânâlar çıkarmak da tevil-i ehadisin bir çeşididir. Meydana gelen olaylar aslında misal âlemine ait sembollerin gözle göreceğimiz şekilde vücut kazanmasıyla ortaya çıkar. Dolayısıyla tevil-i ehadis, misal âlemiyle şehadet âlemi, yani metafizik âlemle fizikî âlem arasındaki bu münasebetin sezilmesine, misalî sembollerin anlamlarının bilinmesine bağlıdır. Bu manaları anlayıp yorumlamak ise herkesin yapabileceği bir iş değildir.

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tevil-i ehadisten yola çıkarak ortaya koyduğu pek çok yorum vardır. O, çevresinde olup biten hâdiseleri çok iyi okumuş ve bunlardan çeşitli mânâlar çıkarmıştır. Hatta bazı sahabilerin isimlerini değiştirmesine bile bu açıdan bakılabilir. Netice itibarıyla burada Nebiyy-i Ekrem, (aleyhi efdalu’s-salavati ve ekmelü’t-tahiyyat) Ebu Zer Hazretlerinin ordudan geri kalmasından, onun hâl ve tavırlarından yola çıkarak istikbalde zuhur edecek durumunu bildiren mucizevi bir beyanda bulunmuş ve bu ifadeleriyle bir karakterin ileride ortaya çıkacak genel durumunu haber vermiş olabilir.

Sahabe-i Kiram ve Onların Züht Anlayışı

Kur’ân, sahabe-i kiramı “sabıkûn-u evvelûn” olarak isimlendirmiş ve onlara farklı bir konum vermiştir. Dolayısıyla sahabe-i kiram hakkında konuşurken çok dikkatli olmalıyız. Onların başından geçenleri değerlendirirken mutlaka onların bu yüksek konumlarını göz önünde bulundurmalıyız. Genel anlamda sahabenin bu müstesna konumunun yanı sıra Hazreti Ebu Zer, ashab-ı kiram arasında, şahsî yaşantısıyla, zühdüyle ve dinî hassasiyetiyle öne çıkanlardan biridir. Müslümanlığı hep önde götürmüş ve çıtayı hep yüksek tutmuştur. Öyle ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadislerinde “Ebu Zer yeryüzünde Îsâ b. Meryem’in zühdüyle yürür.” buyurmuştur. (Tirmizî, Menâkıb 35)

Ebu Zer Hazretleri, hayatını tam bir züht ve takva içinde yaşamıştır. Dünyaya ve dünya malına asla önem vermemiştir. Ona göre bir insan sadece iki maksat için dünyalık peşinde koşabilir; birincisi ailesine helal rızık temin etmek, ikincisi ise ahiret hesabına Allah yolunda infakta bulunmaktır. Dolayısıyla ihtiyaç fazlası biriktirilen para ve malları “kenz” (dünya hırsıyla biriktirilen, stoklanan mal/servet) olarak görmüş ve servet sahiplerini bu hususta ikaz etmiştir.

O, kimseden sözünü esirgemeyen, doğru bildiği hakikatleri her yerde haykıran bir karaktere sahiptir. Özellikle Şam’da kaldığı dönemde Müslümanların servet sahibi olmalarından, rahat ve rehavet içinde yaşamalarından ciddi rahatsızlık duymuş ve bu rahatsızlığını her yerde dile getirmeye başlamıştır. Onun bu sözleri, bazı kimseler tarafından memnuniyetle karşılansa da büyük bir kesimi de rahatsız etmiştir.

Dönemin Şam valisi Muaviye de Ebu Zerr’in eleştirilerinden ve ikazlarından nasibini almıştır. Ebu Zer, haksızlık yaptığı, yakınlarını kayırdığı ve lüks içinde yaşadığı gerekçesiyle Hazreti Muaviye’ye sert ikazlarda bulunmuştur. Hatta bir seferinde dayanamayıp ona bir tokat dahi atmıştır. Bu sert çıkışlarından sonra Muaviye de onu önce ileri gelen sahabilere şikâyet etmiş, netice alamayınca da durumu bir mektupla dönemin halifesi Hazreti Osman’a bildirmiştir. Devlet adına yer yer oldukça sert kararlar verse de şahsına yöneltilen itiraz ve sorgulamalar karşısında Muaviye’nin oldukça hoşgörülü davrandığı söylenebilir. Bugün siz değil bir valiye, onun kapıcısına bile böyle bir muamelede bulunsanız sizi kapı dışarı ederler veya hakkınızdan gelirler.

Durumdan haberdar edilen Hazreti Osman, Ebu Zerr’in Medine’de kalmasını ister. Fakat o, burada da aynı eleştirilerini devam ettirir. Herkesin kendisi gibi züht içinde bir hayat yaşamasını ister. Temel ihtiyaçlarından arta kalan malları infak etmeleri gerektiğini söyler. Mal sahiplerine Kur’ân’ın şu âyetini okur: “Altını, gümüşü yığıp Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onları acı bir azabın beklediğini müjdele! Yığılan bu altın ve gümüş Cehennem ateşinde kızdırılarak, bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün onlara, ‘İşte sizin biriktirip durduklarınız! Haydi tadın bakalım biriktirdiğiniz o şeyleri!’ denilecektir.” (Tevbe Sûresi, 9/34-35)

Hassas Yaşama ve Emre İtaat

Ebu Zer Hazretlerinin bu sözleri, toplum içinde ciddi rahatsızlığa ve sarsıntıya yol açar. Gelen şikâyetler üzerine Hazreti Osman, Ebu Zerr’i yanına bir miktar deve ve iki hizmetçi de vererek Rebeze’ye gönderir ve onun burada yaşamasını ister. Ayrıca kendisine yetecek kadar maaş bağlar. İhtiyaçlarını karşılaması için Medine’ye gelip gitmesine de müsaade eder. Bazı rivayetlerde Ebu Zerr’in kendi isteğiyle Rebeze’ye gittiği de ifade edilir. Ömrünün son iki yılını burada geçirir. Bu süre zarfında yönetim aleyhtarları kendisine gelerek halifeye isyan teklifinde bulunurlar. Ancak o, bu tür teklifleri şiddetle reddettiği gibi, onlara da halifeye bağlı kalmalarını tavsiye eder.

Hayatını büyük bir hassasiyet içinde yaşayan, dünya malına önem vermeyen ve aynı zamanda son derece hakperest olan Ebu Zer, gerektiğinde emre itaat etmesini de bilir. Bu yüzden vefat edeceği âna kadar Rebeze’de kalır. Efendimiz’in haber verdiği gibi yalnız yaşar, yalnız vefat eder ve yalnız defnedilir. Muhtemelen onun halifenin sözünün dışına çıkmamasında Efendimiz’in kendisine hitaben söylediği bu sözlerin de etkisi olmuştur. Vefat ettiğinde yanında cenaze namazını kılacak ve defin işlemlerini gerçekleştirecek kimse yoktur. Hanımının oradan geçmekte olan bir kafileye haber vermesiyle onlar tarafından cenaze namazı kılınmış ve Rebeze’de bir yere defnedilmiştir.

Farklı derinliklere sahip olan Hazreti Ebu Zer, dinin emirlerine sımsıkı bağlı kalmış, dinî yaşantısında çıtayı çok yüksek tutmuş, dünyayı istihkar etmiş, hayatını zühd ve takva üzerine kurmuş ve ölene kadar da çizgisini korumuş, bu yüzden de Allah Resûlü’nün övgüsüne mazhar olmuş şanlı bir sahabidir. Bu ölçüde zühd, takva ve vera anlayışını maalesef ki kaybettik. Şahsen ben, şimdiye kadar Ebu Zer ayarında bir Müslümanla karşılaşmadım. Onun anladığı, hazmettiği, içine sindirdiği mânâda zühd ve vera’a kilitlenmiş birini tanımadım. Hayatını Muhâsibî, İbrahim İbn-i Ethem, Fudayl İbn-i İyaz çizgisinde götüren, malı mülkü çok rahatlıkla elinin tersiyle itebilen birini bu gözler görmedi ne yazık ki! Zühd ve vera, insanın hem sinesinde hem de şahsi hayatında aranır. Hakiki mânâda zâhid olan kimse, dünyalık namına kaybettiği şeylere üzülmediği gibi, kazandıklarına da sevinmez. Bütün hayatını da bu anlayış üzerine bina eder. Bir kimse günde iki üç defa yemek yiyorsa, kat kat elbiselere sahipse, rahat bir evde yaşayıp rahat döşeklerde yatıyorsa onun zühdden bahsetmesi çok da gerçekçi olmayabilir. Bu sebeple bugün şurada burada pek çok “mütezâhid” (zahid geçinen) olsa da gerçek mânâda zahid göstermek çok zordur. 

