Posts Tagged ‘diriliş’

Dirilişin Esasları

Herkul | | KIRIK TESTI

“Diriliş” kelimesi, ilk akla gelen manasıyla, ölümden sonra yeniden hayata kavuşma demektir. Dolayısıyla da daha ziyade canlı varlıklarla ilgili bir kavramdır. Bunun yanında kelime, yer yer başka şeyler için de kullanılır. Bir düşüncenin dirilişi, bir kurumun dirilişi gibi. Buna mecazi kullanım denecekse, hakiki kullanımıyla arasındaki ortak nokta, canlılığını kaybetmiş, hayatî fonksiyonlarını eda edemez hale gelmiş, bitme noktasına varmış herhangi bir şeyin yeniden eski halini kazanması, canlanması, yeni bir hareket ve atılım içerisine girmesidir. İşte bu manada biz de, iki üç asırdır perişan hâle gelmiş Müslümanların yeniden belini doğrultmasını ifade sadedinde “diriliş” kelimesini kullanıyoruz.

İşin doğrusu, insanın ahirette ayaklarının üzerinde doğrulması ve hakiki anlamıyla bir diriliş yaşaması da burada dinî düşünce adına dirilmesine bağlıdır. Burada böyle bir diriliş yaşamayanın öbür taraftaki dirilişine diriliş denmez. İdama mahkûm edilmiş mücrimlerin elleri bağlı bir şekilde darağacına götürülmesi gibi, dünyada işlediği cürümlerin cezasını görmek üzere boynuna vurulan zincirlerle Cehenneme götürülen bir insanın yeniden kabrinden kalkmasının onun için ifade ettiği şey nedir? İşte bu yönüyle diriliş burada başlar. Burada ruhlarının abidesini ikame etmek suretiyle mecazi bir dirilişe mazhar olanlar, onu hakikatiyle ahirette yaşayacaklardır. Allah bizi öyle bir basu ba’de’l-mevte (dirilişe) mazhar kılsın ve öbür tarafta da gerçek dirilişin neşvesini yaşayacağımız bir hayata uyandırsın!

Hz. Pîr-i Mugân Şem-i Tâbân, “Cismaniyetten çık, hayvaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına yüksel!” şeklindeki sözleriyle dünyadaki bu dirilişin yolunu gösteriyor. Çokları bu dünyada nefsî arzularının peşinde, cismaniyet yörüngeli bir hayat yaşıyor. Yeme, içme, yatma, gezip eğlenme gibi duygularla oturup kalkıyor. Yani gözü dünyada. Âdeta ölümsüzmüş gibi dünyadan kâm almak istiyor. Elde ettikleriyle yetinmiyor ve sürekli “daha daha” diyor. Gözünü bolluk ve nimet içinde yaşayan kimselere dikiyor ve “Ben niye bu güzelliklerden mahrum kalayım ki!” diyor. Lüks ve şatafat içinde bir hayat yaşamayı arzuluyor. Bunun adı dünyaperestliktir. Ondan kurtulamayanın bir dirilişe mazhar olması mümkün değildir. İşte bu sebepledir ki Bediüzzaman Hazretleri bizlere kalb ve ruh ufkunda bir hayat yaşamanın yolunu gösteriyor.

Kalb ve ruh ufkuna yükselen insan, orada çok farklı ve geniş bir dünya ile karşılaşacaktır. Allah’ın kendisiyle yaptığı anlaşmayı hatırlayacak, “kâlu belâ” sırrını anlayacaktır. Başkaları böyle bir ahd ü misaktan haberleri olmadığını söyleyedursunlar, o Cenab-ı Hakk’ın “elestü birabbiküm” (Ben sizin rabbiniz değil miyim?) sorusunu da, kendisinin buna verdiği “belâ” (Evet, Rabbimizsin) cevabını da vicdanında duyacaktır. Hâdiselere daha mahruti bakacak, onları daha bütüncül bir nazarla değerlendirecek, tığını sebep-sonuç arasında oynatmak suretiyle çok farklı gergefler örecek ve böylece o, ayrı bir enginliğe ulaşacak, insanca bir hayat yaşamanın ne demek olduğunu iliklerine kadar hissedecektir. Bütün bunları vicdanında derinlemesine duymayan, yürüdüğü güzergâhın âdâb u erkânına riayet etmeyenlerin dünyada bir diriliş yaşamaları söz konusu değildir. Hz. Pîr böyleleri için şu ifadeleri kullanıyor: “Ey mezar-ı müteharrik (hareket eden mezar) bedbahtlar, gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Tâ ki, hakikat-i İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvücsâz edecek (dalgalandıracak) olan nesl-i cedid gelsin!” (Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s. 82)

Ayrıca o, “Ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâm’ın sadası olacaktır!” (Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s. 126) sözleriyle de gelecekte bir dirilişin yaşanacağını müjdeliyor. Burada başkalarını görmezden gelme, kınama, hafife alma yoktur. Zira Bediüzzaman, başka bütün sadaların kesileceğini, İslâm’ın sesinin bütün sesleri boğacağını söylemiyor. Bilâkis en yüksek ve gür sesin İslâm’ın sesi olacağını ifade ediyor. Demek ki daha başka sesler de duyulmaya devam edecek ama İslâm’ın sesi onlar içinde fark edilecek, öne çıkacak, yükselecektir. İnsanlar başlarını kaldırıp ona baktıklarında, “Şimdiye kadar şurada burada beyhude dolaşmışız. Meğer aradığımız ses ve soluk buradaymış.” diyecek; ruh ve vicdanlarının aradığı ses ve soluğu onda bulacaklardır.

Böyle bir dirilişin yaşanabilmesi için inananların kalıp ve şekillerden sıyrılarak ruh ve manaya yönelmeli, teşriî ve tekvinî emirler üzerinde yapacakları detaylı araştırmalarla inandıkları esaslarda yakîn ufkuna ulaşmalıdırlar. Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle, eşya ve hâdiseleri hallaç pamuğu gibi atarak, analiz ve sentezler yaparak yeni yeni mana hüzmeleri, bal petekleri elde etmelidirler. Marifet yolculuklarını doyma bilmeyen bir iştahla sürdürmeli, sürekli imanlarını derinleştirmeli ve ihsan ufkunu ihraz etmeye çalışmalıdırlar. Yani Allah’ı görüyor veya O’nun tarafından görülüyor olma mülahazasıyla yaşayıp, hayatlarını buna göre tanzim etmelidirler. Aksi takdirde eğrilikten, büğrülükten sıyrılmaları, müstakimce hareket etmeleri çok zordur. Maalesef günümüzde böyle bir iman, ihlâs, yakin ve ihsan ufku yakalanamadığından çokları dünyanın cazibesine kapılıp gidiyor. Villalarda, yatlarda keyif sürme, parmakla gösterilen biri hâline gelme, makam ve koltuklara bağlı yaşama gibi Allah belası gaileler sarmalı içinde bir ömür geçiriyorlar.

Allah’ı görüyor gibi yaşayan, en azından O’nun tarafından görülüyor olma mülahazasıyla hareket eden bir insanın gözünden bütün görme ve görülmeler silinir gider. Böyle biri Allah için başlar, Allah için işler, Allah için verir, Allah için alır… hâsılı bütün tavır ve davranışlarında O’nun rızasını gözetir. Duygu ve düşünce dünyası itibarıyla ihsan şuuruna ulaşan bir insanın amellerinde de ihlâs ve rıza-yı ilahi olur. İhlasa eren ve rıza hedefinde yürüyen biri, hayatının her saniyesini nurlandırmış, pırıl pırıl hâle getirmiş olur.

Tekrar başa dönecek olursak, işin başı iman-ı billah’tır, yani Allah’ın varlığına ve birliğine iman etmektir. Fakat iman sathi olarak kalmamalı, insan bu imanını o kadar güçlendirmelidir ki matematiksel kesinliğin üstünde bir kabulle, aksine ihtimal vermeyecek şekilde Allah’ın varlığını kabul etmelidir. Allah’a ve diğer iman esaslarına en küçük bir şüpheye bile meydan vermeden inanmalıdır. Buna imanda iz’ana ulaşma, yani onu bütünüyle içe sindirme de diyebiliriz. Kur’ân, imandan bahsettiği çoğu yerde hemen arkasından salih amele vurgu yapar. Salih ameli âdeta imanın bir gereği gibi arz eder. Dolayısıyla samimi bir mü’min, Allah’a sağlam inanmanın yanında, her tür şirk, riya ve ucubdan salim, Allah’ın rızasından başka hiçbir mülahazanın içine girmediği, saf, katışıksız, arızasız, kusursuz ameller ortaya koymalıdır. Yani tüm ibadet ü taatini ihlâs yörüngesinde götürmelidir.

Süreklilik arz eden böyle bir iman ve ibadet hayatı muhabbetullahı doğuracaktır. Hayatlarını iman ve ibadet derinlikli yaşayan mü’minler, Allah’ı deli gibi seveceklerdir. Bu ise “iştiyak-ı likaullah”ı (Allah’a kavuşma aşk ve iştiyakını) netice verecektir. Bizim hedeflememiz, talip olmamız gereken şey de işte bu zirvedir. Onu elde etme adına ne kadar dua dua Allah’a yalvarsak değer. Kişinin kıymeti, talebinin kıymeti ölçüsündedir. Cenab-ı Hakk’ın rıza ve rıdvanını talep eden biri, kıymetler üstü bir kıymete ulaşır. Fakat insan zirveye talip olurken, kendisini oraya ulaştıracak yol ve köprüleri göz ardı etmemeli, öncelikle tek tek bunları kat etmeye, geçmeye çalışmalıdır.

Maalesef dinin ruhu öldürüldü.. aşkımız, heyecanımız çalındı.. biz bizden uzaklaştırıldık.. din, mevcut sistemlerin, siyasi iradelerin vesayetine sokuldu ve üç beş kuruşluk dünya menfaatine kurban edildi.. geriye sadece şekil Müslümanlığı kaldı; şekil Müslümanlığıyla teselli olduk. Kaldı ki şeklî olarak dahi olsa ibadetlerimiz ne seviyede, o bile tartışılır. Başka bir iş çıktığında acaba ibadetlerimizi feda ediyor, onlardan taviz veriyor muyuz? Önemli bir kısım işler yapıyoruz bahanesi ve vehmiyle acaba evrad u ezkarı terk ediyor muyuz? Rabbimizi deli gibi sevmeyince O’nu başkalarına nasıl sevdireceğiz? Kendimiz O’nun yolunda olmayınca başkalarını nasıl O’nun yoluna çağıracağız? İç dünyamızda bir diriliş yaşamayınca insanlık âleminde nasıl bir dirilişe vesile olacağız?

Maalesef bütün bunlar bizim yitiğimiz. Belki el âleme Müslümanlık adına bir şeyler dayatıyoruz ama kendimiz bu konuda oldukça yayayız. Acaba sevilmesini arzu ettiğimiz Zat’ı burnumuzun kemikleri sızlayacak ölçüde kendimiz seviyor muyuz? Ferhat’ın Şirin’e olan sevgisinden ötürü dağları deldiği söylenir. Acaba biz mahbubumuza ulaşma adına ne yapıyoruz, neleri göze alabiliyoruz? Âyetü’l-kübra’da anlatıldığı gibi marifet peteğimizi doldurma aşk u iştiyakıyla kâinat kitabını hallaç edebiliyor muyuz? Elde ettiğimizle yetinmeyip sürekli “hel min mezid-Daha yok mu?” diyebiliyor muyuz? Yani O’nu yürekten sevebilme ve O’na hakkıyla kul olabilme adına nasıl bir azim ve cehd ortaya koyuyoruz? İşte bizim en çok ihtiyacımız olan şeyler bunlardır.

Şayet böyle bir azim ve kararlılığımız, ceht ve gayretimiz yoksa taklitte kalırız. Mızraklı İlmihal Müslümanlığından öteye geçemeyiz. Durumu bu olanların da yeni bir diriliş ortaya koymaları mümkün değildir.

***

Not: Bu yazı, 1 Mart 2015 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Bir Nefes (10)

Herkul | | BİR NEFES, HERKUL NAGME

Klipten bazı cümleler:

* “İhsan” şuuru yitiriliyor, insanlar farkında değiller. Allah tarafından görülüyor olma çizgisinde bir kulluk yaşama… Zât-ı Uluhiyeti dünyanın dört bir yanında duyurma, bayraklaştırma.. Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm’ı bütün dünyaya duyurma… O duyguyu yitirdik biz!..

* Kıymet-i harbiyesi olmayan insanların arkasına takılıp sürüklenme… Kendimiz olma duygusunu yitirmişiz!..

* Son asırlar bizim için yitikler tarihi oldu, ne çok kaybımız var; maalesef en acı yitiğimiz de kayıplarımızın farkında olma şuuru ve onları arama cehdi; evet, kayıplarımızı arama duygusunu da yitirdik!..

* Biz, evde öldük; “Acaba camide bir dirilişe erebilir miyiz?” deyip oraya gittik; baktık ki imam ölmüş, vaiz ölmüş, hatip ölmüş, cemaat ölmüş; sonra mektebe ve tekyeye koştuk ama heyhat hepsini yokluğa mahkum gördük!..

* “Hatırlat! İnanan insanlara hatırlatma, çok yararlı olacaktır. Hatırlat devamlı!” deniyor. Bizim de belki bu türlü şeyleri sürekli birbirimize hatırlatmamız icap ediyor. Ümitsizliğe sebebiyet vermeyecek şekilde, ye’se bâdî olmayacak şekilde anlatılmalı. Fakat aynı zamanda bir yüksek ufuk gösterilmeli bununla ki mâ-fât telâfî edilebilsin.

* Doğru mü’min olma yolunda mesafe almanızı, mesafe kat’ etmenizi Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim. Yürüdüğünüz kazanma yolunda, inşaallah kaybetmeye maruz kalmazsınız, tökezlemeye maruz kalmazsınız, engellere takılmazsınız!..

Bu sohbetin tamamına şu linkten ulaşabilirsiniz: http://www.ozgurherkul.org/bamteli/bamteli-yitiklerimiz-arayis-ve-dirilis/

Yitiklerimiz, Arayış ve Diriliş

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

“Zulmet-i hicranla bîdâr olmuşum yâ Rab meded!.. / İntizâr-ı subh-ı dîdâr olmuşum yâ Rab meded!” (Niyazi Mısrî) Sevdiğim ile yüz yüze geleceğim bir sabah beklentisi içinde, yüreğim hep heyecanla çarpıp duruyor: “Ne zaman Allah’a mülâkî olacağım?!.”

Bilmem ki ne kadar insan, bu mülahaza ile oturup kalkıyor, yürüyor, yiyip-içip yatıyor, hayatını bu çizgide götürüyor?!. Evet, bir ân evvel O’na kavuşmak veya hayatını O’na kavuşmuşluk içinde, ciddî bir ihsan şuuruyla devam ettirmek… Yitirilen şeyler… Dünya kadar şey yitirilmiş, bu da onların başında gelen hususlardan birisi.

   Son asırlar bizim için yitikler tarihi oldu, ne çok kaybımız var; maalesef en acı yitiğimiz de kayıplarımızın farkında olma şuuru ve onları arama cehdi; evet, kayıplarımızı arama duygusunu da yitirdik!..

Bizim tarihimiz, esas, dünden bugüne, hususiyle son üç-dört asır, yitikler tarihi.  “Üç asır” diyor o zat; zannediyorum kendi yaşadığı dönem itibarıyla, o döneme kadar “üç asır” diyor herhalde. Dört asır saymak lazım; dört asır tepetaklak gitme dönemi bizim için. Aslında dokuz asır duraklama, renk atma, solma, pörsüme dönemi.

Yer yer kıvamında bazı insanlar, sergiledikleri seviyeli bir temsil ile diğerlerinde de bir sinerji oluşturmuş, onları da o çizgiye çekmişlerdir. Bir Ömer İbn Abdülaziz; o, eski zaten.. bir Selâhaddin.. Âkif, onu Fatih ile beraber bir mısrada zikrediyor, “Bülbül” şiirinde; “Selâhaddin-i Eyyûbî’lerin, Fatih’lerin yurdu.” diyor, Bülbül ile dertleşirken: “Eşin var, âşiyânın var, baharın var ki beklerdin / Kıyametler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin? / O zümrüt tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun / Cihanın yurdu çiğnense hep, çiğnenmez senin yurdun.” diyor. Neler yitirilmiş!.. Yurdun uğursuz, densiz insanlar tarafından işgal edildiği dönem, daha doğrusu değerler mahrumu yaşama kayganlığına kendisini kaptırdığı dönem diyeceğimiz o dönemde sanki biz o coğrafyayı kirletmiş, o geçmişte olan güzelliklerimizin bütününü kaybetmiş gibiyiz.

