Posts Tagged ‘Amnofis’

Çürüme, Tiranlar ve Paranoya

Herkul | | BAMTELI

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “Ben yaşadıkça Kur’an’ın bendesiyim, Hazreti Muhammed’in ayağının tozuyum; biri benden bundan başkasını naklederse, ondan da bîzârım, o sözden de bîzârım!..”

Koca Mevlânâ… Büyüklüğü ve söz sultanlığı yanında o ölçüde de mütevazı ve mahviyet içinde…

مَنْ بَنْدَه شُدَمْ بَنْدَه شُدَمْ بَنْدَه شُدَمْ   مَنْ بَنْدَه بَخِدْمَتِ تُوسَرْ اَفْكَنْدَه شُدَمْ

هَرْ بَنْدَه كِه اٰزَادْ شَوَدْ شَادْ شَـوَدْ   مَنْ شَـادْ اَزْ اٰنَمْ كِه تُرَا بَنْدَه شُـدَمْ

“Kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben Sana hizmette iki büklüm oldum. Kullar âzâd olunca şâd olur; ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.” deyişini düşünün!..

مَنْ بَنْدَهِٔ قُرْآنَمْ أَگَرْ جَانْ دَارَمْ

مَنْ خَاکِ دَر مُحَمَّد مُخْتَارَمْ

گَرْ نَقل کُند جز این کس از گفتارم

بِیزَارَمْ أَز او وز این سخن بیزارم

“Ben yaşadıkça Kur’an’ın bendesiyim. / Ben Hazreti Muhammed’in ayağının tozuyum/ Biri benden bundan başkasını naklederse / Ondan da bîzârım, o sözden de bîzârım, şikâyetçiyim!..” sözünü düşünün!..

Mübarek başı, her zaman Hazreti Rasûl-i Zîşân’ın kapısının eşiğinde; ne diyor ise, O’na diyor ve dediği şeyi, O’nun vasıtası ile Sahibine ulaştırıyor. Bir gözü insanlarda, onlara hakikati gösterme adına; bir gözü hep ötelerde, ötelerin ötesinde, ötelerin ötesinde… Bize gerçek mü’min olma yolunu gösteriyor.

O, Peygamberi izleyenlerin başında gelenlerden birisi sayılır; Gazzâlî gibi, Ömer İbn Abdülaziz gibi, Çağın Sözcüsü gibi… Şahısları adına yaşamamışlar; kendi şahısları itibarıyla fânî olmuşlar. Kendilerini “hiç”leştirmişler, içtenleştirecekleri şeyleri içtenleştirince, kendilerini “hiç”liğe salmışlar, hiçlik çağlayanına… Geriye dönüş imkânı olmayan o hiçlik çağlayanı, her şey olma deryasına onları alıp götürmüş…

O mevzuda insanın iradesinin hakkını vermesi, belli bir gayret sarf etmesi gereklidir. Birden bire Cenâb-ı Hakk’ın ekstra bir lütfu olabilir, kimse ona bir şey diyemez; fakat objektif olan, başta yapması gerekli olan şeyler neler ise, onları yapmak, ondan sonra yapacağı şeyleri yapmak, ondan sonra yapacağı şeyleri yapmak, ondan sonra… Tıpkı bir çocuğun hayatı öğrenmesi adına, annesinin-babasının yanında, evinde-yuvasında gelişip büyümesi gibi… Bir gün sürünmeyi öğrenir, emeklemeyi öğrenir; bir gün düşe-kalka yürümeyi öğrenir; bir gün kem-küm ederek konuşmayı öğrenir; bir gün doğru konuşmayı öğrenir; bir gün yaptıklarını yapar, kademe kademe -esas- insanlığa doğru yürür. O evde ne ölçüde, o hanede ne ölçüde insanlık var ise, onu zirvede yakalamaya çalışır. Gayr-ı iradî, taklit bu…

Allah yolundaki yolcular, Peygamber yolunun yolcuları, birden bire -böyle- kendilerini zirvede bulamazlar. Evvela kendi nefisleri itibarıyla “fenâ” bulacaklar, kendilerini yok sayacaklar; Allah’ın emirlerinin boynu tasmalı, boyunlarında kement birer bendesi -âzâd kabul etmez birer bendesi- sayacaklar. Yaptıkları iyilikleri görmezlikten gelecekler; sadece Allah’ın bir lütfu olması itibarıyla “tahdîs-i nimet” nev’inden “Bu da Sen’den!” mülahazasıyla “Elhamdülillah!” demek suretiyle mukabelede bulunacaklar.

Alvar İmamı’nın ifadesini hatırlattı bu söz: “Değildir bu bana layık, bu bende…” Bir bende (köle), ben… “Bana bu lütf ile ihsan, nedendir?” Bana bu lütf ile ihsan, nedendir?!. Kendimi hiç layık görmüyorum ama çevreme bakıyorum, Cenâb-ı Hakk’ın bir sürü lütfu, selviler gibi boy atıp gelişmiş, ekinler gibi başağa yürümüş!..

Tahdîs-i nimetin yanı sıra, çok küçük, göz açıp-kapama ölçüsünde bir haramı da hayat boyu unutmama, bir şüpheli şeyi hayat boyu unutmama… Her aklına geldiğinde “Bir kere değil, elfü elfi estağfirullah! Bir milyon estağfirullah! Gözlerime hâkim olamadım, harama baktım! Ayaklarıma hâkim olamadım, hayvanlığa düştüm, harama doğru yürüdüm! Elimi kontrol edemedim, harama el uzattım! Alkışlanmaya kendimi kaptırdım, dünya sevgisine kendimi saldım!..” Bunlar da Allah belası birer çağlayandır!.. Allah belası çağlayanlar; bunlar da insanı şeytan deryasına alır götürür, geriye dönmeye de imkân yoktur artık, hafizanallah.

   “Her günah, onu işleyenin kalbinde siyah bir nokta/leke oluşturur; eğer kul tevbe edip mağfiret dilenirse kalbi yine parlar, fakat günaha devam ederse, o lekeler nihayet kalbini istila eder.”

Onun için, ister iyilikler ve güzellikler, isterse kötülükler, başta çok küçük bir nokta olarak başlar. Bu kâinat bir çekirdekten var olmuş, trilyon trilyon trilyon seneler geçmiş. Oysaki “Kün fe-kân tezgâhı”ndan çıkınca mesele, bir anda her şey oluverirdi; öyle jeolojik dönemlere, milyar senelere ihtiyaç yoktu; fakat âdet-i İlahiye bir şey öğretiyor. Sizin gelişmelerinizde de aynı şey söz konusu; düşüşünüzde de aynı şey söz konusu…

Fenalık, bir güve gibi bünyenize düştüğü zaman, farkına varırsanız, söker atarsınız onu. Fakat farkına varmaz iseniz şayet, içten içe sizi kemirir. Bu, “min indi nefsî” benim söylediğim bir söz değil; Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Bir insan, bir fenalık işlediği zaman, kalbinde bir leke olur! O, İstiğfar ile, Tevbe ile, İnâbe ile, Evbe ile hemen çabuk silinmez ise, âdetâ başkasına da çağrı olur.” buyuruyor.

Bir söz var, “Bir kere yalan söyleyen, sonra hayat boyu yalan söyleyebilir!” Bir kereye bile kapıyı aralamamak lazım. Bir kere yalana karşı kapıyı araladığınız zaman, zikzaka karşı kapı araladığınız zaman, tenakuzlara karşı kapı araladığınız zaman -Hayat-ı ictimâiyeye hükmedenler, bunu yapıyorlar.- bütün şeytanî kapılar kale kapıları gibi ardına kadar açılır, harıl harıl içeriye şeytanlar nüfuz eder. Bu konuda da Hazreti Gazzâlî’ye müracaat edin: “Kalb, gelecek ruhânîlere kapandığı zaman -hafizanallah- bütün kapıları ile şeytana karşı açılır.” İnsan, günahın ezikliğini duymaz olur vicdanında; sonra, yaptığı bir küçük iyilik var ise, onun vehmî büyüklüğü karşısında kendini üveyik gibi görür, göklerde zanneder, hafizanallah. Namaz adına yatıp kalkıyor ise, “Aman, ne büyük iş yapıyorum!” der. Yatıp-kalkma oysaki…

Oysaki insan namazı, Cenâb-ı Hakk’ın azametini vicdanında duyarak eda etmelidir. Belki rükûa o emri düşünerek gitmelidir. Kütüb-i Fıkhiyedeki meseleleri düşünerek rükûa gitmek değil; “Ben, O’nun karşısında eğilmeliyim!” mülahazası ile, “Yahu iyi ki Cenâb-ı Hak bunu emretmiş, ‘Rükû!’ demiş!” duygusuyla eğilmek… Sonra, âdetâ rükûdan doğrulup bir kere daha murâd-ı Sübhânîyi temâşâ ediyor gibi, bir kere daha yukarılara bakmak; “Yahu yetmedi O’nun karşısında eğilmek!” hissiyle bu defa secdeye kapanmak… Emirlerin dürtüsü ve itişi ile değil esasen; meseleyi vicdanında derinlemesine duymak suretiyle…

İnsan, bunu hedefleyip yürür ise, farkına varmadan bir gün bakarsınız, iman-ı billahtan marifetullaha sıçramış; marifetullahtan da muhabbetullaha. Gazzâlî’nin İhyâ’sında, şimdilerde okuduğumuz şey: Marifetten muhabbete… Bilmeyen sevemez; her şey ile bileceksiniz O’nu!.. Sizin anatomik yapınızdan, bu varlığın şahitliğine kadar her şey ile… Bu koskocaman varlık ki,  siz onun fihristisiniz. Koskocaman varlık âdetâ büyük bir insan; siz de küçük bir varlıksınız, onun özeti/hülasası… Sizde Allah (celle celâluhu) onu hatırlatıyor; tıpkı bir kitabın fihristi gibisiniz. O fihristi iyi belleyen insan, hiç şaşırmadan kâinatın sokaklarında çok rahat dolaşır, şaşırmadan… Uğradığı herkesten selam alır, uğradığı herkese selam verir geçer; taşa, toprağa, ağaca, suya, akan ırmağa, karıncaya, kuşa, her şeye selam verir geçer. Hepsi, o tekvinî emirler mecmuasının bir kitabıdır. Fakat insanın, meseleleri evvelâ fihristte, kendi anatomisinde okuması lazım. Hazreti Pîr’in mülahazasına ircâ edecek olursak; âfâkî düşünceden evvel, enfüsî düşünce esasen… Yoksa siz o meseleyi fihristte çözmemiş iseniz, o geniş âlemde kafa dağınıklığına maruz kalabilirsiniz, meseleyi kuşatamayabilirsiniz, hafizanallah.

İman-ı billahtan marifetullaha… Marifetullahtan muhabbetullaha… Muhabbetullahtan zevk-i ruhânîye… Sonra Hazret’in ısrarla üzerinde durduğu gibi, aşk u iştiyak-ı likâullaha. Bütün sofiler de bu konu üzerinde durmuşlar. Böylece insan, Allah’a âşık olur; Mecnûn’un Leylâ’ya aşkının çok ötesinde… Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna çıksa, Cenâb-ı Hak, onu huzur-i kibriyâsına alsa, orada da bayılır, kendinden geçer, yine “Allah!” der. Esasen, aşkını seslendirir, bir ney gibi aşkını seslendirir; âdetâ göremez, duyamaz, ihata edemez, aşkını seslendirir.

O ufka talip olmak lazım. Zira bir insanın kıymet-i harbiyesi -bir yönüyle- talip olduğu şeylerin kıymet-i harbiyesi ile mebsûten mütenâsiptir (doğru orantılıdır). Neye talip iseniz, kıymetiniz odur sizin!..