Dinin Emirlerinde Objektif Kalabilme

Meselenin diğer boyutuna gelince, Hazreti Ebu Zerr’in bütün bu faziletleri müsellem olmakla beraber, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem) ve nübüvvetin birinci dereceden varisleri olan Hulefa-i Raşidîn efendilerimizin yerleri ayrıdır.

Raşid Halifeler, sosyal hayatın realiteleri, bu realitelerin de kendine göre bir kısım problemleri olabileceğini çok iyi biliyor ve meseleyi dengede götürme adına helal dairesini kendi genişliğiyle ele alıyorlardı, daraltmıyorlardı. Azami zühd ve azami takvayı esas tutmak ve kendi şahsi hayatlarını da buna göre dizayn etmekle birlikte, dinin mubah kıldığı çerçeve içinde kalmak şartıyla insanların dünyadan istifadesinin, ruhsatları değerlendirmelerinin de önüne geçmiyorlardı. Eğer işleri Ebu Zerr’in takva anlayışına ve onun zühd düşüncesine göre götürmeye kalksalardı, insanları üstesinden gelemeyecekleri bir dinî yaşantıyla yükümlü tutmuş olurlardı. Çünkü bu, herkesin yürüyebileceği bir yol, herkesin altından kalkabileceği bir yük değildir.

Din-i Mübin-i İslâm insanlığa sunulurken onun objektif hükümleri öne çıkarılmalıdır. Bir insan kazandığı malların kırkta bir zekâtını, onda bir öşrünü ve kendisine terettüp eden daha başka mâlî sorumluluklarını yerine getiriyorsa, artık onun malına mülküne karışmaya kimsenin hakkı yoktur. Nitekim Allah Resûlü de birçok hadislerinde mümin olmanın, Allah ve Resulü’nün zimmetine (himaye ve korumasına) girmenin şartı olarak namaz, oruç, zekât, hac gibi dinin objektif hükümlerini saymıştır. Dinin temel emir ve yasaklarına uymak suretiyle Allah ve Resulü’nün zimmetine giren birinin hayatına müdahale edemezsiniz.  Üstelik Ebu Zerr’inki gibi bir züht ve takva anlayışının herkese dikte edilmesi, maddî ve ekonomik güçten mahrumiyeti de beraberinde getirebilir. Zira böyle bir anlayış, pek çoklarını say u gayretten alıkoyabilir, onların çalışma azmini kırabilir ve onları miskinliğe sevk edebilir.

Bazı kimseler şahsî hayatları itibarıyla azamî züht, azamî takva diyebilir ve dünyayı ellerinin tersiyle itebilirler. Kendileri için benimsedikleri bu hayat tarzını başkalarına da tavsiye edebilirler, etmelidirler. Fakat yaşadıkları bu zahidane hayatı başkalarına dayatmamalı, kendilerine benzemeyen, kendileri gibi olmayan insanları ta’n u teşnide bulunmamalıdırlar (ayıplamamalıdırlar). Esasında Raşit Halifeler de çok zahit yaşamıştı. Hazreti Ömer, halkın yoksul tabakası ne yiyor ne içiyorsa onları yiyip içiyordu. Hayatını buna göre programlıyordu. Ancak onlar kimsenin mal kazanmasına sınır koymuyor, kimseyi kendileri gibi yaşamaya zorlamıyorlardı. O dönemde, büyük servete sahip çok sayıda insan vardı.

Bu değerlendirmeleri yaparken inşaallah o büyük ruhu rencide edici bir ifade kullanmamışımdır. Kendi hassasiyetleri ve dinî duruşu itibarıyla ona karşı çok derin bir saygım vardır. O, şahsi hayatı adına ideal bir Müslüman, bir insan-ı kâmildir.

Rabbim, zühdün, takvanın, dünyayı istihkarın unutulduğu günümüzde, neslimize de içlerinden nice Ebu Zer’ler çıkarmayı nasip etsin. Nefsimizi, neslimizi, azami zühd, azami takva, azami ihlas ve daimi hizmet düşüncesiyle serfiraz kılsın.

BAMTELİ: SARP YOKUŞLAR VE MERHAMET

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Kalb kırmak ne kadar basit algılanır hale geldi; oysa Allah yapısı ve nazargâh-ı İlahî olan gönül, bir yönüyle, Hazreti İbrahim’in bina ettiği Kâbe’den bile üstün tutulmuştur.

On düşünüp bir konuşmak lazım. Hazreti Lokman’a (aleyhisselam) nispet edilir: “Bir varlığın en kıymetli uzvu hangisi?” diye sorulunca bazıları, şurasını-burasını getirirler veya söylerler en kıymetli uzuv olarak. Sonra O (aleyhisselam), “dil” ile “kalb”i getirir. “En kötü uzuv nedir?” diye sorulunca yine o iki uzvu getirir. Demek ki bu iki uzuv, iyi olmada da kötü olmada da insan için çok önemli unsurlar sayılıyor.

Kalb, hep istikamet içinde atmalı; lisan da ona tercüman olmaya çalışmalı. İnsan, kalbinden gelmeyen şeyleri konuşmamalı; kalbinde de hep iyi şeyler kurgulamalı, güzel şeyler oluşturmalı ki, ağzından dökülen şeyler de öyle olsun!..

İnsan, kalbine bağlı yaşamaz ise, dilini kalbinin emrine vermez ise, hiç farkına varmadan, “Yapıyorum!” dediği yerlerde dahi çok yıkmalara sebebiyet verebilir. Bir söz var: “Kalbiniz gül gibi olursa şayet, gezdiğiniz her yer, ıtriyat çarşısı gibi kokar!” Fakat kalb, bir zakkum ağacı gibi olursa -hafizanallah- geçtiğiniz her yerde insanlara bir şeyler batırıverirsiniz. Bu açıdan, evvela kalb, kontrol altına alınmalı, şeytanın menfezleri kapatılmalı; sonra da lisan, onun emrine verilmeli. Aksi halde, “Yapayım!” derken, insan, yıkabilir, hafizanallah.

Herhalde geçenlerde bir yazının içinde de vardı: “Kâbe bünyâd-ı Halîl-i Âzerest / Dil, beyt-i Hudâ-i ekberest!” (Bazı nüshalarda: “Dil nazargâh-ı Celîl-î ekberest”) Yani; Kâbe, Âzer’in oğlu Hazreti İbrahim’in binasıdır. Dil (gönül) ise, Allah’ın beytidir, nazargâh-ı İlahîdir; Allah, oraya tecelli eder. Bu tecelliyi, oraya “inme” veya “otağını kurma” şeklinde ifade ederler; fakat bunlar, müteşâbih ifadelerdir; Allah (celle celâluhu) zamandan, mekândan, hayyizden münezzeh ve müberrâdır. “Ne cism u ne arazdır, ne mütehayyiz ne cevherdir / Yemez, içmez, zaman geçmez, berîdir cümleden Allah // Tebeddülden, tagayyürden, dahi elvân u eşkâlden / Muhakkak ol müberrâdır, budur selbî sıfâtullah.” Bunlar, birer selbî sıfattır. Onlar, Zât-ı Ulûhiyete nispet edilmez. Bu açıdan da o müteşâbihi Cenâb-ı Hakk’ın tecellîsi şeklinde anlamak daha uygundur; “Öyle tecelli eder!”. Ama o tecelliler -bir yönüyle- bir güneşin tecellîsi gibi değildir; hatta bir nuranî varlığın, bir Cebrâîl’in, bir Mikâîl’in, bir İsrafîl’in (aleyhimüsselam) tecellîsi gibi de değildir. Zât-ı Ulûhiyetin azametine uygun bir tecellidir. Öyle bir tecellidir ki hakikaten o tecelli ile siz, O’nu (celle celâluhu) görüyor gibi olma ufkuna ulaşırsınız; lâakal (en azından) O’nun tarafından görülüyor olma durumunu ihraz edersiniz.

Bu açıdan, kalbin kontrol altına alınması, onun bir “insanî kalb” haline getirilmesi, çok önemlidir. Bu hususların başında da -zannediyorum- şefkat, mülayemet, merhamet gelmektedir; Zât-ı Ulûhiyeti bilmenin yanında, bunlar çok önemli şeylerdir. Yine bir sözü hatırlatıyor bu: “İnsanın imandan nasibi, mahlûkata şefkatiyle mebsûten mütenâsiptir!” -“Doğru orantılıdır.” Parantez içinde onu hep ifade ediyoruz.- “İnsanın imandan nasibi, mahlûkata şefkati nispetindedir!” Varlığa karşı ne kadar şefkat duyuyorsa… Zannediyorum eko-sistemcilerin de bundan alacakları dersler vardır. Bir karıncanın hakk-ı hayatı çok önemlidir; bir sineğin hakk-ı hayatı çok önemlidir. Ne kadar yaşıyorlar onlar? İki ay mı yaşıyorlar, üç ay mı yaşıyorlar? O yaşama sürelerine saygılı olmak, tabiatın bir parçası olarak onları korumak, bir karıncaya ayağını basmamak… Hakk-ı hayatı var onun, yaşama hakkı var. Evet, insanın imandan nasibi, mahlûkata şefkatiyle mebsûten mütenâsiptir.