Renk ata ata, şöyle böyle, üç asır, dört asır öncesine kadar geliyor. “İhsan” şuuru yitiriliyor, insanlar farkında değiller. İhsan şuuru… Allah tarafından görülüyor olma çizgisinde bir kulluk yaşama… “Hep beni görüyor. Nasıl davranmam lazım benim? Acaba böyle yapmam saygısızlık olur mu; O beni görüyorsa, benim O’nun tarafından görüldüğüm meselesi söz konusu ise, bu, O’na karşı saygısızlık olur mu? Kahkaha atmak, acaba O’na karşı bir saygısızlık olur mu? Gözyaşlarının kuruması, O’na karşı bir saygısızlık olur mu?” mülahazaları içinde olma… İlk yitiğimiz, maalesef bu ihsan şuuru, ihlas mülahazası… O’nu derinlemesine vicdanlarımızda duyma, o duyuşu içtenleştirme, tabiatımızın bir derinliği haline getirme; yokluğunu, kendi yokluğumuz sayma… “Bunlar, yok olacağına, ben yok olsaydım daha iyiydi! Çünkü o mevzuda benim yok olmam, belki, Allah’a karşı saygının gereği olacaktı. Allah’ım! Böyle kupkuru yaşayacağıma, bir odun gibi…” Kur’an-ı Kerim, münafıkları anlatırken öyle diyor: “Yemen kumaşı giydirilmiş keranlar, kirişler, odunlar gibi.” وَإِذَا رَأَيْتَهُمْ تُعْجِبُكَ أَجْسَامُهُمْ وَإِنْ يَقُولُوا تَسْمَعْ لِقَوْلِهِمْ كَأَنَّهُمْ خُشُبٌ مُسَنَّدَةٌ “Onları gördüğün zaman kalıp ve kıyafetleri hoşuna gider. (Öyle bir ton ve üslûpla konuşurlar ki,) konuştuklarında sözlerine kulak verirsin. Gerçekte ise onlar, duvara dayalı giydirilmiş kütükler gibidir.” (Münafikûn, 63/4)

Yitirdiğimiz şey… Yüksek bir gâye-i hayal duygusu/mülahazası; onu hedefleme, o istikamette yaşama… Nedir o? Zât-ı Uluhiyeti dünyanın dört bir yanında duyurma, bayraklaştırma.. Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm’ı bütün dünyaya duyurma… İstiyor ve işaretliyor: “Adım, güneşin doğup-battığı her yere ulaşacaktır!” O duyguyu yitirdik biz; bir yitiğimiz de o bizim. Gâye-i hayalsiz yaşama… 

“Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenâsî edilse; ezhân enelere dönüp etrafında gezerler.” diyor Çağın Sözcüsü. Gaye-i hayal olmazsa veya bütün bütün unutulsa ya da unutulmuş tavrı yaşansa, o zaman nefisler, enâniyetlere döner; herkes kendi kendine tapmaya başlar, Allah’ı bırakır kendine tapar. “Var ise bir çıkar, o da benim için önemli. Çıkarım var ise, esasen, önemli. Bundan ne kazanıyorsam, esas önemli olan şey, odur. Dünyayı bana mesûdâne yaşatan şeyler ne ise şayet, esas gâye-i hayal odur.” Böyle kaskatı bir benlik -“âbidesi” mi diyelim, “putu” mu diyelim- putu haline gelir, gâye-i hayali yitirilmiş insanların dünyasında. Evet, üç asır, dört asır deniyor bu meseleye; fakat başlangıcı çok daha eskilere gidiyor.

Kulluğu ciddî bir şuur, derin bir mülahaza ile yerine getirme… Yitirilen şeyler bunlar… Âhiret mülahazasının yoğun bakıma kaldırılması veya musallaya konması ya da gömülüp üzerine de altından kalkamayacağı taşların konması, “Nemelazım, bir daha kalkar, hortlar!” diye…

Bilerek, dünya hayatını, âhiret hayatına tercih etme kaybı… Yitirilmiş şeylerden, geriye dönüp baktığımız şeylerden biri de ahiret yörüngeli yaşama…

Milletçe bize kazandırılan şeyler; geleneklerimiz, göreneklerimiz, ananelerimiz… “Edille-i şer’iyye-i asliye”nin, Kitap, Sünnet, İcmâ-i Ümmet, Kıyas, İctihad’ın yanında, “edille-i şer’iyye-i tâliye” diyebileceğimiz anane, gelenek, örf ve âdetlerden süzülerek, onlar ile elenerek, dinin ruhuna uygun hale getirildikten sonra tabiatımızın bir derinliği haline gelmiş güzellikler manzumesi. Yitirilmiş şeylerden birisi de o. Başkalarını taklit etme; esasen değersiz, kıymet-i harbiyesi olmayan insanların arkasına takılıp sürüklenme… Kendimiz olma duygusunu yitirmişiz, belli bir dönemden sonra.

Yitiklerimizin yüz tanesini sayabilirim. Yitirilmiş… Zannediyorum az kendimi sıksam, yüz tane sayabilirim. Fakat şununla kâfiyelendirmek istiyorum: O kadar çok yitirdiğimiz şey var ki!.. Fakat bunların içinde en acı olanı, “yitirdiğimiz şeyleri geriye dönüp arama duygusunu yitirme.” “Acaba nasıl diriliriz; nasıl yeniden bir ba’s-ü ba’de’l-mevt yaşarız; nasıl bir diriliş sergileriz? Nasıl insanlık imrenerek bize bakar; ‘Yahu bunlar ne güzel, böyle ütopyalarda olduğu gibi bir dünya tesis etmişler! Niye bunlarla beraber aynı çizgide değiliz?’ der.” Öyle bir imrendirici tavır, insanlarda öyle bir arzu uyaracak tavır ve bu düşünceleri arama duygusu; işte bunu da yitirmişiz.

Arama duygusunu da yitirince, esasen, “mâ-fât”ı (elden çıkan, kaybolan, kaybedilen şeyi) kaza etme gibi bir şey söz konusu olmuyor. Her şey, olduğu gibi, terk edilmişliğe emanet… Terkediliyor ve biz dönüp onları aramaya girişmiyoruz. “Acaba nerede neyi takibe alırsak, kayıplarımızı telafi ederiz, kaza ederiz?! Vaktine yetiştik, kaza edemedik… İnsanî değerleri, ihsan şuurunu, ihlas ahlakını, îsâr düşüncesini, insanca yaşamayı, melekleri imrendirecek bir keyfiyet sergilemeyi, bütün dünyanın parmakla gösterebileceği bir sistemin molekülleri olmayı… Acaba bunları yeniden nasıl tedarik ederiz?” Bu duygunun yitirilmesi, doğrudan doğruya bir milletin kendi kendini yitirmesi demektir.

   Biz, evde öldük; “Acaba camide bir dirilişe erebilir miyiz?” deyip oraya gittik; baktık ki imam ölmüş, vaiz ölmüş, hatip ölmüş, cemaat ölmüş; sonra mektebe ve tekyeye koştuk ama heyhat hepsini yokluğa mahkum gördük!..

Evet, bunlar acı; yıkıntılardan bahsin ifadesi esasen; çöküşlerin, kırılmaların bahsinin ifadesi… Fakat değişik dönemlerde, bir kısım yenileyici insanlar, “tecdîd hareketleri” ile insanlarda olması gerekli olan o duyguyu uyarmaya çalışmışlar. Dinin ifadesiyle, Hâkim en-Neysâbûrî’nin el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn isimli eserinde geçen bir hadiste “Müceddid” deniyor; “yüz sene” kaydıyla ifade ediliyor. Bu, yüz sene de olabilir, doksan sene de olabilir, Ömer İbn Abdülaziz’i müceddid gördüklerinden, Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) yüz sene sonra olması itibarıyla veya bi’setinden (Peygamber olarak vazifelendirilişinden) yüz sene sonra olması itibarıyla, “Demek ki esasen yüz senede bir Müceddid geliyor.” denilmiş. İmam Gazzâlî’yi, Hicri beşinci asırda bir müceddid olarak görebilirsiniz. İkinci bin seneye girdiğimiz zaman İmam Rabbânî hazretlerini öyle görebilirsiniz. Bu çağa doğru geldiğimiz zaman, on dokuzuncu asırda Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’yi öyle görebilirsiniz.

Bu büyük insanlar, yaşadıkları çağ, dönem, durum itibarıyla, kırılmaların keyfiyetine göre bir diriliş projesi ile, diriliş planları ile ortaya çıkmışlar; insanlara dupduru soluklarla -İsrafil gibi- yeniden dirilme ruhu, dirilme havası üflemişlerdir. Biraz evvel o sözle ifade ettim: Mevcudiyetleri, başkalarında bir sinerjiye sebebiyet vermiş; “Onlar gibi biz de dirilelim!” denmiştir.

Hani değişik vesileler ile arz etmeye çalıştığım gibi, bir camide keşke imam konuşurken, bazen konuşamayacak hâle gelecek şekilde hıçkırıklara boğulsa!.. Keşke kalbi dursa, ölse!.. Keşke minberden aşağıya yuvarlansa, ölse!.. Bir kitap boyu anlatmadan daha ziyade vicdanlarda tesiri olacaktır. Bu duygu, insanlarda, sizin câminizde de ölmüş mü, ölmemiş mi? İnsafınız ile meseleyi test edin!

Biz, evde öldük! “Acaba camide bir dirilişe erebilir miyiz?” deyip oraya gittik. İmam ölmüş, vaiz ölmüş, hatip ölmüş, cemaat ölmüş!.. Cenazelerin insana ifade edeceği hiçbir şey yoktur. “Acaba mektep, tekvinî emirleri, Kur’an’ın emirleri ile örtüştürmek suretiyle bize Zât-ı Uluhiyet adına bir şey ifade eder mi?!” diye oraya doğru yöneldik. Gördük ki skolastik düşünce içinde bocalayıp duruyorlar; ne medrese bir şey verecek durumda ve zenginlikte ne de mektep bir şey verecek durumda ve zenginlikte. Yok… Hepsi yokluğa mahkûm… Yokların varlık adına insana vereceği hiçbir şey yoktur. “Yok”un “var”lık adına insana vereceği hiçbir şey yoktur!

Hâlbuki buna (yuva, mektep, medrese ve tekye birlikteliğinin seviyeli eğitimine) eskilerin ifadesiyle “eşedd-i ihtiyaç” ile ihtiyacımız vardı. Ve Çağın Sözcüsü esas bu duygu ve bu düşünceyi tetiklemek üzere vazifelendirildi (istihdam edildi). O yüksek fetânetiyle, engin düşüncesiyle, Kur’an anlayışıyla, Sünnet mülahazasıyla, kendi zamanını doğru okuyarak, zamanın yorumlarını kendi mülahazaları içine katmak suretiyle yeni yeni sentezler yaparak, insanlarda çok farklı şekilde “uyanma duygusu” meydana getirmeye çalıştı. Bir ba’s-u ba’de’l-mevt nefehâtı üfledi insanlara, bir diriliş nefehâtı üfledi insanlara…

Size gelinceye kadar renk attı mı, soldu mu, o da pörsüdü mü? Bir gülistana doğru giderken, bir bâğistana doğru giderken, bir bostana doğru giderken, acaba vefasızlıktan dolayı biz de onun açtığı o gülistanı hâristana mı çevirdik?!. Yoksa çağa göre, şartlara göre, ona o çağın renk ve desenini ilave ederek çok yeni şeyler ortaya koyduk mu, sentezler ortaya koyduk mu?!. Recâ ve ümit açısından, ben, “koyduk” istikametinde veya “koydunuz” istikametinde mütalaada bulunmak istiyorum; recâm, çağa uygun renk ve desenler koyduğunuz istikametinde.

Fakat bir şeyi tahrip çok kolaydır. Senelerden beri, üç asırdan, dört asırdan beri balyozlarla, külünklerle yıkmaya çalıştıkları bir şeyi, bir kaleyi tamir ediyorsunuz. Bu, hemen birden bire yapılacak gibi değil. İhlas, samimiyet, vefa, adanmışlık ruhu bazen bir nesilde bu meseleyi Allah’ın izni-inayetiyle ayağa kaldırır. Fakat o ölçüde ihlas, samimiyet, vefa, adanmışlık ruhu olmazsa, belki iki nesil ister, belki üç nesil ister, bir yetmiş beş sene ister, Allahu a’lem. Öyle bir ba’s-ü ba’de’l-mevt, öyle bir diriliş… Üstad Necip Fazıl -makamı cennet olsun- “ba’s-ü ba’de’l-mevt” derdi. O ekolden yetişen Sezai Karakoç, “diriliş” sözcüğüyle o duyguyu ifade etmeye çalıştı. Dolayısıyla ikisi de aynı şeyi ifade ediyor.

Öyle bir diriliş… Acaba bir nesilde mi halledilir, iki nesil mi ister, üç nesil mi ister? Diş sıkılırsa, ihlas istikametinde, ihsan duygusu istikametinde konsantrasyona geçilirse, hep oturulur kalkılır “Allah!” denirse, Allah’ın izni-inayetiyle, belki bir nesle bile kalmaz, on senede olur. Günümüzdeki telekomünikasyonu, inkişaf etmiş telekomünikasyonu hesaba katmalı… Teknoloji öyle inkişaf etmiş ki, bir tuşa basmakla, Tayvan’daki, Tayland’daki insanla hemen münasebete geçiyorsun; duygu ve düşüncelerini onun gönlüne boşaltabiliyorsun. Medya o istikamette öyle inkişaf etmiş ki, aynı günde, aynı demde, aynı ânda hemen herkese her şeyi duyurabiliyorsun. Bu açıdan da bunlar yerinde değerlendirildiği zaman, rantabl değerlendirildiği zaman, Allah’ın izni-inayetiyle, daha kısa zamanda öyle bir diriliş gerçekleştirilebilir. Yitikler, bir yönüyle, keşfedilmiş olabilir: Şunu yitirmiştik, şunu yitirmiştik, şunu yitirmiştik, şunu yitirmiştik… İnsanî değerleri de yitirmiştik… Bunları arama ruhuyla yeniden kendimiz oluruz. -“Kendimiz olma” konusuna dair yazılmış yazılar var.- Yeniden kendimiz oluruz… Cenâb-ı Hak, bizi, kendimiz olmaya muvaffak eylesin!..

   Yitiklerimizi bulma ve yeniden dirilişe erme istikametinde ümit ve azim ile yürüyorduk ki, hüsnüzan yanılgımızı suiistimal eden gulyabaniler önümüzü kestiler.

“Kar-kış demeden, her yanda göğeriyor güller,

İnâyetle tülleniyor gelip geçen günler,

Güller Gülü’nü yâd ediyor bütün gönüller

Ve siliniyor ruhumuzu saran hüzünler.”

Dünyanın dört bir yanına açılan arkadaşlar, peygamberler yolunda, o ruhu yeniden ihyâ etme yolunda yürüdüler: Çöle çevrilmiş yerlere tohumlar şeklinde saçılma.. “Bir gün bu tohumlar başağa yürüyecek!” mülahazasıyla hareket etme.. kendilerini silme, kendilerinin yerinde mefkûlerini, gaye-i hayallerini ihyâ etme.. dünyanın ihyâ edilmesini, insanlığın ihyâ edilmesini o ihyaya bağlama.. “Biz, böyle tohumlar şeklinde kendimiz adına yok olursak, kendimizi düşünmeyecek kadar bu mevzuda, fenâ-fillah, bekâ billah maallah olursak, Allah’ın izni-inayetiyle, öyle bir diriliş gerçekleşir ki, hakikaten herkese parmak ısırttırır ve herkes bizi parmakla işaretler.” Buna eskilerin ifadesiyle “müşârun bi’l-benân” denirdi, parmakla gösterilme mevzuu, Allah’ın izni-inayetiyle. Böyle bir şeye doğru gidiliyordu. Yani, yitiklerin telafisi, yitiklerin yeniden bulunması istikametinde bir yoldu yürünüyordu.

Umur-i hayriyenin muzır mânileri olur. Şeytanlar, bu hizmetin hâdimleriyle, bu yola açılmışlar ile çok uğraşırlar. Bu şeytanların bazıları, insan şeklindedir; aynı zamanda gücü-kuvveti elinde bulunanlar şeklindedir. Bunlar, bu istikamette (yüksek insanî değerleri ihyâ yoluna) açılmış insanları kösteklemek, frenlemek, kündeye getirmek için, onların dökülüp yollarda kalmaları adına lazım gelen her şeyi yaparlar. Kimilerini derdest eder, içeriye atarlar. Kimilerini ayrıştırırlar, aynı zamanda onları değersizleştirirler; hor-hakir hâle getirir, tesirlerini kırmaya çalışırlar. Kimilerini ellerinden gelirse, öldürürler, yok etmeye çalışırlar. Ve böylece bütün dağılma yollarını, derbeder olma yollarını değerlendirirler. Şeytanlar, bu hizmetin hâdimleriyle çok uğraşırlar.

Bu açıdan da dünyanın dört bir yanına nâm-ı celîl-i İlahîyi ve nâm-ı celîl-i Nebevîyi götürüp insanlığa duyurma istikametinde hareket eden insanlar, değişik köşe başlarında bu türlü gulyabanîler ile karşı karşıya geleceklerini hatırdan dûr etmemeliler. Hemen her zaman böyle biri ile karşılaşabilecekleri mülahazasına göre hareket etmeliler.

Biz, belki aldandık… Ziya Paşa’nın “Aldandık!” dediği gibi: “Eyvah bu bâzîçede bizler yine yandık / Zira ki ziyan ortada bilmem ne kazandık!” O istikamette bir başka söz: “Gönül, her zaman arar-durur bir yâr-ı sâdık / Bazen de ‘Sâdık!’ dedikleri, çıkar münafık.” Karşınıza çıkar, geleceklerini -bir yönüyle- bayraklaştırma istikametinde “hak” derler, hak nağmeleri ile size neler neler dinletirler. “Adalet” derler, adalet türküleri söylerler. “İnsanî değerler” derler, Rast makamından bayıltacak şeylerle sizi meşgul ederler. Evet, “Biz ki ehl-i imanız, aldanırız, fakat aldatmayız.” Siz de hüsnüzannınıza yenik düşer, aldanırsınız. Ve dolayısıyla da onların arkasından koşarsınız.

Evet, bu, çoğu zaman mü’minlerin acı kaderi olmuştur: Hüsnüzanlarına yenik düşmüşlerdir. Çağın Sözcüsü, “Biz ki hakikî müslümanız, aldanırız fakat aldatmayız. Bir hayat için, yalana tenezzül etmeyiz.” diyor. “Biz ki mü’miniz, aldanırız, fakat aldatmayız!” Evet, aldandık… Her zaman sâdık bir insan aradık… Fakat sâdık dediklerimiz çıktı münafık…

Yine, onun ifadesi ile, bu asır, nifak asrı, enâniyet asrı, bilerek dünya hayatını âhirete tercih asrı. Gördüğünüz gibi insanlar, bire kanaat etmiyorlar, iki; ikiye kanaat etmiyorlar, üç; üçe kanaat etmiyorlar, dört; dörde kanaat etmiyorlar, on; ona kanaat etmiyorlar, yüz… İnsanlığın İftihar Tablosu, Hadis kitaplarında, çöküş dönemleri ile alakalı, din adına kırılış dönemleri ile alakalı, fay kırılmalarının yaşandığı dönemler ile alakalı ifade buyuruyor ki: “İki dağ altını olsa, üçüncüsünü ister!” Öyle bir hırs, öyle bir dünyaperestlik, hafizanallah.

