Posts Tagged ‘“Câmia”’

M. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin “15 Temmuz” ve 2. Darbe Söylentileri ile İlgili Kamuoyuna Mesajı:

Herkul | | DIGER

Darbelerin her dönem mağduru edilmiş birisi olarak, darbelerle demokrasinin gelmeyeceğine ve demokrasinin korunamayacağına inanıyorum. Daha önce ifade ettiğim üzere, seçilerek iktidara gelenler bana ve bu camia fertlerine evrensel hukukun temel prensiplerini çiğneyerek zulmetseler de onların anti-demokratik bir yolla bertaraf edilmelerini asla kabul etmem.

Darbeyi de darbe teşebbüsünü de onun düşüncesini de tel’in ederim. Hizmet Hareketi içerisinde olanlar arasında da -şayet varsa- o istikametteki düşünce, söz ve fiillerin karşısında dururum.

Haince planlanmış 15 Temmuz darbe girişiminin hiçbir yerinde olmadığımı açıkça ifade etmeme rağmen, benimle irtibatlandırılan bazı kişiler üzerinden teşebbüsün mimarı gibi gösterilmemi şiddetle kınıyorum. Eğer bana yakın olduğu söylenen bazı kişiler haince girişimin içerisinde yer almışlarsa barış ve huzurdan başka bir hedefi olmayan beni ve hareketi darbe ve terör ile ilişkili göstermeye çalışan odaklara hizmet etmişlerdir.

Haince planlanmış darbe teşebbüsünün hemen ertesinde, şahsıma yapılan mesnetsiz suçlamalar üzerine bu girişimin kimler tarafından gerçekleştirildiğinin uluslararası bir komisyon tarafından araştırılması talebini seslendirdim ve bu komisyonun ortaya koyacağı hükme rıza göstereceğimi taahhüt ettim. Benim bu açık teklifime rağmen, bu konuda bir girişimde bulunulmaması, araştırma yaptırılmaması ve ısrarla Hizmet gönüllülerinin delilsiz mesnetsiz suçlanmaya devam edilmesi, gerçek faillerin ortaya çıkmasının istenilmediğini göstermektedir. İşkenceyle alınan beyanlar gerekçe gösterilerek “araştırmaya gerek yok” denilmesi sadece şüpheleri artırmıştır.

Nitekim darbe girişimini tanklar sokağa çıkana kadar haber alamadığını ifade eden devlet yöneticilerinin birkaç saat içinde bu teşebbüsü Camia’ya fatura etmeleri, asıl niyetlerinin en açık emaresidir.

Onlarca yıldır bu ülkede barışın ve emniyetin temsilcisi olan bu camiayı daha önce başka vesilelerle, şimdi de haince planlanmış darbe girişimi üzerinden şiddet ve terörle irtibatlı gösterme gayreti açık ve net bir şekilde görülmektedir. Ancak Camia fertleri kendilerine yapılan insan hakları ihlalleri, zulümler ve işkencelere rağmen şiddete tevessül etmeyerek, hukuki yollarla kendilerini müdafaaya devam ederek aleyhlerindeki karalama çabalarını boşa çıkarmıştır.

Son günlerde ikinci bir darbe teşebbüsü söylentisinin yine bu çerçevede maksatlı olarak yayıldığına inanıyor, vatandaşlarımıza ve bilhassa hizmet gönüllülerine yeni bir tuzak kurulmakta olduğundan endişe duyuyorum. Buna bağlı olarak, medyaya yansıyan, hapishanelerdeki insanları izole ederek infazda bulunma tehditleri tüyler ürperticidir.

Bu vesileyle bir kere daha bütün dünyaya ilan ediyorum ki; en ağır zulüm, baskı, ayrımcılık, işkence ve tenkile maruz kalsa da bu camiaya gönül verenler demokrasi ve hukukun üstünlüğüne sadakatten ayrılmayacaklardır. Karıncaya ayak basmayan bu insanların önceliği dünyada huzurun hâkim olması için iftirak, cehalet ve fakirlikle mücadele ve şiarları da her türlü engele rağmen “müspet hareket” olmaya devam edecektir.

Kamuoyuna saygılarımla arz ederim.

M. Fethullah Gülen

489. Nağme: “Ey Yâr, Senden Dönmezem!..”

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, birkaç saat önce yaptığı sohbetinde özetle şunları söyledi:

İhtiyarlık gelip çatmadan evvel gençliğini ganimet bil!..

*Hazreti Üstad’ın “vatan-ı aslîlerine bir meyelan-ı şevk-engiz” ve “bir diyar-ı âhere gitmeye samimî bir şevk” sözü, ne güzel ifade!.. Bu dünyadan bıkmış usanmış, şevk ve zevki sönmüş insanın gönlünde ebedi kalacağı başka bir diyara iştiyakın uyanması. Bu zaviyeden bakınca sıkıntılar da rahatsızlıklar da hastalıklar da yaşlılık da birdenbire insan vicdanında rahmet hüzmelerine dönüşüyor, “Oh ne güzel!..” dedirtiyor.

*Hazreti Pir “…bu ihtiyarlığımın en sıkıntılı bir senesini, gençliğimin en ferahlı on senesine değiştirmem.” diyor.

*Gençlik, Allah’ın ayrı bir nimeti ama insan hevesat-ı nefsaniyeye takılmazsa, bohemliğe düşmezse, o gençlik dinamizmini boş şeylerde harcamazsa. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in “Beş şey gelmeden evvel şu beş şeyi ganimet bilip değerlendir” tavsiyesinde de ilk madde olarak “İhtiyarlık gelip çatmadan evvel gençliğini” ganimet bil, onu güzel değerlendir nasihati yer alıyor.

Yaşlıların en fenaları, heva-perest gençler gibi yaşayanlardır!..

*Evet, yaşlanmadan evvel gençliğinin kıymetini bil! Kılabiliyorsan gençliğinde, her gece, kıldığın namazlardan farklı olarak yirmi rekat daha namaz kıl; yapabiliyorsan her pazartesi-perşembe oruç tut. Belli bir yaş belli bir baştan ve bir kısım arızalar vücuda değişik yönlerden hücum ettikten sonra çok niyet etsen bile bunları yapamazsın.

*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “Gençlerinizin en hayırlısı, (sefahetten uzak durmakta ve temkinli davranmakta) ihtiyarlara benzeyendir. Yaşlılarınızın en fenası ise, (başını gaflete sokmakta ve nefsinin arzularına uymakta heva-perest) gençler gibi yaşayandır!” buyurmuştur. Demek ki, gençlerin en hayırlıları, ölüme bir adım kalmışçasına yaşlılar gibi hareket edenlerdir. İhtiyarların en şerlileri de, yaşını başını almış, elliyi aşmış, altmışı geçmiş, yetmişte işi bitmiş ama hala “dünya, dünya” diyen, zevk sefa peşinde koşan, bohemlik düşünen, hala gözü haramda, elleri haramda, hala çalmada çırpmada, hırsızlıkta, haramilikte, tıpkı cinnet yaşayan gençler gibi davrananlardır.

*Şikayeti, şekvayı, elden geldiğince şükre çevirmek lazım. Başa gelen bela ve musibetleri hamd ile karşılamak lazım. El-Kulûbu’d-Dâria’da da geçtiği ve Hazreti Pir’in de kullandığı gibi, “Elhamdülillahi alâ külli hal sive’l-küfri ve’d-dalâl – Dalalet ve küfürden başka her halden ötürü Allah’a binlerce hamd ü sena olsun.” demek lazım.