   Günümüzün yitiklerinden birisi de merhamettir; hâlbuki “Merhamet edip mahlûkata acıyanlara Allah rahmetiyle muamelede bulunur. Siz yeryüzünde bulunanlara acıyın ki, sema ehli de size merhamet etsin.”

Hadis-i şerif olarak rivayet edilir: مَنْ لاَ يَرْحَمُ، لاَ يُرْحَمُ “Merhamet etmeyene, merhamet edilmez!” Bir kimse zulmediyorsa, haksızlık yapıyorsa, irtikâpta/ihtilasta bulunuyorsa.. onun işi tagallüp ise, tahakküm ise, tasallut ise, temellük ise.. milletin malına-mülküne gelip el koyuyorsa, canına kast ediyorsa, ona zarar veriyorsa, ızrar ediyorsa.. hatta biri yüzünden başkalarını ızrar ediyorsa şayet, işte onun imanı, ona göredir. O, merhamet etmediğinden dolayı, ehl-i sema da ona merhamet etmez; semalar ötesinden de onun için merhamet söz konusu olmaz. Yine hadis olarak rivayet edilir: ارْحَمُوا مَنْ فِي الْأَرْضِ يَرْحَمْكُمْ مَنْ فِي السَّمَاءِ “Yerde bulunan/debelenen şeylere merhametli olun ki, semalar ötesinden (ehlinden) size merhamet edilsin!” Bu, melekelerin merhamet duygusundan, merhamet hissinden, Zât-ı Ulûhiyetin Rahmâniyet ve Rahîmiyet tecellilerine kadar, çok geniş dairede nazar-ı itibara alınması gerekli olan bir husustur.

Günümüzde yitirdiğimiz şeylerden birisidir bu. Değil böyle bir karıncaya, bir sineğe basmak, bir arıyı öldürmek, insanlara kıyılıyor. Anlayamamışız dîn-i Mübîn-i İslam’ı!.. Allah’ın “ahsen-i takvîm”e mazhar ettiği insanlara bile zulmetmekten, haksızlık yapmaktan, irtikâptan-ihtilastan geri durmayacak kadar, sinelerde bir vahşet hissi çarpıp durmakta!.. Öyle ki, zulmedenlerin çehrelerine baktığınız zaman, bir nedâmet hissi de göremiyorsunuz. Yaptıklarını yapmışlar, gırtlaklarına kadar zulüm irtikâp etmişler; fakat gözlerinin içine baktığınız zaman, “Hel min mezîd!” diyor gözleri, “Daha var mı?” diyor. Kolunu koparmış, “Öbürünü de koparmalıyım!” diyor. Öbürünü de koparıyor, “Boynunu da koparmalıyım!” diyor. “Bunun boynunu kopardım, yakınlarının da boyunlarını koparmalıyım bunun!” diyor. “Bunun ile telefon konuşması yapmış, belli bir kanaldan; onun da boynunu koparmalıyım!..” Mü’min nasıl iman mevzuunda “Hel min mezîd!” diyor, bir türlü doyma bilmiyor, “Allah’ım! Daha, daha, daha!..” diyor; şefkatten mahrum, kin, nefret, gayz insanları da bir türlü gayzdan, nefretten, kinden, zulümden doymuyorlar. Ne kadar yaparlarsa yapsınlar, “Daha var mı?” diyorlar. Oturup kalkıyorlar, “Şunu yaptık, fakat bunlara karşı bu tavır ve davranışlarımız fiyasko ile neticelendi! Acaba, daha ne türlü bir entrika çevirmeliyiz ki, bunların hakkından gelelim!” Yani zulmü katlayalım, müzâaf zulüm yapalım, mük’ab zulüm yapalım, mük’ab der mük’ab zulüm yapalım! Üç buutlu, dört buudlu, sekiz buutlu -sekiz derinliği olan- zulüm yapalım!..

Öyle ki, bir insanın, suçlu (gördükleri) biriyle çok küçük münasebetler ile bir münasebeti varsa, onu da cezalandırıyorlar. Oysaki modern hukukta da, İslam hukukunda da suç, hususîdir ve cezası da hususî olur. Babası da olsa, annesi de olsa, evladı da olsa, hanımı da olsa, kardeşi de olsa, birinin günahından dolayı başka birisi tecziye edilemez (cezalandırılamaz) kat’iyyen ve kâtıbeten. Şimdi, zulme doymayan “insan”lar, şefkat mahrumu sineler, bu mevzuda işi azgınlığa vardıracak şekilde, öyle bir zulüm deryasına yelken açmışlardır ki, hafizanallah, bu, onları şeytanın deryasına, şeytanın denizine er-geç götürüp ulaştıracak; şeytan ile yan yana getirecek onları. Kim bilir, belki şeytan bile “Ben sizin kadar yapmamıştım!” diyecek, onlardan uzak durmaya çalışacaktır; şeytan bile…

   Bir belgeselin ışığında günümüzü yansıtan sözler: “Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta / Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!”

Evet, şefkat, re’fet, mürüvvet; bunlar, insanın başta gelen vasıflarıdır, “evsâf-ı âliye-i insaniyyesi” diyelim. İnsan, bunlar ile “insan” olduğunu ortaya koymuş olur. O yırtıcılık, o canavarlarda vardır; bağışlayın, diş gösterme, salya atma, hırlama, insanların içine korku salma… Allah, bunları o mahlûkata vermiş. Zannediyorum, onlarda bile her zaman öyle bir şey olmuyor.

Değişik vesileler ile arz ettim: Hayvanlar ile alakalı o belgeselde, bir tane panterin veya kaplanın -bağışlayın- bir maymunu derdest ettiğini gördüm, bizzat, canlı. Yakalarken de esas nefes borusunu yakalıyor, oradan boğuyor, onu öldürüyor. Nereden onu öldüreceklerini biliyor o vahşî hayvanlar!.. Buna da hani günümüzde “hiss-i tabiî” diyorlar, biz “sevk-i İlahî” diyoruz. Besin zinciri adına yapılıyor bunlar, bu da tecviz ediliyor; biz de hayvanları kesiyor, güzel güzel yiyoruz. Antrparantez idi, bu. O hayvan, gırtlağı sıkıldığından dolayı ölüyor; fakat tam hamil müddeti imiş, o esnada doğum yapıyor. Gözümle gördüğüm şey. Ağaca tırmanırken, yapıyor bunu. Hemen o panter veya kaplan bırakıyor onu, avını bırakıyor; bu defa yalarcasına o yavrunun üzerine eğiliyor. Böyle hâlâ gözümün önünde canlanıyor. Sağa-sola bakıyor; cins farklılığı var, “Ben bunun için bir şey yapamam ki! Şimdi bunu alıp ben, mememi onun ağzına veremem; bu, almaz onu! Ne yapayım?!.” der gibi böyle acındırıcı şekilde çevreye baktığına şahit oldum. (Anlatılan hadisenin videosunu şu linkte bulabilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=qncG4mdPmcE) Keza suya düşmüş bir kuşu -bağışlayın- bir dübbün kurtardığını gördüm. “Dübb”, biliyorsunuz, “ayı” demek. Ne yapıp yapıp eliyle onu çıkardı, sonra da bir zafer kahramanı edasıyla yemin başına onu koydu; geldi beri tarafta sevinç içinde uzandı, yattı. (Anlatılan bu hadisenin videosunu da şu linkte bulabilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=TSPgenqMlvQ)

Şimdi hayvanata böyle bakınca… Hani “besin zinciri” deyin ona, “Besleniyor onunla!” deyin, “Siz de yapıyorsunuz onu!” deyin… Fakat bir de günümüzde bir kısım tiranların, hususiyle İslam dünyasında Müslümanların kaderine hâkim olan insanların “Sana da bulaştı, filana da bulaştı, falana da bulaştı! Falan ile de senin irtibatın oldu, filanlarla da irtibatın oldu! Aynı telefon sistemini kullandınız, dolayısıyla suçlusunuz!” falan gibi -bağışlayın, halk ifadesiyle- eften-püften meseleler ile insanları tecziye etmelerine bakın!.. Zulümde bulunma, içeriye atma, uydurma iddianameler hazırlama, bu iddianameler ile etrafa korku salma, insanların huzurunu kaçırma, hafizanallah… Dahası, bir yönüyle “itiraf” diyecekleri şekilde esas “iftiranâmeler” yazıp önlerine koyma, “Buna imza atın!” deme, bu şekilde imza attırma ve böylece kendi hesaplarına bir sürü müfterî oluşturma… Onlar “itirafçı” diyorlar, doğrusu “müfterî” oluşturma… Can korkusuyla, can havliyle veya içtiği ilaç sebebiyle aklını kaybettiğinden dolayı… Bunlar bugün ahvâl-i âdiyeden şeyler, çok rahat yapılıyor bunlar; çok rahat yapıyor zâlimler, hainler, fâsıklar, mülhitler, münafıklar. Çok rahatlıkla yapıyorlar bunları, kendi hesaplarına, kendi saltanatları ve debdebeleri hesabına.