Evet, siz de hiç farkına varmadan, onların bu arzularına âlet edilmiş olabilirsiniz. Ama inşaallah başlara inen o balyoz uyarmış olur; Ebu Bekir yoluna, Ömer yoluna, Osman yoluna, Ali yoluna, selef-i sâlihîn yoluna, bir dönemde sizin de birkaç asır hakikî manada temsil ettiğiniz gerçek Müslümanlık yoluna insanlar yönelmiş olurlar ve Allah yönlendirmiş olur!.. Cenâb-ı Hak, en yakın zamanda öyle bir ufka yönlendirsin. Yitiklerimizi gidermeye, telafi etmeye bizleri muvaffak eylesin!..

   “Nereden nereye?!.” Zirveden dereye…

“Feragat yâ Hû!” deniyor, elektronik tabloda. Her şeyden feragat etmeyince, elde edeceğiniz şeyleri elde edemezsiniz. Ne eve takılacaksın, ne evciye takılacaksın, ne evlâd u ıyâle takılacaksın, ne anneye-babaya takılacaksın, ne köye-kasabaya takılacaksın, ne saltanata-debdebeye-yıldıza takılacaksın, ne makama-mansıba takılacaksın!.. “Bed asla necâbet mi verir hiç üniforma? / Zer-dûz palan ursan…” O tabiri kullanmayacağım, “şey” diyeceğim; “…yine şey, yine şeydir.”

Kaybettiğimiz şeyler, müsellem. Ben, min-vechin bir kısmını arz ettim.. Bunların çoğuna da serkârlar tarafından sebebiyet verildi. Bir örnek isteyecek olursanız; Topkapı’dan Dolmabahçe’ye geçişle esasen, tepe-taklak bir duruma geldik biz. İ’tilâ (yükseliş, şahlanış) dönemimiz bizim esas Topkapı ile olmuştu. Duyûn-i Umûmîye altında iki büklüm inlerken, on altı ton altını yaldızlamasına sarf ettiğimiz o sarayları yaptık. O insanlar Müslümandı; namaz kılıyorlardı, oruç tutuyorlardı. Fakat kıvam kaybı yaşıyorlardı, renk atmıştı, solmuşlardı, desen kaybı içindeydiler. Onlara baktığınız zaman, Hazreti Rasûlullah’ı hatırlayamıyordunuz! Onlar, Allah’ı hatırlatmıyordu. Ve debdebeye yenik düşmüşlerdi. Müslümandılar; günümüzün bazı talihsiz ülkelerine musallat olmuş parazitler gibi… Gü-nü-mü-zün ba-zı İs-lam ül-ke-le-ri-ne mu-sal-lat ol-muş pa-ra-zit-ler gi-bi… Güveler gibi, içten içe “yün” diye toplumu kemiriyor ve öğütüyorlar. Öyle oldu; kayıplar oldu.

Kayma noktaları çoktur; bu noktalardan birisi, işte o; Devlet-i Aliyye’deki çözülüş. Murad Hüdâvendigâr -I. Murad da deniyor- Sırpsındığı’nda, sinesinden hançer yiyip ruhunun ufkuna yürüyeceği ân, belki dudakları zor kıpırdıyordu ama son söylediği sözler “Attan inmeyesüz!” oldu. Attan indik, merkûba bindik, zirvelerden, derenin dibine indik.

Hani birileri diyor: “Nereden nereye!” Zirveden dereye… Ahırdan mereğe (samanlığa)… Kimse aklını peynirle yememiş. Nereden, nereye? Görüyor herkes onu…

Evet, çözülüş öyle oldu. Fakat yitirdiğimiz şeyleri bulma adına belki tarihin sayfaları arasında yeniden meseleyi bir kere daha mütalaaya tâbi tutmamız, analizlerimizi ve sentezlerimizi ona bakarak yapmamız lazım.

   Evinize Rasûlullah ile beraber dönmek istemez misiniz?!.

Huneyn vakasını müteakip, ciddî ganimet elde edilmişti. Onlar, güçlü kimselerdi ve Müslümanların birkaç katı idi. Ve ilk planda Uhud’un son planında olduğu gibi “muvakkat bir hezimet” yaşandı. Fakat İnsanlığın İftihar Tablosu, orada yeni bir hamle yaptı. İşte her zaman serkârlar, öyle yaparlar. Amca, Hazreti Abbas diyor ki: “Atını öyle mahmuzladı ki!.. Yağan oklar karşısında geriye çekilenlere mukabil atını öyle mahmuzladı ki!..” Öne doğru, en öne doğru… Adeta “Şimdi burası ölünecek bir yer ise şayet, evvelâ benim ölmem lazım!” diyordu.”

Uhud’da da öyle yaralandı. Her zaman O, öyle ölüme en yakın durdu. Ölüme en yakın durmak suretiyle ölümü sevdirdi; seve seve herkes, ölüme koştu orada. Mus’ablar öyle, İbn Cahşlar öyle, Abdullahlar öyle, Hz. Câbir’in babası Abdullahlar öyle… O tarafa gittikten sonra da “Allah’ım! Bizi dünyaya bir kere daha gönder, bir kere daha öyle şehid olalım, onu bir kere daha duyalım, tadalım!” dedi. Hazreti Abdullah’ın ifadesini, Efendimiz ifade buyuruyor. Cenâb-ı Hak buyurdu ki: “Hayır, geriye dönme meselesi yok ama Ben, haber veririm geridekilere.” Haber veriyor, öyle.

Büyük bir ganimet Müslümanların önüne gelince, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “te’lif-i kulûb” için, insanların bazılarının gönüllerini yumuşatma adına dağıttı onları. Henüz İslamiyet’e yeni adım atmış olanların gönlünü kazanma adına, elinden geldiğince onları birinci derecede nazar-ı itibara aldı, vereceğini onlara verdi. Yüksek fetânet… Bütün derdi esasen insanları Cenâb-ı Hakk’a yönlendirmek, o imanı insanlara kazandırmak… Bunun için, zannediyorum, deselerdi ki: “Senin dediğin şeyleri yapmamız için, canını vermeni istiyoruz!” Hiç tereddüt etmeden, “Ben o meseleye hep teşneyim!” buyururlardı. Hiç tereddüdünüz olmasın!.. Hazreti Ebu Bekir de öyle derdi, Ömer de öyle derdi, Osman da öyle derdi, öyle derdi, öyle derdi, öyle derdi… Uhud’da “Peygamber şehid oldu!” diye bir yaygara koparılınca, sesi yüksek, tiz perdeden bir Hicaz nağmesi ile, biri şöyle dedi: “O’nun vefat ettiği yerde siz niye yaşıyorsunuz ki?!.” Evet, O, ölümü öyle şirin görmüş, öyle göstermişti; başkaları onu kazansınlar diye, başkaları o imana ersinler diye elinden gelen her şeyi yapıyordu.

İşte oradaki ganimetleri müellefe-i kulûba dağıtırken öyle dökülüp saçılması da ondan dolayı idi. Gönülleri kazanalım… حَبِّبُوا اللهَ إِلَى عِبَادِهِ يُحْبِبْكُمُ اللهَ “Allah’ı kullarına sevdirin, ki Allah da sizi sevsin!” Hadis-i şerif… “Peygamberimizi, ümmetine sevdirin ki, insanlara sevdirin ki, Peygamber de sizi sevsin!” diyebilirsiniz. Bu son söylediğim hadis değil ama böyle dense sezadır. Fakat o kadîm, “Sâbikûn-u Evvelûn” Muhacirler ve Ensâr-ı kirâm (radıyallâhu anhüm) arasından bazıları meseleyi ilk planda kavrayamadılar. Dediler ki: “Dün gelen insanlara bu iltifat?!. Biz, bugüne kadar bu mevzuda canhırâşâne mücadele verdik; fakat ganimeti başkaları alıyor!” Öyle bir ganimet dertleri de yoktu fakat kafalarına takılan şeyler olabilir; genç bir kısım müslümanlar, böyle düşünebilirler. İnsan tabiatında var; وَإِنَّهُ لِحُبِّ الْخَيْرِ لَشَدِيدٌ “Şüphesiz, insan, mal sevgisinde de çok şiddetlidir.” (Âdiyât, 100/8) Kısâr’da (kısa sürelerin birinde) geçiyor. Mal, mülk, menâl sevgisi, insanın tabiatında vardır; fakat insanın onu Allah sevgisi ile kontrol altına alması lazım, baskı altına alması lazım.

Birkaçı o mevzuda öyle söyledi. Efendimiz de bütün Ensâr’ı orada toplamayı emretti ama “İçlerinde Muhacir bulunmasın!” dedi. Onlara, Ensar’a hitap edecekti. Toplandılar oraya. Söz dinliyorlardı. Anlattı onlara: “Siz, şu idiniz. Ben buraya gelince, şunları elde etmediniz mi?!. Bu sayede dini elde etmediniz mi?!. Cennet, Cehennem duygusu elde edilmedi mi?!. Allah’a inanma olmadı mı?!. Ve bir yönüyle dünyayı bile bilmiyordunuz; bu sayede dünyaya bile açılma olmadı mı?!.” O, bütün bunlar ile onlara değişik sorular tevcih ederken, hep tiz perdeden, “Evet öyle! Evet öyle! Evet öyle!..” dediler. Buyurdu ki: “Şimdi istemez misiniz, başkaları mal ile, mülk ile evlerine dönerken, siz de Benimle beraber evinize dönün; istemez misiniz?!.” Hepsi bir ağızdan, koro hâlinde “İsteriz yâ Rasûlallah!” dediler. Ve Efendimizin yanında, Efendimiz ile beraber o Ensâr-ı kirâm efendilerimiz evlerine döndüler. Efendimiz ile beraber…

   “Sen nasihat edip hatırlat; çünkü hatırlatmak müminlere fayda verir.”

Yitiklerimizin farkına varma ve onları telafi etme adına, Kur’an-ı Kerim’de geçen اُذْكُرُوا kelimeleri de “Hatırlayın, yâd edin, dillendirin, vicdanlarınızda duyun!” şeklinde manalandırılabilir. Asıl “zikir” de esasen, kalbin o mevzuda o meseleyi içten içe duyması; tâbir-i diğerle o meselenin içtenleştirilmesi, ağzın da bir ney gibi onu terennüm etmesidir. Dilden-dudaktan dökülen şeyler, kalbin heyecanının ifadesi olduğu ölçüde kıymet ifade eder. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim “Üzkurû” derken, bazen “Zât-ı Ulûhiyeti hatırlayın!”, bazen “Belli bir dönemde boşluk içinde bocalayıp duruyordunuz, şu andaki gınâyı hatırlayın!”, bazen “Varlığı, varlığın mahiyetini, nefsü’l-emriyesini bilmiyordunuz, öğrendiniz; hatırlayın bunu!”, bazen “İnsanlığın İftihar Tablosu’nu tanıdınız; aynı zamanda O’nun beyanı ile nelerin açığa çıktığını, vuzuha kavuştuğunu hatırlayın!” demektedir. Değişik yerlerde siyak-sibak itibarıyla, değişik şeyleri hatırlatma anlamında hep “vezkürû, vezkürû…”

Bir ayet-i kerimde de وَذَكِّرْ فَإِنَّ الذِّكْرَى تَنْفَعُ الْمُؤْمِنِينَ “Sen öğüt verip hatırlat; çünkü hatırlatmak müminlere fayda verir.” (Zâriyât, 51/55 ) buyuruluyor. Evet, “Hatırlat! İnanan insanlara hatırlatma, çok yararlı olacaktır. Hatırlat devamlı!” deniyor. Bizim de belki bu türlü şeyleri sürekli birbirimize hatırlatmamız icap ediyor. Eksiğin-gediğin giderilmesi adına, eksik-gedik, ümitsizliğe sebebiyet vermeyecek şekilde, ye’se bâdî olmayacak şekilde anlatılmalı. Fakat aynı zamanda bir yüksek ufuk gösterilmeli bununla ki, esasen, mâ-fât telâfî edilebilsin, kaçırdığımız şeyler telâfî edilebilsin, Allah’ın izni-inayetiyle.

Mâ-fâtı telafi adına Cenâb-ı Hakk’ın sizlerde ekstradan, yeniden, şiddetli bir arzu ve istek uyarmasını cân u gönülden arzu ederim. Doğru mü’min olma yolunda mesafe almanızı, mesafe kat’ etmenizi Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim. Yürüdüğünüz kazanma yolunda, inşaallah kaybetmeye maruz kalmazsınız, tökezlemeye maruz kalmazsınız, engellere takılmazsınız, Süfyânların tesirinde kalmazsınız, dünyaya tapanların arkasından sürüklenmezsiniz!.. Çünkü siz -kusura bakmayın- sürü değilsiniz; çünkü siz insansınız, insanlığınızın şuurunda olan insanlarsınız. İnsanlık duygusunu insanlığa duyurmak için dünyanın dört bir yanına açılmış insanî duygular ile serfirâz, ağzını açarken, dilini-dudağını kıpırdatırken hep insanlık konuşan, insanlıkla inleyip duran insanlarsınız. Dolayısıyla Allah, onların durumuna düşürmesin!.. Ve size de bulunduğunuz durumu kaybettirmesin!..

Onlar, hazımsızlığın zebunu, tımarhanelerde bile tedavisi imkânsız bir hastalığın pençesinde inim inimler. Ama Cenâb-ı Hak, sizi, sıyânet buyurmuş; bir yönüyle, âdetâ hijyenik bir ortamda neş’et ettirmiş gibi, sevk-i Sübhânîsi ile hep o hijyenik ortama doğru sevk etmiş gibi, hususî sıyâneti ile, riâyeti ile, kilâeti ile, hıfzı ile, nusreti ile korumuş. Bundan sonra da o istikamette eltâf-ı Sübhâniyesini devam ettirsin!.. Ve sizi sürçmeden, düşmeden, tökezlemeden muhafaza buyursun!.. Genci ile, ihtiyarı ile; kadını ile, erkeği ile; bu mevzuda mesafe kat’ etmiş olanı ile, işe yeni başlamış olanı ile; önden gidenleri ile, arkadan gelip onlara iltihak edenleri ile; hepinizi hak istikametinde sâbit-kadem eylesin!..

Vesselam.

Safvet ve Samimiyette Devamlılık

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Genç yaşlarda yurt dışına açılan hizmet gönüllüleri ciddi bir fedakârlık ve beklentisizlik ruhuyla hareket ettiklerinden dolayı gittikleri yerlerde muvaffak oldular. Bu hasletlerde bazı kırılmaların meydana gelmemesi için dikkat edilmesi gereken esaslar nelerdir?

   Cevap: Günümüzde dünyanın dört bir yanında açılan eğitim müesseseleri ve devam ettirilen hizmet faaliyetlerinin altında henüz üniversiteyi yeni bitirmiş olan gencecik insanların hiçbir beklentiye kapılmadan ortaya koymuş oldukları ceht ve gayretler vardır. Hizmet aşk ve şevkiyle yurtdışına açılan bu adanmışlar ileriye matuf hiçbir beklentiye girmemişler, gelecekle ilgili şahsî bir kısım hesapları olmadan sadece yapmaları gereken işe odaklanmışlar, “Hele biz hizmet edelim, bakalım Allah neler lütfedecek.” demişlerdir. Allah da onların ihlâs ve samimiyetle atmış oldukları adımları karşılıksız bırakmamış ve birlerini bin etmiştir.

Öte yandan meseleye psiko-sosyolojik açıdan bakılacak olursa dünyanın değişik yerlerine giden hizmet gönüllülerinin gittikleri yerlerde farklı kültürlerle ve değişik dünya görüşlerine sahip olan insanlarla karşılaşmaları da onları kendileri gibi kalmaya ve kendi değerlerini muhafaza etmeye zorlamış olabilir. Duygu, düşünce ve inanç dünyaları açısından ters buldukları örfler, uygulamalar, kültürler onları canlı ve diri tutmuş olabilir. Bu kadar terslikle karşılaşan ve kendi değerlerine zıt bir çevre içinde yaşamak zorunda kalan bu insanlar, “Biz ancak kendimiz olarak kalırsak ayakta durabiliriz.” demiş; bulundukları ülkelerin insanlarına faydalı olabilmek için kendi öz değerlerini korumaları gerektiğini düşünmüş olabilirler.

Fakat yaşın ilerlemesi ve bir kısım dünyevî imkânların ortaya çıkmasıyla birlikte acaba aynı safvet korunabilmiş midir? Yoksa biraz daha şahsî hesaplar öne çıkmaya ve gelecek endişeleri belirmeye başlamış mıdır? Acaba zihinlerde nasıl daha rahat yaşanacağı, nasıl daha mutlu olunacağı, dünya hesabına ayağın nasıl sağlam bir yere basılacağı veya nasıl sıcak bir yuvaya sahip olunacağı gibi dünyevî bir kısım duygu ve düşünceler ortaya çıkmış mıdır?

Daha da önemlisi acaba insanlar bu tür mülâhazaların tesirine girmiş ve hatta bunları hizmet duygu ve düşüncelerinin önüne geçirmişler midir? Acaba onlar bulundukları yerlerde tutunabilmek ve kendilerine yönelen iltifat ve takdirleri devam ettirebilmek için riyakârca bir kısım tutum ve davranışlar içine girmişler midir? Kendilerini hizmetin merkezinde gibi gösterme ve çok önemli işler yaptıklarını ihsas etme adına tavır ve davranışlarıyla yalan söylemişler midir?  

Eğer durum böyleyse ilâhî hesapların içine bir kısım beşerî ve nefsanî hesaplar da karıştırılmış olacağından bu durum yapılan hizmetlere aksedecek ve belki bir kısım şefkat tokatlarının gelmesine sebebiyet verecektir.