“İyilik adına olan şeyler öyle olduğu gibi, kötülük adına olan şeyler de böyle tedricîdir.” Onu diyordum. İnsanlığın İftihar Tablosu buyuruyor ki: “Her günah onu işleyenin kalbinde siyah bir nokta oluşturur, bir leke yapar. Eğer kul, tevbe edip vazgeçer, mağfiret dilenirse kalbi yine parlar. Döner tekrar günah işlerse, o lekeler artar, nihayet kalbini ele geçirir. İşte Kur’ân’da yüce Allah’ın zikrettiği “râne” budur.” Evet, her günah -bir yönüyle- ikincisine çağrı olur. كَلَّا بَلْ رَانَ عَلَى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ “Hayır hayır! Gerçek şu ki, onlar yapa geldikleri o kötü işler yüzünden kalblerini is-pas sardı da (ondan dolayı inkâr yaşıyorlar.)” (Mutaffifîn, 83/14)

Burada (ayetteki “râne” kelimesinde) “Sekit” var; esasen orada -bir- kıraat açısından, -bir de- Kur’an’ın iç musikisi açısından, mazmuna dokunmama açısından bir nefes alma söz konusu. Mazmuna dokunacak olursanız, “ber-râne” diyeceksiniz, “berrâne” (بَرَّانَ) deyince de mana değişiyor; hayır “bel-râne” (بَلْ رَانَ) diyeceksiniz, bir soluk alıp verme ile. “Reyn” esasen, kalbde bir reyn…

Bir reyn, hafif bir şüphe, bir reybîlik şayet bir güve gibi musallat olur ise kalbe, ikincisine çağrı, üçüncüsüne çağrı, dördüncüsüne çağrı, beşincisine çağrı… Yavaş yavaş insan vicdanında bir çürüme baş gösterir. Buna “insanın manevî anatomisinde deformasyon” diyebilirsiniz. Manevî anatomisi, yani, kalb, ruh, vicdan, his, şuur gibi insanı Allah ile irtibatlandıracak mekanizması… O mekanizmaya güve düşmüş gibi delik deşik olur insan, hiç farkına varmadan.

   Manevî anatomisi itibarıyla kendini çürümeye salmış insanlar, çevrelerindeki şuursuz, dalkavuk ve dünyaperest kimseler sebebiyle daha bir azgınlaşır, Firavunlaşır, sapar ve saptırırlar.

Bu açıdan kapıları en küçük bir aralıkla bile o türlü şeylere açmamak lazım. Hatta imkânı var ise; -mesela- size milletvekilliği, valilik, kaymakamlık teklifi geldi, “Yahu bunu falana verseniz, daha iyi olur!” demelisiniz. Hazreti Ömer ile Ebu Bekir arasında olduğu gibi; radıyallahu anhüma elfe merrâtin, bin defa Allah onlardan razı olsun. O, onun elini tutuyor, “Ben, buna biat ediyorum!” diyor; o da “O, Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiç ayrılmayan bir insan, ben ona biat ediyorum!” diyor. Zannediyorum, bu meseleyi uzatabilirlerdi; fakat vakit israfı olurdu, orada kafa dağınıklığına sebebiyet verirdi, başkaları farklı düşüncelere girerdi. Yoksa Hazreti Ebu Bekir durmadan Ömer’in elini sıkardı, Hazreti Ömer de Ebu Bekir’in elini sıkardı; kalkar “Olmadı bu!..” der Hazreti Osman’ın elini sıkarlardı; “Olmadı!” der, Hazreti Ali’nin elini sıkarlardı. Teşettüt-i ârâya, düşünce karışıklığına/karmaşasına sebebiyet verirlerdi.

Îsâr ruhu… Başkalarını kendine tercih etme… “Bu imamete sen layıksın, lütfen geç; ne olur, Allah aşkına geç! Allah aşkına sen vali ol! Allah aşkına sen kaymakam ol! Allah aşkına sen milletvekili ol! Ben de seni seçenlerden olayım!..” Değilse, hiç farkına varmadan bu türlü şeyler, insanın manevî anatomisinde deformasyon meydana getirir. Hiç farkına varmadan… Çürümüştür o ama farkında değil!..

Şimdi, bir kimse çürümüş ise, kafanızı ona takıp da çürümüşlüğü sadece onda mütalaa etmemek lazım. Eğer etrafındakiler de çürümemiş ise şayet, en azından biri “Yahu yeter!” diyecektir. Siz hiç duydunuz mu böyle “Yeter!” diyen bir ses?!. Onca mezâlime, onca mesâvîye, onca şenaate, onca denâete, Hitler’in yapmadığını yapmaya, Saddam’ın yapmadığını yapmaya, Kazzâfî’nin yapmadığını yapmaya karşı bir tane pozitif ses, bir tane insanca soluk yükseldiğini duydunuz mu?!. Evet, şayet öyle bir şey olursa, o da kendini bulacağı yerde bulur zaten. Öyle biri var ise, içinden geliyor ise şayet, o da onu bildiğinden dolayı sükûtu tercih etmiştir. Dolayısıyla çürüme de kaçınılmazdır. Bir tabiat çürümeye, iç deformasyonuna, iç çürümesine müsait ise şayet, onun çevresi de bu meseleyi hızlandırır ve farkına varmadan Amnofis’in arkasından gidip dururlar.

Evet, “Amnofis” deyince, bir menkıbeyi hatırladım; her hadise bir şeyi çağrıştırıyor; arz edeyim: Bir gün şeytan Amnofis’in yanına geliyor. Hazreti Musa’ya muasır olan Firavun’a, Mehmet Akif, “Amnofis” diyor. O mu, yoksa başka bir adı mı var, İbnü’ş-Şems filan mı? Şeytan gelip diyor ki: “Yahu saçın-sakalın artık bembeyaz oldu senin. Hala أَنَا رَبُّكُمُ الأَعْلَى diyorsun. ‘Benden büyük tanrı yok!’ diyorsun. ‘Ayağımın dibinde bu su akıyor; Musa kim, o kim oluyor ki benimle boy ölçüşsün!’ diyorsun.” -Bunların hepsini Kur’an-ı Kerim anlatıyor; mazmun olarak ifade ediyorum.- “Artık sen bu dediğin şeylerden vazgeçsen!” diyor. İhtimal, herhalde Firavun bir kahkaha atıyor; şimdikilere de deseniz, kahkaha atarlar: “Sen git, yarın gel!” diyor şeytana. Demek ki bazen insan o duruma düşüyor ki, hakikaten şeytan bile onun edip-eylediği şeylere akıl erdiremiyor. “Sen git, yarın gel!” diyor. Gidiyor. Ertesi gün kalkıyor; Kahire -yerleri Kahire Firavunların- sokaklarından içeriye girence, bakıyor ki, insanların bazıları dört ayağı üzerine çömelmiş, yerde -bağışlayın- inek gibi böğürüyorlar.. bazıları merkûp gibi anırıyorlar.. bazıları at gibi kişniyorlar.. bazıları koyun gibi meliyorlar.. bazıları köpek gibi havlıyorlar.. bazıları bilmem ne gibi uluyorlar… Şaşırıyor şeytan bu hale; geliyor diyor: “Nedir bu hal böyle; bütün Kahire’nin sokaklarını böyle şeyler ile gördüm.” Firavun, “İşte bunlar, benim bendegânım; arkamdan koşturup duran sürüler. Ben, أَنَا رَبُّكُمُ الأَعْلَى dediğim zaman, bunlar da ‘Evet!’ dediler bana, sürüklendiler arkamda. Fakat bak senelerden beri Harun ile Musa’ya söz geçiremedim ben!” diyor.

Evet, manevî anatomisi itibarıyla kendini çürümeye salmış insan, çevresindeki şuursuz, insafsız, iz’ansız, bilerek dünya hayatını âhiret hayatına tercih eden kimseler sebebiyle daha bir azgınlaşır; onlar alkışlıyor, takdir ediyorlar ise şayet, o insanı farkına varmadan Amnofisleştiriyorlar, Kazzafîleştiriyorlar, Saddamlaştırıyorlar demektir hiç farkına varmadan.

Hâsılı, Allah’a karşı terakkî adım adım olduğu gibi, çürüme, korkunç deformasyon da hep mebdede çok küçük bir şey ile başlar. Başta küçük bir açıdır fakat makas açıldıkça açılır, açıldıkça açılır, açıldıkça açılır. Bu “ani’l-merkez” doğrudan kaçma/uzaklaşma… “Merkez kaç” demek… “Ani’l-merkez hareket!” derdi eskiler; şimdi merkez kaç… Açıldıkça açılır, açıldıkça açılır, açıldıkça açılır; öyle açılır ki, hakikaten şeytanı bile hayrette bırakacak bir duruma düşürür insanı. Şair arkadaşımın ifadesi ile, “İsyan deryasına yelken açmışım / Kenara çıkmaya koymuyor beni.” Alır götürür onu; bir yönüyle şeytanın hazırladığı gayyâya götürür, farkına varmadan… “Dünya geçicidir, burada kalınmaz / Ne kadar mal olsa, murad alınmaz / Gafil olma sakın, geri dönülmez / Yürü dünya yürü, sonun virandır / Meded, bundan sonra ahir zamandır.”

   Paranoya, bir korku, şüphe ve vehim hastalığı olarak bütün suiniyetlerin, suizanların da kaynağı gibidir; onun ikliminde şekillenir bütün ayrıştırıcı düşünceler, “biz” ve “ötekiler” mülâhazaları; orada kararlaştırılır nâhak yere infazlar ve en dırahşan nâsiyeleri karalamalar.

Paranoya, psikiyatristlerin daha iyi bileceği bir husustur. Paranoyanın çok çeşitli sebep ve tesirleri vardır. Mesela; eksiği-gediği bulunan, basit bir zeminden önemli, hayatî bir yere gelmiş olan, daha net konuşacak olursak şayet, fakir bir aileden, gecekonduda oturan bir aileden gelip birden bire kendisini imkânlar içinde bulan kimseler bu maraza yakalanabilir. Böyle biri, Cenâb-ı Hak imkânlar verince, küstahlaşır; bir yönüyle, herkese tepeden bakmaya başlar. Firavunlar için de böyle olmuştur; Hitler de aynen böyledir. Bunların sergüzeşt-i hayatlarına baksanız, hayatlarını doğru okusanız, sonra onu soyut resim yapan bir ressama verseniz, resim çizse, hepsi için aynı şekli çizecektir; hepsi birbirine çok iyi benzerler bunların.

Bir de hakları olmadığı halde elde ettikleri o şeyleri “Elden kaçırırız!” diye sürekli bir vehim, bir korku, bir tereddüt yaşarlar. Mesela, Şah, “Neme lazım, ya Humeyni gelirse!.. Benim saltanatım gider!” falan paranoyası yaşar. Başka yerlerde de öyle… Saddam, “Ya Ekrâd içinden birisi kalkar Humeyni gibi gelirse!… Ben Irak’ta saltanatımı kaybederim!” paranoyasıyla yaşamıştır. Öbürü Yemen’de “Humeyni gibi birisi gelirse, ben saltanatımı kaybederim. Oysaki kaç yerde, birkaç tane sarayım var benim.. bir yerden bir yere giderken elli tane zırhlı araba ile gidiyorum ben.. âdetâ ordular koruyor beni.. milletin başında bulunan ben, o milletimin başında, olmazsa olmaz gibiyim!” paranoyasıyla oturup kalkmıştır. Bütün bunlar insandaki o paranoya duygusunu, düşüncesini tetikleyen faktörlerdir, esasen. Elde ettikleri, haksız yere elde ettikleri şeyleri kaybetme vehmi ile, şüphesi ile, tereddüdü ile -bir yönüyle- septistçe yaşarlar bunlar. Dolayısıyla ihtimallere hüküm bina ederler. Yüzde bir ihtimal ile, bir yerdeki bir oluşum, bir karartı, belki bir gölge hakkında “Aman, bir cin olmasın!” falan derler. “Yok mu etrafımda insanlar, şu gölgeye ateş etsinler; cin olabilir bu!” filan… “Büyücüler var ise şayet, bu cini savmak için gelse, bir şey okusalar!” falan… Var ise bir insanda böyle paranoya, başvurmadık şey bırakmaz o.