Kadimden bu yana bu türlü argümanlar hep kullanılmış. Ama olmaya (devrin şartlarına) göre; Firavun döneminde neler var ise, Amnofis, Ramses, İbnü’ş-Şems dönemlerinde neler var ise, onlar onu kullanmışlar. Sezar, kendi döneminde olan şeyleri kullanmış; Lenin, kendi döneminde olan şeyleri kullanmış; Stalin, kendi döneminde olan şeyleri kullanmış; Hitler, kendi döneminde olan şeyleri kullanmış. Esas, zulme bakıp bunları karakterize ettiğinizde veya bir tecrîd (soyut resim) mülahazasıyla resmini yaptığınızda, o zamanın katkıda bulunduğu, girdi yaptığı şeyleri de görürsünüz; onunla beraber görürsünüz ki bunların hepsi aynen Saddam’ın yaptığı şeyler, Kazzâfî’nin yaptığı şeyler, Abdullah’ın yaptığı şeyler. Bunların resmi çizildiği zaman karşınıza hep aynı şeyler çıkacaktır. Zamanın, o gün için bulunan argümanların işin içine girmesiyle, küçük birer farklılık olacaktır; fakat siz o desende onu çok rahatlıkla göreceksiniz.

Bu, insanda şefkatin yitirilmiş olması -bağışlayın, bağışlıyor musunuz?- insanın hayvanlaşması, hayvandan daha aşağı hale gelmesi/düşmesi demektir. أُولَئِكَ كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ “Onlar hayvanlar gibidir, hatta onlardan da aşağıdırlar.” (A’râf, 7/179) Kur’an-ı Kerim böyle dediğine, lisân-ı nezihine onu uygun bulduğuna göre… Adeta “Muktezâ-ı zâhire uygun olan budur! Şayet böyle demezsem, mesele tam vâkıa mutabık ifade edilmiş olmaz.” diyor Kur’an-ı Kerim. Yoksa Kur’an, lisân-ı nezihiyle söyleyeceği her şeyi öyle güzel söylüyor ki, hiçbir bestede, hiçbir güftede o güzelliği göremezsiniz. Ama o, أُولَئِكَ كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ “Onlar hayvanlar gibidir, hatta onlardan da aşağıdırlar.” (A’râf, 7/179) diyor. كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ أَسْفَارًا “(Onların durumları) tıpkı ciltlerle kitap taşıyan merkebe benzer.” (Cuma, 62/5) Merkûp, kitapları yüklenmiş merkûp… İlmi, amele döndürmeyen, dolayısıyla kurumaya mahkûm bir ilme sahip olan insana “kitap taşıyan bir merkûp” nazarıyla bakıyor. Bir başka yerde şöyle tavsif ediyor: كَمَثَلِ الْكَلْبِ إِنْ تَحْمِلْ عَلَيْهِ يَلْهَثْ أَوْ تَتْرُكْهُ يَلْهَثْ “Onun hâli tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi hâline bıraksan da yine dilini salar solur!” (A’râf, 7/176) Üzerine gitsen de gitmesen de dilini sarkıtacak, telesmeye duracaktır. Efendim, Arapçadan alınan bir kelime, Türkçemize de geçmiş, birbirine yakın, aynen, “telesme” ve “yelhes” (يَلْهَثْ). Kur’an-ı Kerim, öyle zâlimleri ifade ederken, -bağışlayın- işte kimisini merkûba benzetiyor, kimisini kelbe benzetiyor, kimisini de mutlak manada hayvana benzetiyor.

   Aslında insan, iç ve dış donanımı, -kaynağı Hak inayeti- güzellerden güzel sureti, vicdanî genişliği, mahiyet zenginliğiyle bir kıvam örneği ve “ahsen-i takvîm” âbidesidir.

Oysa Allah insanı “ahsen-i takvîm”e mazhar kılmıştır. Kendi donanımını yerinde kullanan, rantabl olarak kullanan İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi.. Ebu Bekr u Ömer u Osman u Ali (radıyallâhu anhüm) gibi.. Enbiyâ-ı Izâm (aleyhimüsselam) gibi demek daha uygun, hususiyle onların içinde Ulû’l-Azim peygamberler gibi… Donanımlarının hakkını veren insanlar, ahsen-i takvîme mazhariyetlerini sergileyen insanlar, ona göre “a’lâ-ı illiyyîn-i kemâlât”a ulaşıyorlar; her zaman bir maiyyet yaşıyorlar, her zaman bir nefehât-ı İlahî ile soluk alıp veriyorlar. Her zaman, her zaman, her zaman, her zaman öyle… Bu, mâhiyet-i insâniyeye sâdık kalmaları sonuncunda oluyor.

Bir öyle olma, bir de böyle olma var!.. Hazreti Mevlânâ’nın ifadesini çok iyi bilirsiniz: “Bazen melekler, bizim nezahet ve inceliklerimize imrenirler; bazen de şeytanlar, küstahlıklarımızdan nefret ve tiksinti duyarlar!” diyor. Hazret, söz sultanı birisidir; Hazreti Rasûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolunda bir söz sultanıdır. “A’lâ-ı illiyyîn” ile “esfel-i sâfilîn”i bu kadar güzel ifade etme, çok ender olur. Cebrâîl’in önüne geçme de mukadder, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaptığı gibi. “Yürü! Top Senin, çevkân Senin’dir bu gece!” diyor Cebrâîl aleyhisselam. Hatta rivayetlerde, “Ben, Allah’a kurbette bir adım daha atsam, yanarım! Benim ufkumu aşar o!” diyor. Bir cismaniyet, maddî bir varlık, atomlardan (elektronlardan, nötronlardan, protonlardan) mürekkep olan bir varlık; fakat O, nurdan yaratılan bir varlığın önüne geçiyor orada. Demek mahiyet-i insaniye, o ufka ulaşmaya müsait şekilde yaratılmış.

Ama bir de öyle şeyler yapıyor ki, şeytan, zil takıp oynuyor; “İşin doğrusu, ben bu kadar küstahlığı, Allah’a karşı hiç yapmadım!” diyor, zil takıp oynuyor. Beyini arıyorlar; bulamayınca, masum, evde, hiçbir şey bilmeyen, hangi hadisenin, tarihin hangi gününde olduğunu bilmeyen hanımını götürüp içeriye atıyorlar. Bir sene, iki sene içeride duruyor. Sonra savcılık, iddianame hazırlıyor; diyor ki, “Katlanmış müebbet hapis, bunun için!” Neden? Beyi gaybubet ediyor, bu nerede olduğunu haber vermiyor, ondan dolayı. Zannediyorum Kur’an-ı Kerim’in dediği şeyler, “hayvan, hımar, kelb” bir yönüyle bunların yanında çok yukarıda kalıyor. Biraz evvel panteri, kaplanı, -bağışlayın- dübbü arz ettim, mahlûkata şefkatleri karşısında. Bu, meselenin bir yanı…

O re’feti, şefkati, merhameti olmayan insan, insanlıktan soyunmuş!.. “Ben Müslümanım!” dese de, “Ben onu getirmek istiyorum!” dese de, “Ona göre bir sistem kurmak istiyorum!” dese de, vallahi de yalan, billahi de yalan, tallahi de yalan!..

   “Ah zavallı insan, sarp yokuşu aşmak için hiçbir gayret sarf etmiyorsun; bilir misin o sarp yokuş nedir?”