Bazılarının hata ve günahından dolayı gelen musibet sadece onlara has kalmayacak, وَاتَّقُوا فِتْنَةً لَا تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَاصَّةً وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ “Öyle bir fitneden sakının ki o içinizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmaz, hepinize şamil olur. Biliniz ki Allah cezalandırması şiddetli olandır.” (Enfâl Sûresi, 8/25) âyet-i kerimesinde de ifade edildiği gibi umumu etkileyecektir. Eğer bir kısım insanların yanlışlarından ötürü herkes hırpalanacaksa böyle bir cezaya meydan vermeme adına çok daha dikkatli olunması, onun gelebileceği bütün menfezlerin, kapıların kapatılıp arkasının sürgülenmesi gerekir.

 Öte yandan, Allah’ın toptan sarsmasına maruz kalan insanların da kendilerini bir kere daha gözden geçirmeleri, bunun arkasında ne tür maslahatların olabileceğini düşünmeleri ve böyle bir neticeyi hâsıl edebilecek değişik şaşkınlıkların, gafletlerin ve hataların farkına varmaları gerekir.

   Temsilde Süreklilik

Maalesef bir kısım makam ve mevkileri elde etmiş bulunan ve bu yüzden de daha avantajlı gibi görünen bazı kişilerde beklenen performansı her zaman göremeyebiliyor, bunun için kısmen inkisar yaşayabiliyoruz. Böyle bir durumda, “Sen de mi?” der gibi onlara karşı azıcık bir tavır almak, fırsat bulduğunda da, “Siz Cenâb-ı Hakk’ın bir kısım lütuflarına mazhar olduğunuz için durduğunuz yer itibarıyla burada değil şurada olmalısınız! Allah’a karşı daha derin kullukta bulunmalı, ihlâs ve samimiyetten ayrılmamalısınız!” türünden ifadelerle onları irşat etmeye çalışmak gereklidir.

Özellikle belirli mevki ve makamlara gelmiş insanların duygu ve düşünceleri bayatlamaya, pörsümeye, sönmeye ve eskimeye başlarsa, zamanla bu durum onların çevresine de aksetmeye başlayacaktır. Önlerinde bulunan insanların kıvam kaybına şahit olan ve onların hizmetlerinde ahesterevlik yaptığını gören insanlar da bir süre sonra gevşemeye ve kendilerini salmaya başlayacaklardır. Hatta bırakalım tavır ve davranışları, önde bulunan insanların niyet ve maksatları bile alttakilere sirayet edecektir. Onlar zahirde hep hizmet adına koşuyor görünseler bile eğer kendi yalancı hesapları arkasından gidiyorlarsa, vicdanlar bunu hissedecek ve ona göre tavır alacaktır.

Bu itibarladır ki sorumlu olduğu insanların konumlarına yakışmayan bir kısım tavırlarına şahit olan idareciler, onları kınamadan önce mutlaka kendilerini gözden geçirmelidirler. Kendilerinde bulunan bir kısım hata ve eksikliklerin onlara yansımış olabileceğini unutmamalıdırlar. En azından önde bulunmuş olmanın hakkını veremediğini ve iyi bir temsil ortaya koymadığını düşünmelidirler.

Çünkü iyi bir temsilin -hele bir de devamlı olursa- tesirsiz kalacağına ihtimal vermiyorum. Sürekliliği bulunan bir temsil mutlaka çevreye de yansıyacak ve hüsnükabul görecektir. Meselâ, Hz. Bediüzzaman’a hizmet etmiş talebelerden bazılarıyla birlikte kalma, onları yakından görme ve tanıma imkânım oldu. Bu süre zarfında onların namazlarını özene bezene kıldıklarına, evrad u ezkârlarında kusur etmediklerine, hiç aksatmadan gecelerini ihya ettiklerine, abdestlerinde çok dikkatli olduklarına, her birisinin temizlik ve nezafet erbabı olduğuna şahit oldum. Çünkü onların arkasından gittikleri zat, bütün bu hususlarda fevkalâde dikkatliydi. O, bütün ömrünü çok ciddi bir kulluk şuuruyla geçirdiğinden bu tavrı çevresine de aksetmişti. Temsilde temadi tesirsiz kalmaz.  İsterseniz bunu bir kaide olarak kabul edebilirsiniz.

Bu açıdan önlerinde gönlünü Allah’a vermiş, halisane ibadet yapan ve ciddi bir adanmışlık ruhuyla hizmet eden insanları göremeyen kişilerin iç dünyaları zamanla matlaşıp dumura uğrayabilir. Zira yukarıdan aşağıya inildikçe kıvam düşecektir. Bu açıdan çevremizdeki insanların eksik ve kusurlarını gördüğümüzde onları Allah’a şikâyet etme yerine kendi halimizi Allah’a şikâyet etmeli, Hazreti Yakup (aleyhisselâm) gibi, إِنَّمَا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِي إِلَى اللهِ “Ben, bütün dağınıklığımı, üzüntü ve tasamı yalnız Allah’a arz ediyorum.” (Yusuf Sûresi, 12/86) demeliyiz. Hatta arz edeceğimiz hususlar arasına gafletimizi, dalâletimizi, tutarsızlığımızı, yetersizliğimizi vs. de ekleyebiliriz.

Bu arada şunu da hatırlatmak gerekir ki toplum içerisinde yaşayan herkesin kendisine göre farklı bir sorumluluk alanı bulunduğu ve farklı derece ve makamlarda vazifeleri olduğundan, herkesin kendisine bu gözle bakması ve öncelikle sorgulamaya nefsinden başlaması mü’mince bir tavırdır.

   Tûl-i Emel

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde, لاَ يَزَالُ قَلْبُ الكَبِيرِ شَابًّا فِي اثْنَتَيْنِ فِي حُبِّ الدُّنْيَا وَطُولِ الأَمَلِ “Yaşlı kimsenin kalbi dünya sevgisi ve tûl-i emel konusunda genç kalmaya devam eder.” (Buharî, rikâk 5) buyurmak suretiyle ümmetini dünya sevgisi ve tûl-i emel konusunda uyarmıştır. Çünkü dinî duygu ve düşünceye muhalif pek çok tavır ve davranışın arkasında bu iki duygu yatmaktadır. Hadisten anlaşıldığına göre bunlar insanın yakasını ölünceye kadar da bırakmayacaktır. Hatta yaş ilerledikçe özellikle tûl-i emel duygusunun daha da gelişeceği ve kişiyi dünya adına ardı arkası kesilmeyen beklentilere sevk edeceği bile söylenebilir. Öyle ki o, bir süre sonra bir beklenti insanı olup çıkabilir. Allah adına yapıyor gözüktüğü bir kısım hizmetleri bile bu beklentilerine vasıta yapabilir. Böyle bir insan da bütün amellerin ruhu olan ihlâsı koruyamayacak ve istiğna ruhunu kaybedecektir.

Hz. Pîr’in de ifade ettiği üzere, tûl-i emelin arkasında tevehhüm-ü ebediyet (insanın dünyada ebedî kalacakmış kuruntusu) vardır. Aslında bu da insanın içindeki ebediyet arzusundan kaynaklanmaktadır. İnsan, ebed için yaratılmıştır. Bu yüzden de Ebedî Zat’tan başka hiçbir şey onu tatmin etmeyecektir. Ebediyet duygu ve tutkusu insana Allah’ın rızasını kazanmak, Cennet’e namzet olmak ve Cehennem’den uzak kalmak için verildiği hâlde eğer insan bu duyguyu yanlış yere yönlendirirse tûl-i emele kapılır; sonrasında da makam ve mevkilerin, mal ve menalin, haz ve lezzetlerin peşinde tatmin aramaya başlar.

İçindeki ebediyet duygusunu Allah katındaki uhrevî nimetlere yönlendiremeyen bir insanın, dünyanın geçici güzellikleri karşısında başı dönecek ve bakışları bulanacaktır. Zira, زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَاءِ وَالْبَنِينَ وَالْقَنَاطِيرِ الْمُقَنْطَرَةِ مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَالْأَنْعَامِ وَالْحَرْثِ ذَلِكَ مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَاللَّهُ عِنْدَهُ حُسْنُ الْمَآبِ “Kadınlar, çocuklar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş, güzel cins atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin hoşuna giden şeyler insanlara güzel gösterilmiştir, onlara cazip gelmektedir. Bunlar dünya hayatının geçici metaından ibarettir. Asıl varılacak güzel yer ise Allah’ın katındadır.” (Âl-i Imrân Sûresi, 3/14) âyet-i kerimesinin de ifade ettiği üzere dünyevî nimetler nefse bakan yönü itibarıyla oldukça cezbedici ve büyüleyicidir.

Âyet-i kerimede zikredilen bu nimetler bizatihi güzel değildir. Bunlar heva u hevese hitap eden plastize birer dünya metaıdır. Birer göz boyamadan ibarettir. İnsan için birer imtihan vesilesidir. Bunların güzellik yanları ancak doğru yerde kullanılmalarıyla ortaya çıkar. Allah’ın emretmiş olduğu meşru dairede Allah adına değerlendirildiklerinde bir kıymet ifade etseler de kendileri olarak değerlendirildiklerinde zati bir kıymetleri yoktur. Esasen âyet-i kerimede, زُيِّنَ “süslendi, tezyin edildi, güzel gösterildi” lafzının kullanılması ve âyetin sonunda asıl varılacak güzel yerin Allah katında olduğunun hatırlatılması da bunu ifade etmektedir.

Bu itibarla insanın, kendisini dünyaya meylettirecek ve Allah’tan uzaklaştıracak bu duyguların farkında olması ve elindeki bütün nimetleri ahirete zad u zahire gönderme adına kullanması gerekir. O, bu konuda iradesinin hakkını vermeli ve kendisi için tezyin edilen dünya nimetlerinin içine dalmak suretiyle bir dünyaperest, nefisperest, bedenperest, rahatperest ve yuvaperest olmama adına ciddi bir azim göstermelidir. Bu tür perestliklerin her biri insanı batırabileceğinden, onun ebedî hüsranına sebebiyet verebileceğinden bir yönüyle putperestlik gibi tehlikelidir.

Öte yandan nefislerin arzu ettiği bu tür dünyalık nimetleri, insanı bağlayan kopmaz bir zincir gibi görmek de doğru değildir. Çünkü Allah (celle celâluhû) insanı böyle bir zincirle bağlayıp sonra da “Haydi çık bunun içinden!” demez. Zira böyle bir teklif, teklif-i mâ lâ yutak (güç yetirilemez bir şeyle yükümlü tutma) olur. Bu açıdan eğer Allah bizleri ahirete yönlendiriyor ve bu nimetlerle ebediyet yurdunu peylememizi istiyorsa bu, insanın elde edebileceği bir hedeftir. Yeter ki insan kendisini gevşekliğe salmasın ve ipin ucunu bırakmasın. Bilâkis Allah’ın ipine, urve-i vuskaya (sapasağlam ipe) sımsıkı tutunsun ve Kur’ân yolundan ayrılmasın. O, bu konuda azimli olduğu takdirde hem dünyasını hem de ahiretini imar edecektir.

   Yenilenme İhtiyacı

Yeniden başa dönecek olursak, gerek tevehhüm-ü ebediyet ve tûl-i emel duygusunun ağır basmasından, gerek zamanla ülfet ve ünsiyetin hâsıl olmasından, gerek öndekilerin kötü temsilinden, gerekse dünyanın cazibedar güzelliklerinin bize göz kırpmaya başlamasından, her neden kaynaklanırsa kaynaklansın, eğer baştaki safvet ve samimiyetimizi koruyamıyor ve içimizde bir çözülme yaşıyorsak mutlaka kendimizi bir kez daha gözden geçirmeli ve yenilenmeye gitmeliyiz.

Bu itibarla da biz, “Acaba ne yapmalıyız ki kutsal ve aşkın saydığımız değerlere karşı içimizdeki saygı hissini bir kere daha canlandırabilelim? Acaba ne yapmalıyız ki fikir, his ve ruh dünyamız adına genel bir diriliş gerçekleştirebilelim?” demeli; dinî heyecanlarımızı tetikleme ve hizmet aşk u şevkimizi yeniden dipdiri hâle getirme adına ciddi bir rehabilitasyon süreci başlatmalıyız. Kendimizi yeniden gözden geçirmeli ve böyle bir tecdit ruhu etrafında bir araya gelmeliyiz.

Eğer bu konuda olumlu bir kısım projeler ortaya koyamaz, insanları onlar etrafında toparlayamaz, insanların kusurlarına takılıp kalır ve onları söyler durursak; mevcut arızaları tamir edemez, kırık ve çatlakları saramayız. Bunu yapamadığımız için de ıslah ve yenilenmeyi gerçekleştiremeyiz. Hatta olumlu faaliyetler istikametinde fikir verme yerine sürekli birilerinin kusurlarını konuşma, insanların kuvve-i maneviyelerinin kırılmasına sebebiyet verir. Neticede de hiçbir fayda elde edilemez.

Bu sebeple faydasız ve neticesiz tenkitlerle meşgul olmak yerine yeniden birbirimize kenetlenmeli, arızalarımızı gidermeye çalışmalı ve bir kere daha doğru mü’min olmaya yönelmeliyiz. Kur’ân-ı Kerim, mü’minlere hitaben, يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا آمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ “Ey iman edenler! Allah’a ve Resûlü’ne iman edin.” (Nisa Sûresi, 4/136) buyuruyor. Muhatap mü’minler olduğuna göre bu âyeti, “Ey iman edenler! Allah’a ve Resûlü’ne olan imanınızı yenileyin! Yeniden Cenâb-ı Hakk’a yönelin ve taklide düştüğünüz imanınızı bir kere daha vicdanlarınızda derinlemesine duyun.” şeklinde anlamak daha doğru olacaktır.

Bir heyet içindeki bütün insanların aynı anda pörsümesi ve çökmesi mümkün değildir. Mutlaka onların içinde her zaman olmasa da günün bazı parçalarında canlılıklarını devam ettiren insanlar vardır. Dolayısıyla o heyetin fertleri kendi canlılıkları nispetinde bir örfaneye iştirak ediyor gibi bir araya gelir ve baş başa verirlerse birbirlerine hayat üfleyebilirler. Tıpkı namaz saflarındaki insanların hâl ve tavırlarının diğerlerini etkilemesi gibi hiç şüphesiz bunun da o heyet içerisinde çok önemli bir tesiri olur.

Böyle bir dirilişi sadece bir iki kişinin sırtına yüklemek doğru değildir. Herkesin bu konuda kendisine düşeni yapması ve kendi ruh hanesinde mevcut olan şeylerle bu örfaneye iştirak etmesi gerekir. Bir grup insan kendi evinde pişirdiği yemeği bir araya getirip bir örfane oluşturduklarında nasıl herkesin çeşit çeşit yemekleri tatma imkânı oluyorsa, manevî ve uhrevî işlerde de kalbî, ruhî ve hissî varidatıyla bir araya gelen insanların istifadesi oldukça geniş çaplı olacaktır. Ülfetzede, ünsiyetzede olmuş ve dolayısıyla yaptıkları işin bereketini kaçırmış insanların yeniden derlenip toparlanması da işte böyle bir mâide-i semaviye oluşturulmasına bağlıdır.

Bamteli: NESL-İ CEDÎD VE DİRİLİŞİN ESASLARI

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Ahiret emniyet ve güveni dünyada temkinli yaşamaya bağlıdır!..

Namaz kılarken veya dua ederken sakalı ile oynayan birisi münasebetiyle denilmiştir ki: لَوْ خَشَعَ قَلْبُهُ لَخَشَعَتْ جَوَارِحُهُ “Şayet bu adamın kalbi haşyetle dolu olsaydı, sair organları da huşu duyardı.” İnsanın kalbinde haşyet olsa, -“âzâ u cevârih” derdi eskiler- âzâ u cevârihine de akseder!.. Öyle olmalı!.. Tir tir titremeli Allah karşısında; tâ öbür tarafta O’nun (celle celâluhu) karşısında veballerimizin altında ezilerek tir tir titremeyelim!

İnsanlar, bir kere tir tir titrerler; burada onu yapmış/geçirmişler ise, öbür tarafta titreme istihkâkını dünyada kullanmış sayılırlar. Kudsî hadis: لَا أَجْمَعُ لِعَبْدِي أَمْنَيْنِ، وَلَا أَجْمَعُ لَهُ خَوْفَيْنِ “Bir kuluma iki emniyeti birden vermem; iki korkuyu da birden vermem!”

Şayet insanlar, hayatlarını mehâfet ve mehâbet hissiyle yaşamış, hep Allah karşısında tir tir titreyerek ömürlerini geçirmişlerse, öbür tarafta onlara bir emniyet ortamı/atmosferi oluşturulur. Fakat hayatlarını serâzad geçirmişlerse, “keyfe mâ yeşâ” (nasıl isterlerse öyle, diledikleri gibi) yaşamışlarsa, akıbetlerinden endişe duysunlar; orada tir tir titreme, onları bekliyor. Gırtlaklarına kadar terin yükselmesi, onları bekliyor. Sırat zelzelesi onları bekliyor; şahıslara göre kırılmalar oluyor, dökülmeler oluyor orada. Öyle bir dökülmeye maruz kalmamak için, orada Cehennem’e “Çabuk geç üzerimden; nurun, ateşimi söndürüyor!” dedirtecek şekilde, burada o meseleyi derinlemesine yaşamak lazımdır. Bu, oradaki emniyetin en büyük garantisidir.

Kim bilir, bir câmide, bir namazgâhta safların birisinde içini ızdırapla boşaltan bir insan, bütün safta öyle bir sinerjiye sebebiyet verir ki, herkes, aynı hislerle tir tir titremeye başlar. Gönlüm öyle arzu ediyor ki!.. Bir-iki arkadaş için “Falan yerde olsalar?” dendi. Ben onların iniltilerine şahit olduğum için, “Hayır, öyle bir-iki inleyen insan kalsın içimizde!” dedim. Çünkü bizim öyle bir sinerjiye ihtiyacımız var; desteklenmeye ihtiyacımız var. Biri inlesin, bizdeki bütün inleme sistemini/sistematiğini harekete geçirsin; o inleme hissiyle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edelim. Ellerimizi kaldırdığımız zaman, kaldırma hicabıyla tir tir titresin ellerimiz. Sonra kendimizden geçmiş gibi ellerimizin içine eltâf-ı İlahiye yağıyormuşçasına, yağmurun damlalarını hissediyormuşçasına, kendimizde O’ndan gelen tecellileri/tayfları duyalım.