Zannediyorum, İslam dünyasında, ona musallat olmuş günümüzdeki paranoyaklar, esasen, haksız yere elde ettikleri şeyleri “Elden kaçırırız!” mülahazasıyla en masum insanların kanına, ırzına, namusuna tecavüz edercesine zulümler işliyorlar. Zaten onlar için namus, ırz, falan meselesi söz konusu değil; tecavüz ederler hafizanallah. Ve bunları yapanların en tehlikelileri de İslam dünyasındadır. Neden? Çünkü o şeytanî saltanatlarını korumak için İslamî argümanları kullanırlar. Camiye gelirler, ön safa geçerler, halkın içinde görünürler. Zat-ı Ulûhiyetin nâm-ı Celîlini tekrar eder dururlar; “Peygamberimiz!” derler. Bazen -o gün o moda olur ise- “Kur’an Müslümanlığı!” derler; bazen “Hadis Müslümanlığı!” derler; bazen “Fıkıh Müslümanlığı!” derler. Siz başka bir şey söylemiş iseniz, mutlaka kendilerine göre farklı bir şey söylerler. Bazen “İmamlar da kim oluyor? Kur’an bize yeter!” derler. Ben bunları söylerken, zannediyorum hatırlıyorsunuzdur; siz sosyal medyada duymuşsunuzdur bunları; şu ağzı-gözü bozulmuş, İslam dünyasının başına musallat olmuş eşrârın ağzından, şerâreler halinde akan bu şeni’, bu deni şeyleri defaatla duymuşsunuzdur.

Evet… İslamî argümanları kullanma… Namazı kullanma.. orucu kullanma.. haccı kullanma.. “Allah!” deme, “Peygamber!” deme, hâşa ve kellâ, bunları kullanma. En tehlikelisi bu… Sürüler bundan dolayı aldanabilirler.

İşte Firavun’un kullandığı gibi… “Baksana, Kamer Dağı’nın içinden çıkan Nil Nehri, altı ayda, bir senede boşalttığı su itibarıyla, o dağın hacminden çok daha büyük. Nereden çıkıyor o su? İşte o benim ayaklarımın dibinden aktığına göre, demek bende bir şey var! Bu insanlar beni alkışladıklarına göre, bunca insan yalan mı söyleyecek?!. Buna ister ‘tevatür’ deyin, isterse ‘meşhur’ deyin, bunca insan yanılmaz; demek ki bende hakikaten alkışlanacak bir yan var ki, alkışlıyorlar.” der. Ve onu kaybetmemek için elinden gelen her şeyi yapar. Takdir edilmeyi kaybetmemek için elinden gelen her şeyi yapar. “Bilerek dünya hayatını ahiret hayatına tercih ettiği” için, o mevzuda elinden gelen her şeyi yapar. Dolayısıyla biraz evvelki mülahazalara bağlı olarak işi götürecek olursak şayet, bünyesine bir güve düşmüştür bunun, hiç farkına varmadan, onu kemiriyor, kemiriyor, kemiriyor. Fakat o, bunun farkında değildir. İç deformasyon yaşıyor demektir, bir iç çürümesi yaşıyor demektir. İyilikler, güzellikler dine ait güzellikler, içtenleştirileceği yerde, şeytanın dürtüleri, şerareleri, sinyalleri nefis tarafından sürekli çözülerek ona sunulduğundan dolayı, şeytanın şerarelerine göre hareket etmekte, nefs-i emmârenin dürtülerine göre hareket etmekte ve hevâ-i nefsine uyup hareket etmektedir.

   Ya kendileri birer paranoyak olan veya hedefine ulaşabilmek için toplumsal bir paranoyaya ihtiyaç duyan tiranlar, öteden beri, yaptıkları kötülükleri meşru ve mâkul gösterme hesabına yığınlarda ürperti hâsıl edecek şeyleri kullanagelmişlerdir.

“Hevâ-i nefsime uydum, pek çok günah ettim / Huzura hangi yüzle varayım, ya Rasûlallah!” diyor, hevâ-i nefsine hiç uymayan Leyla Hanım, Diyarbakırlı. Evet, مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ Nefsini/hevâsını ilah ittihaz eden; içten gelen dürtüleri ne ise şayet, taparcasına onların muktezasını yerine getiren, hafizanallah… Böyleleri âdetâ cinnet derecesinde her şey yaparlar. Kanun yoktur, bilmezler kanunu; hukuk yoktur, adalet yoktur onların kitaplarında; çünkü onlar, kitapsızdır. Kitap da okumazlar onlar. Belki şöyle-böyle diploma almışlardır fakat diplomalı cahillerdir hepsi.

Firavun’un “Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor!” şeklindeki ifadeleri de Hazreti Musa’ya karşı mele’ini kışkırtmaya matuf… Mele’, onun mâbeyn-i hümayunu, sergerdanları. Tabiî öyle serkerin aynı zamanda sergerdanı olması gayet normal. Mele’, o demek, Kur’an-ı Kerim’de geçen bir kelime; mâbeyn-i hümayun veya meclistekiler, meşveret halkı filan diyebilirsiniz. Onun halkı kışkırtması da bu tür paranoya mıydı, yoksa zulmüne bir bahane mi? Esasen zulme bahane bulma da yine paranoya ile irtibatlandırılabilir. Esas, “Yaptığım şeyleri yapacağım!” ilhâdı. Yaptığı şeylerin hepsi zulüm; yaptığı şeylerin hepsi zulüm… Ama insanları sindirme, bastırma, biraz evvelki menkıbe münasebetiyle bahsettiğim gibi, halkı o hale getirme…

Kelime kelimeyi hatırlatıyor; Kur’an-ı Kerim diyor ki: فَاسْتَخَفَّ قَوْمَهُ فَأَطَاعُوهُ إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا فَاسِقِينَ “O halkını küçümsedi, onlar da ona itaat ettiler. Doğrusu onlar yoldan iyice çıkmış bir toplum idi.” (Zuhrûf, 43/54) Kavmini hafife aldı. “Kast sistemine göre, siz, benim seviyemde insan değilsiniz!” Kast sistemi Hindistan’dan mı Mısır’a gitti, Mısır’dan mı Hindistan’a gitti, belli değil! İnsanları tabakalandırma… Birinci basamaktaki insanlar, serkârlar; daha güzel ifadesi serkerler.. ikinci basamakta, onu alkışlayanlar.. üçüncü basamakta ona destek olanlar.. dördüncü basamakta, onun gözünün içine bakanlar.. beşinci basamakta, artık tamamen ona zıt gibi görünen, ezilmeyi hak edenler.. ondan sonra altıncı basamak, yedinci basamak, sekizinci basamak, dokuzuncu basamak… “Bunların hepsi ezilmeyi hak eden insanlar. Bunları ezmezseniz şayet, muhtemel -binde bir ihtimal- bunlar gelir sizi ezerler, Kahire’yi sizin elinizden alırlar, Ahramlara otağlarını kurarlar ve dolayısıyla bugüne kadar çırpınıp durduğunuz, çırpınıp durarak elde ettiğiniz şeyleri kaybetmiş olursunuz. Elli türlü zillete katlanarak elde ettiğin bu şeyi, üç-beş tane çapulcunun gelip senin elinden almasına göz yumuyor isen, sen, akılsızsın demektir. Öyle ise, bunların hepsinin kökünü kazımak lazım, kezzap döküp kurutmak lazım onu; benim yaşamam, bu saltanat ve bu debdebe ile yaşamam, buna bağlıdır. Benim var olmam, benden başkasının yok olmasına bağlıdır. Ya benim gibi düşünecekler veya hukuksuz, kanunsuz bunların hepsi ölümü hak etmişler demektir.”

İslam dünyasında olan şey, bu!.. Derdest edip götürüyor Saddamcılar, Kazzafîciler; derdest edip götürüyorlar, “Senin suçun var!” diyorlar. “Yok yahu, ben bir şey yapmadım!” diyor masum. “Ee bir şey yapmadığını ispat et!” diyorlar. Bakın, ne hukuk mantığı bu!.. Vallahi böyle bir mantıksızlık karşısında ve bir de buna mukabil sesini çıkarmayanlar karşısında şeytan -zannediyorum- zil takıp oynuyordur. “Hiçbir zaman insanlık üzerinde bu kadar hâkimiyet tesis edemedim ben! Yirminci asrı, Allah (celle celâluhu), benim için yaratmış; bencil, egoist insanlar, tam bana göre insanlar!.. Sanki bu asır, benim asrım!.. Enâniyet asrı; egoizma, egosantrizma, narsizma asrı…” diyordur.

Çok insanda olabilir paranoya, hafizanallah. Vehimlere bağlanabilir insan; vehimlere göre hareket edebilir. Ama zannediyorum bu mevzudaki problemleri, o isi-pası silecek bir şey var ise, o da akl-ı selim, kalb-i selim, ruh-i selim, hiss-i selim heyeti ile meşveret ederek meseleyi götürmektir. Sâlim düşünüyorlar, sâlim hissediyorlar, sâlim konuşuyorlar, sâlim ruhları var… مَا خَابَ مَنِ اسْتَشَارَ Bunlar ile meseleleri meşveret ederek götürür iseniz, sürçmezsiniz, Allah’ın izni-inayeti ile… Salmazsınız kendinizi zift çağlayanına, hafizanallah!.. Akmazsınız zift deryasına, hafizanallah!.. Ama bir kısım vehimlere kapılarak “Şuna sahip oldum, buna sahip oldum; elimden alırlar bunları!” mülahazasına kendinizi kaptırırsanız, hiç farkına varmadan paranoyanın değişik mertebelerinde, değişik makamlarında bir yer tutmuş olursunuz.

Siz tutmadınız, inşaallah tutmayacaksınız; size tutturamayacaklar onu, Allah’ın izni-inayeti ile. Çünkü talip olduğunuz şey, o kadar büyük, o kadar yüksek ki!.. Ahsen-i takvîme mazhariyetin gereği de odur. Siz, bulacağınızı bulmuşsunuz, artık bulacağınız bir şey kalmamış. O’nu (celle celâluhu) bulan için bulacak bir şey kalmamış demektir; O’nu kaybeden de bir şey bulmuş sayılmaz! Hikem-i Atâiyye’de, İbn Ataullah-ı İskenderânî (Sekenderânî), مَاذَا وَجَدَ مَنْ فَقَدَكَ وَمَا الَّذِي فَقَدَ مَنْ وَجَدَكَ diyor; Hazreti Bediüzzaman da bunu alarak kullanıyor, bir kelime farkı ile. مَاذَا وَجَدَ مَنْ فَقَدَهُ * وَمَاذَا فَقَدَ مَنْ وَجَدَهُ “O’nu bulan, ne kaybetmiştir ki! O’nu kaybeden de ne bulmuştur ki?!.”

Evet… Ağrıttım başınızı.. helal edin hakkınızı.. deşeledim sızınızı.. bir kere daha vicdanlara/vicdanlarınıza duyurdum tanıdığınız, bildiğiniz kimselerin çektiği şeylerden dolayı acınızı!..

Bamteli: Aman Zehirlenmeyin!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi haftanın Bamteli sohbetinde özetle şu hususları dile getirdi:

Peygamber Efendimiz bazen bir mecliste yetmiş ya da yüz defa istiğfar ederdi; biz de hiç olmazsa günde yedi veya on defa gönülden bağışlanma dilesek!..

*Günümüzün insanı genel tavırları itibariyle her şeyi halletmiş gibi ciddi bir emniyet içinde yaşıyor; istiğfar ve tevbe gibi çok önemli dinamiklere uzak bulunuyor.