(Biz yeniden merhamete dönelim. Yemin üzerine yeminlerin yer aldığı Beled Sûresi’nde sarp yokuşlar sayılırken “merhamet konusunda tavsiyeleşmek” de onlar arasında nazara veriliyor.) Hep yemin, yemin üzerine yemin… Allah’ın yemin etmesi meselenin ciddiyetini aksettiriyor; meseleye o açıdan bakmak lazım. لاَ أُقْسِمُ بِهَذَا الْبَلَدِ * وَأَنْتَ حِلٌّ بِهَذَا الْبَلَدِ * وَوَالِدٍ وَمَا وَلَدَ * لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ فِي كَبَدٍ * أَيَحْسَبُ أَنْ لَنْ يَقْدِرَ عَلَيْهِ أَحَدٌ * يَقُولُ أَهْلَكْتُ مَالاً لُبَدًا * أَيَحْسَبُ أَنْ لَمْ يَرَهُ أَحَدٌ * أَلَمْ نَجْعَلْ لَهُ عَيْنَيْنِ * وَلِسَانًا وَشَفَتَيْنِ * وَهَدَيْنَاهُ النَّجْدَيْنِ “Yemin ederim bu (kutsal Mekke) şehrine.. ki sen (ey Rasûlüm), bu şehrin (onun kutsallığına çok büyük katkı yapan) bir mukîmisin.. ve o değerli baba (İbrahim’e) ve O’nun atası olduğu değerli oğul (Muhammed’e). Gerçek şu ki, Biz insanı meşakkat ve imtihan yüklü bir hayata gönderdik. Acaba insan, kendisine kimsenin güç yetiremeyeceğini mi sanıyor? ‘Ben yığınla mal tükettim!’ diye övünüp durur. Yoksa kendisini kimsenin görmediğini mi düşünüyor? Biz onun için var etmedik mi (görmesi için) bir çift göz.. (konuşabilmesi için) bir dil ve iki dudak.. ve ona (hayırlı olanı takip edip, şerli olandan kaçınması için hayır ve şer) yollarını göstermedik mi?!.” (Beled, 90/1-10)

Cenâb-ı Hak, nimetlerini sayıp onlara işaret buyurduktan sonra, فَلاَ اقْتَحَمَ الْعَقَبَةَ “Esas aşması gerekli olan o uçurumu aşamadı!” buyuruyor ve insanın önündeki sarp yokuşlardan bazılarını zikrediyor: فَلاَ اقْتَحَمَ الْعَقَبَةَ * وَمَا أَدْرَاكَ مَا الْعَقَبَةُ * فَكُّ رَقَبَةٍ * أَوْ إِطْعَامٌ فِي يَوْمٍ ذِي مَسْغَبَةٍ * يَتِيمًا ذَا مَقْرَبَةٍ * أَوْ مِسْكِينًا ذَا مَتْرَبَةٍ * ثُمَّ كَانَ مِنَ الَّذِينَ آمَنُوا وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ وَتَوَاصَوْا بِالْمَرْحَمَةِ  “Fakat o, sarp yokuşu aşmak için hiçbir gayret sarf etmiyor. Bilir misin o sarp yokuş nedir? Bir köle (veya esiri) hürriyetine kavuşturmaktır.. veya kıtlık ve darlık zamanında doyurmaktır.. akrabadan olan bir yetimi.. ya da yiyeceği, barınağı olmayan perişan bir yoksulu. Bir de, elbette iman etmiş olmak ve karşılıklı sabır teşvik ve tavsiyesinde bulunmak, merhamet teşvik ve tavsiyesinde bulunmaktır.” (Beled, 90/11-17)

(Sayılan sarp yokuşlar, Allah Rasûlü’nün (aleyhi ekmelüttehâyâ) Hazreti Ebû Zerr’in şahsında bütün ümmet-i Muhammed’e yaptığı tavsiyeyi hatırlattı.) Buyuruyor ki İnsanlığın İftihar Tablosu:

يَا أَبَا ذَرٍّ!

جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ

وَخُذِ الزَّادَ كَامِلاً فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ

وَخَفِّفِ الْحِمْلَ فَإِنَّ الْعَقَبَةَ كَئُودٌ

وَأَخْلِصِ الْعَمَلَ فَإِنَّ النَّاقِدَ بَصِيرٌ

“Ey Ebâ Zerr!.. Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin. Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun. Sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp. Amelinde ihlâslı ol, zira her şeyi görüp gözeten, tefrik eden ve hakkıyla değerlendiren Allah senin yapıp ettiklerinden de haberdardır.”

Uzun bir yolculuğa açılmış görünüyorsun; sürekli değişik limanlara, yalılara çekilerek, gemini bir kere daha gözden geçir. Restore edilecek, gözden geçirilecek yanları varsa, gözden geçir; çünkü çok uzun bir yolu kat’ etmekle mükellefsin!.. Gemini her zaman yenile!.. Bunu “جَدِّدُوا إِيمَانَكُمْ بـ”لاَ إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ hakikati ile irtibatlandırmak da mümkündür. “Her zaman imanınızı ‘Lâ ilâhe illallah’ ile yenileyin!” Sahabî efendilerimizin birbirlerine dediği gibi; تَعَالَ نُؤْمِنْ بِرَبِّنَا سَاعَةً “Gel hele, şöyle bir süre, bir kere daha Allah’a iman edelim!” Yani, imanımızı yenileyelim. Kur’an, يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا آمِنُوا “Ey iman edenler! İmanınızı bir kere daha gözden geçirin, yenileyin!..” (Nisâ, 4/136) buyuruyor. Yani, “Oturun-kalkın, hep sohbet-i Cânân deyin!” diyor.

Şimdi, Ebu Zerr’e, Efendimiz’in ifadesi, جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ Derya, çok derin; batma ihtimali var, hafizanallah. Götüremezsin… Onun için sık sık o gemiyi gözden geçirmen lazım, kontrol etmen lazım; restorasyon gerekiyorsa, tamir gerekiyorsa, tamir etmen lazım.

   “Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun; sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuşlar sarp mı sarp!..”

Dahası, وَخُذِ الزَّادَ كَامِلاً فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ “Azığını tastamam al! Zira yolculuk çok uzun!” diyor orada. Mü’minin bu uzun yolculukta alacağı şey, evvelâ “iman-ı billah”, sonra “İslamiyet”. İslamiyet olmayınca, “iman-ı billah” kurumaya mahkûmdur. Sonra “marifetullah”, sonra Allah’ın lütfu olarak “muhabbet”, sonra “zevk-i ruhânî” ve sonra “aşk u iştiyâk-ı likâullah”. Peşi peşine birbirinin lâzımı gibi, lâzım-ı gayr-ı müfârıkı gibi gelen şeyler. Fakat bunlardan birisinde kusur edildiği zaman, hiç farkına varılmadık şekilde, bir fasit daire oluşur, bir kısır döngü oluşur. İman, amel ile beslenmediği zaman, o kurumaya mahkûm oluyor. Ve dolayısıyla insan kat’iyyen marifet adına bir şey bilmiyor, muhabbetten nasipsiz yaşıyor; aşk u iştiyakın rüyasını bile görmüyor. “Bir an evvel Allah’a kavuşayım, bir ‘şeb-i arûs’ yaşayayım!” Bu aşk u iştiyakı rüyasında bile görmüyor. Bunlar, birbiriyle çok irtibatlı; biri, diğerinin lazımı gibi bir şeydir.

Evet, وَخُذِ الزَّادَ كَامِلاً فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ Azık; imân-ı billah, iyilik, güzellik… Biraz evvelki mülahazalara bağlayacak olursanız, insanları kucaklama, her insana, insan olduğundan dolayı saygı duyma… Alâ merâtibihim, derecelerine göre… Senin ile aynı safta rükûa giden.. başını yere, secdeye koyan.. “Yâ Rabb!” diyen.. اللَّهُمَّ لَكَ سَجَدْتُ، وَبِكَ آمَنْتُ، وَلَكَ أَسْلَمْتُ، سَجَدَ وَجْهِىَ لِلَّذِى خَلَقَهُ فَصَوَّرَهُ، فَشَقَّ سَمْعَهُ وَبَصَرَهُ، تَبَارَكَ اللَّهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ، خَشَعَ سَمْعِي وَبَصَرِي وَدَمِي وَلَحْمِي وَعَظْمِي وَعَصَبِي وَمَا اسْتَقَلَّتْ بِهِ قَدَمِي لِلَّهِ رَبِّ الْعَالِمِينَ “Allah’ım, Sana secde ettim, Sana inandım, Sana teslim oldum. Yüzüm, kendisini yaratan, şekil veren, kulağını ve gözünü yarıp çıkaran (Yaradan)’a secde etti. En güzel, yegâne yaratıcı Allah’ım, Sen ne yücesin. Kulağım, gözüm, kanım, etim, kemiğim, sinirim ve ayaklarımın taşıdığı her şey, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a boyun eğmiş, itaat etmiştir.” diyen… Bu, “birinci saf”ta sana yakın olan insandır; ona kalbî alakan, kalbî münasebetin o ölçüde olacak. Kalbî alaka ve kalbî münasebet…

O ölçüde sana yakın durmayan bir insan.. meseleyi sadece rüku’ ile geçiştiriyor.. اللَّهُمَّ لَكَ رَكَعْتُ وَبِكَ آمَنْتُ وَلَكَ أَسْلَمْتُ أَنْتَ رَبِّي خَشَعَ سَمْعِي وَبَصَرِي وَمُخِّي وَعَظْمِي وَعَصَبِي وَمَا اسْتَقَلَّتْ بِهِ قَدَمِي لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ “Allah’ım, Sana rükû ettim, Sana inandım ve Sana teslim oldum. Sen Benim Rabbimsin. Kulağım, gözüm, beynim, iliğim, kemiğim, sinirim ve ayaklarımın taşıdığı her şey, Âlemlerin Rabbi Allah’a boyun eğmiş, itaat etmiştir.” demekle yetinen… Onun dersi de oraya kadar; ona da o kadar kalbî alaka ve kalbî münasebet.

