Posts Tagged ‘Adanmışlık’

Adanmışlık Mefkûresinin Önündeki Engeller

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Hizmetin temel dinamiği olan adanmışlık mefkûresi açısından tehlike arz eden hususlar ve bunlardan korunma yolları nelerdir?

   Cevap: Cenab-ı Hakk’ın şimdiye kadar fedakâr ruhlara ihsan ettiği başarı ve muvaffakiyetleri tahdis-i nimet hisleriyle karşılamak ve bunun şükrünü eda etmeye çalışmak gerekir. Çünkü bugüne kadar dünyanın dört bir yanına açılan hizmet gönüllülerinin ortaya koyduğu güzellikler bizim güç ve iradelerimizi aşkındır. Bunların ortaya çıkması için sebepler planında, tebliğ heyecanı, fedakârlık duygusu, yetişmiş öğretmenler, civanmert iş adamları, yeterli kaynak, makul plan ve projeler, gidilen yerlerde hüsn-ü kabulle karşılanma gibi pek çok faktörün bir araya gelmesi gerekir ki ihtimal hesaplarına göre bunun gerçekleşmesi çok zordur.

Bu açıdan, yapılan hizmetleri belirli şahıslara, kadrolara, ekiplere mâl etmekten kaçınmalı; Allah’ın yardım ve inayetine bağlamalıyız. Böyle bir tavır, hakikatin ifadesidir. Üstelik ortaya çıkan başarıları birilerinin dehasına, tedbirine, yeteneğine verecek olursak, hadisin ifadesiyle onların boynunu kırmış oluruz. Herkes böyle bir yüke dayanamayabilir. Allah’ın inayet ve rahmetini unutarak, ortaya çıkan neticeleri gerçekten kendinden bilme küstahlığına girebilir. Hususiyle gafletin çok ilerlediği, enaniyetin azgın bir firavun gibi hüküm sürdüğü böyle bir dönemde kimseyi putlaştırmamalı, mitleştirmemeliyiz.

Bu ifadelerimizden, insanların bin bir emek ve cehtle ortaya koydukları güzel işlerin görmezden gelinmesi gerektiği gibi bir sonuç da çıkarılmamalıdır. Bilakis, yerine göre onları alkışlamasını, takdir ve teşvik etmesini, ödüllendirmesini ve hepsinden önemlisi dualarımızla onlara destek olmasını bilmeliyiz. Dualarımızda sürekli, “Allah’ım, kardeşlerimizi hizmette sabitkadem eyle, istikametten ayırma, her tür inhiraf düşüncesinden muhafaza eyle, iman ve marifetle serfiraz kıl, aşk u iştiyaklarını artır!” şeklinde Allah’a yalvarıp yakarmamız, kardeşlerimize göstereceğimiz vefa ve sadakatin bir gereğidir.

   En Büyük Keramet: İstikamet

Allah’a binlerce şükür olsun ki maddi kılıcın kınına girdiği bir dönemde irşat ve tebliğ faaliyeti adına göz doldurucu hizmetler yapıldı. Fedakâr gönüller, Allah’la insanlar arasındaki engelleri bertaraf ederek gönülleri yeniden O’nunla buluşturma adına ciddî sıkıntılara katlandılar. Aylarca maaş alamayanlar oldu. Amele gibi Hizmet müesseselerinin inşaatlarında çalıştılar. Emsallerine nispeten oldukça düşük ücretler aldılar. Hatta bazıları aylarca maaş alamadılar. Yıllarca memleketine gidemeyenler oldu. Samimi bir şekilde ortaya konulan bütün bu ceht ve gayretleri görmezden gelemeyiz. Allah’ın sağanak sağanak üzerimize yağan lütuflarına karşı nankörlük yapamayız. Şayet O, bize böyle bir adanmışlık ruhu ve fedakârlık hissi vermeseydi, muhataplarımızın gönüllerinde bize karşı bir sevgi vaz’ etmeseydi o güzel işler yapılamazdı. Şükür O’na, minnet O’na.