*Bağışlanma talebinin sözle yapılanına “istiğfar” denir. İstiğfar; insanın, içine düştüğü bir hatanın pişmanlığıyla kıvranarak Cenâb-ı Hak’tan kusurlarının affedilmesini ve günahlarının bağışlanmasını istemesi, afv ve mağfiret dilemesi demektir. İstiğfar, bir başlangıçtır; onun devamı ve müntehası ise, tevbe, inâbe ve evbedir.

*Tevbe; hataları itiraf edip pişmanlıkla kıvranmak, fevt edilen sorumlulukları yerine getirerek, yeniden toparlanıp Cenâb-ı Hakk’a yönelmektir. Hakikat ehlince tevbe; duyguda, düşüncede, tasavvur ve davranışlarda Zât-ı Ulûhiyet’e karşı içine düşülen muhalefetten kurtulup O’nun emirleri ve yasakları zaviyesinden, yeniden O’nunla muvafakat ve mutabakata ulaşma gayretidir.

*İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) mâsum ve masûn olduğu halde bazen bir mecliste yetmiş ya da yüz kere istiğfar ederdi; kendi ufku itibariyle, seyyidü’l-mukarrebin olması açısından ve imamlığı zaviyesinden, dualarında adeta nefsini yerden yere vururdu. Bu haliyle de bize nasıl davranmamız gerektiğini talim buyururdu.

Ne kadar değişik zehir ve ne çok zehirlenen insan var!..

*Nefsini sık sık sorgulamayan, istiğfar ve tevbe ihtiyacı hissetmeyen bir insan bütün mesâvîye karşı kapıları aralamış sayılır ve hiç olmayacak şeylerle çarpılır. Çarpıldığı her şey de onu felç eder, hafizanallah. Dünyanın cazibedar güzellikleri zehirler, felç eder. Basit bir aile muhitinden, bir gecekondudan bir gündüz-konduya gelince saltanat zehirlenmesine maruz kalır.

*Basit bir muhitten biraz daha alımlı çalımlı bir muhite gelme.. basit bir takdirden herkes tarafından takdir edilir bir duruma yükselme.. acz, fakr ve kuvvetsizlikten birden bire hiç ummadığı şekilde bir kuvvet ve bir iktidarı elde etme.. Cennet’in kenzi olan “Lâ havle ve lâ kuvvete”yi tamamen kendinde görme.. “istediğimi yaparım, istediğimi işlerim” mülahazasına kapılma.. biraz okuyup yazınca kendini her şeyi bilir zannetme… Bunlar kendisini sık sık kontrol etmeyen/edemeyen, günde birkaç defa ister istiğfar, ister tevbe, ister inâbe, ister evbe havuzunda arınmaya çalışmayan kimselerin zehirlenmeleridir.

*Meseleyi nefis muhasebesine bağlı götürmeyen, nazarı sürekli kalbî ve ruhî hayatta olmayan, günde bir kaç defa “Allahım, her amelimde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi, Sana halis aşk u iştiyakla dolu bulunmayı diliyorum, lütfet!..” demeyen insanlar, sayılan hususlardan biriyle zehirlenmekten kurtulamazlar.

Yollar yürünerek alınabilir; azim, irade ve gayretle bugün olmazsa yarın zirvelere ulaşılabilir.

*Marifet, muhabbet ve hal Müslümanlığının oluşma süresi, istidat ve kabiliyetlere göre farklılaşabilir. Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri gibi inkişafa açık müstaid bir fıtrat bile bazı şeyleri altmış yaşından sonra duyup hissettiğini söylemiştir. Hazreti Cüneyd’in bu sözünü, onun altmış yaşına kadar ciddi bir şey duymadığı, görmediği, tatmadığı şeklinde anlamak elbette ki doğru değildir ve böyle bir anlayış o mümtaz ruha karşı saygısızlık olur. Demek ki o büyük insan, gözünü insan-ı kâmil ufkuna dikmiş hep oraya bakıyordu ama o ufka dair bir kısım esintileri duymak belli bir zamana vâbesteydi. Belki de o, bu sözüyle insanlardaki istidat farklılıklarına dikkat çekmek istemişti.

*Her mefkûre insanının, hayatının gayesi bildiği dâvasını ve vazifesini üstün bir gayretle ele alması, kulluğa dair sorumluluklarını derin bir mesûliyet şuuruyla ve fedakârca yerine getirmesi gerekir.

*“Men câle nâle – Yollar yürünerek alınabilir, zirvelere azim, irade ve plânlarla ulaşılabilir; azimle yola koyulan ve yolculuğun gereklerini yerine getirenler hedeflerine nail olurlar.” ve “Men talebe ve cedde, vecede – Bir şeyi gönülden dileyen ve onu elde etmek için azim ve iradesinin hakkını vererek çalışıp çabalayan insan mutlaka istediği o şeyi bulur.” hakikatleri hep hatırda tutulmalıdır.

“Günahım gözümde büyüdükçe büyüdü ama onu alıp affının yanına koyunca, affını tasavvurlar üstü büyük buldum.”

*İnsan, kusurları ve günahları açısından kendisine derin ve kuşatıcı bir bakışla bakmalı; en küçük olumsuzluklarını Everest Tepesi kadar büyük görmelidir. Hani bir Hak dostu diyor ya, “Beni günahlarla tartarsa Hazreti Deyyân / Kırılır arsa-i mahşerde arş-ı mizan” Mü’min, kendine öyle bakmalıdır.

*Esved b. Yezîd hazretleri bütün hayatını dini omuzunda taşımakla ve halis kullukla geçirmiş. Her zaman dini hecelemiş, hep dinle gecelemiş, başka hiçbir şey düşünmemiş. Ruhunun ufkuna yürüme mevsimi gelince, iki büklüm olmuş, ağlamaya durmuş; endişesi yüz kıvrımlarında, gözünün irisinde okunuyormuş. Demişler ki; “Nedir bu hıçkırıklar, günahlarından mı yoksa ölmekten mi korkuyorsun?” Bunun üzerine o büyük Hak dostu, “Hayır hayır, iş çok ciddi; ben günahlarımdan ya da ölümden değil, küfür üzere ölmekten korkuyorum.” cevabını vermiş.

*Vakıa, ümidini yitirmemek ve reca hissini hep canlı tutmak da bir esastır. “Ger günahım kûh-i Kaf olsa ne gam ya Celîl / Rahmetin bahrına nisbet ennehü şey’ün kalîl” (Ey güzel isimlerinden birisi de Celîl olan ulu Sultanım! Gerçi benim günahlarım, büyüklüğünü takdir edemediğim Kaf dağından daha büyüktür. Fakat dağlar kadar günah işlemiş olsam da ne gam; yine kaçkınlar gibi dönüp dolaşıp Senin kapına geldim ya! Hem benim dağlar cesametindeki günahlarım Senin rahmet, merhamet ve af deryalarına nispetle bir “şey-i kalîl”dir; deryada damla bile değil.) Evet, bu reca hissini de yitirmemek lazımdır.

*İmam Gazzali hazretlerinin yaklaşımıyla, insan hayattayken hep havf yörüngeli yaşamalı, Allah karşısında mehabet duygusuyla oturup kalkmalı; fakat can hulkuma gelip el el ile, ayak ayak ile “elveda, elfirak” dedikleri zaman da hep reca soluklamalıdır. İmam Şafii’nin dediği gibi demelidir:

وَلَمَّا قَسَا قَلْبِي وَضَاقَتْ مَذَاهِبِي     جَعَلْتُ الرَّجَا لِعَفْوِكَ سُـلَّمَا

تَعَاظَمَنِي ذَنْبِـي فَلَمَّا قَرَنْـتُـهُ       بِعَفْوِكَ رَبِّي كَانَ عَفْوُكَ أَعْظَمَا

“Kalbim kasvet bağlayıp yollar da sarpa sarınca, ümidimi affına merdiven yaptım. Günahım gözümde büyüdükçe büyüdü ama onu alıp affının yanına koyunca, affını tasavvurlar üstü büyük buldum.”

Kimisi makam, kimisi servet, kimisi iktidar ve kimisi de maharetle zehirlenmiş.

*Evet, zehirleyen faktörler pek çoktur. Mesela, biraz evvel ifade edildiği gibi, gecekondudan, Eşrefpaşa’dan veya Kasımpaşa’dan bir yerlere sıçrayan külhaniler farkına varmadan öyle zehirlenirler ki, kendilerini bir şey görmeye başlarlar. Bir yerde okuduğumu hatırlıyorum: Esasen Hâmân mezar bekçiliği yapıyormuş. Mezar bekçiliğinden Amnofis’in yanına yükselince ve orada şeytânî dehasıyla artık her dediğini dedirtip yaptırınca zehirlenmiş.

*Cenâb-ı Hak, Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) kavminden olan Kârun’a, hazinelerinin anahtarlarını bile güçlü, kuvvetli bir topluluğun zorla taşıdığı büyüklükte bir servet vermiş, fakat o, bu serveti kendi becerisiyle kazandığını iddia etmiş. Hakk’ın, kendisine yaptığı iyilik ve ihsanlara bir şükür ve teşekkür ifadesi olarak insanlara iyilik yapacağı yerde, iyiliğin asıl sahibini unutmuş, kendini bencilliğin gayyalarına salıvermiş ve sahip olduğu servet u sâmânla şımarmış, böbürlenmiş, ferîh fahûr yaşamaya ve ifsada başlamış. O da mal, mülk ve servetle zehirlenmiş.

*Amnofis, halkı ezmek, zayıflatmak, tesirsiz kılmak, sonra da ezikliği kabul ettirerek kitleleri küçük olmaya ve küçük kalmaya alıştırmak suretiyle herkese boyun eğdirmiş. O da karşısında tasmalı ve prangalı halayıklar görmesi sebebiyle zehirlenmiş.

*Samirî ise marifetiyle zehirlenmiş. O aklı eren, konuşmasını bilen, el ve ayak hareketleriyle değişik beceriler sergileyebilen bir insanmış. Fakat o da kendisine bahşedilen bu mârifet ve kabiliyetleri bir buzağı heykeli/putu yapmada kullanmış ve bu sebeple tepetaklak devrilip gitmiş.

*Demek ki, sanatla veya bir başarı ortaya koymakla da zehirlenme oluyor. İnsan, sürekli kendisini kontrol altına almazsa ve dini disiplinlerle kendisini rehabilite etmek suretiyle ahsen-i takvime mazhariyetinin gereklerini yerine getirmeye çalışmazsa, hafizanallah, kendini salmış sayılır. Dolayısıyla da o türlü sebeplerden biriyle zehirlenmesi kaçınılmaz olur.

*En tehlikeli mesh (suret değiştirme, hayvan şekline bürünme) nedir biliyor musunuz? İnsanın, mesh olduğunun farkına varamamasıdır; hâlâ kendini Müslüman zannetmesi ve hala “onu getireceğim” iddiasında bulunmasıdır. Böyle bir gafletin zararı, sadece -bağışlayın- o ferdi küstahlaştırması, şirazeden çıkarması ve meshe maruz bırakması değil, aynı zamanda o yanlış İslamiyet telakkisiyle bir toplumu korkunç bir badire içerisine atmasıdır. Maalesef, günümüz İslam dünyasında böylesine bir fecaat, böylesine bir şenaat, böylesine bir denaet yaşanmaktadır.

“Sen, ey riyakâr nefsim! Dine hizmet ettim diye gururlanma!..”

*Dünyevî beklentilere bağlı olan herhangi bir hizmet akîm kalmaya mahkûmdur. Ancak “Varım ol Dost’a verdim hânümanım kalmadı / Cümlesinden el yudum pes dü cihanım kalmadı” mülahazasıyla, yürüdüğünüz yolda sonuna kadar yürürseniz, sizin karşınızda bütün kuvvetler, aysbergler bile olsa, tuz-buz olur erir gider Allah’ın izni ve inayetiyle.