Birisi ayakta, el-pençe divan duruyor, kemerbeste-i ubudiyetle; ona da o kadar. Biri arkada, bir koltukta oturuyor, olup-biten şeylere bakıyor. Biri de daha uzaktan bakıyor; “Yahu bunlar hakikaten çok iyi insan tavırları sergiliyorlar. Bunlar ile uzun yol alınabilir!” diyor. Onlara da o nispette… Bu açıdan insanlar ile münasebette, bütün bu farklılıkların hepsine değer atfetmek suretiyle, “O da makbul, o da makbul, o da makbul!” O tabiri çok kullanmamışlar: “O makbul, o makbul, o makbul ama birisi var ki o, ‘akbel’ (makbuller makbulü)” O da seninle beraber meseleyi onda on paylaşan demektir. İşte yüzünü yere koyan, içini Allah’a döken insan. Evet, وَخُذِ الزَّادَ كَامِلاً فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ “Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun.”

Sonra, وَخَفِّفِ الْحِمْلَ فَإِنَّ الْعَقَبَةَ كَؤُودٌ Dünya adına öyle ağır şeyler altına girme!.. “Sarayım olsun, villam olsun, makamım olsun, pâyem olsun.. ve benim gezdiğim yerde millet ayağa kalksın, beni alkışlasın.. ‘Eşin yok, menendin yok; kâkül-i gülberglerinin tek kılına, acem mülkü fedadır!’ desinler!” Bütün hayatını bu türlü hülyalar arkasında geçiren kimse, hafizanallah, öyle bir yük, öyle bir vebal altına giriyor ki, işte bu, biraz evvel ifade edilen كَاْلأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ veya كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ أَسْفَارًا ya da كَمَثَلِ الْكَلْبِ إِنْ تَحْمِلْ عَلَيْهِ يَلْهَثْ أَوْ تَتْرُكْهُ يَلْهَثْ oluyor. وَخَفِّفِ الْحِمْلَ فَإِنَّ الْعَقَبَةَ كَؤُودٌ Eğer bir uçurumu aşacaksan, dağlara tırmanan insanlar gibi bir tırmanıcı isen şayet, sırtına çok ağır yükler almayacaksın! Dünya adına ağır yükler almayacaksın!.. Alacağın şeyler öyle şeyler olmalı ki, üveyik gibi seni kanatlandırmalı!.. “İman” insanı kanatlandırır; “İslamiyet” kanatlandırır; “marifet” kanatlandırır; “muhabbet” kanatlandırır. Fakat dünya sevgisi, dünyaya meyl ü muhabbet, onu âhirete tercih etmek, alkış, takdir, makam, mansıp, pâye… Bunlar ise, insanı âdetâ paletleri altına alıp ezen/presleyen şeyler gibi hususlardır. Onun için İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) burada وَخَفِّفِ الْحِمْلَ فَإِنَّ الْعَقَبَةَ كَؤُودٌ “Çok sarp bir yokuş, aşacağın yokuş; ağır yüklerin altına girme!” diyor. Meseleye öyle bakmak lazım.

En sonunda, وَأَخْلِصِ الْعَمَلَ فَإِنَّ النَّاقِدَ بَصِيرٌ “Amelinde ihlaslı ol; zira her zaman seni gözetleyen, O Basîr’dir.” Hangi tavır içinde isen, onu, hatta içinden geçen şeyleri bilen… وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ “Biz, ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16) beyanı ile Kendisini bize tanıtan Zât-ı Ecell-i A’lâ hazretleri, en gizli şeylerimizi, aklımızdan geçen şeyleri, nöronlarımızda dolaşan şeyleri, hafızamızda dolaşan şeyleri, dile misafir olmayan, bir yönüyle yüz mimiklerine misafir olmayan şeyleri dahi biliyor, duyuyor, görüyor. İyi ise değerlendirmeye tâbi tutuyor; kötü ise, burada veya öbür tarafta senin yüzüne çarpıyor ve yüzünde bir kısım zift hissediyorsun, hafizanallah. Fakat o zifti burada sen icat ettin. “Sen!” diyorum yahu; “ben”, “Ben icat etmişim!” Hafizanallah!..

   Esaret altındaki birini hürriyetine kavuşturmak, kıtlık ve darlık zamanında akrabadan olan bir yetimi ya da imkânları olmayan perişan birini doyurmak da aşılması gereken sarp yokuşlardandır.

Evet, فَلاَ اقْتَحَمَ الْعَقَبَةَ Bu akabeyi aşmak için gayret sarf etmedi; bu meselelerin hepsini yerine getirmek suretiyle, o uçurumu aşamadı, o kandan-irinden deryaları geçemedi. Yunus diyor ya: “Bu yol, uzaktır / Menzili, çoktur / Geçidi, yoktur / Derin sular var.” Akabe, odur işte. “Bu yol, uzaktır / Menzili, çoktur / Geçidi, yoktur / Derin sular var.” Hatta Kıtmîr, “Kandan-irinden deryalar var!” diyorum. Yılanlarla, çıyanlarla değişik güzergahların tutulduğu bir yolda yürüyorsun; ona göre tavrını alacaksın!.. Akabe… “O akabeyi aşamadı!” diyor; “Esasen takıldı, yolda kaldı!” Hafizanallah. Cenâb-ı Hak, Kendine doğru giderken, takılıp yolda kalmaktan bizi muhafaza buyursun!..

Sonra, وَمَا أَدْرَاكَ مَا الْعَقَبَةُ diyor: “Akabenin ne olduğunu nereden bileceksin?!.” Böyle diyebilirsiniz, meallerde böyle diyenler var. “Akabenin ne olduğunu biliyor musun Sen!” Böyle diyenler, böyle meal verenler de var.

Önce, فَكُّ رَقَبَةٍ “Bir insanı, hürriyete kavuşturmaktır.” diyor. Köleliğin söz konusu olduğu dönemde… Ha bir dönemde bütün insanlık köleliği kaldırma mevzuunda, zâhirî köleliği kaldırma konusunda mücadele verdi; fakat manevî şekliyle devam ediyor o. Bunu biraz evvelki mülahazalar içinde mütalaaya alabilirsiniz; o “manevî köleleştirme” devam ediyor. Halayık halinde, bir yönüyle parya gibi, kast sistemine göre on basamak aşağıda görme gibi şeyler devam ediyor ve kapı kulları gibi bakılıyor insanlara. Devam ediyor ama “zahirî bir kölelik” vardı ki, o, savaşlarda elde edilen insanlarla ilgiliydi çoğunlukla. Müslümanlar ilk dönemde, bunları yanlarına alıyorlardı, hal ve temsil ile Müslümanlığı onlara zerkediyorlardı, aşılıyorlardı.

Antrparantez arz edeyim: Emevî döneminde, Abdülmelik İbn Mervân (kendisini ziyarete eden İbn Şihâb ez-Zuhrî’ye) diyor ki, “Bu hadis râvîleri içinde, onların büyüklerinden birkaç insan say bana!” Veya meseleye nasıl yaklaşıyorsa, öyle “Falan, falan insan nasıl?” diye soruyor: “O, mevâlîden” diyor. (İslâm literatüründe “mevâlî” tabiri, sonradan hürriyetlerine kavuşan ve samimi mü’minlerin yanında tam bir evlât gibi yetiştirilen insanların unvanıdır.) “Falan?” deyince, “O da mevâlîden.” diyor. “Falan?” deyince yine “O da mevâlîden.” cevabını veriyor. Yüz tane insan saydırıyorsa, seksen tanesi mevâlîden çıkıyor. O, hadîsin yed-i tûlâ sahibi insanları, mevâlîden çıkıyor bunlar. Bir dönemde köle imiş, birinin yanında hürriyete kavuşmuş; aynı zamanda o, ruhunun enginliklerini ona nefh etmiş, kendi derinliklerini ona aksettirmiş. Dolayısıyla onlar birer ilim ve ibâdet âbidesi haline gelmişler; dinimizi sağlam birer kanal olarak, bize intikal ettirmişler. Mevâlî…

İşte o konuda فَكُّ رَقَبَةٍ diyor Kur’an. Esasen hürriyetini kaybetmiş birini hürriyetine kavuşturmak. Hani “usûl-i hamse”nin altıncısı, “usûl-i sitte” derken saydığımız husus “hürriyet” meselesidir. Yani, insanın “can”ı, “mal”ı, “akl”ı, “nesl”i ve “nefs”inin yanında bir de bazı Usûlcüler, Usûliddin uleması “hürriyet” diyorlar. Hazreti Pîr de bu meseleye yaklaşırken o mülahazayı değişik bir zaviyeden ifade ediyor: “Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam!” diyor; yemeden-içmeden yaşarım ama hürriyetsiz yaşayamam!.. Hürriyet, bir yönüyle, insanlığın lâzım-ı gayr-ı müfârıkıdır. Hür olmayan insanlar, eli-kolu bağlı, zincirli, ayağında bilmem ne, falan… Evlerin içinde tutuyorlar öyle… Bu insanların hürriyetlerine zincir vurulmuştur. Bunların hepsinin salıverilmesi mevzuu, فَكُّ رَقَبَةٍ kategorisi içine girer. Onlar, öyle hürriyete kavuşturulmak ile فَكُّ رَقَبَةٍ kategorisine girdiği gibi, bunlar da فَكُّ رَقَبَةٍ kategorisine girer. Bu itibarla, nedir akabeyi aşamama?!. Ekser insanların aşamadıkları ilk husus o işte, فَكُّ رَقَبَةٍ “Köle/esir âzâd edemediler.”