Ne var ki asıl önemli olan, hizmetin en önemli dinamiği olan adanmışlık ruhunu ölünceye kadar devam ettirebilmektir. İşin başında ortaya konulan fedakârlık ve diğerkâmlığı sonuna kadar götürebilmektir. Farklı bir tabirle, istikameti koruyabilmektir. Ve bu, sanıldığı kadar kolay değildir. Beşer olmamız hasebiyle farklı farklı imtihanlar bizi beklemektedir. Hepimiz etten, kemikten yaratılmış insanlarız. Nefis taşıyoruz. Dünyaya karşı meylimiz, istek ve arzularımız var.

İnsanı bekleyen imtihanlar bir âyet-i kerimede şöyle ifade edilir: زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَاءِ وَالْبَنِينَ وَالْقَنَاطِيرِ الْمُقَنْطَرَةِ مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَالأَنْعَامِ وَالْحَرْثِ ذَلِكَ مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَاللَّهُ عِنْدَهُ حُسْنُ الْمَآبِ “Nefsanî arzulara, (özellikle) kadınlara, çoluk çocuğa, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük, insanlara çekici kılındı. (Oysaki) bunlar, dünya hayatının geçici metalarıdır. Asıl varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/14)

İnsan, gayrimeşru daireye girmese bile fıtraten meylinin olduğu, kendisi için çekici kılınan dünya metaından meşru dairede istifade etmek isteyebilir. Evlâd u iyâl sevgisi onu hizmetlerinden alıkoyabilir. Para kazanma, zengin olma düşüncesi zihninde yer edebilir. Rahat yaşama, keyfince dünya nimetlerinden istifade etme arzusuna kapılabilir. Sahillerde veya dağ başlarında tatil yapmak, eğlenmek ve hoşça vakit geçirmek isteyebilir. Ne var ki bütün bunlar zamanla insanı gayrimeşru zeminlere çekebileceği veya en azından onun ayağına pranga, boynuna da tasma vurabileceği için, onu yürüdüğü yoldan alıkoyabilir. Zincirlerini kıramayan, dünyanın cazibedar güzellikleri karşısında duruşunu koruyamayan birinin, fedakârlık ve adanmışlık duygularını muhafaza etmesi de çok zordur.

Evet, niceleri vardır ki işin başlangıcında ortaya koydukları fedakârlığı sonuna kadar götüremedikleri için kaybetmişlerdir. Mesela uzun süre baş koydukları yolda yürümüş, nice zorluklara göğüs germiş fakat bir yerde nefsanî arzularına takılıp kalmışlardır. Kimileri, hicret adına farklı diyarlara açılsa ve oralarda çok güzel hizmetler yapsa da, bir süre sonra başları dönmüş, bakışları bulanmış, kıvamlarını kaybetmeye ve değişmeye başlamışlardır. Kimilerini makam değiştirmiştir, kimilerini imkânlar. Kimileri çıkar mülâhazalarına takılmıştır, kimileri şöhrete. Neticede bunlar, korumaları gereken vefa ve sadakati koruyamamış, adanmışlık ruhunu dipdiri tutamamışlardır.

Gerçi bu tür zikzak çizenlerin sayısı olabildiğine azdır. Belki binde birdir. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) döneminde dahi bu kadar kayma yaşayan insan olmuştur. Fakat yine de temkin ve teyakkuz içerisinde bir hayat yaşamamız adına, bunlar, ibret alınması gereken olaylardır.

   Manevî Hayatı Felce Uğratan Virüsler

Hz. Pir, hizmet erlerini bekleyen muhtemel tehlikeleri hücümat-ı sitte (altı saldırı) sözüyle ifade etmiş ve bu başlık altında insana musallat olabilecek altı virüs üzerinde durmuştur. O, kendi dönemi itibarıyla en tehlikeli gördüğü virüslere dikkat çekmiştir. Ancak potansiyel olarak kötülüklere açık yaratılan insanı bekleyen tehlikeler bunlarla sınırlı değildir. Onu olumsuzluklara sevk edebilecek, manevi hayatını felce uğratabilecek daha pek çok virüsten bahsedilebilir. Bu açıdan, taşıdıkları emanetin önem ve ağırlığının farkında olan adanmışlara düşen vazife, onları yürüdükleri yoldan saptırabilecek bütün olumsuzluklar karşısında dişlerini sıkıp sabretmektir. Emanete sahip çıkma buna bağlıdır. Hz. Pir de dualarında, “Allah’ım, emanetini alacağın güne kadar bizi emanette emin kıl!” diyor.