*Allah’ın lütfettiği hizmet ve muvaffakiyetleri O’nun lütfu olarak bilmek lazımdır. Allah Teâlâ’nın kendi büyüklüğünü göstermesinin vesilelerinden birisi de çok küçük unsurları kullanarak çok büyük neticeleri halk etmesidir. O dilerse, çok küçük ve sıradan insanlara, dâhi ve güçlü kuvvetli kimselerin başaramayacağı işleri gördürür.

*Mazhar olunan başarılar ve güzellikler illa bir sebep ve vesileye bağlanacaksa, şöyle demeli: “Demek arkadaşlar arasında ciddi bir vifak ve ittifak var ki Cenâb-ı Allah tevfikini yâr ediyor. Hizmet gönüllüleri arasındaki kardeşliği bir vesile ve teveccüh kabul ediyor; o teveccühe teveccühle mukabelede bulunarak muvaffakiyetler lütuf buyuruyor.”

*Her fert, bir yönüyle kendi sa’yinin de işin içinde olması itibarıyla, “Ya Rabbî, bana lütfettiğin bu nimetlerin birer istidraç olmasından Sana sığınırım!” demelidir. Alvar İmamı nasıl diyor: “Değildir bu bana layık bu bende / Bana bu lütf ile ihsan nedendir?” Hazreti Pir de bu düşünceyi farklı bir ifadeyle şöyle dile getiriyor: “Nefis cümleden edna, vazife cümleden âlâ.” Yine, “Sen, ey riyakâr nefsim! Dine hizmet ettim diye gururlanma. ‘Allah bu dini, fâcir bir adamla da te’yid ve takviye eder.’ sırrınca, müzekka olmadığın için, belki sen kendini o racül-i fâcir bilmelisin!” diyerek bu hususa dikkat çekiyor. Kim diyor bunu? Doğduğu günden itibaren gözünün içine günahın girmediği bir insan söylüyor. Niye söylüyor bunu? Talebelerine ders vermek için: İşte böyle düşünün, Cenâb-ı Hakk’ın lütuflarını sahibinden bilin!..

489. Nağme: “Ey Yâr, Senden Dönmezem!..”

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, birkaç saat önce yaptığı sohbetinde özetle şunları söyledi:

İhtiyarlık gelip çatmadan evvel gençliğini ganimet bil!..

*Hazreti Üstad’ın “vatan-ı aslîlerine bir meyelan-ı şevk-engiz” ve “bir diyar-ı âhere gitmeye samimî bir şevk” sözü, ne güzel ifade!.. Bu dünyadan bıkmış usanmış, şevk ve zevki sönmüş insanın gönlünde ebedi kalacağı başka bir diyara iştiyakın uyanması. Bu zaviyeden bakınca sıkıntılar da rahatsızlıklar da hastalıklar da yaşlılık da birdenbire insan vicdanında rahmet hüzmelerine dönüşüyor, “Oh ne güzel!..” dedirtiyor.

*Hazreti Pir “…bu ihtiyarlığımın en sıkıntılı bir senesini, gençliğimin en ferahlı on senesine değiştirmem.” diyor.

*Gençlik, Allah’ın ayrı bir nimeti ama insan hevesat-ı nefsaniyeye takılmazsa, bohemliğe düşmezse, o gençlik dinamizmini boş şeylerde harcamazsa. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in “Beş şey gelmeden evvel şu beş şeyi ganimet bilip değerlendir” tavsiyesinde de ilk madde olarak “İhtiyarlık gelip çatmadan evvel gençliğini” ganimet bil, onu güzel değerlendir nasihati yer alıyor.

Yaşlıların en fenaları, heva-perest gençler gibi yaşayanlardır!..

*Evet, yaşlanmadan evvel gençliğinin kıymetini bil! Kılabiliyorsan gençliğinde, her gece, kıldığın namazlardan farklı olarak yirmi rekat daha namaz kıl; yapabiliyorsan her pazartesi-perşembe oruç tut. Belli bir yaş belli bir baştan ve bir kısım arızalar vücuda değişik yönlerden hücum ettikten sonra çok niyet etsen bile bunları yapamazsın.

*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “Gençlerinizin en hayırlısı, (sefahetten uzak durmakta ve temkinli davranmakta) ihtiyarlara benzeyendir. Yaşlılarınızın en fenası ise, (başını gaflete sokmakta ve nefsinin arzularına uymakta heva-perest) gençler gibi yaşayandır!” buyurmuştur. Demek ki, gençlerin en hayırlıları, ölüme bir adım kalmışçasına yaşlılar gibi hareket edenlerdir. İhtiyarların en şerlileri de, yaşını başını almış, elliyi aşmış, altmışı geçmiş, yetmişte işi bitmiş ama hala “dünya, dünya” diyen, zevk sefa peşinde koşan, bohemlik düşünen, hala gözü haramda, elleri haramda, hala çalmada çırpmada, hırsızlıkta, haramilikte, tıpkı cinnet yaşayan gençler gibi davrananlardır.

*Şikayeti, şekvayı, elden geldiğince şükre çevirmek lazım. Başa gelen bela ve musibetleri hamd ile karşılamak lazım. El-Kulûbu’d-Dâria’da da geçtiği ve Hazreti Pir’in de kullandığı gibi, “Elhamdülillahi alâ külli hal sive’l-küfri ve’d-dalâl – Dalalet ve küfürden başka her halden ötürü Allah’a binlerce hamd ü sena olsun.” demek lazım.

Amnofis bile kadınlara kelepçe takmamıştı!..

*İster “hareket” ister “camia” ister “cemaat”, adınıza ne denirse densin, Cenâb-ı Allah, siz Hizmet gönüllülerine çok büyük lütuflarda bulundu, size çok büyük hayırlar yaptırdı. Ümit ederim ve recada bulunurum ki, bu halinizle Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Kardeşlerime selam!..” dediği, “Gariplere müjdeler olsun!..” buyurduğu camiadan olursunuz.

*Şimdi garip misiniz değil misiniz? Her yerde evinizi basıyorlar mı basmıyorlar mı? “Hizmet adına himmet ettin mi etmedin mi?” diye elinize kelepçe vuruyorlar mı vurmuyorlar mı? Kadın-erkek tefrik etmeden herkese aynı muameleyi reva görüyorlar mı görmüyorlar mı? Hatta geçmişte sabık tiranların yapmadıkları şeyleri yapıyorlar mı yapmıyorlar mı?

*Amnofis çok büyük, tarih çapında bir zalimdi. Zulmünden, tahakkümünden, tasallutundan, tegallübünden ve “Ene Rabbükümü’l-a’lâ” demesinden ötürü eğer kendisine bir Nobel ödülü verilseydi, bilmem onu memnun eder miydi? “Ben sizin en yüce Rabbinizim!..” demişti, kendisini öyle görüyordu. Bu ölçüde kendini beğenmiş, akıl hastası, tamamen narsist, bakıp bakıp sadece kendini gören bir insandı ama erkekleri öldürdüğü halde kadınlara hiç cefa etmemişti. Hazreti Musa’nın anasının ellerine kelepçe vurmamıştı. Hazreti Musa’nın ablası Meryem validemiz gidip Hazreti Musa’yı koparıp annesine getirdiği zaman Amnofis onun eline kelepçe vurmamıştı.

Hizmetlerinizin hora geçtiğinin bir delili de maruz kaldığınız bu musibetler olmuştur!..

*Cenâb-ı Hak size çok büyük hizmet yaptırdı ama bir husus var ki, hep aklıma gelip duruyordu: Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: Belanın en çetini, en zorlusu, en aman vermezi, en bel kırıp boyun bükeni enbiyanın başına gelmiştir. Ondan sonra da derecesine göre imanın yanında olan insanlara!.. Kimlerin Allah’la irtibatı kavi ise derecelerine göre onlar da zulme uğramış; mağduriyet, mazlumiyet, makhuriyet, mahrumiyet yaşamışlardır. Bu zaviyeden, evet, hiç kimseye yaptırmadığını Allah size yaptırdı. Aklımdan geçiyordu ki: Acaba nezd-i ulûhiyette bu hizmetler kabule karin olmadı mı da bu insanlar bir elleri balda, bir elleri yağda, bir elleri kaymakta sürekli şerbet içip böyle hizmet yapıyorlar. Acaba hizmet kabule karin olmadı mı? Neden işkence edilmiyor? Neden ehl-i dalalet, ehl-i zulüm, ehl-i gaflet, hümeze ve lümeze erbabı, hasetçiler, yapamadıkları şeylerden ötürü “Nasıl onlar yapar da biz yapamayız?” diyenler Hizmet erlerine dokunmuyorlar?!.

*Neden Hizmet gönüllüleri, o enbiya-i izam, sahabe-i kiram ve tabiin efendilerimiz gibi, değişik dönemlerdeki mağdurlar, mazlumlar gibi, Şah-ı Geylanî, İmam-ı Rabbani, Mevlana Halid-i Bağdadi, Hasan Şazilî, Ahmet Bedevî, Ahmet Rifaî ve İbn Beşiş hazeratı gibi değişik bela ve musibetlere maruz kalmıyor? Böyle içimden geçtiği oluyordu. Bu bela ve musibetler fasit dairesi başlayınca bu düşüncemdeki su-i zan da yıkıldı. “Hizmet hora geçmiyor mu acaba? Ehl-i zulüm insafsızlar, bu camia içinde bulunan insanlara ilişmiyorlar, ısırmıyorlar, salya atmıyorlar, diş göstermiyorlar.” şeklindeki mülahazalarım bir yönüyle cevabını buldu.

*Kim kazanıyor, kim kaybediyor? Kim gayyaya doğru yuvarlanıyor, kim Allah’ın izni ve inayetiyle adım adım “fenafillah”a, “bekabillah”a doğru yürüyor?!. Cenâb-ı Hak o istikamette yürümede sabitkadem eylesin. Bu güne kadar belli ölçüde istikamet üzere devam edilmiştir. Fakat istikamet çok önemli olmakla beraber inandırıcılığı ve başkalarına güven vadetmesi açısından onun devam ve temadisi de çok önemlidir.

O kadını yerde sürükleyenlere olsa olsa Hitler’in SS’leri nazarıyla bakılabilir!..

*Geçen gün bir kadını, hangi düşüncedeyse bilmiyorum, ellerinden tutmuş, iki tane SS’çi (Hitler’in kişisel muhafızlığını yapmak üzere kurulmuş birliklerden olan kimseler) sürüklüyordu. Öylelerine ancak Hitler’in SS’leri nazarıyla bakılır. İki tane SS’çi sürüklüyorlardı; bir yüz metre kadar da sürüklediler. Kadın bağırıyordu. Duygusu ne ise; “Lât” diyebilir bir insan, “Menat” diyebilir, “Uzzâ” diyebilir. İnsan vicdanı açısından, bir kadını iki SS’çinin öyle ellerinden tutup ona hayvana bile yapılmayan şeyleri yapmaları; bir arabanın arkasına bağlayıp birini sürüklemeleri!.. Bu, dünyada başka bir yerde görülmemiştir. Amnofis böyle bir şey yapmamıştır; İbnüşşems böyle bir şey yapmamıştır; temerrüd kökünden gelen Nemrut böyle bir şey yapmamıştır, kat’iyen ve katibeten, hele taife-yi nisaya… Seyyidina Hazreti İbrahim’in yanında mübarek validemiz var, eşi de var. Hazreti İbrahim din kardeşliğini kastederek tarizde bulunup “Kız kardeşim” deyince Nemrut ilişmiyor ona, “kadın” diyor ve ilişmiyor.

*O kadının öyle sürüklendiğini görünce; bilmiyorum, Robespierre öyle bir şey yaptı mı? Arkadaşlarını bile astırmıştır ama bir kadına iliştiğini, bir kadına öyle yaptığını bilmiyorum.