Öyle hissedecek seviyede tazarrunuzu ve niyazınızı O’na sunduğunuz zaman, Allah’ın izni ve inayetiyle, öbür tarafa emniyet ve güvenle yürürsünüz. Ahmed Feyzi Efendi’nin vefat ederken adeta gülerek gittiğini nakletmiştim. Herhalde Azrail’i gördüğü zaman, “Hoş geldin, sefâ geldin!” der gibi -Cenazesini temâşa edenler, Fakir’e anlatmışlardı- böyle gülüyor, Azrail’e “Hoş geldin!” mülahazasıyla… Böyle, Azrail’i gülerek karşılayan, kabirde Münker-Nekir’i gülerek karşılar: مَنْ رَبُّكَ وَمَا دِينُكَ وَمَنْ نَبِيُّكَ؟ dediklerinde, “Yahu ne soru soruyorsunuz! Ben hayatım boyunca hep رَبِّي، دِينِي (Rabbim.. Dinim..) dedim, öyle yaşadım!” der. Sonra kalkıp Mahşer’e yürüdüğünde, yine o ruh haleti ile yürür. Kendisine pasaportsuz böyle, herkesin geçiş verdiği gibi, geçiş verilir. Mizan’da, “Adam, ne tartacaksınız; adam zaten belli tavrından!” derler. Ve Sırât’ı da geçerken, biraz evvelki ifade ile, “Çabuk geçin Allah aşkına; nurunuz, ateşimi söndürüyor!” denilir.

Öyle yaşamak… Dünyada, insanlık adına, sosyal huzur ve itmi’nanın vesilesi, budur. Böyle yaşayanlar, insanlık arasında huzur ve itmi’nanı sağlayacaklardır. Ukbâda da ebedî saadete nâil olmanın/mazhar olmanın yolu, bundan geçiyor. Demek ki dünya ve ukbâ saadeti, ona bağlı; kalbin Allah ile sımsıkı irtibatına bağlı.

   Dünyanın “nesl-i cedîd”e ihtiyacı var; şayet siz beşerin muhtaç bulunduğu âbid, zâhid ve âşık insanlar olamazsanız, Allah -dilerse- sizi götürür, bambaşka bir nesil getirir!..

Derin bir ubûdiyet, hatta ubûdet… Bütün mâsivâyı gözünden silerek, “Ben sanırdım âlem içre, bana hiç yâr kalmadı / Ben beni terk eyledim, gördüm ki ağyâr kalmadı.” demek. Her şeyi gözünden silerek, Yârlar Yârı’na (celle celâluhu) teveccüh etmek ve öyle ibadet yapmak. Bütün dünya ve mâfîhâyı, kalben terk etmek. Hazreti Pîr’in verdiği ölçü ile, “Dünyayı kesben değil, kalben terk etmek”. Gelirse, gelirse gelsin; giderse, gittiğini de düşünmemek. “Canım!.. Allah verdi, Allah aldı. Çok komik şey, dünya!” mülahazasıyla bakmak ve böylece “zühd”e müteveccih yaşamak. Ve onu bir basamak yaparak aşk u iştiyak-ı likâullaha yükselmek. Buna “miraç” diyeceğim; onu bir “miraç” haline getirmek, her tavır ve davranışıyla birkaç basamağı birden atlıyor gibi O’na (celle celâluhu) yaklaşmak, yaklaşmak, yaklaşmak, yaklaşmak… Ve böylece “fenâ fillah-bekâ billah”a mazhar olmak, “aşk” u “iştiyak” ile ömrünü geçirmek.

“Sen Mevlâ’yı seven de / Mevlâ seni sevmez mi?!.” Sever o zaman seni!.. “Rızâsına iven de / rızasını vermez mi?!.” Verir o zaman, razı olur senden; Rıdvan kapılarını ardına kadar açar. “Sular gibi çağlasan / Eyyûb gibi ağlasan // Ciğergâhın dağlasan / Ahvâlini sormaz mı?!.” O (celle celâluhu), sana, senden daha “erham”dır; Kendini ifade ederken, “Erhamü’r-Râhimîn” diyor. Öyle ol O’na karşı, O’nun rahmetine karşı. O’na karşı saygıyla mukabelede bulun!..

Umuma söylüyorum; öyle olanlar, beni mazur görürler zannediyorum; biraz da kendi nefsim zaviyesinden diyorum. Dünyanın böyle bir nesle ihtiyacı var. O Hazret’in “gâye-i hayal” haline getirdiği “nesl-i cedîd” de işte bu nesildir: “Ey mezar-ı müteharrik bedbahtlar!” Yani kalbsiz ve ruhsuz yaşayanlar, ölüler gibi hareket edenler, kadavralar gibi hareket edenler!.. “Mezar sizi bekliyor, çekiliniz; ta ki, hakikat-ı İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvücsâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!..”

Nesl-i cedîd… إِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ وَيَأْتِ بِخَلْقٍ جَدِيدٍ “Eğer O dilerse, (yaratmaktaki maksadının yerine gelmesi için) sizi ortadan kaldırır ve yerinize (yoksulluğunun şuuruna varıp Allah’a yönelecek, varlık ve zenginliğinin ancak O’nunla mümkün bulunduğunu kavrayacak) yeni bir nesil getirir.” (Fâtır, 35/16) Siz, pörsüyünce, solunca, hazan yemiş yapraklar gibi sararınca, Allah, dinini boşlukta bırakmaz, mutlaka bir “nesl-i cedîd”, yeni bir nesil getirir. Bir müceddid ile, insanlara yeni bir nefha, İsrafil Sur’u gibi üfler. Yeni bir diriliş, eski ifadesiyle “Ba’s-u ba’de’l-mevt” ihsan eder. Üstad Necip Fazıl, bu tabiri kullanırdı. Diriliş, öyle bir diriliş lütfeder. “Kâinat üzerinde hakâik-i Kur’âniyeyi temevvücsâz edecek olan nesl-i cedîd gelsin!..”

İnsan, bu duygular ile oturup-kalkınca, zannediyorum, kalbinde ve vicdanında, kine, nefrete, gayza, hasede, çekememezliğe yer kalmaz. Kalb, böyle ulvî duygular ile dolup taşınca, zaten dolmuş şeye bir şey dolduramazsınız. Bardak, -Âkif ifadesiyle- “lebrîz” olmuş taşıyorsa, ne dökeceksiniz onun içine?!. Siz, “ibâdet” ile, “ubûdiyet” ile, “ubûdet” ile, sonra “marifet” ile, “muhabbet” ile, “aşk u iştiyak” ile doldurmuşsanız kalb çanağını, oraya dökülecek her şey, kendini yerde bulur, taşar gider. Hiçbir şey, orada oturacak yer bulamaz.

   Yanlışlıklarla meşgul olmak hoşuna gidiyorsa, bu hobini kendi günahlarına karşı kullan ki, âlemin küçük lekeleri sana, senin yağlı karalarını unutturmasın!..

Evet, kalb, Allah ile bu ölçüde irtibata geçerse, zannediyorum o, kendiyle meşgul olacak, kendine yönelecek, son yazıda ifade edildiği gibi kendi kusurlarıyla, kendi eksiğiyle, kendi gediğiyle meşgul olacaktır. Belki ileride (Çağlayan’ın gelecek başyazısına işaret ediliyor) görürsünüz İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem). “Hata”, rüyalarında bile O’na muvakkaten misafir olamamıştır. Öyle bir Zat, Allah’a karşı öyle bir tazarru ve niyaz hayatı sürdürüyor ki, zannedersiniz -hâşâ- hep günah işliyor. Ama O (sallallâhu aleyhi ve sellem) neyi hata sayıyorsa, Rabbisine karşı, حَسَنَاتُ اْلأَبْرَارِ سَيِّئَاتُ الْمُقَرَّبِينَ “Ebrâr adına iyilik kabul edilen fiiller, daha ileri seviyede bulunan mukarrabîn için kötülük/günah sayılabilir.” fehvasınca, neleri olumsuz buluyorsa kendince, onlardan dolayı veya arkasındakilerine ders verme niyetiyle, istiğfar, tazarru ve niyaz ediyor. “Bak böyle olun!” der gibi. İmam, böyle diyor; o, “Allahu Ekber!” deyince, sizin de demeniz lazım; “Semi’allahu limen hamideh!” demeniz lazım; “Allahu ekber!” deyip secdeye varınca, sizin de varmanız lazım! O (sallallâhu aleyhi ve sellem) eğer “Nefsime zulmettim!” اَللَّهُمَّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي… فَاغْفِرْ لِي “Allah’ım, nefsime zulmettim; yarlıga beni!” demişse, bunu arkasındakilere bir ders mahiyetinde almak/algılamak lazım.

İnsan, kendiyle böylesine meşgul olunca, zannediyorum, başkaları ile meşgul olmaz; hatta en zalimlerle bile… Gerçi, onların yaptığı kötülükler, yer yer cismâniyetimizin tesirinde kaldığımız zaman, kendi duygu ve düşüncelerimizin tesirinde kaldığımız zaman, içimizde bir yara yapabilir. Evet -yine- İzzet Molla’nın ifadesiyle, “Ben usanmam gözümün nuru cefadan ama / Ne de olmasa cefadan usanır, candır bu!..” Bir mızrak yiyorsun; canım, “Off!” demeden devrilmek olmaz. Bu, tabiatımızın muktezasıdır ama bunların hepsini gelip-geçici kabul etmek lazım. Onlar, karakterlerinin gereğini yaptılar. Şenâat, numarası-drobu onlara uyan bir urba gibi; onu kafalarına geçirmişler. Başka türlü bir şey yapmaları mümkün değil. Fakat sizin gibi Allah’a inananlara düşen vazife -bence- “Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm o / Yol -varsa- budur; bilmiyorum başka çıkar yol!” Ruhun şâd olsun, Âkif!..

“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol!..” Yaptığın her şey, aklın, mantığın, muhâkeme-i selîmenin kabul edebileceği türden olsun. Daha doğrusu, belki bütün insanlık mantığının “Evet!” diyeceği tavırlar ve davranışlar sergileyin!.. Hümanistlerin de ötesinde hümanistçe davranın; imrendirin âlemi!.. “Bu nasıl bir din böyle; imrendirici bir şey! Vallahi biz çok ütopya okuduk; böylesine bir toplumu, böylesine bir cemaati görmedik! Bunlar, yok gibi varlar. Yok olmuşlar, daha doğrusu yok olmakla gerçek varlığa ermişler.”

Bu mevzuda imrendirici olmak da gönülsüzlüğe bakıyor. Halk şairi, Hak dostu, Rasûlullah dostu Yunus Emre’nin ifadesiyle “Dövene elsiz, sövene dilsiz; derviş, gönülsüz gerek!..” Evet, mesele, o. “Yıkanlar hâtır-ı nâ-şâdımı -yâ Rab- şâd olsun / Benim-çün ‘Nâ-murad olsun!’ diyenler, ber-murâd olsun!.” (Nâilî-i Kadîm) Hatırımı yıkanlar benim, şâd olsunlar; benim için “Nâ-murad olsun!” diyenler, ber-murad olsunlar. Siz, sürekli bu meselenin korosunu oluşturur, gürül gürül her yerde bunu ifade ederseniz, bugün olmazsa yarın, bütün vicdanlar size teveccüh edecek. Bugün güçlü gibi görünen o ekip, o kadro, o zaleme ü fecere u kefere de ettiklerine nâdim u pişman olup gelecekler. Allah’ın huzuruna gittiklerinde de “Bize bir müddet daha ver de, Sana doğru kulluk yapalım!” diyecekler ama “Hayır, siz, yine aynı şeyi yapacaksınız!” cevabını alacaklar Allah’tan. Mahşerde aynı şeyi dillendirecek; aynı cevabı alacaklar.

   Siz aydınlık bir âkıbete namzetsiniz; size zulmedenler ise, yakın-uzak gelecek adına kendi karanlık sonlarını hazırlıyorlar!..

Onlar, kendi karanlık akıbetlerini hazırlıyorlar. Siz ise, aydınlık bir âkıbete namzetsiniz. Ve o yolun bir kısmını da Allah size yürüttü. Hem de küheylanlar gibi koşturdu, izni ve inayetiyle… Evet, O’nun inayetiyle.. كَمَا يَنْبَغِي لِجَلاَلِ وَجْهِهِ وَعَظَمَةِ سَلْطَنَتِهِ، وَرُبُوبِيَّتِهِ، وَحِكْمَتِهِ، وَرَحْمَانِيَّتِهِ، وَرَحِيمِيَّتِهِ “O’nun Zât’ının celaline, hâkimiyetinin azametine, rubûbiyetinin, hikmetinin, Rahmâniyetinin ve Rahîmiyetinin yüceliğine layık/yakışan şekilde…” O yolun bir miktarını da size yürüttü Kendine layık şekilde. İmkânlar bahş eyledi. Bence yarı yolda işi bırakmamak lazım; “Üzerimize geldiler, baskılar kurdular, bizi dünyevî bazı şeylerden mahrum ettiler…” diye, işi bırakmamak lazım.

Farkında değiliz, onlar -esasen- kendilerini, mahrum edilmemesi gerekli olan öyle bir şeyden mahrum ediyorlar ki!.. Ebedî hüsran, o!.. Kendilerini Cennet’ten mahrum ediyorlar.. Rıdvan’dan mahrum ediyorlar.. Cennet’in binlerce senesi, bir dakikasına mukabil gelmeyen Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâlini temâşa etmekten mahrum ediyorlar.. Hazreti Rasûl-i Zîşân ile (sallallâhu aleyhi ve sellem) aynı sofrada, aynı tabağa kaşık çalmaktan kendilerini mahrum ediyorlar… İsterse elli defa “Biz Müslümanız, İslam’ca idare peşindeyiz!” desinler! Zulmeden, o duygu, o düşünceden fersah fersah uzak…

Onlar, karakterlerinin gereğini sergilesin; kendi çirkinliklerini, kendi şenaatlerini, denaetlerini, mesâvîlerini, meâsîlerini ortaya koysunlar; siz de mehâsininizi!.. Onlar, İmam Gazzâli ifadesiyle, “muhlikât”larını, kendilerini helak edici şeyleri ortaya döksünler; siz ise “münciyât” (kurtuluş vesileleri) ile irtibatınızı devam ettirerek o tavrınızı ortaya koyun!.. Ve böylece Hazreti Pîr’in ifadesiyle, o kötülükleri bile, sizin için bir kısım şeyleri arındırıcı kabul ederek, güzel görün; zira “Güzel gören, güzel düşünür; güzel düşünen, hayatından lezzet alır!” Hayattan lezzet almak istiyorsanız, Hazreti Pîr’in bu beyanıyla, “Bu hışım, bu hased, bu kıskançlık, bu üzerimize ifritçe gelme… Bunlar da bizim hakkımızda hayırlıdır!” deyin. -Yine aklıma gelenleri mırıldanıyorum- Yunus’un sözüyle, “Gelse Celâlinden cefâ / Yahut Cemâlinden vefâ / İkisi de câna sefâ / Lütfun da hoş, kahrın da hoş!” deyin. Sen’den hem o hoş, hem bu hoş! Bazıları böyle derler: “Sen’den hem o hoş, hem bu hoş!”

Evet, her şeyi böyle hoş karşılamalı. Mutlaka o musibetlerin de bir hikmet-i vücudu vardır. Bunlar, bizi arınma kurnalarında arınıyor gibi arındıran bir şey, bir faktör, bir sebep ise, kimseye gönül koymamalı! Belki bu kötülükleri yapan firak-ı dâlleye, zalemeye (zalimlere), fücur yapanlara, kendilerini bohemliğe salmış olanlara, saltanat ile başları dönmüş bakışları bulanmış olanlara acımalı; “Allahım! Bahtına düştük; onları da hidayet eyle! اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ * صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ niyazından, onlara da nasip lütfeyle! İnsanlığa giden yolları göster!” demeli.

Yoksa -bir yönüyle- hiç farkına varmadan dünya çapında kendilerini iç içe, mütedâhil halkalar halinde musibetler, belalar, yokluklar sarmalı içinde bulacaklar ve dolayısıyla da hiçbir işlerinde isabet edemeyecekler. Her adımlarında yeni bir falso yapacaklar, yeni bir rezalete imza atacaklar; dünyanın yeni bir parçasının onlardan kopmasına sebep olacaklar. Bir gün Amerika kopacak, bir gün Almanya kopacak, bir gün Hollanda kopacak, bir gün Fransa kopacak; kopuk olanlardan herkes -böyle- kopup gidecek; o kopuk da kopukluğuyla başbaşa kalacak. “Otur, hep kopukluğunu yudumla!” falan diyecekler ona!..

   Hadiselerin Diliyle, Yaşadığımız Sürecin Hizmet Gönüllülerine Verdiği Ders ve Mesajlar

Evet, bize düşen şey, “El-Emân, el-Emân; yâ Hannân, yâ Mennân; beni günahlarımın hacâletinden kurtar!” deyip inlemek.. “Herkes yahşi, men yaman / Herkes buğday, men saman.” mülahazasıyla yaşamak. “El-Emân, el-Emân; yâ Hannân, yâ Mennân; beni günahlarımın hacâletinden kurtar!” sözü Hazreti Pîr-i Mugân, Üstad Bedîüzzamân’a ait; diğeri ise, Alvar İmamı’na ait.

Diğer taraftan, böyle bir durum, böyle bir tablo, bizi biraz daha kenetlenmeye, bir araya gelmeye yönlendirmeli. Genel durumu değerlendirmeliyiz; detaylarına girmeden, bâtılı -fazla- tasvir etmeden, onların yaptığı şenaati ve denâeti gözümüzde büyüterek kuvve-i maneviyemizi kırmaya girmeden. Ehl-i şenâat, şenaatini yaptı; ehl-i denâet, denâetini yaptı… Meseleye ve maruz kaldığımız şeylere icmâlî bakmalı ve “Şimdi bu gâile ve bu badirelerden sıyrılmanın yolu nedir?” falan demeliyiz.