Sonra أَوْ إِطْعَامٌ فِي يَوْمٍ ذِي مَسْغَبَةٍ “Veya kıtlık ve darlık zamanında doyurmaktır.” Açlığın, susuzluğun, kahtın, imkânsızlığın söz konusu olduğu bir yerde, muhtaç birisine, bir fakire veya bir miskine yedirme mevzuu. İşte onu yapmadılar. يَتِيمًا ذَا مَقْرَبَةٍ “Yakın olan yetim” diyor. Uzakta da yetim olabilir fakat evvela yakından başlamak lazım. Demek ki o, önem arz ettiğinden dolayı, ondan başlamak lazım. Bu, diğerlerine bakmamayı gerektirmez. Fakat onlar, tâlî derecede, sânî derecede, sâlis derecede, râbi’ derecede, hâmis derecede birer konumda bulunuyorlar. يَتِيمًا ذَا مَقْرَبَةٍ

Akabinde, أَوْ مِسْكِينًا ذَا مَتْرَبَةٍ deniyor. “Miskin” kelimesi esasen döşeği kum, yorganı da hava/atmosfer olan insan demektir; tarif ederken öyle diyorlar. Fakirin daha dûnundadır o. Fakir, şöyle-böyle kût-i lâyemût ile yaşayan, ölmeyecek kadar. Hazreti Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) gibi, Devs’in arslanı. Diyor ki: “Bazen minber ile Âişe validemizin hücre-i saadetleri arasında, sara tutmuş gibi titrerdim de saralı diye bakarlardı. -Canım çıksın!..- Ama ben esas açlığımdan, yani günlerce bir şey bulamadığımdan dolayı öyle idim.” Onun için İnsanlığın İftihar Tablosu da eline geçen her şeyi ona ve arkadaşlarına verir; Ebû Hüreyre’ye “Arkadaşlarını da çağır hemen, Suffe’de yeyiversinler!” derdi, bakardı onlara. Fakat her zaman da olmazdı. Dolayısıyla, Müslim-i Şerifte de, Buhari-i Şerifte de gördüğümüz gibi, Ebû Hüreyre “Çok defa saralı bir insan gibi kendimden geçer bayılırdım; kendimden geçerdim de yanımdan gelip-geçenler, ‘Bu adam galiba saralı insan!’ filan derlerdi, ‘Epilepsi nöbeti yaşıyor!’ falan derlerdi ama açlıktandı.” diyor. İşte bu, miskin; yani; döşeği kum, yorganı da hava/atmosfer; yağmur yağarsa, üstüne; kar yağarsa -orada kar çok yağmıyordu, kar yağarsa- üstüne, filan. Yastığı da kumdan bir şeydi. Öyle bir şey görüyorlar; kût-i lâyemutun bile altında geçinerek. أَوْ مِسْكِينًا ذَا مَتْرَبَةٍ diyor, “yanı yerde bir miskin”. Türkçemizde bir idyum vardır: “Yanı, yere gelesi!” falan derler. Bu, bir yönüyle beddua gibi bir şey; “Öyle bir fakr u zaruret içine düşesin!” veyahut da “Kabre giresin!” manasında bir idyumdur.

   Karşılıklı sabır tavsiyesinde bulunmak ve birbirine merhameti öğütleyip durmak da bir sarp yokuştur; onu da ancak amel defterini sağ taraftan alacak olan iman ve sâlih amel ehli, uğurlu insanlar aşabilirler.

Bunlardan başka ثُمَّ كَانَ مِنَ الَّذِينَ آمَنُوا وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ وَتَوَاصَوْا بِالْمَرْحَمَةِ “Bir de, elbette iman etmiş olmak ve karşılıklı sabır teşvik ve tavsiyesinde bulunmak, merhamet teşvik ve tavsiyesinde bulunmaktır.” (Beled, 90/17) ثُمَّ كَانَ مِنَ الَّذِينَ آمَنُوا وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ diyor. Bu, önemli esasen “akabeleri aşma” hususunda. Sadece “sabretmek” değil mesele. Kur’an-ı Kerim, burada -mesela- “ashâb-ı sabr” diyebilirdi. Oysaki burada “tevâsav bi’s-sabri” buyuruyor. “Müşâreketun beyne’l-isneyni fe-sâiden” (مُشَارَكَةٌ بَيْنَ اْلإِثْنَيْنِ فَصَاعِدًا) manası var bunda; lâakal iki kişinin bir şeyi paylaşması ifade edilirken bu sîga kullanılır. Bu, -eski Tıp’ta kullanılırdı- “temâruz” yani “hastalık izhar etme” manasına istimal edilir; yani, olmadığı halde bir şeyi öyle gösterme. Bir ikinci şey de; iki kişi arasında bir şey paylaşma veya daha çok kişi ile bir şeyi paylaşma manasına gelir. Onun için Arapça ifadesi ile “müşâreketun beyne’l-isneyni fe-sâiden” sözüyle ifade edilir bu, Sarf’ta.

Demek ki, Asr Sûresinde, وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ “…birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabretmeyi tavsiye edenler…” (Asr, 103/3) buyurulduğu gibi, insan, dişini sıkıp sabredilecek şeyler karşısında sabretmeye kendisini zorlasa da, bazen kendine yetmeyebilir. Esasen o işi paylaşmak lazım. O zaman yine bir hadîs ile meseleyi vurgulayalım: مَنْ لَا يَهْتَمُّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ “Müslümanların derdini Müslümanlar ile paylaşmayan, onlardan değildir!” Demek ki o duyguyu paylaşmıyor; bir duygu paylaşımı içinde olmadığından dolayı, onun derdini de paylaşmıyor. Dolayısıyla bazen insan başına gelen gaileler ve devâhî karşısında, ne kadar sabırlı olursa olsun -tek başına kalırsa- sarsılabilir. Başbaşa vermek lazım o mevzuda; birbirine destek olmak lazım, moralize etmek lazım, rehabilitasyona tabi tutmak lazım. Nitekim Asr Suresi’nde وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ dendiği gibi, burada da وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ buyuruluyor: Birbirlerine karşı sabır tavsiyesinde bulunurlar. “Sabır… Bak, şu faydası var!” derler.

En son akabe olarak da وَتَوَاصَوْا بِالْمَرْحَمَةِ buyuruluyor. Herhalde konu ile alakalı ele alacak olursak, kendi aralarında yine bir araya gelince hep “merhamet” tavsiyesinde bulunurlar: Amanın bakın! Lafz-ı Celâle’den sonra gelen iki tane isim var: “er-Rahmân”, “er-Rahîm”. Daha sonra, esmâ-i İlahî içinde, “el-Hannân”, “el-Mennân”, “er-Raûf” gibi isimler var. Bütün bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın re’fetini, şefkatini, merhametini, mülâyemetini, utûfetini ifade buyuruyor. Öyle ise, bir yerde kendi aranızda meseleleri müzakere ederken, hep merhamet tavsiyesinde bulunun!.. وَتَوَاصَوْا بِالْمَرْحَمَةِ