“Benim başı kapalı bacılarıma” (!) hiçbir Yezid, hiçbir Haccac böyle bir zulmü reva görmezdi.

*Ya bugün başı kapalı bacılarımızın maruz kaldığı zulüm!.. Herkesin, hatta onu yapanların ve yaptıranların bile “Benim başı kapalı bacılarım!..” diye onları ifade etmesine rağmen, o mübarek bacılarımızın ellerine kelepçe vurulması, adi birer şaki gibi teşhir edilmeleri, tarihin hiçbir döneminde, hiçbir Yezit, hiçbir Haccac, hiçbir zalim tarafından uygulanmamıştır.

*Bir de, emreden ile emri yerine getiren ne kadar da birbirine uymuş. İhtimal hesapları açısından, “Bu kadar uyum milyonda bir ihtimalde bile olmaz!” diyorum. Bu insanlar nasıl böyle birbirlerini buldular? Adeta “Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş”. Nasıl böyle birbirlerini bulmuşlar? Biri “Böyle yapın!” diyor, öbürü gözünün yaşına bakmadan o mesâvîyi irtikâp ediyor.

*Sağ olsunlar, teşekkür ederiz. Bu türlü mezalimi yaptıkları bacılarımızın derecelerini mertebe mertebe yükseltiyorlar. Meryem validemize, Hatice validemize, Aişe validemize yükseltiyorlar. Bunların günahları ne? Fakire fukaraya yardım olsun diye himmet toplamışlar. Zalimane el konan bir banka batmasın diye, kredi toplamış oraya yatırmışlar. Bir bitirme mülahazası, şeytanî fikri karşısında, ona meydan vermemek için, bütün himmetlerini belli bir noktada teksif etmiş, bu fitne ve fesat cereyanını durdurmak istemişler. Allah rızası için.. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın mübarek ruhunu ikame etmek için.. Ruh-u Revân-ı Muhammedî’nin her yanda şehbal açmasını sağlamak için.. dünyanın değişik yerlerinde mağduriyet, mazlumiyet, mahkumiyet yaşayan insanlara yardım etmek maksadıyla kurulmuş yardım cemiyetlerine yardım etmek için himmet toplamışlar, oralara yatırmışlar!..

*Fakat, ehl-i haset ve dalalet ne yaparlarsa yapsınlar, hissiyatımız ve duruşumuz şu istikamettedir:“Bir cefâkeş aşıkem ey Yâr Senden dönmezem / Hançer ile yüreğimi yar Senden dönmezem / Ger Zekeriya tek beni baştan ayağa yarsalar / Başıma koy erre Neccâr Senden dönmezem / Ger beni yandırsalar, toprağımı savursalar / Külüm oddan çağırsalar Settâr Senden dönmezem.” (Nesîmî) Senden dönmezem!.. Allahım, Senden dönmezem!.. Ey Rasûl, Senden dönmezem!.. Ey hakaik-i Kur’aniye, senden dönmezem!.. Ey doğru yolun yolcuları, sizden dönmeyiz!..

405. Nağme: Nifak Çağı ve Cumhurbaşkanlığı Seçimi

Herkul | | HERKUL NAGME

Fethullah Gülen Hocaefendi, Türkiye saatiyle, 7 Ağustos 2014 Perşembe 00:15’te sona eren yeni sohbetine Nâilî-i Kadîm’in şu beytini okuyarak başladı:

“Gül hâre düştü, sînefigâr oldu andelib / Bir hâre baktı bir güle, zâr oldu andelib”

(Gül dikenliğe düşünce, bülbülün sinesi yaralandı / Bülbül, bir güle, bir de dikene baktı, oracığa yığılıverdi)

Muhterem Hocamız şunları söyledi:

Gül dikenliğe düşünce bülbül dilgir olurmuş. Bir hâre -dikene- bakarmış bir de güle, zar koparırmış. Nâilî-i Kadîm… Tahlili uzun söz ister. Çünkü sebk-i hindi üzerine söylenmiş. Ama günümüzü güzel ifade ediyor. Belki o ifadeye ilave edilecek bir şey var. Gülünüz hâre düşse de, siz bülbül iseniz, bence güle zar etmemek lazım. “Âşıkım dersen bela-yı aşktan âh eyleme / Âh edip ağyarı âhından âgâh eyleme!” “Şuara leşkerine mir-i livâdır sühânım” (Sözüm, şâirler ordusuna bayrak emîridir.) diyen şairler sultanı Fuzuli’nin bu da. Biraz değiştirerek “Dertliyim dersen bela-yı dertten âh eyleme / Âh edip dert bilmezleri âhından âgâh eyleme!” Ocaklar gibi yan ama gam izhar eyleme, derdini kimseye duyurma. Böyle bir dönemde yaşıyoruz.

Asıl yiğitlik, sürekli kötülük yapana karşı da iyilik yapabilmektir!

Kalbin de tıpkı mide gibi bir hazım, bir sindirme sistemi varsa, ona göre de bir takım enzimler varsa ki biz var olduğunu söylemeye çalışıyoruz; iman-ı billah, hakiki iman, marifetullah, muhabbetullah, iştiyak likaullah ve iştiyak likaurasulillah gibi enzimler… “Gelse celalinden cefa yahut cemalinden vefa…” Sürekli mızraklansan, sürekli iğnelensen, sürekli sağdan soldan çuvaldızlar yesen de bunlarla onları eritmeli, bir ‘of’la bile kendini ifade etmemelisin. Geçmişti daha evvel; “Sabır kurtuluşun sırlı anahtarıdır.” Gelen şeyler bazen sağdan gelir, bazen soldan gelir; bazen önden, bazen arkadan, bazen alttan, bazen üstten. Bazen evinizin içinden gelir, bazen secdede yanınızda durandan gelir. Bazen dirsek dirseğe, diz dize, topuk topuğa temas ettiğiniz insanlardan gelir. Asıl yiğitlik bunları hazmetmek, ses çıkarmamak ve yiğitçe ‘Hakkım helal olsun!’ diyebilmektir.

Hakkın müdafaası olarak tashih hakkınız, tavzih hakkınız, tekzib hakkınız ve icabında bu meş’um ağızları susturma adına karakterinize yakışır şekilde, insanca hatta melekî, melekutî yanınızla bunlara cevap verme hakkınız mahfuzdur. Fakat aynı hırçınlıkla coşma, taşma; ille de dediklerini diyeceğim, ettiklerini edeceğim, söylediklerini söyleyeceğim, yazdıklarını yazacağım, çizdiklerini çizeceğim ve bir kategori içinde mütalaa edeceğim, karalayacağım, tutmasa bile üzerinde iz bırakacak şekilde çamur atacağım… gibi uğursuz, densiz tavır ve davranışlara mukabelede bulunmama yiğitliktir.

Seyyidina Hazreti Mesih (aleyhisselam) ruhta derinliği temsil eden enbiya-ı izamdan biridir. İnsanlığın İftihar Tablosu ahir zamanda onun ineceğini söyler; şahs-ı manevi olarak ya da başka şekilde, detayda münakaşaya girmemeli, asılda mutabakat sağlamak lazım. O, “senin sağ tarafına bir tokat vururlarsa, dön bir tokat da sol tarafına vursunlar ama tokatla mukabelede bulunma!” buyurur. İşte bu sözün sahibi söz sultanı der ki: “İyilik sana karşı iyilik yapana iyilik yapma değildir. Sürekli başından aşağıya kötülük yağdırana iyilik yapmak, işte asıl iyilik odur.” Zannediyorum günümüzde o ruha dilbeste, o ruha hayranlık ve iştiyak izhar eden insanlara düşen de böyle davranmaktır. Şayet böyle davranmazsanız, karakterlerinin gereği bölüp-parçalamayı, insanları birbirine düşürmeyi şiar haline getirmiş bazı kimselerin yaptıklarına aynı şeylerle mukabele ederseniz, bir ayrılığı ikiye katlamış olursunuz. Birbirinizden uzaklaşmayı ikiye katlamış olursunuz. Sonra bir gün taraflardan biri bir nedamet duyarsa, iki katlık bu mesafeyi kat etme enerjisini sarf etme mecburiyetinde kalır. Siz durduğunuz yerde durmalısınız. Uzaklaşanlar bir gün dönüp gelirse, sadece kendi uzaklıklarını kat etmiş olurlar. Onlara da o kadar zahmet çektirmiş olursunuz. En kötü insanlara bile kötülüklerine mukabil o kadar zahmet çektirmeme kararında, niyetinde, azminde, centilmenliğinde bulunmak lazım.

Böyle bir devir yaşıyoruz. Çünkü bu devir nifak devri İslam dünyasında. Mine’ş-şark ile’l-garb, mine’l-cenub ile’ş-şimal, bir nifakın bütün İslam dünyasında hakim olduğu bir dönem yaşıyoruz. Eğer realiteleri görmezsek, konjonktüre vakıf olmazsak, farkına varmadan bir şeyler yapıyoruz zannederek çok kötülükler etmiş oluruz İslam’a, hafizanallah. Kim kötülük yaparsa yapsın, kötülükle mukabelede bulunmamak lazım.

O saldırganlara sadece acınır!

Bunları söylemek pek hoşuma gitmiyor, ama malum ama meçhul bir takım kimselere karşı… Gönüllerinizde siz iz sürerek kim olduğunu anlarsınız onların. Onun için bunları söylemek pek hoşuma gitmiyor. Ama sizin de gördüğünüz gibi öyle bir dönem ki… Mesela deseniz “İnsanları cennete götürmek istiyoruz!” İçinizde bu pozitif, müspet mütalaaya itiraz edecek var mı? “Yolunu, yöntemini bulduk, gözleri görmeyenlere değneklik yaparak, ayakları tutmayanları sırtımıza alarak onları cennete götürmek istiyoruz!” deseniz. Şu an öyle bir çarpıtma ahlakı yaşanıyor ki, size şöyle derler: “Yahu dünyada bu kadar yapılacak iş varken hala kaçamak oynuyorlar. Cennete gideceksiniz de ne olacak?” İşte böylesine çarpıtmaların zirve yaptığı bir dönemde herhalde bir kesime çok akıllıca davranmak, Muhammedî ruhla davranmak, Muhammedî ahlakla davranmak (bin kere salatu selam olsun O’na), Seyyidina Hazreti Mesih ruhuyla hareket etmek, Yunus Emre ruhuyla hareket etmek, “Dövene elsiz, sövene dilsiz, derviş gönülsüz gerek” demek lazım. “Dervişlik hırka ile taç değil / Gönlünü derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil!” El-âlem payelerle kendilerini ifade ededursunlar, payeleri kendi hesaplarına kullansınlar. Sizin için en büyük paye tevazu, mahviyet, hacalet, kendini sıfırlamadır. Sana ‘varsın’ dediklerinde kendi üzerine bir çarpı çekme, ‘yok’a nasıl var diyorsunuz’ diye itirazda bulunmadır. Yokta var olduğunu iddia eden varlıkta yokluğu bilemez, sohbet-i yar lezzetini -beyim- ağyar olan bilemez. Varsın başkaları bunu bilmesinler. Zaten her halleriyle de bilmediklerini ortaya koyuyorlar.