Belki bunun bir pozitif yanı var, bir de negatif yanı var: Kendi memleketimizden cüdayız. Toprağını yüzümüze-gözümüze sürme gibi çekeceğimiz ülkemiz… Kuddûsî’nin Medine toprağı için “Ol Medine izi-tozu, bu Kuddûsî yüzüne tûtiyâdır.” dediği gibi diyeceğimiz; “Tûtiyâdır!” diye yüzümüze-gözümüze süreceğimiz ülkemizin toprağı… Aklımıza geldiği zaman, burnumuzun kemikleri sızlayacak!.. Hissiyatınıza tercüman olduğum kanaatindeyim ben. Öyle olacak… Bunu bir musibet gibi göreceksiniz belki; bu, meselenin negatif yanı.

Bu arada, acaba -hakikaten- bulunduğumuz yerdeki o insanları idare edemez miydik? Zâlim olsun, fâsık olsun, -bağışlayın- kendini bohemliğe salsın, saltanat hırsı ile sarhoş yaşasın; acaba bunları idare etmek mümkün değil miydi? Demek ki bizim ferasetimiz, kiyasetimiz ve fetanetimiz, bu zalimleri idare etmeye yetmedi. Öyle ise, Cenâb-ı Hak kulak çekme mahiyetinde, enseye hafif bir tokat vurma şeklinde, -hadiselerin diliyle- “Aklınızı başınıza alın! Bakın nefs-i emmâre taşıyan insanlar var. Bunlar idare edilmeliydi, başınıza bunlar gelmemeliydi!” diyor, ihtimal. Böyle bakmalı meseleye. Demek ki biz orada birilerini idare edemedik.

Oysa Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir yönüyle Hayber fethine kadar bazı kimseleri idare etmişti. Esas, o zaman ihanet ettiler; o gün, Medine Mukavelesi’ne imza atan insanlar, ihanet ettiler. Beni Kureyza, Beni Nadîr, Beni Kaynuka ve sonra da Hayber. Efendimiz, beş sene hınçla O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) bakan insanları -bir ayakları Mekke’de müşriklerin içinde ve dilleri münafıklara yeni şeyler fısıldama yolunda olan o insanları- o mukavele ile nasıl idare etti?!. İnsanlığın İftihar Tablosu, Cenâb-ı Hakk’ın ilhamı ile, vahyi ile ve yüksek fetâneti ile arızasız bu iç içe problemleri idare etti. Bir tekinin bile altında kalır, ezilirdik biz onun. Bence “İşte o feraset ve o kiyaset ile, problemler halledilseydi, bu insanlar, bu hışım ile -belki- gelmezdi!” demeli!.. Öyle midir, değil midir; mülahaza dairesi açık. Siz değerlendirin. Acaba?!.. “Acaba!”ya bağlı… Acaba?!.

Özür dilerim, zoolojiden bir misal vereceğim. Televizyonda seyrettim: Birisi, iki tane arslan yavrusunu ormandan alıyor, besliyor onları. Sonra kendi kendilerini idare edecek duruma gelince, götürüp ormana salıyor. Büyüyorlar orada, kocaman oluyorlar; pençeleriyle ezecek, parçalayacak hale geliyorlar. Sonra bir gün onları besleyen, o iyiliği yapan insan, ormana gidiyor; onların bulunduğu, dolaştığı yerlere gidiyor. Gözümle gördüm bunu; arslanlar geliyor, sarılıyorlar ona; yüzünü-gözünü yalıyorlar. Evet, hayvan, insanlığa karşı, insanca davranıyor. Ve bir kurdun bir başkasına böyle yardım ettiğine şahit oldum. Bir kurdun… O, sesini yükseltip bağırınca, o da uluması ile ona iştirak ediyor. “Koro olsun!” diyor, burada. Meseleye böyle bakınca, onu biraz kendi açığımıza bağlamak lazım; tekrar ediyorum, “Acaba!” ile…

İkincisi, insan olarak hatalarımız olmuştur. Cenâb-ı Hak, bizi sırât-ı müstakîme hidayet buyurdu. Sadece “insan” olarak yaratma lütfuyla bırakmadı, insan-ı mü’min yaptı. O (celle celâluhu) bizi mü’min yapmasaydı, öyle bir ortamda neş’et etmeseydik!.. Öyle bir ortamda neş’et edenlerin çoğu dinden çıktı, diyanetten çıktı, din-diyanet düşmanı oldu. Bizi, böyle tutması, böyle koruması, böyle muhafaza etmesi öyle nimetlerdir ki, yapacağımız ibadetlerin hiçbirisi ona -şükür mahiyetinde- mukabil olamaz. Acaba Cenâb-ı Hakk’ın üzerimizdeki eltâf-ı Sübhâniyesine göre biz orada kulluğumuzu yaptık mı? “Demek ki kusurumuz oldu!” demeli.

Nefis muhasebesi… Kendimiz ile yüzleşme… İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) muhasebe, tazarru ve niyazına işaret ettim; tafsilatını (Çağlayan makalesinde) görsünler. Biz de nefsimizle öyle yüzleşmeliyiz. Musibetleri yine enseden hafif bir tokat görmeliyiz. Lem’alar’daki “Şefkat Tokatları”nı hatırlayın. Hazreti Pîr, ilk defa da, kendisinin yediği, “Yedim!” zannettiği şefkat tokatlarından bahsediyor. O, tokat yiyecek bir şey yapmıyor fakat bahsediyor; ilk defa kendi yediği tokatlardan bahsediyor. Bir de böyle bir şey düşünmeli. Hani, düşünülecekse bunlar düşünülmeli…

   Varsın akrepler akrepliğin gereğini yapsınlar; mefkûre kahramanlarına düşen, ahsen-i takvîme yakışan bir duruş sergilemek, “ızdırârî beslenme” ile pişmek ve adeta dua koroları teşkil etmektir.

Yoksa ehl-i dalaletin, firak-ı dâllenin yaptığı şeyleri anlatırsanız; onlar karakterlerinin gereğini yapıyorlar: Kur’an ifadesiyle: كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ “Her insan kendi seciye ve karakterine göre davranır.” (İsrâ, 17/84) Herkes, karakterinin gereğini sergiler! Canavar, canavarlığını; yılan, yılanlığını; akrep, sokmasını mutlaka gösterir. Hani var ya, halk hikâyelerinde: Kurbağa ile akrebin arkadaşlığı… Akrep sudan geçemiyor; suyun içine gelince, kurbağa onu geçiriyor. Sonunda sokuyor onu. “Ee bu nasıl kardeşlik?!.” diyor, “Ee huyum benim!” diyor, “Karakterimin gereğini yaptım!”

Evet, öyle bilmek lazım; onlar, karakterlerinin gereğini sergilediler. Allah, o duruma düşürmesin!.. O bir şenâat ve denaettir; ahsen-i takvîme mazhar insan yapısına karşı, kalbî-ruhî, maddî-manevî anatomisine karşı saygısızlıktır. Bir âbide olarak yaratılan insan, o durumlara düşmemeli; Kur’an’ın ifadesiyle, أُولٰئِكَ كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ “Onlar hayvanlar gibidirler, belki hayvandan da aşağıdırlar.” (A’râf, 7/179) Bu derece sukut etmemeli!.. Evet, “Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır / Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır / Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdân’ın / Ne irfanın kalır te’sîri kat’iyyen, ne vicdanın.” diyor Âkif, ruhu şâd olsun. Onlar, o karakterlerinin gereğini sergiliyorlar.

Fakat acaba biz, Cenâb-ı Hakk’ın bize eltâf-ı Sübhâniyesi ölçüsünde bir cehd ü gayrette bulunduk mu? Veya o ölçüye müteveccih olma ve ona ulaşmayı gâye-i hayal yapma şeklinde, acaba O’nun bize lütfettiği bütün imkânları o mevzuda seferber ettik mi? Yoksa yer yer kendimizi öne çıkararak, kendi çıkarlarımızı/mülahazalarımızı mı düşündük? Biraz evvel arz ettim: “Yokluğunda var olan, varlıkta bilmez yokluğu / Sohbet-i yâr lezzetini bilmez beyim, ağyâr olan.” Yâr’ı, âğyâra dilbeste olmuş kimse, nasıl bilecek ki?!. Evet, kendimize bağlamış olabiliriz bunu.

Bence hadiseler bizi “ızdırârî beslenme”ye sevk etmeli. “İhtiyarî beslenme” biraz “Acaba olmasa da olur mu?!” duygu ve düşüncesi uyarır. Şimdi o zaman biz, dua duygumuzu, teveccüh duygumuzu, tazarru duygumuzu daha da güçlendirerek, topyekûn bir koro teşkil ederek, O’na yönelmeliyiz. Hazreti Pîr ifadesiyle, “Nasıl ki sadaka, belayı ref’ eder, ekseriyetin hâlis duası dahi, ferec-i umumîyi cezbeder.” Öyle ise biz, dua, tazarru ve niyaz koroları oluşturmalıyız. Ve sonra bu badireden, bu gâileden akıllıca, mantıklıca sıyrılma yollarını araştırmalıyız. Bunlar, müzakere edilmeli…

   Kendi vatanımızda maruz kaldığımız haset ve adavet tsunamisi, dünyanın her yanında da farklı fırtınaların olabileceğini düşündürmeli ve bizi bir kısım makul metotlar geliştirmeye sevk etmelidir.

Ve yine şu müzakere edilmeli: Kendi ülkemizde, kendi toprağımızda… Yetiştiğimiz yerde geçmişimizi de biliyorlar, atalarımız da belli bizim; kaç cephede o ülkenin hürriyeti ve istiklali adına mücadele etmiş bir milletin evlatlarıyız! Âlem bizi biliyor, varsın onlar bilmesinler!.. Evet, öyle bir ülkede bize karşı bu kötülükleri, bu şenaati, bu denâeti irtikâp eden insanların varlığı, çok farklı kültürlerde yetişmiş insanların da aynı şeyi yapabileceğini gösteriyor.

Öyle ise -bakın- kendi ülkenizde bu türlü şeylere maruz kalınca, din-diyanet açısından, kültür açısından, anlayış açısından çok farklı olan insanlardan da aynı tepkiler ile karşı karşıya kalabilirsiniz. Öyleyse bu meseleyi öyle hesap ederek, kendinizi ona göre ayarlayın!

Neden? Çünkü siz, evrensel bir dinin temsilcileri olarak güneşin doğup-battığı her yere nâm-ı celîl-i Muhammedî’yi götürüp bir bayrak gibi dalgalandırma mecburiyetindesiniz. “Benim adım, güneşin doğup-battığı her yere ulaşacaktır!” buyurmak suretiyle, hem size bir gâye-i hayal, bir mefkûre, bir ideal gösteriyor; hem de aynı zamanda gayptan haber veriyor, “Öyle olacak!” diyor. Siz, bu mevzuda ahd ü peymânda bulunmuşsanız şayet, bence kendi ülkenizde bu türlü belâ ve mesâibe maruz kalınca, başka yerlerde de olur. Öyle ise bu çaptaki tazyiki, maruziyeti, mağduriyeti, mahkûmiyeti, mazlumiyeti, mahcuriyeti ve “müttehem bi’l-irhab” olmayı (terörle itham edilmeyi) -hani “terör örgütü” falan dediler ya şom ağızlar- bunları hesaba katın; “Burada olduğuna göre, başka yerlerde de -hafizanallah- bu türlü şeylerle karşılaşabiliriz.” deyin.

Öyle ise mahrûtî bir bakış ile, bütün insanlığa böyle bakmalı; bütüncül bir nazar ile bakmalı. Farklı karakterlerdeki insanlar, bir gün, karakterlerinin gereğini ortaya koyarlar. Öyle ise dünyayı doğru okumak lazım; insanlara bir şey anlatacak, bir şey okuyacaksak, evvelâ o insanları, o toplumu kendi kültürleriyle doğru okumamız lazım. On defa düşünecek, bir kere söyleyeceksiniz!

Şimdi bu öyle bir ders ki!.. Size meseleye evrensel hale getirme adına kitaplarla ve mücelletlerle ifade edilemeyecek bir dersi veriyor Sâhib’i.. O Sâhib-i Zîşân’a, canımız kurban olsun!.. Yaptığı her şey, yerinde, isabetlidir. İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) onları bir yönüyle revâ gören Allah (celle celâluhu), size revâ görmüş, çok mu?!. Büyütmeyin onu, başınıza gelenleri!.. Bir de meselenin böyle bir yanı var.

Evet, o açıdan oturup-kalkıp bir taraftan “Başımıza gelen şeyler, şundan oldu!”; bir taraftan “Doğru, misyonumuzu edâ edemedik. Bütün argümanları o istikamette kullanamadık!”; bir taraftan da “Umum dünya konjonktürünü nazar-ı itibara alarak, demek bundan sonra Hizmet metotlarımızı, sistemimizi yeniden ayarlamamız lazım!..” mülahazası ile meşgul olmalıyız. Bunlar etrafında muhaverelerimizi zenginleştirerek, Sohbet-i Cânân ile kalblerimizi güçlendirerek, bu dönemi böyle değerlendirmeliyiz.

   Kalbî ve ruhî diriliş vesilelerini yerine getirip Allah’ın havl ve kuvvetine sığınmalıyız; o Müfettihü’l-ebvâb’ın nice kapılar açacağına dair ümidimizi hep korumalıyız!..

Ayrıca, bize ait yazılmış kitaplar var. Kitap ve Sünnet var başta. O Kitap ve Sünnet’in çağlara göre değişik yorumlarını, bırakılan uçları değerlendiren müçtehidîn-i ızâm, müceddidîn-i fihâm var. Çağa göre Kitap’ta, Sünnet’te bırakılmış uçlar vardır; bu uçlar, “ictihad”a, “istinbat”a, “istahrac”a, “tercih”e dayalı bir kısım açıklamalar ister, hâşiyeler ve şerhler ister. Bunu da o müçtehidîn-i ızâm, ulemâ-i sâlihîn, evliyâ, asfiya, ebrâr ve mukarrabîn; hususiyle müceddidîn-i ızâm, Ömer İbn Abdülaziz’ler, Hazreti Gazzâlî’ler, İmam Rabbânî’ler, Şâh-ı Geylânî’ler, Muhammed Bahâuddin Nakşibendî’ler, Mustafa Bekrî-i Sıddîkî’ler veya Ehl-i Beyt imamları İmam Zeyd’ler, İmam Câfer-i Sâdık’lar yapmışlar. Onlar, bir yönüyle, sönmek üzere olan o mumu yeniden parlatmışlar; yeni bir güç, yeni bir kuvvet, yeni bir enerji ve yeni bir sinerjiye sebebiyet vermek suretiyle yeni bir canlılık sergilemişler, yeni bir diriliş ortaya koymuşlar, Allah’ın izni ve inâyetiyle. Bu kitapları müzakere mevzuu yaparak, ciddiyetle müzakere etmemiz lazım. Çağımızda yazılan şeyleri bir araya getirerek müzakere etmek suretiyle kendimizi yenilememiz lazım.

Bu sayedeki “kalbî diriliş” Allah’ın izni ve inayetiyle, iradelerinize öyle bir güç ve kuvvet verecek ki, hakikaten, belki kendi kendinize -böyle- Kırkpınar’da destede güreşenler gibi, “Başpehlivan gelsin karşıma benim!” diyeceksiniz; “Benim karşıma başpehlivanlar gelsin!” falan. On tane insanla şerâre üretmek üzere şirret karşınıza çıksa, “Topunuz birden gelin!” falan, diyecek kadar iradeyi güçlendirmek lazım o mevzuda. Allah’ın o mevzudaki havl ve kuvvetine güvenmek lazım. Ve her zaman vird-i zebânımız, تَبَرَّأْنَا مِنْ حَوْلِنَا وَقُوَّتِنَا، وَالْتَجَأْنَا إِلَى حَوْلِكَ وَقُوَّتِكَ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ “Kendi havl ve kuvvetimizden teberrî ediyor, fersah fersah uzaklaşıyoruz. Sen’in havl ve kuvvetine sığınıyoruz, bizi ondan mahrum etme, ey yegâne merhametli, Erhamürrâhimîn!” Günde defalarca, özellikle ezan-ı Muhammedî okunurken, حَيَّ عَلَى الصَّلاَةِ، حَيَّ عَلَى الْفَلاَحِ’ta söylüyoruz: لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ

Zira Sâhib-i Şeriat (sallallâhu aleyhi ve sellem), لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ، كَنْزٌ مِنْ كُنُوزِ الْجَنَّةِ “Allah’ın havl ve kuvvetinden başka bir dayanak olmadığına inanıp bunu ikrar etmek Cennet hazinelerinden bir hazinedir.” buyuruyor. İşte muhariplerin, mücadele edecek insanların -bir yönüyle- Cennet’teki stokları, depoları, esas silah depoları diyor ona.

Allah’ın havl ve kuvvetine sığınan birisi, Allah’ın izniyle cihana meydan okuyabilir. Hazreti Pîr’in okuduğu gibi: “Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikate, başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-ı Kur’âniyeye feda olan bu başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler inşâallah!”

Bakın, Allah, zayıf gibi görünen, küçük görünen, bir yönüyle başkalarının hafife aldığı insanlara koca devletlerin yapamadığı şeyi yaptırmış. Bu, öyle bir teveccüh, öyle bir iltifattır ki!.. Hani İmam Zeynülâbidîn’in ifadesiyle, “Yâ Rabbi! Senin şükrüne nasıl mukabelede bulunabilirim ki; ‘Eş-şükrü lillâh!’ dediğim zaman, o bile Senin lütfun. Onu alıp bir kere daha ‘Eş-şükrü lillâh!’ demem icap ediyor. İki defa dedirttin, daha yürekten ‘Eş-şükrü lillâh! Eş-şükrü lillâh! Eş-şükrü lillâh!’ demem gerekiyor.” Bu kadar nimetlerle serfirâz kılınan insanlar, “Eş-şükrü lillâh!” demeli!..