İşte bütün bunları söylüyor; bu mezâyâ ve fezâili söyledikten sonra da şöyle buyuruyor: أُولَئِكَ أَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِ “Böyle yapanlar, hesap defterleri sağ ellerine verilecek olan yümün ve bereket ehlidir.” İşte bunlar, uğurlu insanlardır! Nasıl uğurlu? فَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ فَيَقُولُ هَاؤُمُ اقْرَءُوا كِتَابِيَهْ*إِنِّي ظَنَنْتُ أَنِّي مُلاَقٍ حِسَابِيَهْ*فَهُوَ فِي عِيشَةٍ رَاضِيَةٍ*فِي جَنَّةٍ عَالِيَةٍ*قُطُوفُهَا دَانِيَةٌ*كُلُوا وَاشْرَبُوا هَنِيئًا بِمَا أَسْلَفْتُمْ فِي الْأَيَّامِ الْخَالِيَةِ “Neticede kimin amel defteri sağından verilirse, o defterini alır ve ‘Gelin, okuyun! İşte benim defterim! Zaten ben, bir gün hesabımla baş başa kalacağıma kesin inanmıştım!’ der. O, bütünüyle hoşnut kalacağı bir hayatın içindedir artık, pek muhteşem bir cennette: Salkım salkım meyveleri elle koparılacak mesafede. ‘Artık geride kalmış günlerinizde işleyip de buraya gönderdiğiniz güzel işlerinizden dolayı afiyetle yiyin, için!’ denilir.” (Hâkka, 69/19-24) اَللَّهُمَّ وَفِّقْنَا يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ “Allah’ım, ey Erhamürrâhimîn, bizi de muvaffak kıl!..” Kitabını sağdan alacak insanlar.. hayatlarını yümün içinde götüren insanlar.. hep iyilik düşünen, iyilik mülahazası ile oturup-kalkan, iyilik rüyaları gören ve herkese iyilik elini uzatan insanlar.

Diğer tarafta ise, وَالَّذِينَ كَفَرُوا بِآيَاتِنَا هُمْ أَصْحَابُ الْمَشْأَمَةِ*عَلَيْهِمْ نَارٌ مُؤْصَدَةٌ “Ayetlerimizi inkâr edenlere gelince, onlar, hesap defterleri sol ellerine verilecek olan bedbahtlık ehli nasipsizlerdir. Ki (onların cezası) üzerlerine kapıları sımsıkı kapatılmış bir ateştir.” (Beled, 90/19-20) Bunlar da uğursuz insanlardır.. defterlerini sol taraftan alacak insanlardır.. hayatlarını hep uğursuzluk içinde geçiren insanlardır.. كَمَثَلِ الْحِمَارِ insanlardır.. كَمَثَلِ الْكَلْبِ insanlardır.. كَاْلأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ türünden insanlardır. Allah, o derekeye sukûttan muhafaza buyursun!.. Cenâb-ı Hak, ahsen-i takvîme mazhariyetin gereği olan a’lâ-ı illiyyîn-i kemâlât-ı insaniye ile hepinizi/hepimizi serfirâz kılsın! Amin!..

415. Nağme: Müttakîlerin Yarışı

Herkul | | HERKUL NAGME

Aziz dostlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, en son sohbetine Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in Ebû Zerr hazretlerine yaptığı nasihati hatırlatarak başladı. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun -Hazreti Ebu Zerr’in şahsında- bütün ümmet-i Muhammed’e şöyle buyurduğunu nakletti:

جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ

وَخُذِ الزَّادَ كَامِلاً فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ

وَخَفِّفِ الْحِمْلَ فَإِنَّ الْعَقَبَةَ كَئُودٌ

وَأَخْلِصِ الْعَمَلَ فَإِنَّ النَّاقِدَ بَصِيرٌ

“Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin. Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun. Sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp. Amelinde ihlâslı ol, zira her şeyi görüp gözeten, tefrik eden ve hakkıyla değerlendiren Allah senin yapıp ettiklerinden de haberdardır.”

Muhterem Hocamız, Bâyezid-i Bistâmî Hazretleri’nin şu sözüne temas etti: “Bütün iç dinamizmimi kullanarak Cenâb-ı Hakk’a tam otuz sene ibadet ettim. Sonra gaybdan, ‘Ey Bâyezid, Cenâb-ı Hakk’ın hazineleri ibadetle doludur. Eğer gayen O’na ulaşmaksa, Hak kapısında kendini küçük gör ve amelinde ihlâslı ol!’ sesini duydum ve tembihini aldım.”

Genişliği semalar ve yer kadar engin olan Cennet’e ve Cenâb-ı Hakk’ın mağfiretine erebilmek için yarış yaparcasına koşmak gerektiğini anlatan Hocaefendi, bu yarışın sadece sözde kalmaması, Kur’ân-ı Kerim’de belirtilen müsabaka şartlarına riayet edilmesi gerektiğini vurguladı.

Bu cümleden olarak, kıymetli Hocamız şu ayet-i kerimeleri açıkladı:

وَسَارِعُوا إِلَى مَغْفِرَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمَوَاتُ وَالأَرْضُ أُعِدَّتْ لِلْمُتَّقِينَ الَّذِينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّاءِ وَالضَّرَّاءِ وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ وَاللَّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ وَالَّذِينَ إِذَا فَعَلُوا فَاحِشَةً أَوْ ظَلَمُوا أَنْفُسَهُمْ ذَكَرُوا اللهَ فَاسْتَغْفَرُوا لِذُنُوبِهِمْ وَمَنْ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلاَّ اللهُ وَلَمْ يُصِرُّوا عَلَى مَا فَعَلُوا وَهُمْ يَعْلَمُونَ

“Rabbiniz tarafından mağfirete, genişliği göklerle yer kadar ve müttakiler için hazırlanmış bir cennete doğru yarışırcasına koşuşun! O müttakîler ki bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcarlar; kızdıklarında öfkelerini yutar, insanların kusurlarını affederler. Allah da böyle iyi davranan ihsan ehlini sever. O müttakiler ki çirkin bir iş yaptıklarında veya kendi nefislerine zulmettiklerinde, peşinden hemen Allah’ı anar, günahlarının affedilmesini dilerler. Zaten günahları Allah’tan başka kim affeder ki? Bir de onlar, bile bile işledikleri günahlarda ısrar etmez, o günahları sürdürmezler.” (Âl-i İmrân, 3/133-135)

Hocaefendi, bu ayetlerin tefsir ve te’viline dair önemli nükteleri serdederken, İslam ahlakına dair bazı ehemmiyetli hususlar üzerinde de durdu. Mesela, infak konusundan hareketle sözü “îsâr hasleti”ne getirip şu iki misali özetledi:

*Hazreti Ebû Hüreyre anlatıyor: Bir gün Huzur-u Risaletpenâhî’ye birisi geldi. Allah Rasûlü’ne yaklaştı ve şöyle dedi: “Yâ Rasûlallah! Birkaç günden beri yiyecek bir şey bulamadım. Üst üste aç olarak oruca niyetlendim.” Allah Rasûlü etrafına nazarını gezdirdi. Fakat onu evine götürüp misafir edecek kimse göremedi. Neden sonra Allah Rasûlü’nün çok sevdiklerinden Ebû Talha ayağa kalktı ve: “Yâ Rasûlallah, onu ben misafir edeyim.” dedi. Sonra da alıp evine götürdü. Her şeylerini İslâm uğrunda harcayan bu insanların ellerinde avuçlarında hiçbir şey kalmamıştı.. ara sıra evlerinde bir çorba ya pişerdi veya pişmezdi. İhtimal o gün, hanımı Ümmü Süleym çocuklarına bir parça çorba yapabilmişti ve onu çocuklara içirecekti. Misafir eve gelince karı koca aralarında konuştular: “Bu gece çorbayı Allah Rasûlü’nün misafirine yedirelim. Biz nasıl olsa bugün de aç olarak oruç tutabiliriz. Çocukları ikna edip yatırırız.. sabah onların da çaresine bakarız.” Yapacakları şey şu idi: Yemek sofraya konunca, hanım yanlışlıkla mumu söndürecek ve ev sahibi kaşığını boş getirip götürecek.. zira çorba iki kişiyi doyuracak kadar değildi.. böylece misafir de karnını doyuracaktı. Plânladıkları gibi de yaptılar. Derken sabah oldu ve sabah namazında da Allah Rasûlü’nün arkasında yerlerini aldılar. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sabah namazını kıldırdı. Yüzünü onlara döndü, sonra da Ebû Talha’yı ve misafirini arayarak onlara sordu: “Bu gece ne yaptınız ki, hakkınızda şu âyet (Haşr, 59/9) nazil oldu:

وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ

“Kendileri sıkıntı içinde bulunsalar dahi başkalarını kendi nefislerine tercih ederler.”

*Yermük savaşında yaralı vaziyette yerde kıvranan ve susuzluktan kavrulan sahabîlerin (radıyallâhu anhüm ecmaîn) kendilerine verilen suyu, tam içmek üzere iken birbirlerine gönderişleri, nihâyetinde üçünün de bir damla su içemeden şehadet şerbetine kavuşmaları ne müthiş bir diğergâmlık örneğidir.

Muhtevasına işaret etmekle yetindiğimiz bu güzel sohbeti 30:11 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.

Hürmetle…