Bir mübarek müesseseyi, senelerden beri hep iyiliğin dili, tercümanı olmaya çalışmış bir müesseseyi protesto niyetiyle, onların duvarlarının dibinde tel örgülerini aşmak üzere adeta -keşke onu da demesem- Bastille kaçkını gibi insanlar toplanmış, birini de omuzlarına almışlar, orada bayrak indirmeye çalışıyorlar. O omuzlarda olan da demek onların serkârı. En çok bilenleri!. “La ilahe illa Muhammed, La ilahe illa Muhammed” diyor. Demek ki hayatında kelime-i tevhidi, kelime-i şehadeti bile söylemesini öğrenememiş. Onlara “kaçkın” dedim, siz beni mazur görün, onlar da lütfen bu eksikliklerini görsünler. Şimdi bir insan böyle bir şey söylese, dersiniz ki, “Sürç-ü lisan oldu.” Fakat çevresinde kitle psikolojisiyle hareket eden o yığın da –Birinin dediği gibi ben “çapulcu” demeyeceğim. Çünkü o bana çirkin geliyor. Lisan bozukluğuna maruz kalmış bir hasta insanın kullanacağı tabirdir o- 50 tane 100 tane adam da aynı şeyi tekrar ediyor, “La ilahe illa Muhammed, La ilahe illa Muhammed” diyorlar. Meseleye baktığınızda bu bir yanıyla şirktir. Sözde birilerine karşı tevhid dersi verme adına şirk mırıldanıyorlar ama farkında değiller.

Birilerini ta’n u teşniye matuf bunları söyledim zannetmeyin. Size söven, sayan, aleyhinizde olan, bu anlayışta ve mantalitedeki insanlara bence sadece acınır. O çirkin seslerini çıkarmamak için biraz bal, biraz kaymak, bir lokma üzerine sürülerek onlara atılır, konuşup günaha girmesinler diye. Kemik de demedim, çünkü o da başkasına atılır. Eğer azıcık insafları varsa, zannediyorum, seslerini keserler. Azıcık imanları varsa, seslerini keserler. Azıcık iz’anları varsa, seslerini keserler. Zira hayvanlar bile, en vahşi hayvanlar bile, bu kadar centilmenliği katiyen karşılıksız bırakmamışlardır.

Yumuşak söz, yumuşak kalbin sesi soluğudur; aksi ise…

Firavun gibi, Amnofis gibi bir mütemerride -en sevdiği kulunu tehlikeye atma demektir- “korkuyorum beni öldürürler” diyen bir kulunu gönderiyor ve fakat ona ve kardeşine diyor ki “Firavun’a gidin, yumuşak bir dil kullanarak duygu ve düşüncelerinizi seslendirin!” Amnofis bu, kavmini kast sistemine göre hafife alan, “Siz sadece mahluksunuz, bana hizmet etmek için yaratılmışınız!” diyen; diğer bir ayette de “Sizin -haşa- yücelerden daha yüce tanrınız benim!” diyen Amnofis. Şimdi böyle birine Allah şanlı elçisini gönderirken “kavl-i leyyin” diyor. “Ya Rabbi niye kavl-i leyyin (yumuşak söz) diyeceğiz ki?” Yumuşak söz, yumuşak kalbin sesi soluğudur, yumuşak düşünmenin sesi soluğudur, yumuşak tavrın sesi soluğudur. Hırçınlık, huşunet, çekememezlik, hazımsızlık, kin, nefret ve intikam duygusu şeytanın huyudur. Secde etmedi, sonra hala temerrüdü içinde. Zayıf bir hadiste, Cenâb-ı Hak tarafından “Git Hazreti Adem’in mezarı başında ona secde et, yine kabul edeceğim!” denildiğinde de “gitmem” der inadına. Kinin, nefretin abide şahsiyetini arıyorsanız budur. Her devirde bunun peyrevleri de olmuştur. Yumuşak davranır, yumuşak konuşur, düşüncelerinizi yumuşak bir üslupla ortaya koyarsanız, ihtimal aklını başına alır, o da düşünür ve sonra haşyet duygusuna yönelir. “Bakın, bu kadar temerrüdüme, bu kadar hoyratlığıma, bu kadar kabalığıma, bu kadar intikam hissime rağmen mukabelede bulunmadılar!” der. Ve böyle de olmuştur, o Amnofis…

İsterseniz muhavele, isterseniz mülaane, isterseniz mübahele diyebilirsiniz. Ben “Kötülüğü biz yapıyorsak, Allah’ın laneti bizim üzerimize olsun, yoksa kim yapıyorsa onların üzerine olsun!” dedim. Buna bir yönüyle mübahele denir, bir yönüyle mülaane denir; Nur Sure-i Celilesinde açıkça ifade ediliyor lanetleşme. Bir kısım ehl-i tahkik nezdinde de muhavele denir; kim yanlışsa onun Allah’a havale edilmesi demektir. Bu tabir de çok çirkin, mümin için kullanılmaz ama bir kısım zilzurna cahiller, kalktı buna beddua dediler, beddua şeklinde algıladılar, son söylenen sözleri de yine beddua diye algıladılar.

Şimdi toplum böyle mük’ap bir cehalet yaşıyor. Antrparantez arz ediyorum: Mük’ap cehalet, herkesin bildiği bir şey olmayabilir. Terminolojimize Ziya Gökalp’ın kazandırdığı bir şeydir. Bir basit cehalet vardır, bir muzaaf cehalet vardır, bir de mük’ap cehalet vardır. Basit cehalet, insan bilmez; muzaaf cehalet, bilmediğini bilmez; mük’ap cehalet, bilmediğini bilmez ama kendini biliyor zanneder. Mük’ap demek üç buudlu, üç derinlikli cehalet demektir. O mük’ap cahiller, meseleyi farkı şekilde sağa sola çektiler, değerlendirdiler. Bunlar arasında kendini kalemşör sayanlar da var, sütun tutanlar da var, jurnalde yeri olanlar da var. Çok farklı şekilde değerlendirdiler bunları; ta’n u teşniye vesile yaptılar, karalamak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Evet bu açıdan da böylelerinin üzerine giderken bile kavl-i leyyin deniyor. Onlar diyorlar ki “Allahım bu adam taşkınlık yapar, üzerimize gelir, korkuyoruz bundan.” Allah da onlara tenbih buyuruyor: Korkmayın Allah sizinle beraberdir, en iyi gören O’dur, en iyi bilen O’dur. Havale edin O’na, O bu problemleri halletsin, parçalanmaya çalışılan bu toplumun sağa sola saçılmış enkazını Allah (celle celaluhu) yeniden bir araya getirsin.

Bir Uğrak Yeri Olarak Anadolu ve Birlik Ruhu

Bu toplum tek bir kategoriye irca edilecek gibi değildir. Anadolu, memerr-i akdâmdır, herkesin uğradığı bir yer. Hunlar gelmiş geçmişler, Hititler gelmiş geçmişler, değişik Oğuz boyları gelmiş geçmiş, batıya doğru geçmişler. En son Kayı boyu gelmiş. Belki ilk defa Malazgirt’le -makamı bin defa Firdevs olsun- Alparslan cennet mekan Hazretleri Anadolu’nun kapılarını açıyor. Daha sonra da Anadolu’da o akvâm-ı muhtelifeyi, gayr-i mütecanis toplumu, bir araya getirme onlara müyesser olmuş, Allah’ın işi. Bir yönüyle Hulefa-i Raşidin’den sonra belki en mükemmel bir devlet idaresine, ütopyalar üstü bir devlet idaresine sahip olan Osmanlı’ya müyesser olmuş.

Siz hangi ırktan geliyorsanız, mesela Türk’sünüz, iftihar edebilirsiniz. Bir insanın mensup olduğu milletle iftihar etmesi tabii hakkıdır. Fakat bu katiyen başkalarını tahkir etmeyi gerektirmez. O surette kendi milletinizin kıymetini de bilmiyorsunuz demektir. Kur’ân, Zat-ı Uluhiyet’le alakalı bir meseleyi anlatıyor: “Onların Allah’tan başka yalvardıkları tanrılarına hakaret edip sövmeyin ki, onlar da cahillik ederek hadlerini aşıp Allah’a hakaret etmesinler!” (En’am, 6/108) Elin alemin zinhar Lat’ına, Menat’ına, Uzza’sına, Zeus’una, Afrodit’ine sebbetmeyin, uygunsuz, nâsezâ nâbecâ söz söylemeyin; kalkar onlar sizin Allah’ınıza, Peygamberinize söz söylerler, o sözü siz söylemiş olursunuz. Bilenler için İslami ahlak budur. Siz şimdi kendi milletinizi seversiniz. Hazreti Pir’in dediği gibi, mesleğin muhabbetiyle yaşama, milliyetin muhabbetiyle yaşama, hangi ırka mensupsan onun muhabbetiyle yaşama.. fakat bu, başkalarına adaveti, düşmanlığı gerektirmez. Türkiye’de akvam-ı muhtelife var. Mesela, Babil’den gelmiş Ekrad kardeşlerimiz var; bir dönemde sultanlık kurmuşlar ki dünyaya bedel; bir dönemde dünyanın kaderine hakim olmuşlar ve bugün sizin bir parçanız. Bu parçayı görmezlikten gelmek, körlüktür. Abazalar vardır, hafife alamazsınız. Sen ne olursan ol, milletini seviyorsan, başkalarını hafife alamazsın. Gürcüler vardır, Türkler vardır, Boşnaklar vardır, Arnavutlar vardır, Makedonlar vardır, daha dünyanın dört bir yanından gelmiş hatta farklı din mensubu insanlar vardır; Süryaniler vardır, Nasturiler vardır. Kendi içlerinde de onların farklı farklı mezhepleri vardır. Yiğitlik ve istikamet, bir yönüyle dünyada sesin, sözün geçerli olması meselesi, bütün bunların hepsini tefrik etmeden bağrına basabilme yiğitliğidir.

Bazıları da kalkmış, Rusya’nın içinden gelmiş; hatta bir mülahazaya göre Devlet-i Aliye’yi parçalamak için içine girmişlerdir. Karadeniz’de oturmuşlardır, sonra Türklerin içinde erimişlerdir. Sen birine Laz, birine Abaza, birine Kürt dediğin takdirde, kalkar kendine “Sen de falan filan!” dedirtmiş olursun. Bu açıdan, insanları tefrikaya, ihtilafa sevk etmeden, parçalamadan, bölmeden milleti bir arada tutabilme, herkese bağrını açabilme esastır. Bir söz var; “Vicdanınız öyle bir enginlikte olmalı ki, kim olursa olsun, kalbinize girdiği zaman ayakta kalma endişesine kapılmamalı.” Günümüzde o Mevlana ruhuna, Yunus Emre ruhuna, o başka Hünkar ruhuna sahip olmaya ihtiyaç var. Bu kadar engin kucaklı olmak lazım.

“Bağrım sana da açık, gel seni de bağrıma basıyorum!”

Bir hususu bir defa daha arz edeceğim müsaadenizle. Kıtmir, o kadar sabırlı değil, bilirsiniz. Ama altı-yedi aydır birisi “Yüz elli iki yüz kadar hakaret lafı, küfür söylendi” dedi. Zannediyorum Amnofis Hazreti Musa’ya bunun onda birini söylememiştir. Ama siz de şahitsiniz ki, ben bir tek kelimeyle mukabelede bulunmadım. Çıkar bir televizyonda konuşurdum, en azından burada konuşurdum. Şu çirkin kelimeler bitsin, bakalım artık ne bulacaklar, ne diyecekler.. yeter falan…

İşte bir gün bir tanesi yine -herhalde aynı genleri taşıyanlardan bir tanesi- Koca Mevlana çarşıda yürürken karşısına dikiliyor. Sahih Hadis-i Şerif’lerde “Yetmiş bin tane taylasanlı Süfyan’a arka çıkacak, arkasından gidecek!” deniyor, ihtimal öyle yobazlardan bir tanesiydi. Günümüzde de lâyuad velâyühsâ mevcuttur bunlar. Karşısına çıkıyor, “Yok sen ‘yetmiş iki millete kapım açıktır, bir ayağım İslam’ın merkezinde, bir ayağım yedi düvel içinde dolaşıyor’ diyorsun. Sen melunun tekisin, kâfirin tekisin, müfsidin tekisin.. sizin dininizden bile şüphe ediyorum, sülüksünüz, siz paralelsiniz, siz aşağılık mahluksunuz, siz organizasyonsunuz…” ağzına ne geliyorsa, dağarcığında ne varsa söylüyor. İhtimal bunları söylemek için de günlerce fikir yormuş, dağarcığına doldurmuş bunları; bir kaç defa da tekrar etmiş, ezberlemiş; sonra o şefkat, merhamet, mülayemet insanının karşısına çıkmış; hepsini birden onun üzerine karbondioksit atıyor gibi püskürtmüş. Hazret, fevkalade temkinle, tedbirle, teyakkuzla, basiretle dinlemiş. Bakmış dağarcıktaki şeyler bitti, diyeceği bir şey kalmamış. “Sözün bitti mi?” demiş. “Bitti vallahi, diyecek bir şeyim kalmadı.” Elli senedir aleyhimde yazı yazan birisi de öyle demişti Kıtmire: “Valla elli senedir yazı yazıyorum, artık şimdi diyecek bir şeyim kalmadı.” Hazreti Mevlana, “Kardeşim, bağrım sana da açık, gel seni de bağrıma basıyorum” demiş. Bence günümüzün insanına, insanlığını müdrik olan insanına, ahsen-i takvime mazhar olan insanına düşen şey budur. Kıtmir’in ilk defa bu mevzuda söylemek istediği şey bu olsun. Burada sizi veya başkalarını incitir bir lafta bulundumsa Allah beni affetsin..