Cenâb-ı Hakk’ın, bir kapı kapatırsa şayet, bin kapı açacağından hiç endişeniz olmasın! “Bir kapı bend ederse, bin kapı eyler küşâd / Hazreti Allah, efendi, Müfettihü’l-ebvâb’dır.” diyor şair. Bir kapı bend ederse, kapatırsa, bin kapı eyler küşâd; Hazreti Allah, Müfettihü’l-ebvâb’dır!..

يَا مُفَتِّحَ اْلأَبْوَابِ، اِفْتَحْ لَنَا خَيْرَ الْبَابِ، إِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ، وَبِاْلإِجَابَةِ جَدِيرٌ، وَكُلُّ عَسِيرٍ عَلَيْكَ يَسِيرٌ * اَللَّهُمَّ عَلَيْكَ بِأَعْدَائِنَا كُلِّهِمْ أَجْمَعِينَ، وَلاَ تُبَلِّغْهُمْ آمَالَهُمْ، وَانْصُرْنَا عَلَيْهِمْ؛ إِنْ كُنْتَ تُرِيدُ هِدَايَتَهُمْ وَتَلْيِينَ قُلُوبِهِمْ، وَسَوْقَهُمْ إِلَى الْحَقِّ وَالْعَدَالَةِ وَاْلاِسْتِقَامَةِ وَالْوِفَاقِ وَاْلاِتِّفَاقِ وَالْمَحَبَّةِ إِلَيْنَا وَإِلَى خِدْمَتِنَا، فَاهْدِهِمْ فِي أَقْرَبِ أَقْرَبِ أَقْرَبِ أَقْرَبِ زَمَانٍ؛ وَإِلاَّ اَلْجِمْ أَفْوَاهَهُمْ، وَاغْلُلْ أَيْدِيَهُمْ وَأَرْجُلَهُمْ، وَاهْزِمْهُمْ، وَزَلْزِلْهُمْ، وَشَتِّتْ شَمْلَهُمْ، وَفَرِّقْ جَمْعَهُمْ، وَمَزِّقْهُمْ كُلَّ مُمَزَّقٍ، وَاجْعَلْ بَأْسَهُمْ بَيْنَهُمْ، وَلاَ تُبَلِّغْهُمُ اْلآمَالَ * وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا وَسَنَدِنَا وَشَفِيعِ ذُنُوبِنَا وَمَوْلاَنَا مُحَمَّدٍ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، آمِينَ وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

“Ey en açılmaz kapıları açtıran, en sarp yokuşları aştıran Rabbimiz!.. Bize de hayırlı kapılar aç; problemlerimizin halli için ferec ve mahreç nasip eyle. Muhakkak Sen her şeye gücü yeten Kadîr’sin. Dualarımıza icâbet etmek Sana ne de çok yakışır!.. Her zorluk Senin için kolaydır; doğrusu, zorluk Senin için asla söz konusu değildir. Bize karşı düşmanlık yapanların hepsini Sana havale ediyoruz. Onları kötü emellerine ulaştırma. Onlara karşı bize yardımcı ol. Allah’ım, şayet hidayetlerini ve kalblerini yumuşatmayı murad buyuruyorsan ve onları hakka, adalete, istikamete, vifâka, ittifaka, şahıslarımıza ve Hizmet’imize karşı muhabbete sevk etmeyi diliyorsan, bunu yakın, en yakın, yakınlardan yakın bir zamanda gerçekleştir, onları çabucak hidayete erdir. Yoksa Sana havale ediyoruz!.. Şayet muradın onların hidayeti değilse, Rabbimiz, o hak-hukuk tanımaz, insanlıktan nasipsiz, tiran bozması azgın ve taşkınların ağızlarına gem vur.. ellerini, ayaklarını bağla.. o azgınlar güruhuna karşı gücünün/kuvvetinin büyüklüğünü göster ve onların kuvvetlerini, aşırılıklarını, dalaletlerini, güçlerini, birliklerini, şer ve zulüm istikametinde kullandıkları malzemelerini, ittihat ve ittifaklarını paramparça hale getir; hepsini zîr ü zeber eyle!. Birlik ve düzenlerini boz.. cemiyetlerini paramparça hale getir.. hepsini bölük-pörçük et.. birbirlerine düşür.. kirli emellerine ulaşmalarına müsaade etme!.. Efendimiz, yegâne dayanağımız, günahlarımıza karşı şefaatçimiz ve yâr-ı vefâdârımız Hazreti Muhammed’e salât ü selam ederek ve Âlemlerin Rabbi olan Zâtına karşı hamd ü sena hislerimizi seslendirerek bunları Sen’den istiyoruz. Dualarımızı kabul buyur, Rabbimiz!..”

Dirilişin Esasları ve Sevgi İksiri

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şu sorumuza cevap sadedinde aşağıda özetlediğimiz konuları anlattı:

Soru:

Hakiki dirilişin, hemen her meselede kalıptan sıyrılıp ruha yönelerek, inançta yakîn, amelde ihlas ve duyguda düşüncede ihsan ufkuna ulaşmakla gerçekleşebileceği ifade ediliyor. Bu mücmel hususların izahını lütfeder misiniz?

Ebedî Dirilik Dünyadaki Diriliş Vesilesiyle Elde Edilir

*Diriliş, hakiki manada öldükten sonra dirilmeye denir. Fakat orada dosdoğru, ayaklarının üzerine dirilme, burada din adına dirilmeye bağlıdır. Şayet insan burada dinî düşünce adına ba’sü ba’de’l-mevte mazhar değilse, öyle bir diriliş yaşamıyorsa, öbür taraftaki dirilişine diriliş denmez. Ona sadece yaptığı mesâvinin cezasını görmek üzere boynuna zincir vurulmuş, idama mahkûm edilmiş bir varlık denir. Onun için diriliş bir yönüyle burada başlıyor. Burada dirilenler, gerçek manada diriliş diyebileceğimiz şeyi orada da hakikatiyle yaşayacaklar. Allah burada öyle diriltsin, öyle bir ba’sü ba’de’l-mevte mazhar kılsın. Öbür tarafta da bizi “Hakikaten bu bir dirilişmiş!” dedirtecek şekilde, neşve ile ebedî hayata uyarsın.

*Diriliş, her meselede kalıptan sıyrılıp ruha yönelmekle başlar. Hazreti Pîr-i Mugan da, “Madem hakikat budur; hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına yüksel” diyor. Demek insan cismaniyete takıldığı; yeme, içme, uyuma ve hayvanî duygularla oturup kalkmaya bağlı şekilde dünyada adeta ölümsüzmüş gibi yaşadığı sürece kalb ve ruh ufkuna yükselemez.

“Vallahi, billahi, tallahi mızrap yemiş bir tel gibi onu her an tın tın vicdanımda duyuyorum!”

*Evet, hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına yüksel. O zaman insanca hayatın ne demek olduğunu duyacaksın. O zaman Allah ile arandaki muâhedeyi de duyacaksın. “Elest bezmi”ni, yani, Cenâb-ı Hakk’ın, ruhlara; أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna ruhların, بَلٰى “Evet, Rabbimizsin.” (A’râf, 7/172) diye cevap verdiği anı duyacaksın. “Kalû belâ” (Evet, Rabbimizsin dediler) beyanındaki sırrı vicdanında tın tın duyacaksın. Belki başkaları diyecek: “Benim böyle bir ahd-u misaktan haberim yok!” Fakat sen, “Vallahi, billahi, tallahi ben her an tın tın, mızrap yemiş bir tel gibi onu hep vicdanımda duyuyorum!” diyeceksin. Mahiyetin itibarıyla duyacaksın! Öyle bir “latîfe-i rabbâniye ufku” hedef olarak gösteriliyor.

*Kalb ufkunun üstünde -sofiler de öyle görmüşler- ruh ufku var. Nefha-yı ilâhî. Bir yönüyle doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın esmâ ve sıfâtına teveccüh ediyor. Neden? Allah (celle celâluhu) Hazreti Adem’e (ala seyyidina ve aleyhisselam) Kendi ruhunu nefhettiğini bildiriyor. O zaman bütün insanlardaki ruh da nefh-i ilâhîdir. Embriyolojik süreç içinde belli bir fasla geldikten sonra, hayvânî ruhun, canlılığın yanı başında, ilâhî nefha olarak insanî ruh üfleniyor. Bu defa sen, dünyaya geldiğin andan itibaren, insan olarak kendini duyuyorsun. Çok farklı, daha mürekkep düşünüyorsun, daha engin bakıyorsun, hadiseleri daha mahrûtî (bütüncül) şekilde ele alıyorsun; sebep sonuç arasında, bir yönüyle tığını oynatmak suretiyle çok farklı gergefler örgülüyorsun. Bu da belki bir yönüyle “ruh ufku” oluyor.

*Bunlar güzergâhın gerekli esasları.. yolun erkân ve  âdâbı.. hatta âdâb ötesi ferâizidir. İnsan bunları vicdanında derinlemesine duymadan dünyada gerçek dirilişi söz konusu değildir. Hazreti Pîr böylelerine, “Ey mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz, tâ ki, hakikat-ı İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvücsâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!..” diyor. Demek ki hâlihazırdaki müteharrik cesetler, esasen o dirilişi temsil edecek mahiyette değiller.

Mevlâ razı ise, bütün dünya küsse ehemmiyeti yoktur!..

*Yakîn; şekten, şüpheden kurtulmak; doğru, sağlam ve kesinlerden kesin bir bilgiye, hem de herhangi bir tereddüt ve kuşkuya düşmeyecek şekilde ulaşmak ve o bilgiyi ruha mâl etmek manalarına gelir. Hakikat ehlince yakîn; iman esaslarını ve bilhassa, imanın kutb-u âzamını, aksine ihtimal vermeyecek şekilde bilmek, kabullenmek, duyup hissetmek ve onun insan benliğiyle bütünleştiği irfan ufkuna ulaşmak demektir. Bir insanın, ilmî istidlâl yoluyla herhangi bir mevzuda elde ettiği kesin bilgiye ilme’l-yakîn, gözüyle, kulağıyla ve diğer salim duygularıyla ulaştığı mârifete ayne’l-yakîn, istidlâl ve müşâhede üstü ve doğrudan doğruya onun vicdanına gelen, vicdanından fışkıran ve bütün zâhir-bâtın duygularının ufkunu saran irfana da hakka’l-yakîn denir.

*Bütün bu hususlara ulaşma adına çok önemli bir kanat da “ihlas”tır. Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. buyuran Hazreti Bediüzzaman ihlasın ehemmiyetine dikkat çekiyor: Medar-ı necat ve halâs, yalnız ihlâstır. İhlâsı kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlâslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır. İhlas öyle bir iksirdir. Onun için amel ederken sadece rıza hedefli olmak ve ihlaslı davranmak lazım. Bu açıdan, günde bin defa “Allahümme el-ihlâse ve rıdâke – Allahım ihlaslı olmayı ve rızana ermeyi lütfet!” deseniz, yine de bu mevzudaki talebin hakkını vermiş sayılmazsınız. Talebin kıymeti, tâlibin kıymetini aksettirir. Evet, hayatınızın her saniyesini nurani, pırıl pırıl birer yıldız haline getirmeyi düşünüyorsanız “el-ihlase ve rıdâke” deyin, günde belki bin defa O’ndan ihlas ve rıza dileyin.

*Duygu ve düşüncede ihsan. Allah’ı görüyor gibi ya da en azından Allah tarafından görülüyor olma şuuruyla kulluk yapmak.. hareketini hep ona göre tanzim etmek. Rica ederim, Allah tarafından görülüyor olma mülahazasına kendinizi bağlamamış veya Allah’ı görüyor gibi değişik işlere koyulmamış iseniz, eğrilik büğrülükten sıyrılamazsınız.. villadan, yalıdan kurtulamazsınız.. yattan, gemiden kurtulamazsınız.. makamdan, koltuktan kurtulamazsınız.. parmakla işaret edilme arzusundan sıyrılamazsınız.. Allah belası bu gâileler sarmalı içinde hayatınızı sürdürür, toprağa öyle girer ve oraya sadece çürümüş kemikler bırakırsınız!

Dinin ruhunu öldürdüler!..

*Diriliş yolunun “elif-bâ”sı iman-ı billah.. bir üst faslı marifetullah.. daha bir üst faslı muhabbetullah.. sonra da onun tarafından esip gelen bir bâd-ı saba gibi aşk ve “iştiyak ilâ likâillah”. Zirveye talip olmalı; fakat yol adabını ve geçilmesi gerekli olan köprüleri de göz ardı etmemeli.

*Belki üstûredir ancak Mecnun’un Leyla’ya alakasından bahsedilir. Ferhat’ın Şirin’e delice sevgisi anlatılır; Şirin için hayatını vermiş; dağı delecek, su götürecek; mahbubuna, matlubuna ulaşacak, onu elde edecek. Kalbde ve ruhta diriliş yolunda da en azından öyle bir aşk delisi olmak hedeflenmeli. “Allahım oraya ulaşmam için daha ne yapmalıyım?” heyecanız. Halbuki hedeflenmesi gereken zirve O’na karşı delice aşk u alaka…

*Aslında böyle bir aşk u alakaya talip olursanız, Allah’ın izniyle sonunda ona ulaşırsınız. Bir insan bir şeyin arkasına ciddi, yürekten düşerse, o mevzuda ciddiyet sergilerse, işi şakaya boğmazsa, mutlaka talip olduğu şeyi elde eder. O’nu yürekten sevebilmek için böyle bir azim, böyle bir cehd lazım ki bizim en çok ihtiyacımız olan şey de budur. Bizi bizden uzaklaştıranlar bizi bu duygulardan ve dinin ruhundan ettiler. Bizi dinin şekliyle teselliye ittiler ve dinin ruhundan ettiler. Dinin ruhunu öldürdüler.

Ya Rabb, bu ne tatlı pazarlık!..

*Hakiki mü’min, kendisine teveccüh edenlerin sinelerinde iman, mârifet ve muhabbet duygularını coşturur; semtine uğrayan herkese sevdiğini sevdirir..

حَبِّبُوا اللهَ إِلٰى عِبَادِهِ يُحْبِبْكُمُ اللهُ

“Allah’ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin.” İşte bu yüce ufka talip olmak lazım.

*Siz Mevla’yı severseniz, Allah da (celle celâluhu) sizi bırakmaz; fakat ısrar etmek lazım. “Allah’ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin.” Sen seveceksin. Sen sevmezsen başkalarına nasıl sevdireceksin ki?!. Sen sevmeyince, o muhabbeti içinde duymayınca, O’nun başkaları tarafından da delice sevilmesi arzusu olmaz ki içinde. Evvela sen delice seveceksin O’nu.

*“Allah’ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin.” Buna isterseniz bir mukavele diyebilirsiniz. Cenab-ı Hakk -bir yönüyle- rahmet ve tenezzül tecelli dalga boyunda size diyor ki: “Bakın kullarım! Siz Beni kullarıma sevdirirseniz -anlaşalım sizinle- Ben de sizi severim.”

*Hadis-i şerifteki fiil-i muzari kipinden de anlaşılacağı üzere, Allah’ın sevmesi bir kereye mahsus kalmaz. O hayatı sizin için bir cennet hayatı haline getirir. Dünya mü’minin nazarında bir cennet koridorudur; Esma-i ilahiyenin mecâlisi ve Sıfat-ı sübhaniyenin mezâhiridir. Sen cennete doğru yürüyor gibi bir neşve içinde yürürsün; dünya bile bir cennet haline gelir. “İman bir manevi Tuba-i Cennet çekirdeği taşıyor.” diyor Hazreti Pir-i Mugan Şem-i Tâbân. Kalbinde o iman varsa, senin içinde sürekli bir cennet var demektir.

Aşk gözyaşları cehennem ateşini dahi söndürür!..

*Evet, Allah’ın sevmesi, her fasılda bir başka güzellikte tecelli eder. Mesela, berzah hayatına girersiniz, sanki tatlı rüya iklimlerine açılıyor gibi bir hayat sürersiniz. Sevgisini bu defa önünüze öyle serer. Mizana gittiğiniz zaman herkesin korktuğu bir dönemde bişaretlerle sizi öyle bir sevindirir ki böylece sevgisini yine ortaya koyar. Sırattan geçerken herkes korkuyla titrer. Kimileri takılır çengellerde kalır. Kimileri aşağı yuvarlanır. Fakat siz oradan geçerken cehennemin alttan bağırdığını duyarsınız; hadisin ifadesiyle “Çabuk geçin, ateşimi söndürüyorsunuz!..”

*Muhabbet, cehennem ateşini söndüren bir iksirdir. Sevmiş ve O’nun için gözyaşı dökmüşseniz… Yine bir hadis-i şerifte ifade buyuruluyor: Cibril’in (aleyhisselam) elinde kâse gibi bir şey, içinde bir mâî (sıvı). Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) soruyor, “Bu nedir?” diye. O da, “Bu mü’minlerin gözyaşlarıdır!..” diyor. Herhalde aşk ile dökülen gözyaşından daha kutsal bir gözyaşı yoktur. Cehennemin dağlar veya aysbergler cesametindeki o kıvılcımlarını söndürecek iksir de budur.

İmanın Tadını Duymanın Üç Şartı

*Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde,

ثَلاَثٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ وَجَدَ بِهِنَّ حَلاَوَةَ اْلإِيمَانِ: أَنْ يَكُونَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِمَّا سِوَاهُما، وَأَنْ يُحِبَّ الْمَرْءَ لاَ يُحِبُّهُ إِلاَّ لِلَّهِ، وَأَنْ يَكْرَهَ أَنْ يَعُودَ فِي الْكُفْرِ بَعْدَ أَنْ أَنْقَذَهُ اللَّهُ مِنْهُ كَمَا يَكْرَهُ أَنْ يُقْذَفَ فِي النَّارِ

“Üç haslet vardır, bunlar kimde bulunursa, o, imanın tadını duyar: Allah’ı ve Rasûlünü her şeyden ve herkesten daha çok sevmek; bir kulu sırf Allah rızası için sevmek; Allah, imansızlıktan kurtarıp İslâm’ı nasip ettikten sonra tekrar küfre, inançsızlığa düşmekten, ateşe atılmaktan korktuğu gibi korkmak.” buyurmaktadır.