Amnofis bile kadınlara kelepçe takmamıştı!..

*İster “hareket” ister “camia” ister “cemaat”, adınıza ne denirse densin, Cenâb-ı Allah, siz Hizmet gönüllülerine çok büyük lütuflarda bulundu, size çok büyük hayırlar yaptırdı. Ümit ederim ve recada bulunurum ki, bu halinizle Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Kardeşlerime selam!..” dediği, “Gariplere müjdeler olsun!..” buyurduğu camiadan olursunuz.

*Şimdi garip misiniz değil misiniz? Her yerde evinizi basıyorlar mı basmıyorlar mı? “Hizmet adına himmet ettin mi etmedin mi?” diye elinize kelepçe vuruyorlar mı vurmuyorlar mı? Kadın-erkek tefrik etmeden herkese aynı muameleyi reva görüyorlar mı görmüyorlar mı? Hatta geçmişte sabık tiranların yapmadıkları şeyleri yapıyorlar mı yapmıyorlar mı?

*Amnofis çok büyük, tarih çapında bir zalimdi. Zulmünden, tahakkümünden, tasallutundan, tegallübünden ve “Ene Rabbükümü’l-a’lâ” demesinden ötürü eğer kendisine bir Nobel ödülü verilseydi, bilmem onu memnun eder miydi? “Ben sizin en yüce Rabbinizim!..” demişti, kendisini öyle görüyordu. Bu ölçüde kendini beğenmiş, akıl hastası, tamamen narsist, bakıp bakıp sadece kendini gören bir insandı ama erkekleri öldürdüğü halde kadınlara hiç cefa etmemişti. Hazreti Musa’nın anasının ellerine kelepçe vurmamıştı. Hazreti Musa’nın ablası Meryem validemiz gidip Hazreti Musa’yı koparıp annesine getirdiği zaman Amnofis onun eline kelepçe vurmamıştı.

Hizmetlerinizin hora geçtiğinin bir delili de maruz kaldığınız bu musibetler olmuştur!..

*Cenâb-ı Hak size çok büyük hizmet yaptırdı ama bir husus var ki, hep aklıma gelip duruyordu: Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: Belanın en çetini, en zorlusu, en aman vermezi, en bel kırıp boyun bükeni enbiyanın başına gelmiştir. Ondan sonra da derecesine göre imanın yanında olan insanlara!.. Kimlerin Allah’la irtibatı kavi ise derecelerine göre onlar da zulme uğramış; mağduriyet, mazlumiyet, makhuriyet, mahrumiyet yaşamışlardır. Bu zaviyeden, evet, hiç kimseye yaptırmadığını Allah size yaptırdı. Aklımdan geçiyordu ki: Acaba nezd-i ulûhiyette bu hizmetler kabule karin olmadı mı da bu insanlar bir elleri balda, bir elleri yağda, bir elleri kaymakta sürekli şerbet içip böyle hizmet yapıyorlar. Acaba hizmet kabule karin olmadı mı? Neden işkence edilmiyor? Neden ehl-i dalalet, ehl-i zulüm, ehl-i gaflet, hümeze ve lümeze erbabı, hasetçiler, yapamadıkları şeylerden ötürü “Nasıl onlar yapar da biz yapamayız?” diyenler Hizmet erlerine dokunmuyorlar?!.

*Neden Hizmet gönüllüleri, o enbiya-i izam, sahabe-i kiram ve tabiin efendilerimiz gibi, değişik dönemlerdeki mağdurlar, mazlumlar gibi, Şah-ı Geylanî, İmam-ı Rabbani, Mevlana Halid-i Bağdadi, Hasan Şazilî, Ahmet Bedevî, Ahmet Rifaî ve İbn Beşiş hazeratı gibi değişik bela ve musibetlere maruz kalmıyor? Böyle içimden geçtiği oluyordu. Bu bela ve musibetler fasit dairesi başlayınca bu düşüncemdeki su-i zan da yıkıldı. “Hizmet hora geçmiyor mu acaba? Ehl-i zulüm insafsızlar, bu camia içinde bulunan insanlara ilişmiyorlar, ısırmıyorlar, salya atmıyorlar, diş göstermiyorlar.” şeklindeki mülahazalarım bir yönüyle cevabını buldu.

*Kim kazanıyor, kim kaybediyor? Kim gayyaya doğru yuvarlanıyor, kim Allah’ın izni ve inayetiyle adım adım “fenafillah”a, “bekabillah”a doğru yürüyor?!. Cenâb-ı Hak o istikamette yürümede sabitkadem eylesin. Bu güne kadar belli ölçüde istikamet üzere devam edilmiştir. Fakat istikamet çok önemli olmakla beraber inandırıcılığı ve başkalarına güven vadetmesi açısından onun devam ve temadisi de çok önemlidir.

O kadını yerde sürükleyenlere olsa olsa Hitler’in SS’leri nazarıyla bakılabilir!..

*Geçen gün bir kadını, hangi düşüncedeyse bilmiyorum, ellerinden tutmuş, iki tane SS’çi (Hitler’in kişisel muhafızlığını yapmak üzere kurulmuş birliklerden olan kimseler) sürüklüyordu. Öylelerine ancak Hitler’in SS’leri nazarıyla bakılır. İki tane SS’çi sürüklüyorlardı; bir yüz metre kadar da sürüklediler. Kadın bağırıyordu. Duygusu ne ise; “Lât” diyebilir bir insan, “Menat” diyebilir, “Uzzâ” diyebilir. İnsan vicdanı açısından, bir kadını iki SS’çinin öyle ellerinden tutup ona hayvana bile yapılmayan şeyleri yapmaları; bir arabanın arkasına bağlayıp birini sürüklemeleri!.. Bu, dünyada başka bir yerde görülmemiştir. Amnofis böyle bir şey yapmamıştır; İbnüşşems böyle bir şey yapmamıştır; temerrüd kökünden gelen Nemrut böyle bir şey yapmamıştır, kat’iyen ve katibeten, hele taife-yi nisaya… Seyyidina Hazreti İbrahim’in yanında mübarek validemiz var, eşi de var. Hazreti İbrahim din kardeşliğini kastederek tarizde bulunup “Kız kardeşim” deyince Nemrut ilişmiyor ona, “kadın” diyor ve ilişmiyor.

*O kadının öyle sürüklendiğini görünce; bilmiyorum, Robespierre öyle bir şey yaptı mı? Arkadaşlarını bile astırmıştır ama bir kadına iliştiğini, bir kadına öyle yaptığını bilmiyorum.

“Benim başı kapalı bacılarıma” (!) hiçbir Yezid, hiçbir Haccac böyle bir zulmü reva görmezdi.

*Ya bugün başı kapalı bacılarımızın maruz kaldığı zulüm!.. Herkesin, hatta onu yapanların ve yaptıranların bile “Benim başı kapalı bacılarım!..” diye onları ifade etmesine rağmen, o mübarek bacılarımızın ellerine kelepçe vurulması, adi birer şaki gibi teşhir edilmeleri, tarihin hiçbir döneminde, hiçbir Yezit, hiçbir Haccac, hiçbir zalim tarafından uygulanmamıştır.