Cumhurbaşkanlığı Seçimi ve Oy Tercihi

Soru: Cumhurbaşkanlığı seçimiyle alakalı değerlendirmelerinizi ve tercih hususundaki tavsiyelerinizi lütfeder misiniz?

Bu çok önemli bir mesele; çünkü daha sonra herhalde parlamentonun, bakanların intihabı da biraz o işe bağlı; onların isabetli seçimi de biraz ona bağlı. Türkiye’nin geleceği de ona bağlı. Türkiye son iki üç dört beş senedir problemler sarmalı içinde, çevresinde dost kalmamış garip bir ülke olma durumunda. Yeniden yeni hatt-ı muvâsalalar temin ederek, köprüler kurulması.. Mısır ile bir münasebet içinde bulunma, Suriye ile bir münasebet içinde bulunma.. Irak ile bir münasebet içinde, Pakistan ile bir münasebet içinde, Somali ile, Sudan ile, Fas ile, Tunus ile, Cezayir ile.. hatta Avrupa Birliği peşinde senelerden beri koştuğumuzdan dolayı, demokratik değerler ve kriterler adına öyle olma peşinde koştuğumuzdan dolayı, Avrupa devletleriyle, Avrupa Parlamentosu ile.. tâ 51’li yıllardan bu yana içinde bulunduğumuz NATO ile münasebetlerimizi yeniden tesis etmeye matuf yumuşak bir atmosferin oluşması… Bu kendi içimizde bile birbirimizle geçinemediğimize göre, sanki dünya ile geçinememe meselesi tabiî bir hal almış, “Biz işte böyle biriyiz!”. Hayır, bunlar aşılmalı, kendi içimizde de bu problemler giderilmeli.

Âkif’in sözü: “Tefrika girmeden bir millete düşman giremez / Toplu çarptıkça yürekler onu top sindiremez.”

Ondan dört buçuk asır evvel yaşayan Yavuz Selim cennet mekân:

“Milletimde ihtilaf ü tefrika endişesi,

Hattâ kûşe-i kabrimde bîkarar eyler beni.

İttihad etmekken a’dâya karşı çaremiz,

İttihad etmezse millet, dağidar eyler beni.

Evvelâ, bir molekül mahiyetinde diyebileceğimiz, kendi ülkemizde o vahdet ruhunun, o sevgi atmosferinin, o herkese kucağının açık olması düşüncesinin, engin insânî anlayışın hakim olması lazım ki, burada tecrübeyi kazanmış ve o testten geçmiş insanlar olarak, buradaki tecrübelerimizi değerlendirerek, başkalarıyla da yeniden bir dostluk tesis edebilelim. Bu açıdan da bu türlü intihaplar çok önemli.

Ama biraz evvel arz ettiğim gibi insanımızın çoğu böyle kitle psikolojisiyle.. Batıda da olan o kitle psikolojisiyle.. bütün o ihtilaller tarihinin arkasında hep o derme çatma düşünce vardır. Biri çıkmış ortaya, “yürüyün” demiştir ve onlar da yürümüşlerdir. Doğru mu değil mi belli değil!. Böyle bir durum! O açıdan da yanlış intihaplar olabilir. Dolayısıyla bu yanlış intihaplar Türkiye’deki ihtilafı, iftirakı yeniden körüklemiş olabilir. Oysaki, herkesin kucaklanması lazım. Yoksa bu bizi bulunduğumuz bölgede yapayalnız bırakır. Çok dostumuzun var olduğu söylenemez şu anda. Birileri bize dost gibi görünüyorsa, bize dost olmada onların da belli çıkarları vardır. Çıkarların fasl-ı müşterekinden dolayı sûrî dostluklarını devam ettirmeye çalışıyorlar. Yoksa yürekten bir dostun var olduğu katiyen söylenemez. Bunları söylerken de bilgi iddiasında bulunmayacağım, fakat artık ayağa düşmüş bilgiler olduğundan, Kıtmir’in bilmesinde de bir mahzur, bir iddia yok herhalde.

İsabetli bir intihapta bulunmak lazım. Bu bir! Temhidin bir parçası.

İkinci parçası şu: Ben hayatımda şimdiye kadar “falana filana oy verin!” demedim. Katiyen! Zaten bir dönem takip ediliyordum, ben de kaçıyordum. O kaçmada da güzel bir bahane bulmuştum, altı sene kaçtım. Bana “Ya kaçmasan!..” falan diyenlere diyordum ki: “Yahu ben Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) güçlü değilim ki! O da Mekkeli mütemerridlerden ayrıldı, Medine’ye gitti -kaçtı tabirini betahsis kullanmadım-. Ama Hazreti Musa kendisi kullanıyor; Mısır’dan Eyke’ye firar ediyor. Hazreti İsa saklanıyor. Hazreti Nuh kavminden sıyrılıyor. Ben de bunları söylüyordum. O büyük insanlar da temerrüd karşısında, tasallut karşısında, ısırma karşısında onlardan uzakta durmayı tercih etmişler. Buraya son gelişim de bir kaçma değil, hastaneye geldim. Haziran fırtınası kopunca, “Hele biraz daha duralım, hele biraz daha duralım; Türkiye için problem olmayalım!” Sûrî çağrılar da oldu. Herhalde adımı anmamaya yemin etmişlerdi, yeminde keffaret lazım gelir (!) diye “Pennsylvania, Pennsylvania, Pennsylvania” oldu. Belki yemin etmişlerdir, siz öyle düşünün. Yoksa tenezzül etmemeye bağlı bir ad anmama meselesi demeyelim buna, yine meseleyi hüsn-ü zanna verelim.

Ama buradayken, referandumda ben hiç yapmadığım şeyi yaptım. Dedim ki: “Mezardakiler bile kalkıp gidip demokrasi yolunda, evrensel insan haklarını gerçekleştirme yolunda, Avrupa Birliği yolunda, Ortadoğu ile iyi münasebetlere geçme yolunda, hukuk sistemimizdeki bu olumlu, pozitif değişim için herkes oy versin!” dedim. Bir candan dostum şimdi diyor ki -Allah uzun ömür versin- “Bunlar hakkında yanılmışız!” İhtimal ki ben de o referandumda öyle demekte yanılmışım. Hazreti Pîr diyor ki: “Biz ki müslümanız, aldanırız fakat aldatmayız.” Hadis diyor ki: “Mümin, saftır (temiz kalbli ve hüsn-ü zanlıdır), kerimdir; fâcir/münafık ise hilekârdır, leîmdir (ayak oyunlarıyla hayatını sürdürür, alçakça davranır.)”Evet, mü’min civanmert bir insandır, aldanabilir. Münafığa gelince, ayak oyuncudur o ve leîmdir o. Bu açıdan da aldanabiliriz o referandumda öyle demede. Ve onlar “Biz aldandık” diye onun da canına okudu, değiştirdiler o meseleyi. Şimdi tevbeler tevbesi geyik avına!.. (Gerçi referandumdaki destek bir partiye değildi, ama) bir daha böyle seçim mevzuunda “Aman falana şöyle yapın, filana böyle yapın!” dememe gibi bir şey var kafamda. Bana ne? Fakat bir şey söyleyeceğim burada, hakikat adına bir şey söyleyeceğim.

Bir daha falan mı filan mı demem. Hayatımda zaten bir kere oy kullandım. Bakın 74 yaşındayım, bir kere. Onda da onların sevdiği bir insana kullandım, içinde merhum Turgut Özal da vardı, ondan dolayı biraz da belki. O da ben oy kullandığımdan dolayı kaybettiler, daha evvel kazanmışlardı. Arkadaşlarım bana dediler ki, “Hocam kazanmasını istemediğimiz bir yere oy kullansan da, onlar da kaybetseler!” “Onun da, dedim, Allah’a hesabını veririm.”

Kendisinde Nifak Alametleri Bulunana Oy Vermeyin de Kime Verirseniz Verin!..

Ama bir şey söyleyeyim: Milletimizin basîreti vardır bence. Şahıs mahıs değil. Bence seçecekleri insana bakmalılar! Yalan söylemiyorsa; çünkü yalan münafıklık sıfatıdır; emanete hıyanet etmiyorsa, çünkü emanete hıyanet, bu nefsine karşı hıyanet, ailesine karşı hıyanet, millet malına karşı hıyanet, bunların hepsi Efendimiz’in sahih hadisiyle münafıklık alametidir. Başkalarına gadr etme, onları bir kısım sahip oldukları insanî haklardan mahrum etme, gadre uğratma; bu da münafıklık alameti. Kendisine bir şey emanet edildiğinde, o emanete riayet etmeme, münafıklık alameti. Başka yerde de “Söz verdiği halde karşı tarafı aldatan ve ona gadr eden”. Hazreti Ruh-u Seyyidü’l-Enâm -O’na canımız kurban olsun- buyuruyor ki: “Bu dördü bir insanda bulundu mu o tam halis münafıktır!” Yani namaz kılınca münafıklıktan çıkmaz, oruç tutunca münafıklıktan çıkmaz. Abdullah ibn Übeyy ibn Selul de namaz kılıyordu. 300 tane hempası vardı, onlar da mescide giriyorlardı, abdestli mi abdestsiz mi, cem’ mi ediyorlardı, hepsini gece mi kılıyorlardı, Rasûlullah’a ne diyorlardı, belli değil. Fakat Allah Rasûlü sahih hadiste, “Bu dördü bir insanda bulunursa, o münafıktır, halis münafıktır.” diyor.

O zaman bana düşen şey şunu demektir:

Millete zulmedene oy vermeyin de kime verirseniz verin. Sayın Başbakan Tayyip Erdoğan’a verin, Sayın Ekmelettin Bey’e verin, Sayın Selahattin Bey’e verin, kime isterseniz verin. Fakat oy verirken, şu nifak alametleri kendisinde bulunanlara Allah aşkına, Peygamber hatırına vermeyin. Bu kim olursa olsun! Benim babam da olsa, amcam da olsa, öz kardeşim de olsa, kırk elli seneden beri bağrıma bastığım insanlardan biri de olsa, bu sıfatlar bulunanlara vermeyin. Zulmedene vermeyin, millete haksızlık yapana vermeyin, kanun nizam tanımayanlara vermeyin, keyfîliklerini kanun yerine koyanlara vermeyin; kime verirseniz verin.

Ben bu mevzuda fazla söz söylemek istemiyorum. Allah yardımcınız olsun, yanlış şey yapmadan, yanlış söz söylemeden Allah muhafaza buyursun. Gidin Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanacağınız yolda îmal-i fikirde bulunun, yani düşüncenizi kullanın. Vesselâm…