Biz öyle inanıyoruz ki ciddi bir fedakârlık ruhuyla dünyanın dört bir yanına açılan adanmışları, ruhaniler bile alkışlayacaktır. Gelecek nesiller, bir yâd-ı cemil olarak onlardan bahsedeceklerdir. Fakat bir de dökülüp yollarda kalanlar olacaktır. Kâbe’yi ziyarete azmeden bir insanın hedefine ulaşmasına çok az bir mesafe kalmışken yön değiştirmesi veya gerisin geriye dönmesi gibi, yoldan dönenler olacaktır. Bazısını çoluk çocuk sevgisi, bazısını rahat düşkünlüğü, bazısını korku, bazısını da haset ve rekabet hisleri yoldan çıkaracaktır. Yüce bir mekfûreyi gerçekleştirmeye azmetmiş niceleri çok küçük şeylere takıldıklarından ötürü son anda gemiyi kaçıracaklardır.

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyurur: أَلَا إِنَّ بَنِي آدَمَ خُلِقُوا عَلَى طَبَقَاتٍ شَتَّى، وَمِنْهُمْ مَنْ يُولَدُ مُؤْمِنًا وَيَحْيَا مُؤْمِنًا وَيَمُوتُ كَافِرًا، وَمِنْهُمْ مَنْ يُولَدُ كَافِرًا وَيَحْيَا كَافِرًا وَيَمُوتُ مُؤْمِنًا “Haberiniz olsun! İnsanoğlu çok çeşitli tabakalar hâlinde yaratılmıştır: Kimisi vardır, mü’min olarak doğar, mü’min olarak yaşar, kâfir olarak ölür. Kimisi de vardır, kâfir olarak doğar, kâfir olarak yaşar, mü’min olarak ölür.” (Tirmizi, Fiten 26) Demek ki hiç kimse akıbetinden emin olmamalıdır. Ulema da bir insanın akıbetinden emin olmasının küfürle irtibatı üzerinde durmuşlardır. Yeis, insanı küfre götürebileceği gibi, mutlak emniyet hissi de onu küfre götürebilir. Bir mü’min ne Allah’ın rahmetinden ümidini kesmeli ne de endişe ve korkuyu elden bırakmalıdır. Allah dostlarının hayatlarına bakılacak olursa ömürlerini havf-reca dengesi içerisinde geçirdikleri görülür.

İstikamet içerisinde bir hayat yaşamak istiyorsak Bediüzzaman Hazretleri’nin şu ikazlarına kulak vermeliyiz: “Mühim ve büyük umur-u hayriyenin (hayırlı işlerin) çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır. Bu manilere ve bu şeytanlara karşı ihlâs kuvvetine dayanmak gerekir.” (Bediüzzaman, Lem’alar, s. 200) Bir şey yapmayanla şeytan niye uğraşsın ki! O, zaten emir almadan da şeytanın çizdiği plân ve projeye göre hareket etmektedir. Fakat siz, kendi ruhunuzun heykelini dikme, insanlığa faydalı olma istikametinde bir şeyler yapıyorsanız, insî ve cinnî şeytanlar peşinizi bırakmayacaktır. Sizi, yürüdüğünüz yoldan alıkoymak için ellerinden geleni yapacaklardır.

   Şeytan, Hizmetin Hadimleriyle Çok Uğraşır

Sıhhatli bir tarikle gelmese de Tenbihü’l-Gâfilîn’de yer alan bir rivayette Allah Resûlü (aleyhisselâtu ve’s-selâm), şeytana dünyada en çok kimden nefret ettiğini sorduğunda “Sen” diye cevap verir. Niye? Çünkü O, bütün insanlığın ruh abidesini ikame edecek bir Zat’tır. Bu sebeple O, cinnî ve insî şeytanların en büyük hedefi olmuştur. Efendimiz, yerin göbeğinde neş’et etmesine ve güçlü bir aileye mensup olmasına rağmen, O’nu Medine’ye göç etmek zorunda bırakmışlardır. Sadece O değil, peygamberler tarihine baktığımızda Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Lût gibi daha başka peygamberlerin de aynı akıbete maruz kaldıklarını görürüz. Onları neş’et ettikleri yerde yaşatmamışlardır. Peygamberlerin sadık takipçileri olan büyük zatların tarih boyunca başlarına gelen de farklı olmamıştır. Bize en yakın olanlardan Hz. Pir’i, kendi ifadeleriyle memleket memleket sürgüne göndermişlerdir.