*Bir de, emreden ile emri yerine getiren ne kadar da birbirine uymuş. İhtimal hesapları açısından, “Bu kadar uyum milyonda bir ihtimalde bile olmaz!” diyorum. Bu insanlar nasıl böyle birbirlerini buldular? Adeta “Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş”. Nasıl böyle birbirlerini bulmuşlar? Biri “Böyle yapın!” diyor, öbürü gözünün yaşına bakmadan o mesâvîyi irtikâp ediyor.

*Sağ olsunlar, teşekkür ederiz. Bu türlü mezalimi yaptıkları bacılarımızın derecelerini mertebe mertebe yükseltiyorlar. Meryem validemize, Hatice validemize, Aişe validemize yükseltiyorlar. Bunların günahları ne? Fakire fukaraya yardım olsun diye himmet toplamışlar. Zalimane el konan bir banka batmasın diye, kredi toplamış oraya yatırmışlar. Bir bitirme mülahazası, şeytanî fikri karşısında, ona meydan vermemek için, bütün himmetlerini belli bir noktada teksif etmiş, bu fitne ve fesat cereyanını durdurmak istemişler. Allah rızası için.. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın mübarek ruhunu ikame etmek için.. Ruh-u Revân-ı Muhammedî’nin her yanda şehbal açmasını sağlamak için.. dünyanın değişik yerlerinde mağduriyet, mazlumiyet, mahkumiyet yaşayan insanlara yardım etmek maksadıyla kurulmuş yardım cemiyetlerine yardım etmek için himmet toplamışlar, oralara yatırmışlar!..

*Fakat, ehl-i haset ve dalalet ne yaparlarsa yapsınlar, hissiyatımız ve duruşumuz şu istikamettedir:“Bir cefâkeş aşıkem ey Yâr Senden dönmezem / Hançer ile yüreğimi yar Senden dönmezem / Ger Zekeriya tek beni baştan ayağa yarsalar / Başıma koy erre Neccâr Senden dönmezem / Ger beni yandırsalar, toprağımı savursalar / Külüm oddan çağırsalar Settâr Senden dönmezem.” (Nesîmî) Senden dönmezem!.. Allahım, Senden dönmezem!.. Ey Rasûl, Senden dönmezem!.. Ey hakaik-i Kur’aniye, senden dönmezem!.. Ey doğru yolun yolcuları, sizden dönmeyiz!..

Mukaddes Çile ve İnfak Kahramanları

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özellikle şu hususlar üzerinde duruyor:

Allah’a kul olmak ne güzel!.. Sadece O’nun karşısında eğilmek ne hoş!..

*Allah ile münasebetimize bakınca, bu karınca halimizle diyoruz ki: “Ne kadar bahtiyar insanlarız! Bu küçük halimizle O’nunla bir çeşit münasebet içindeyiz. Bunun lezzetine, halavetine, zevkine doyulmaz!” Kim bilir o meseleyi zirvede duyanlar daha neler duyuyordur neler! Çobanlar meseleyi böyle duyuyorsa, kim bilir sürü sahibi meseleyi nasıl duyuyordur! Tabii İnsanlığın İftihar Tablosu bu mevzuda her sözden vârestedir. O, duyuşu, hissedişi, ihsası ve ihtisaslarıyla adeta semâvîdir. O, belki bazı hususları melâike-i kirâmın bile duyamayacağı seviyede duyuyordu. Evet, O müstesna!..

*Bir de zılliyet planında Hakk’ın mükerrem ibâdı var. Onlar da bize göre müstesna insanlar. Ne var ki, hemen her seviyede insan, O’nun ile münasebeti açısından çok şey duyar, çok şey hisseder; böyle âvâre, sergerdân kimselerin durumunu nazar-ı itibara alınca, kendi bahtiyarlığına tebessümler yağdırır. “Oh be!.. Müslümanlık ne güzelmiş! İnsanlığın İftihar Tablosu’nun arkasında Allah deyip kemerbeste-i ubudiyet içinde ayakta durmak ne latifmiş! İki büklüm olup tevazuun birinci faslını eda etmek, Allah karşısında eğilmek ne zevkli bir şeymiş! Yüzünü yerlere sürmek ne derin haz kaynağıymış!..” der. Cenâb-ı Hak o zevki derinlemesine duymaya muvaffak eylesin!

“O’nu bulan neyi kaybetmiş ve O’nu kaybeden neyi bulmuştur ki?”

*İnsanın, küçük çapta, zıllıyet/gölge planında, çok küçük nispetler perspektifinde bile olsa, böyle bir mazhariyet ve zevk hemhemesi, demdemesi -iradelerinize ait yönüyle hemheme, öbür taraftan, O’nun vâridâtına mazhariyeti itibarıyla demdeme- içinde bulunması çok önemlidir. Bu açıdan da bu arada başımıza ne gelirse gelsin, onun yanında hafif kalır.

*Madem O’nu bulduk, bir yönüyle artık bulacağımız bir şey yok ve kurtulduk!.. “Seni buldum ve kurtuldum!” diyebilirsiniz.“O’nu bulan neyi kaybetmiş ve O’nu kaybeden neyi bulmuştur ki?” demiyor mu Ataullah İskenderânî?!. Evet, O’nu bulan ne kaybetmiştir?!. O’nu kaybeden, yani kendi düşünce dünyasında kendini uzaklara atan, kendini O’nun yokluğuna, daha doğrusu O’nsuzluğa, “ene”sini “Hüve”sizliğe salan kimse ne bulmuştur ki?!.

*Binaenaleyh, böyle cevheri bulmuş bir insan huzur, mutluluk, şâd ve hürrem olma gibi şeylere hiç gönül kaptırmaz. Bunlar, bakırcılar çarşısında bile elde edilebilecek şeylerdir; cevherlerin alış-verişinin yapıldığı, sarrafların bulunduğu yerde olan şeyler değildir. Bu itibarla da bazı şeylere katlanmalı!.. Ve katlananlar bu mülahaza ile katlanmışlardır. O katlanma işi de tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde hiç eksik olmamıştır.

Seni o kadar çok seviyorum ki, eğer beni çıkarmasalardı -vallahi- senden ayrılmazdım!

*Bütün tehlike dolapları herkesten önce İnsanlığın İftihar Tablosu’nun mübarek başında dönüp durmuştur. Kur’an-ı Kerim, Müslümanlar hakkında kurulan komploları âdetâ Efendimiz’e tahsis etmiş ve şöyle demiştir:

وَإِذْ يَمْكُرُ بِكَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِيُثْبِتُوكَ أَوْ يَقْتُلُوكَ أَوْ يُخْرِجُوكَ وَيَمْكُرُونَ وَيَمْكُرُاللّهُ وَاللّهُ خَيْرُ الْمَاكِرِينَ

“Bir vakit de o kâfirler senin elini kolunu bağlayıp zindana mı atsınlar veya öldürsünler mi, yahut seni ülke dışına mı sürsünler diye birtakım tuzaklar planlıyorlardı. Onlar tuzak kuradursunlar, Allah da tuzaklarını başlarına doluyordu. Zaten Allah’tır tuzakları boşa çıkarıp onları kuranların başlarına dolayan.” (Enfal, 8/30) Görüldüğü üzere, elini kolunu bağlayıp zindana atma, öldürme ya da belde dışına sürme gibi mekrin değişik dalga boyundaki zuhurları olan bütün komplolarda gayr-i sarih mef’ul Efendimiz’dir; bütün planlar O’nun üzerine yapılmıştır.

*İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz hicret esnasında Sevr sultanlığından ayrılıp yola revân olacağı an, yaşlı gözlerle son bir kere daha doğup büyüdüğü topraklara bakmış ve “Ey Mekke! Seni o kadar çok seviyorum ki, eğer beni çıkarmasalardı -vallahi- senden ayrılmazdım.” buyurmuşlardı.

*Şayet en mübarek insanlar hırpalanmışlarsa, preslerden geçmişlerse, dibeklerde adeta dövülmüşlerse ve siz bundan âzâde, vâreste tutuluyorsanız, bence kendi durumunuzdan şüphe duymanız lazım.

“Allahım, medrese-i Yusufiye misafirlerini salıver ve onları en çabuk zamanda sevdiklerine kavuştur!..”

*Bazılarınız çeker, bazılarınız da onların çektiğini paylaşır, onların ızdıraplarını ruhunda duyar; yapılması gerekli olan şeyler mevzuunda bir küheylan gibi şahlanır, bir üveyk gibi kanatlanır Allah’ın izni inâyetiyle; işte o zaman paylaşıyor demektir.

*Evet, birileri içeride medrese-i Yusufiye yaşarlar; berikiler de dışarıda oturur kalkar onlara dua ederler: “Onları en çabuk zamanda, çok rahatlıkla salıver Allahım! Salıver ve onlarla beraber bir sürü aileyi, kırk bin tane aileyi, elli bin tane aileyi, yüz bin tane aileyi; belki on milyon aileyi sevindir Allahım!” Bu on milyon ailenin sevinmesi, mele-i âlânın sakinlerinin de sevinmesi demektir. Bu arada bir şirzime-i kalîl “Niye böyle oldu?” diye üzülecekler. İnşaallah, iman ediyorlarsa Allah’a, o üzülme de onların günahlarına kefaret olur. Biz onu da düşünürüz: Allah onların da günahlarına kefaret olabilecek şeylere onları hidayet eylesin. Genel ahlakımız bu!..

*Bazı densizler bir mülâaneyi, bir mübâheleyi, bir muhâveleyi beddua kabul edip böyle bir meseleden dolayı, incir çekirdeği nevinden meseleleri dava mevzuu yaparak, “Acaba bununla bunlara bir örgüt diyebilir miyiz?” düşüncesine daldılar. Bu yaptıkları mesâvîden dolayı bize düşen şey “Allahım bunlara da hidayet eyle!” demektir. Bir de sabredemediğimiz takdirde “Allah Allah, cinnetin bu seviyesi de varmış!.” demektir. Ama ben bu mülahazaya girmenizi de istemem.

Mukaddes Çile Nöbeti Sizlerdeyse…

*Dünden bugüne sizin çizginizde hareket eden insanlar hep çekmişlerdir. Yüce mefkûrelerini, gaye-i hayallerini, dünyanın dört bir yanında bir bayrak gibi dalgalandırmaya odaklanmış insanlar hep musibetlere maruz kalmışlardır. Başka mülahazaları olmayan, dünya adına bir kazanım peşinde koşmayan, ölürken “Varım ol Dost’a verdim hânümânım kalmadı / Cümlesinden el yudum pes dü cihanım kalmadı.” (Ahmedî) diyerek Allah’a yürümeyi planlayan, farklılığını fark etmeyen; el-âlem hizmetini alkışlarken “Allah Allah bunlar neyi alkışlıyor?” diyen, kendini tamamen bu işe adamış, başkalarının başka şeyleri sıfırlamalarına mukabil o kendini sıfırlamış; el-âlem göklere çıkarsa bile kendisini yeryüzünde debelenen bir “dâbbe” ve Cenâb-ı Hakk’ın küçük, hakîr, zavallı, kıtmir bir varlığı olarak gören insanlar… Cenâb-ı Hak kendimizi öyle görmeye muvaffak eylesin; bu Allah’ın büyük bir hidayetidir. Başka türlü görme, Allah’ın, insanın firavunlaşmasına fırsat vermesi demektir.

*Evet, insanın, kendini diğer insanlardan büyük görmesi ve “ben şuyum, buyum” demesi bir mekr-i ilahidir; Allah’ın o insanın firavunlaşmasına müsaade etmesi demektir. Verdiği imkânların onda istidraç şeklinde tesir göstermesi demektir. İstidraç, nimet şeklinde gelen, insanı Allah’tan uzaklaştıran nıkmettir.

*Madem Hak yolun en kıymetli yolcuları enbiya, mukarrebin, asfiya ve evliya hep musibetlere maruz kalmış ve çileler çekmişler, bizim de başımıza gelenleri tabii kabul etmemiz, öfkelenmememiz ve hale rıza göstermemiz lazım.

“Biz Uhud’u Severiz Uhud da Bizi Sever”

Soru: Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz “Ashabıma sebbetmeyiniz. Sizden birisi Uhud Dağı kadar altın infak etse, ashabımdan birinin verdiği yarım müdd sadakaya ulaşamaz.” buyuruyor. Asr-ı Saadet’te infakı bu kadar değerli kılan hususlar nelerdir? Sonraki dönemlerde de dinî gayret, himmet ve infakın ziyadesiyle değer kazandığı zaman dilimlerinden bahsedilebilir mi?

*Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahih hadis-i şerifte ashabı için öyle buyuruyor. Cevahir kadrini cevher-fürûşân olmayan bilmez. Onlar O’nun kâmetini biliyorlardı; O da ashabının kadr u kıymetini ve kıvamını biliyordu. Allah’ın izniyle, insanlığın idbârını ikbâle çevirebilecek bir kadro olduğunu çok iyi biliyordu; Allah’ın bildirmesiyle biliyordu; o yüksek firasetiyle, fetanetiyle ve okumasıyla biliyordu. Yüzlerinden ve kalbî heyecanlarından onları okuyordu. Bu açıdan da mezkûr ifade -haşa- onlara bir iltifatta bulunma adına değildi, bir realiteyi ifade ediyordu. Çünkü O’nun lal ü güher beyanları içinde katiyen riyanın, süm’anın, şunu bunu hoşnut etmenin zerresi yoktu. Ne konuşuyorsa, milimi milimine doğruydu; söylediği sözler neye dairse şayet, onun numarasına ve drobuna fevkalade uygun ve vakıa mutabıktı.

*“Sizden birisi Uhud Dağı kadar altın infak etse…” O gün Medine-i Münevvere’de en yüksek gibi görünen dağın Uhud Dağı olmasının yanı başında bir de Uhud Dağı’nın kıymeti var. Bu kıymet değişik vesilelerle vurgulanıyor. Uhud Harbi’nde o mübarek dağın eteklerinde Müslümanlar kutsal, muvakkat bir hezimet yaşıyorlar. Uhud’da böyle bir hadise yaşandığından dolayı ihtimal bazılarının kafalarına “Bu dağ uğursuz galiba!” şeklinde bir düşünce gelebilirdi. Bundan dolayı Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir yerde şöyle buyuruyor: “Uhud öyle bir dağdır ki biz onu severiz o da bizi sever.” Bu açıdan da Uhud, Ağrı ve Everest gibi büyük değilse de kıymet-i maneviyesi itibariyle çok büyük. Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz’in vurgulamak istediği hususlardan biri budur: Uhud Allah Rasûlü’nü seven ve Allah Rasûlü’nün sevdiği bir dağdır.