*Allah ve Rasûlü’nun dünyada her şeyden daha sevimli hale gelmesi… Onları öyle seveceksin ki, onların söz konusu olduğu her yerde, her şey, karşında bir anda siluete dönüşecek. Tabiî karşındakinin hakkına da tecavüz etmeyeceksin. Erkek kadının hakkına, kadın erkeğin hakkına, baba evladının, evlat babanın hukukuna tecavüz etmeyecek. Çünkü onlar senin Allah ile münasebetini pekiştirmende birer unsurdurlar. O hukuka da riayet edeceksin. Kendini zorlayacaksın. “Allah bir de eşimin, evladımın hesabını bana sormasın!..” diye tir tir titreyeceksin. Bu hukuka riayetin yanı başında, Allah’ı ve Rasûlü’nü her şeyden artık seveceksin.

Nerede Hazreti Ömer’in Peygamber sevgisi ve nerede bizim alakamız?

*Diğer peygamberler de nur neşreden birer yıldızdılar ama güneşi görünce, ışıklarını toparlayıp sinelerinde sakladılar. Çünkü gelen güneşler güneşi ve varlığın ilk mâyesi olan gerçek nurun sahibiydi. Bûsîrî ne güzel der:

فَإِنَّهُ شَمْسُ فَضْلٍ هُمْ كَوَاكِبُهَا             يُظْهِرْنَ أَنْوَارَهَا لِلنَّاسِ فِي الظُّلَمِ

“O bir fazilet güneşi, diğerleri ise yıldızdır / Yıldızlar insanlara ışıklarını ancak geceleri sızdırırlar.” İşte, hakikat güneşinin zuhur etmesiyle nasıl ki yıldızlar görünmez olurlar, onlar yok değildir, vardır ama görünme hakları güneş zuhur edinceye kadardır; aynen öyle de Allah ve Rasûlü’nün sevgisi söz konusu olduğunda diğer bütün alaka ve muhabbetler görünmez olur. Bu açıdan, neyi nereye koyacaksınız, bunu iyi bilmelisiniz!..

*Hazreti Ömer (radıyallahu anh) bir gün, “Yâ Rasûlallah! Seni nefsimden başka her şeyden daha çok seviyorum!..” der. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hazreti Ömer’in elini tutar ve “Beni nefsinden/canından çok sevmedikçe kâmil iman etmiş olamazsın ey Ömer!” buyurur. O da hemen, “Seni canımdan da çok seviyorum yâ Rasûlallah!” der. Bunun üzerine Sâdık u Masdûk Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Şimdi oldu.” buyurur. Nerede bu hakikat ve biz nerede duruyoruz?!.

Bu öz değerlerimizi yitirdiğimizdendir ki şeklî insanlığa takılıp kaldık!..

*Biz bunları yitirdik. İçinizde bunları derinlemesine yaşayan insanlar vardır. Fakat yeryüzündeki İslam toplumlarına ve zavallı Türk toplumuna baktığınız zaman bu duyguların yitik olduğunu göreceksiniz. Bir zamanlar önemli bir misyon eda eden o mübarek Devlet-i Aliyye’nin âlî fertleri o uğurda nasıl hırz u can ediyorlardı?!. Birileri bizdeki o aşkı, o heyecanı, o ruhu çaldılar. Onu mevcut sistemlerin, siyasi idarelerin vesayeti altına verdiler; meseleyi onların güdümünde götürdüler ve işin doğrusu dini üç-beş kuruşluk dünyaya sattılar.

*“Kişiyi, herhangi bir insanı, Allah’tan dolayı sevmedikçe, imanın tadını tatmış olamazsınız!..” Herkese seviyesine göre, Allah’tan ötürü bir kalbî alaka duyma. Hazreti Üstad’ın ifadesiyle, “Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. Lillâh, livechillâh, lieclillâh rızası dairesinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.” Saniyeyi sene yapmak istiyorsanız, bu her şeyi Allah sevgisine ve Rasûlullah muhabbetine bağlamaktan geçer.

*“Allah, imansızlıktan kurtarıp İslâm’ı nasip ettikten sonra tekrar küfre, inançsızlığa düşmekten, ateşe atılmaktan korktuğu gibi korkmak.” İnsan, Allah onu imana hidayet buyurduktan sonra, küfürden, dalaletten sıyrıldıktan sonra, yeniden küfre dönmeyi, cehenneme atılıyor gibi kerih görmedikçe, imanın tadını tatmış olmaz. Küfürden, dalaletten, nifaktan, yalandan, şikaktan, iftiradan, gıybetten, bühtandan, dünyaperestlikten, ikbal sevdasından, hakimiyet sevdasından vazgeçmedikten sonra imanın tadını tatmış sayılmazsın. Başka tat seylaplarına, akıntılarına kendini salmışsan ve geriye dönmeye de fırsat bulamıyorsan, senin Allah’ı sevdiğinden, Peygamberi sevdiğinden de söz edilemez.

*Gerçek insanlık bu duyguları hayata hayat kılmaktan geçer. Yoksa insan, şeklî insanlıktan -Müslümanlık demiyorum, zaten ondan fersah fersah uzaktır- kurtulamaz.

Diriliş Süvarileri ve İhlası Kırmanın Büyük Vebali

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Dirilişin Erkânı

*Ruhî ve kalbî hayatımız adına yitirdiğimiz şeyler nelerse -ihyâ hareketi, ihyâ hamlesi adına belki en önemli mesele odur- yeniden yitirdiğimiz o şeyi bulmak; onu bütün canlılığıyla tabiatımızın bir yanı haline getirmek; başkalarına gösterme niyetiyle değil fakat başkalarına rehberlik yapma adına onu çok parlak olarak sergilemek… İnsanlığın şeklî müslümanlıktan, sûrî müslümanlıktan kurtulması buna bağlıdır.

*Namaz kılan insan değil; namaz delisi olan insanlar!.. Hadis-i şerif ifade ediyor: Mescitten çıktıktan sonra kalbini mescitte bırakan.. “muallak” tabiriyle.. kalbi takılmış, mescidin bir yanında kalmış: “Ya biz öğleyi kıldık, bu müezzinler niye ikindi ezanını okumuyorlar ki? Koşa koşa gidelim, bir defa daha Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda kemerbeste-i ubûdiyet içinde el pençe divan duralım. Eğilelim, azametini ifade edelim; küçüklüğümüzü ifade edelim; başımızı yerlere sürelim: ‘Allah’ım, büyüklüğün adına bunları yapıyor ve bunlarla kendi küçüklüğümüzü haykırıyoruz.’ diyelim!..” İnsanlığın İftihar Tablosu, fazilet sıralaması içinde zikrettiği şeyler arasında, “Mescitten ayrıldıktan sonra kalbi mescide takılı kalan insan” diyor. Bu da namaz delisi olmaya bağlı; oruç delisi olmaya bağlı; teheccüd delisi olmaya bağlı; her şeyi şuurluca yerine getirme delisi olmaya bağlı. En azından buna talip olmaya bağlı!..

*Kalbinizi Cenâb-ı Hakk’a tevcîh ettiğinizde, kirlenmemiş kalblerinizle O’na yöneldiğinizde, bugün olmasa yarın, yarın olmasa öbür gün, öbür gün olmasa daha sonraki gün siz onu duymaya namzet bulunuyorsunuz. Aslında bu duyduğunuz şeyleri başkalarına da duyurma, gerçek bir ihyâ hareketi mimarlarına düşen vazifedir: İnsanları şeklîlikten kurtarma; sûrîlikten kurtarma; hakîki müslümanlığa, yani kalbî ve rûhî hayata yönlendirme; onların günlük siyasetin dedikodusundan sıyrılmalarını sağlama; Allah ile münâsebet mevzuunda kavî hale getirme…

*Bu açıdan öyle bir heyet oluşturmaya ihtiyaç var: Zannediyorum sadece kendi ülkeniz değil veya daha geniş dairede kendi dünyanız değil; İslam dünyası diye, şeklen belli bir coğrafya ile belirlenmiş İslam dünyası değil; belki belli ölçüde, dostlara dost seviyesinde, taraftara taraftar seviyesinde, kardeşe kardeş seviyesinde, beyne beyneye beyne beyne seviyesinde… “Yahu meğer insanlık buymuş! Bizim ütopyalarda aradığımız şeyi meğer bu insanlar yaşıyormuş!” derler. Bir yerde böyle maya mahiyetinde oluşturacağınız bu keyfiyet, bu engin hal, dalga dalga bütün dünyaya yayılacak, bütün dünyadan beklediğiniz şeyleri o zaman Allah’ın izni inâyetiyle bulacaksınız. İnsanlığın böyle bir dirilişe ihtiyacı var.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Her Zaman Diriliş Erenlerinin Arasındadır

*İnsanlığın, dini, sahabi gibi duymaya ihtiyacı var.. dini, Ebu Bekir gibi, Ömer gibi, Osman gibi, Ali gibi (radiyallahu anhüm ecmain) duymaya ihtiyaç var.

*O Zât aramızdan silinip gitmemiştir; şahs-ı manevi olarak aramızdadır. Namaza durduğumuz her zaman imamın önünde de O’nu mülahaza etmek suretiyle “Evet, Sen varsın Allah’ın izniyle ve her zaman içimizdesin!.. Aslında bir referans olarak rüyalarımıza girip durmakla da bizim içimizde dolaştığını Sen ifade ediyorsun ey Allah’ın şanı yüce nebisi (sallallâhu aleyhi ve sellem)” der gibiyiz. Kalbi temiz insanların rüya ufkunda tecelli ediyor, “Beraberim, ben sizin içinizdeyim!” diyor. O’nun içimizde olması bizi şereflendiriyor. Biz de bir yönüyle O’na liyakat peşinde koşmak suretiyle liyakatimizi korumalıyız. Yoksa O’na karşı saygısızlık yapmış oluruz.

*Bunun dışındaki şeyler hep tali şeylerdir. Şöyle Müslümanlık, böyle Müslümanlık.. onu aksatarak, bunu aksatarak, elli türlü yalanla-dolanla kendini farklı göstermeye çalışma, öyle bir gayret içinde bulunma.. bu bizim gibi saf-derun insanları aldatsa bile mele-i alanın sakinlerinin karnı toktur buna ve ilm-i ilahide hiçbir ifadesi olmaz.. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm da sadece ona karşı yüzünü ekşitir.

Soru: Eserlerde “(…) bazı hissiyât-ı süfliye ve menâfi-i cüz’iyenin hatırı için ihlâsı kırmakla, hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur’âniyenin hürmetine taarruz, hem hakâik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.” deniliyor. İhlassızlığı şahsî bir kusur olmaktan çıkaran bu üç hususun şerhini lütfeder misiniz?

“Allahım, ihlasa ermeyi ve rızana mazhar olmayı diliyoruz!..”

*İhlas, insanın, yaptığı her şeyi Allah emrettiğinden dolayı, O’nun rızasını hedefleyerek, başka mülahazalara takılmadan işlemesi demektir. Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. Lillâh, livechillâh, lieclillâh rızası dairesinde hareket ediniz.Bu mülahazaya bağlı olarak Cenâb-ı Hakk’a karşı arz-ı ubudiyette bulunma, ihlastır.

*Ellerinizi kaldırdığınızda günde bir milyon defa “Allahümme el-ihlasa ve rıdâke – Allahım ihlasa ermeyi ve rızana mazhar olmayı diliyorum!” deseniz, meselenin büyüklüğü açısından yine kadrine uygun bir teveccühte bulunmuş sayılmazsınız.

*İbadette saf olma, dupduru olma, sadece onu hedefleme ve onu hedeflerken de başka beklentiye girmeme.. hatta cennet varmış, huri varmış, gılman varmış; o mevzuda bir talebimiz olursa, onu da Efendimiz’in şefaatiyle ve ehl-i beytinin delalet etmeleriyle Allah’ın fazlı, bize ekstradan bir armağanı olarak isteme. Kullukta asıl gaye ihlasla yapmak ve neticede sadece meseleyi Allah’ın rızasına bağlamaktır.

İhlas’ın Güveleri

*İhlası yiyen, delik deşik eden, bir güve gibi kemiren şeyler vardır. “Hissiyât-ı süfliye” diyor Bayağı bir kısım hisler; garîze-i beşeriye ve hayvaniye gibi şeyler. Rahatlık duygusu, şöhret arzusu, korku ve bohemlik gibi hisler. Ve “menâfi-i cüz’iye” diyor. Bütün bir dünya da olsa eğer uhrevîlik ve melekûtîlik adına size bazı şeyleri kaybettiriyorsa, onların hepsi cüz’î şeylerdir, menâfi-i dünyeviyedir; size büyük şeyleri kaybettiriyor.. ihlas kırılıyor bunlarla.

*Hissiyât-ı süfliyye ve menâfi-i cüz’iyeyle ihlas kırılırsa -hafizanallah- insanlar “Allah yolu” derler, “hizmet yolu” derler çıkarlar da sonra halkın teveccühü olur, imrenir bir yere girerler.. ondan sonra dün fakirdiler, gecekondularda oturuyorlardı; bugün “Hazır böyle bir fırsat doğmuşken -insanlar da şakır şakır imkanlarını bizim önümüze döküyorsa şayet- bu bizim hakkımız. Söz de bizde bitiyor. Biz niye böyle gemisiz, villasız, yalısız yaşayalım ki, bizim de olsun.” derler. Bunlar irtişâ bile olsa… Zaten diyenler de var: “Hediyedir aslında bunlar. Hediye veriyorlar, dolayısıyla siz de onlara mukabelede bulunuyorsunuz; Efendimiz’in hadisine uyarak: Size birisi hediye verdiği zaman, siz de ona bir hediyeyle mukabelede bulunun!” Böyle ancak Dümbüllü İsmail’i güldürecek şeylerle onlara payanda olursanız, destek olursanız, onlar da -maşallahı var zaten- o mübarek başlarını alır balıklamasına girerler o işe. Allah öyle bir sukuttan sizi, sizin neslinizi, sizin gibi düşünenleri muhafaza buyursun. Sukuttur, kazanma yolunda kaybetme demektir; şehrahta, otobanda trafik kazası yapmak demektir.

*Bazı kimseler böyle şirazeden çıkarlarsa, endazesiz yaşarlarsa, ölçüleri görmezlikten gelirlerse, izan bilmezlerse ne olur? Hizmetteki kardeşlerimizin hukukuna tecavüz olur. Bir tek fert bile yapsa, “bunlar da böyle” derler. Hani şimdi demiyorlar mı? Bazılarımızın bazı yanlışları, bazı hatalarıyla herkesi karalıyor, bir yönüyle Hizmet hakkında olumsuz bir algı oluşturuyorlar. Bir diğer taraftan da kendileri gırtlaklarına kadar günaha giriyorlar. Yahu bir insan yapmıştı onu, iki insan yapmıştı onu, yapmıştıysa şayet. Fakat koskocaman bir camiayı karalıyorlar. Hukukun temel disiplinleriyle de beraat-i zimmet esastır. Sonra suç şahsidir; kusuru varsa bir insanın, kusur şahsidir; onunla bir cemaatin, bir hareketin umum efradını kusurlu görmek meselesi öyle bir vebaldir, günahtır ve su-i zandır ki küfre denk sayılır o, hafizanallah.

Dünya Karşısında Rükûa Varan Bir Gün Ona Secde de Eder!..

*Bir insan, iki insan bu mevzuda nizamı, ahengi koruyamaz, inhiraf ederlerse, hissiyât-ı nefsaniyelerine yenik düşerlerse, menâfi-i cüz’iyye karşısında rükûa varırlarsa.. rükûa varan insanın secdeye kapanması mukadder demektir; rüku, secdenin en inandırıcı referansıdır. Dünya karşısında rükûa varan insanlar, er geç bir gün dünya karşısında secdeye de varırlar. Marifet kahramanının “Hel min mezid” ufku, Allah adına marifetini artırma istikametindedir. Ehl-i dünyanın o mevzudaki ufku da “daha yok mu, daha yok mu, daha yok mu?!.” İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona da işarette bulunuyor: “İki dağ cesametinde altını olsa, üçüncüsünü ister!” diyor. İnsandaki bitip tükenme bilmeyen tûl-i emele dikkati çekiyor. Hazreti Pir de tûl-i emelin temeline vurguda bulunuyor, “tevehhüm-ü ebediyet” diyor: Sanki dünyada ebedi kalacakmış gibi yaşama!.

*Halbuki, yarın öbür gün vefat edip gittiğin zaman “Ne kendi eyledi rahat / Ne halka verdi huzur / Yıkıldı gitti cihandan / Dayansın ehl-i kubur!’’ dedirtmek var!.. Bir de “Bizim yıkılmış gitmiş ruhlarımızı ikâme etti, bize doğruyu gösterdi, bizim için endaze oldu, o sayede mizanlı hayata ulaştık; Allah ebeden ondan razı olsun!..” dedirtme var. Temkinli yaşamak lazım.

*Birileri dünya çapında, sizin hakkınızda, “Bunlar da böyleymiş!” dedirtme peşinde koşuyor. “Bunlar da böyleymiş; bunlar da insanın gafletinden istifade etmek istiyorlarmış, bunlar da fırsat bulup insana çelme takmak istiyorlarmış, bunlar da insanı kündeye almak istiyorlarmış!..” gibi hiç olmadık şeylerle karalıyorlarsa şayet -hafizanallah bir de düşünün- olmuş şeylerle diyecekleri şeyler öyle bir sıvanır ki hiçbir deterjanla o lekeyi silemezsiniz, gideremezsiniz. Hüviyet-i asliyenize kendi halinizi irca edemezsiniz. “Kur’an talebesi ama bakmayın, adları öyle; onlar da aynı haltları karıştırıyorlar, onlar da yalı peşinde, villa peşinde, para peşinde, milleti sağma peşinde…” Bunu dedirtmeyelim.

*İhlasın bir derinliği de yapmadıklarını Allah’tan dolayı yapmamak, O’nun rızasına uygun olmayan işlerden sakınmaktır.