*Başlangıçta Ashab-ı kiram efendilerimiz de vermeyi, infak etmeyi çok bilmiyorlardı. Hâşâ onlara bilmiyorlardı demek, bilmeme sözünü onlara nispet etmek saygısızlık olur fakat onlar bildikleri her şeyi dinle öğrendiler, o Muallim-i azamla, o Mürşid-i azamla öğrendiler.

İlk Himmet ve Ashab-ı Kiram’ın Cömertliği

*Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashabının gönüllerindeki verme kapılarını aralamada kim bilir ne zorluklar çekmişti. Meselâ, bir gün Arab’ın aslı olan Mudar kabilesinin Müslümanları gelmişlerdi. Giyecek başka bir şey bulamadıklarından dolayı üzerlerinde yün elbiseler olduğu için daha onlar içeri girer girmez mescidi ter ve yün kokusu sarmıştı. Yorgun, aç ve susuz olan bu fakir insanları görünce Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in gözleri dolmuştu. Onları öyle ızdırap içinde gördüğü için neredeyse ağlayacaktı. Hemen infakla alâkalı ayetleri okumuş; ashabına, insanlara yardım etmenin faziletlerini anlatmıştı. (Benzer hadise Tebük Seferi’ne çıkılırken de ordunun teçhiz edilmesi esnasında yaşanmıştı.) Fakat Sahabe Efendilerimiz henüz başkalarına yardım etmeye alışmamışlardı; dolayısıyla, hiç kimse bir coşkunluk ve bir heyecan ortaya koymamıştı. Allah Rasûlü’nün yüzünde hüzün emareleri belirecekti ki, O’nun halinden çok iyi anlayan ve işin nezaketini kavrayan bir sahabi yerinden fırlayıp evine gitmiş, parmaklarının arasından dökülecek kadar ellerini doldurmuş ve getirdiklerini Rasûlullah’ın huzuruna dökmüştü. Onu görünce diğerleri de ne yapılması lazım geldiğini anlamış ve herkes infak için koşmuştu. Nitekim Peygamber Efendimiz’in önünde bir oğlak büyüklüğünde yardım malzemesi birikmişti. İşte o zaman, yüzündeki hüzün bulutları birer birer sıyrılan Şefkat Peygamberi ashabına tebessüm etmiş ve şöyle buyurmuştu: “Bir işe delâlet edip o hususta yol gösteren onu yapmış gibidir.” Evet, Ashab efendilerimiz o gün verme kapısını açmış ve zamanla da sahip oldukları her şeyi vermeye âmâde hale gelmişlerdi. Onlardan kimisi malının tamamını, bazısı servetinin üçte ikisini, bir başkası bir anda yedi yüz deveyi ve bir diğeri de en çok sevdiği bahçeyi Allah yolunda tasadduk edecek kadar cömertleşmişlerdi.

*Öyle bir katılığın yaşandığı dönemde, işin başlangıcında henüz rehabilite görmemiş bu insanların birdenbire balmumu gibi yumuşamaları ve ihsanda bulunmaları çok önemlidir. Sonra o iş bir nevi sünnet olmuş, bir güzergâh oluşmuş; arkadan gelenler de zekat, sadaka, ikram, ihsan ve himmet adı altında din ve iman hizmetine destek vermişlerdir.

*Meselenin bir de manevi yanı vardır. Neden onların bir müdd sadakası başkalarının dağına tekabül ediyor? Sahabe idraki, sahabe imanı, sahabe anlayışı, sahabe ihlası, sahabe rıza düşkünlüğü, sahabe iştiyakı başkalarıyla mukayese edilmeyecek bir seviyededir. Onu verirken öyle bir mülahazaya bağlanıyorlardı ki, “Allah’ın izni ve inayetiyle bu öbür tarafta dağlar cesametinde olacak!” diyor ve buna yürekten inanıyorlardı. Bir de katiyen bunu bir minnet vesilesi yapmıyorlardı. İşin daha mebdeinde bu mülahazayla vermeleri öyle bir enginlik ve derinlikti ki Hazreti Pir-i Muğan’ın “Bir zerre ihlaslı amel batmanlarla halis olmayana müreccahtır.” dediği hakikat zuhur ediyordu. Halisane verme dolayısıyla bir ölçek infak Uhud Dağı kadar kabul ediliyordu.

Bugün de gayret, himmet ve infakla şahlanan nice babayiğitler var!..

*Günümüze gelinirken yeniden bir fetret dönemi oldu. Bir dönemde öyleydi, insanlar adeta dilencilik yaparak o Kur’an kurslarını açmak için koşuyorlardı. Allah ebeden razı olsun, Süleyman Efendi Hazretleri ve talebeleri, Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri ve taraftarları, Çarşamba Cemaati ve taraftarları… Hepsinden Allah razı olsun. Çok zor elde ediyorlardı ve o zoru Allah’ın izniyle işler hale getiriyorlardı.

*Sonra Allah Teâla günümüzde Hizmet ve Hareket şeklinde ifade edilen, öyle algılanan, öyle kabul edilen ve artık bir dünya meselesi haline gelen Camia’yı da istihdam buyurdu. Batılı bütün devletlerin iki-üç yüz senede gerçekleştiremedikleri işleri, ekonomik durumu orta ölçekte olan Türkiye, Allah’ın izniyle realize etmesini bildi; Kürdüyle, Türküyle, Lazıyla, Çerkeziyle, Abazasıyla Anadolu insanı bunu başardı.

*Sizin o koskoca devletiniz, milleti idare eden insanlar, sizin mefkûre dünyanız, gaye-i hayaliniz, ruh ve mana kökleriniz adına kazandırdığınız şeylerin yüzde birini kazandırmamışlardır. Boş iddialara bakmayın. Kuruntularının arkasından koşuyorlar. Allah bunları yapmaya sizi muvaffak kılmıştır ve bundan sonra da çok daha büyük şeyler yapmaya inşaallah muvaffak kılacaktır. Onun için sinek ısırması nev’inden maruz kaldığınız şeyleri nazar-ı itibara almayarak, Allah’ın izni ve inayetiyle, dökülün, saçılın!.. Bir dönemde arkadaşların yaptıkları ve hâlâ yapıyor oldukları gibi himmetle şahlanın!.. Şimdiki bin üç yüzü, iki bin altı yüz yapmaya bakın!.. Durmadığını gösterin bu işin!..

*Sonraki dönemlerde de dini gayret, himmet ve infakın ziyadesiyle değer kazandığı zaman dilimlerinden bahsedilebilir mi? Günümüz de işte öyle bir zaman dilimidir. Fakat o kapı da aralandı, insanlar alıştılar ona. Bu noktada bir ölçü olması adına bugünkü gibi hatırladığım bir hatıramı nakletmek istiyorum: İzmir Bozyaka’da insanların yardımına başvurulmuştu. Orada meselenin ehemmiyetiyle ilgili bir konuşma yaptıktan sonra emaneten yatıp kalktığım odama doğru yönelmiştim. Utanıyordum da.. kendime istemiyordum.. alan başkası, yazan başkası, hesap eden başkası.. ama yine de utanıyordum. Ben odaya girerken birisi merdivenlerden hızlı hızlı yukarıya doğru çıkarak yanıma geldi. Astsubaylıktan emekli olmuş o zatı tanıyordum. Elinde şangır şangır anahtarlar, “Orada herkes himmet etti, benim verecek bir şeyim yoktu, evimin anahtarlarını getirdim!” dedi. Emeklilik parasıyla satın almış olduğu evinin anahtarlarını elime attı. Bu göz yaşartıcı tablo karşısında ben ona dinde böyle bir mükellefiyet olmadığını söyleyip anahtarları iade ettim. Daha sonra da “Git, çoluk çocuğunla evinde otur. Rabbim sana verdikçe, sen de infakta bulunursun.” dedim. Ben bugün de bu coşkun duygu ve heyecanın yaşandığı ve bundan sonra da yaşanacağı kanaatini taşıyorum.

433. Nağme: Parti Kurma Mülahazamız Hiç Olmadı, Olmayacak!..

Herkul | | HERKUL NAGME

Kıymetli arkadaşlar,

Hizmet Hareketi’ni kendi istediği yöne sevk edemeyen bazı çevreler, Hizmet fertlerinin sosyal hayat ve siyasetle ilgili tenkit, istek ve izahlarını siyasete dalmak olarak yorumlamakta ve zaman zaman “Siyaset yapmak istiyorsanız, siz de bir parti kurun!” demagojisini seslendirmektedirler. Hemen her seçim döneminde Hizmet’in bir partiyle anlaştığı iftirasını bir kere daha ısıtıp dolaşıma sokmakta; hatta Camia genişleyip güçlendikçe “Parti kuruluyor!” şayiasını manşetlere taşımakta ve sanki asıl gaye, nihai hedef oymuş gibi yayın yapmaktadırlar.

Son günlerde özellikle “zift medyası” ve çevresinin bir kere daha aynı yalanlara sarıldığı görülmektedir. İhtimal, hem muhalif görünümlü her hareketi anında boğmak hem de çamurlu fırçalarıyla Camia’ya bir leke daha bulaştırmak maksadıyla, yeni kurulan parti ya da partileri Hizmet’le ilişkilendirmek için çırpınmaktadırlar.

Hizmet gönüllülerinin hemen her fırsatta bu iddiaları yalanlamalarına ve “parti kurma gibi bir düşüncelerinin hiç olmadığını ve bundan sonra da asla olmayacağını” defaatle ikrar etmelerine rağmen asılsız isnatlarından ve iftira dolu beyanlarından vazgeçmemektedirler.

Böyle kötü bir kasıtla hareket eden insanları muhatap almak beyhudedir. Ne var ki, her sükûtun ikrar kabul edildiği bir dönemde yaşadığımız da bir gerçektir.

Bu düşünceye mebni olsa gerek, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın konuyla ilgili açıklamasından ve Hizmet gönüllülerinin aynı çizgideki beyanlarından sonra muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi de sohbetinde bu mevzuya yer verdi.

Muhterem Hocamıza şu soruyu yönelttik:

“Son dönemde Müslüman kimliğiyle öne çıkan bazı şahısların her türlü haramîliği işlemeleri “Bunlar da böyleymiş!” dedirttiği gibi, dünyevî arzular, tama’ ve korku misillü şeytanî hücumlarla farklı angajmanlıklara giren kimseler hüsn-ü zan duygularını yıktılar. İnsanlara karşı hüsn-ü zan hislerimizi ayakta tutabilmenin vesileleri ve dinamikleri nelerdir?

Hocaefendi sualimizin cevabını verdikten sonra sözü parti kurma mevzuuna getirdi ve şunları söyledi:

*Hiçbir zaman parti kurma gibi bir mülahazamız olmadı. Bu hareketin en küçük ferdinde bile söz konusu olmamıştır; hatta (Camia) Hazreti Pir-i Mugan’ın ifadesiyle -bazıları rahatsız olabilir- “Eûzü billahi mine’ş-şeytâni ve’s-siyâseti” demiştir: “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım.”

*Siyasetle ancak şöyle bir alaka olabilir: Siz bu mevzuda, siyaset adına organize olmuş camialara bakarsınız. Bunlardan hangisi evrensel insanî değerler mevzuunda bir şey vaad ediyorsa, demokrasi adına bir şey vaad ediyorsa, çevresindeki dünya ile iyi geçinme, münasebetler tesis etme ve Türkiye’yi alıp ileriye götürme, devletler muvazenesinde muvazene unsuru haline getirme istikametinde bir şey vaad ediyorsa… Millet aklını peynirle yememiş, gider ona oyunu verir. Hiç telkine melkine de lüzum yok. Zaten şimdiye kadar da kimse o mevzuda bir telkinde bulunmadı. Bir şey ümit ederek belli bir dönemde kapı kapı dolaştılar, “evrensel insanî değerler” dediler, “demokrasi” dediler, “çevremizde pozitif münasebetler” dediler, “dost kazanma” falan dediler. Bunlar onu yapacak diye oy vermiş olabilirler.

*Kıtmir’in de hayatında bir kere dediği bir şey var: O referandum mevzuunda, kanunlarda, anti-demokratik kanunlarda, ihtilal kanunlarında bir kısım değişikliklere gittiklerinden dolayı yüzsuyu dökerek o yaşa kadar demediğimi dedim; dört sene önce, demek 70 yaşıma kadar dememişim de kalkmış o zaman söylemişim.

*Şimdi birileri size yakın gibi görünüyor, parti kuruyor; birileri de “falanlar parti kuruyorlar, kursunlar da alsınlar ağızlarının payını!” falan diyorlar. Bizim evvel ve ahir öyle bir mülahazamız olmadı, evvel ve ahir de öyle bir mülahazamız olmaz. Bügüne kadar hangi mülahazalara binaen izhar-ı reyde bulunduksa şayet, bundan sonra da öyle olacaktır. İnsanlar bakarlar: Evrensel insani değerler adına bir şey vaad ediyorsa, demokrasi adına bir şey vaad ediyorsa, Orta Asya’daki insanların gönlünü fethetme adına bir şey vaad ediyorsa, Orta Doğu’dakilerin gönlünü fethetme adına bir şey vaad ediyorsa, Türkiye’yi alıp ileriye götürme adına bir şey vaad ediyorsa, devletler muvazenesinde gözünün içine baktırma adına bir şey vaad ediyorsa, millet aklını peynirle yememiş, gider ona oy verirler. Kim ise o… Amma “İlle de bize olacak, biz bilmem neyi temsil ediyoruz!” diyenler, -o zaman halk ifadesiyle diyeyim- onlar da avuçlarını yalarlar.

*Partimiz yok bizim, partiyle patırtıyla hiç alakamız yok, hiçbir zaman olmadı. Bir insan belki gençliğinde bu türlü şeylere heves edebilir. Ayağınızın ucuna kadar geldiği dönemde elinizin tersiyle ittiğiniz bir meseleye 70 küsur yaşınızdan sonra meyleder misiniz siz? İşin doğrusu bu mevzuda aklı başında hiçbir mü’min aklını peynirle yemediği gibi, ben de -peynir yiyorum ama- aklımı peynirle yemedim!..

418. Nağme: Mazlumlara Düşen Vazifeler

Herkul | | HERKUL NAGME

Kıymetli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, yaklaşık 3 saat önceki sohbetinde mazlumlara düşen vazifeleri anlattı.

Hizmet gönüllülerinin, maruz kaldıkları zulümler karşısında nasıl davranmaları lazım geldiğini ve bu mazlumiyyet döneminde özellikle nelere dikkat etmeleri gerektiğini vurgulayan aziz Hocamız, Camia ile irtibatlandırılıp sudan bahanelerle gözaltına alınan ya da bazıları tutuklanan emniyet görevlilerinin vakur duruşlarına da temas etti.

Çok önemli hususların ele alındığı bu hasbihali 22 dakikalık sesli ve görüntülü dosyalar halinde arz ediyoruz.

Hürmetle…

398. Nağme: Her Zaman Sulh Yolunda

Herkul | | HERKUL NAGME

BAMTELİ – ÖZEL

*Hususiyle günümüzde nifak ve şikâkın çok köpürüp durmasına karşılık, tadil edici ve tansiyonu aşağıya çekici ilaç türünden bir kısım pozitif tavır ve davranışlarda bulunmak yeğlenir. Kopma ve parçalanmayı hızlandırmamak için bazıları sineye çekmeli ve karakterleri itibarıyla oldukları yerde durmalılar.

*Bir dönemde, Hâricî, Harûrî, Zübeyrî ve benzeri isimler altında bir sürü insan, nüansların kavgasını vererek ortaya çıkmıştı. Onların içlerinde namaz kıla kıla alınları nasır tutmuş kimseler de vardı; fakat ihtilaf ve iftirâka öyle kilitlenmişlerdi ki, nüansların kavgalarını verirken aradaki bütün köprüleri yıkarlardı. Sabahlara kadar namaz kılarlar, kim bilir belki de üç dört günde bir Kur’an-ı Kerim’i hatmederlerdi ama vifak ve ittifaka gelince ilk mektebin altının altının altının altının altında bile yerleri yoktu. Dün öyle insanlar yaşadığı gibi bugün de aynı türden kimseler mevcut ve yarın da görülecektir bunlar. Bunları deşifre etmek ve bâtılı tasvir ederek sâfî zihinlerin idlâline gitmek doğru değil; ancak, bir realiteye dikkati çekip olabilecek bazı şeyler karşısında mü’minleri teyakkuz ve temkine çağırmakta da fayda var.

*Adanmış ruhların faaliyetleri ve müesseseleri anılırken “Hizmet”, “Hareket”, “Cemaat” ve “Câmia” gibi farklı isimlendirmelerde bulunuldu. Aslında bu işin içinde her tür, her anlayış, her renk ve her desenden insan var; adeta çok nakışlı ve çok işlemeli gergef gibi bir şey. Bunlar, camide bir araya gelip beraberce saf tutan insanlara benzetilebilir; belki çoğu birbirini dahi tanımıyor ama bir makuliyette, bir mantıkiyette bir araya gelmişler.

*20 sene evvel, Kıtmir, konjonktürel olarak, dünyanın belli bir yere kayışı/gidişi karşısında bir toplantıda “Demokrasi, geriye dönüşü olmayan bir süreçtir.” demişti. Bugün belli şeylerle sizi karalayan insanlar, o kara ruhlu, kara kalemli, kara mürekkeple başkalarını karalamaya duran aynı insanlar, “Baksana adam demokrasi dedi!” dediler. Aradan beş on sene geçti, “demokrasi” dendi, elli defa dendi. Onu da aşarak, “laiklik” bile dendi. Onu hazmedemeyen, sindiremeyen insanlar tarafından tepki bile alındı başka bir dünyada.

*Şimdilerde de Kur’anî bir makuliyet etrafında bir araya gelmiş fedakâr insanlar hakkında “örgüt” sözleri ediliyor. Müslümanların bunu yapacaklarını zannetmiyorum. “İhtimal ki, birileri birilerinin adını kullanmak suretiyle bunu yayıyorlar!” diyerek bir kere daha meseleyi hüsn-ü zannıma bağlıyorum.

*“Örgüt” diyenlerin sözlerine müsaadenizle “haince” diyeceğim. Esasen resmî örgütler var. 30-40 senedir Kürt’üyle, Türk’üyle, Laz’ıyla, Çerkez’iyle, Zaza’sıyla (bir bütün oluşturan) Anadolu insanının başına bela olmuş, dış mihraklı bir kısım fitne ve fesat ocakları.. “örgüt” onlar.

*Hazreti Bediüzzaman ta Meşrutiyet yıllarında, bundan yüz küsur sene evvel Medresetü’z-Zehra adıyla Van’da bir üniversite kurulmasını teklif ederken orada Arapça’nın farz, Türkçe’nin vacip ve Kürtçe’nin caiz gibi kabul edilerek hepsinin beraberce okutulması gerektiğini söylemişti. Biz düne kadar bunu telaffuz edemedik. Yine sizin gibi bu kervana gönül vermiş arkadaşlar, televizyonları, radyoları, lisan kursları ve üniversiteleriyle bu meseleye “evet” dediler. Bir cephe buna karşı “Barış sürecine katkıda bulunulmadı!” diyor. Hayır, vallahi bulunuldu billahi bulunuldu, tallahi bulunuldu. Hem de herkesten evvel bulunuldu. Bir kesim “bulunulmadı” demek suretiyle esasen “bir süreci baltalıyor” gibi göstermek istediler. Bir kesim de onu istemediklerinden dolayı ve hususiyle “Dershaneler de kapatılsın, biz de kendimize göre orada yurtlar, evler, pansiyonlar açalım; bölünmeyi hızlandıralım!” mülahazasıyla öyle söylediler; “Dershaneler kapatılınca meydana gelecek o boşluğu biz dolduralım!” düşünceleri şimdi tiz perdeden konuşuluyor. Yapılan işler isabetli miymiş, değil miymiş? Bugün insaf etmeyen bir kısım kimseler buna “evet” demeyecekler; ama gelecekteki nesiller ve tarih, yapılan yanlışlıkları lanetle yad edecek, “Bir boşluk meydana getirdiniz, yazıklar olsun size!..” diyecektir.

*Kendi kardeşlerimden daha yakın saydığım Kürt kardeşlerimin bu mevzudaki boşluklarını doldurma, üniversitelerde/liselerde okumalarını sağlama ve şekavetle problemlerin çözülmeyeceğini anlatma adına bir gayret sergiliyorsam, buna sızma denmez. Bir insanın kendi ülkesinde vatandaşları için gerekenleri yapması hakkı ve vazifesidir.

*Evet, kara ruhlu insanlar olumlu şeyleri karalamaya çalışıyorlar. Şimdilerde de “örgüt” diyorlar. Tabiri caizse, muhtelif ecnastan bir topluluk olan ve işin makuliyetinde bir araya gelen insanlardan oluşan bir camia.. “Okul açmak, kültür lokali açmak, okuma salonları açıp fakir insanlara bedava ders vermek hayırlı bir hizmettir!” düşüncesiyle sizi hiç tanımadığı halde gelip “Bir tane de ben yapayım.” deyip o işe iltihak eden insanların da bulunduğu bir camia.. böyle bir camiayı örgütle telif etmek mümkün değildir. Ayrıca, “örgüt” kelimesi terminoloji açısından çok farklı bir manaya da geliyor. Belli ki bir kasta iktiran ettirerek, arkasında bir kasıtla söylüyorlar bu kelimeyi.

*Diğer taraftan bu camiaya örgüt derseniz, -hâşâ ben o terbiyesizlikte bulunamam- şimdiye kadar dinimize, diyanetimize kalbî ve ruhî hayatımız adına çok hizmet etmiş Küfrevî tarikatının temsilcisi Alvar İmamı’nın düşünce dünyası etrafında kümelenmiş insanlara da “örgüt” deme mecburiyetinde kalır, onlara da “örgüt” deme terbiyesizliğini sergilemiş olursunuz. Üftade Hazretleri’ne dayanan, Aziz Mahmud Hüdaî Hazretleri gibi milletimizin kalbî ve ruhî hayatına çok önemli hizmetler vermiş bir insanın çizgisinde hizmet etmeye çalışan, bir düşünce etrafında bir araya gelmiş insanlara da -binlerce ruhumuz onlara kurban olsun- “örgüt” deme mecburiyetinde kalırsınız. Bir duygu-düşünce etrafında bir araya gelmiş insanlara karalayıcı mahiyette böyle bir nam taktığınız zaman, kendilerine göre bir anlayış, bir dünya görüşü, bir felsefe etrafında Muhammed Raşid Efendi hazretleri gibi büyük bir zata bağlanmış olan pırıl pırıl insanlardan oluşan Menzil Cemaati’ne de “örgüt” deme mecburiyetinde kalırsınız. Türkiye’de yalancı bir şafağın atmadığı bir dönemde yüzlerce Kur’an kursu açan Süleyman Efendi Hazretleri’ne saygılarından dolayı, onun etrafında kümelenen, Kur’an kursları açan, yurt dışında da açılımlar yapan insanlara da “örgüt” deme mecburiyetinde kalırsınız. Dahası, Milli Görüş’e de bir “örgüt” deme zorunda kalırsınız.

*Bir lokma yemeği yutmadan evvel çiğnemek ne ise, konuşmadan evvel düşünmek de odur. Keşke muhataplarım mü’min olmasaydı, daha rahat olurdum ben. Bir mü’min öyle lambur lumbur konuşmamalı. Ağzından çıkan şey, mü’mince olmalı, yere düştüğü zaman da tertemiz vicdanlar tarafından kabul kapıları ona açılmalı; “Yahu ne iyi ettin de bizim eksiğimizi, gediğimizi, yanlışımızı söyledin!” dedirtmeli.

*Yapılan şey bir makuliyete, mantıkiyete bağlanıyor ve geleceğimiz adına önem arz ediyorsa, Türkiye’nin itibarı ve ikbal yıldızımızın parlaması adına bir şey ifade ediyorsa, bence o mevzuda da kararlı ve dik durmak lazım. Kimsenin kendi devletiyle ve başındaki iktidarıyla savaşma gibi bir niyeti yoktur; bunu öyle göstermek isteyenler -zannediyorum- ortada söz getirip götüren fitneciler, fesatçılar mekirciler, keydciler ve hud’acılardır. Cenâb-ı Hak ıslah eylesin.

*Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Hudeybiye’de çok ciddi bir problemle karşı karşıya kaldığı zaman dehalar üstü o yüksek fetanetiyle kendi aleyhinde gibi görünen bir tavır ve davranış ortaya koydu; kan dökmeden ve kimseyi incitmeden orayı aştı ve bir yönüyle gelecek nesiller adına, onların gönüllerine taht kurmaya ve işin inkişaf edip gelişmesine vesile oldu. İşte, Efendimiz’in hepimize örnek olması gereken o firaset ve fetanetine dikkat çekmek için Hudeybiye teşbihini değişik hususlara delaleti açısından değişik versiyonlar çerçevesinde arz etmeye çalıştım.

*(Çözüm Süreci’yle ilgili sohbette üzerinde durulduğu üzere) “Eğer bir kadın kocasının kötü muamelesinden ve kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse, bazı fedakârlıklarda bulunarak sulh olmak için gayret göstermelerinde mahzur yoktur. Sulh hayırdır (elbette daha hayırlıdır.)” mealindeki (Nisâ, 4/128) ayet-i kerime meseleyi en küçük daire olan aileden başlatarak sulhun hayırlı olduğunu söylemiştir.Çünkü bir toplum yapısında bir aile, molekül mahiyetindedir. Bu molekül ne kadar sağlamsa, toplum da o ölçüde sağlam olur. O açıdan evvela Kur’an-ı Kerim’in bu irşadını hatırlatarak “Sulh hayırdır, nefisler cimrilik üzerine adeta kilitlenmiştir. Buna bağlı olarak insanlar birbiriyle huzursuzluğa düşebilirler. Hakemler tayin edin, hâkimlere müracaat edin, sulhu temin edin, uzlaşmayı sağlayın” dedikten sonra, Hudeybiye Sulhu’nu anlatıyorsunuz.

*Bir başka Hudeybiye teşbihi 2004-MGK’nın kararıyla alakalıydı: MGK-2004 kararıyla ilgili Hudeybiye teşbihi yaparken, o arkadaşların askerlerle ve o günkü idarede bulunan kimselerle beraber o meseleye imza atmalarını, şartlar ve konjonktürün gereği olarak, tıpkı Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bir gaileyi ucuz atlatma adına geriye adım atması gibi ele aldım. Hem de şu cümleyle dedim: “Bazen geriye bir adım atmak, ileriye on adım atma değerindedir.” Mesele siyakı ve sibakıyla ele alındığı zaman görülecektir ki, esasen orada imza atan arkadaşları korumaya ve mazur görmeye matuf bir ifade tarzıydı o.

*Evet, o sohbette “Kolum kanadım kırıldı!” da dedim; zira o imzadan sonra birileri, bazı işgüzarlar, o meseleyi uygulayıp durmuşlar, fişler falan olmuş, devam etmiş. Keşke orada Allah’ın izniyle makul atlatıldıktan sonra bu mesele devam etmeseydi; duyduğumda “Kolum kanadım kırıldı!” dedim, bunu da başka türlü anladılar. Bu Hudeybiye örneğinde, MGK’da “imza atanlar”ı, “müşrik” olarak anlamak mümkün müdür? Peygamber kim orada? Oysa ki, orada onlara Peygamber yolunda hareket ediyor gibi bir bakma vardı. Takdir edileceği yerde, yine bir kısım, kara ruhlu, kara düşünceli, kara kalbli, karanlık yaşayan insanlar -keşke öyle olmasaydı- ortada fitne dellalları, bu meseleyi bu şekilde işâa etmek (yaymak) suretiyle toplumun değişik kesimlerini birbiriyle vuruşturma, karşı karşıya getirme gibi bir gayretkeşlik içindeler.

*Ebu’l-Feth El-Büstî hazretleri ne güzel söylüyor:

أَقْـبِـلْ عَلَى النَّفْسِ وَ اسْتَكْمِلْ فَضَائِلَهَا فَأَنْـتَ بِالنَّفْسِ لاَبِالْجِسْـمِ إنْـسَانٌ

“Ruhuna (mahiyet-i insaniyene) yönel, onun faziletlerini kemâle erdir! Zira sen cisminle değil kalbinle/ruhunla insansın.”

*Şeytandan istiâze adına okunabilecek dualar arasında sayılan

رَبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَنْ يَحْضُرُونِ

“Ya Rabbî! Şeytanların vesveselerinden Sana sığınırım ve onların yanımda bulunmalarından da Sana sığınırım!”

(Mü’minûn, 23/97-98) niyazını sürekli tekrarlamak lazım.