İşte bütün bunları göz önüne aldığımızda, fedakârlık ve adanmışlık ruhuyla dünyanın dört bir yanına açılmış olan insanların nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya bulunduklarını anlayabiliriz. Onlar ihlâsın zirvesine çıkmış olsalar dahi, şeytan bulundukları yerde onlara çelme takabilir. Türlü türlü oyunlarıyla karşılarına çıkar da bir an olsun onları rahat bırakmaz. Elindeki tüm argümanları kullanarak onların ayaklarını kaydırmaya çalışır. Unutmamak gerekir ki bir şeyin menfaat ve kazancı ne kadar büyükse risk ve ceremesi de o kadar büyüktür. Allah muhafaza, ihlâs kulesinin başından düşen kimse derin bir çukura yuvarlanabilir. Allah’ı, Efendimiz’i, dinini, diyanetini bilen bir insan, şayet ruhunun abidesini ikame edeceğine, beşerî ve cismanî arzularının arkasından koşmaya başlarsa, kazanma kuşağında kaybedebilir.

Bu sebeple, adanmışlar çok kararlı durmalı, şeytan ve nefsin oyunlarına karşı bütün kapıları sürgülemeli, hizmetin ismet, iffet ve itibarına leke sürdürmemelidirler. Cenab-ı Hakk’ın güzel bir zemin hazırladığı ve dünyanın kirlenmiş çehresini temizleme adına önemli hizmetler görme imkânını bahşettiği insanlar, yanlış bir yola saptıklarında sadece kendileri dalâlete düşmekle kalmaz, aynı yolda yürüyen bütün insanların hukukuna da tecavüz etmiş sayılırlar. Binlerce belki milyonlarca insanın çaba ve gayretleriyle meydana gelen güzellikleri kirletmiş olurlar. Şayet böyle büyük bir yıkıma sebep olmak istemiyorsak kubbedeki taşlar gibi baş başa vermeli, birbirimize destek olmalı, herhangi bir sürçme ve düşmeye maruz kalmadan doğru bildiğimiz yolda yürümeye devam etmeliyiz.

***

Not: Bu yazı, 23 Kasım 2010 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Hizmet Tiryakiliği

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Zaman zaman sohbetlerde geçen “hizmet tiryakiliği” ifadesiyle kastedilen anlamlar nelerdir, hizmet tiryakilerinin hususiyetleri nelerdir?

   Cevap: En kestirme ifadesiyle hizmet tiryakiliği, belirli bir gaye-i hayale adanma demektir. Eğer bir insan hizmet için düşünüyor, hizmet için oturuyor, hizmet için kalkıyor, hizmet için plân ve projeler oluşturuyorsa, hizmet tiryakisi olmuş demektir. Onun okula gitmesi de, eğitim görmesi de, yazması da, çizmesi de hep hizmet içindir. O, muhtaç sinelere hak ve hakikati anlatabilme, insanları çağın levsiyatından kurtarabilme, bataklığa düşmüş insanların elinden tutup çıkarabilme adına maddi-manevi füyûzat hislerinden fedakârlıkta bulunmaya hazırdır.

Farklı bir tabirle hizmet tiryakiliği, insanın bütün tavır ve davranışlarını Cenab-ı Hakk’ın rıza ve hoşnutluğuna bağlaması, sahip olduğu bütün güç ve imkânları O’nu insanlığa tanıtma uğrunda kullanması demektir.

Kimi, sigara, içki veya uyuşturucu gibi zararlı maddelerin tiryakisi olur; kimi de günde üç öğün yemek yemenin, üç dört defa çay veya kahve içmenin tiryakisi. Bu tür bağımlılıklar bir zaafın ifadesidir. Aslında bir mü’min bu anlamıyla hiçbir şeyin bağımlısı olmamalıdır. O, hayatını en ağır şartlar altında sürdürebilecek şekilde kendisini hazırlamalı, gerektiğinde zor şartlara dayanabilmeli, kıt kanaat yaşamasını bilmelidir.

Gerçi mubah nimetlerden istifade etmenin genel olarak insanın dinine diyanetine bir zararı yoktur. Ne var ki farklı farklı bağımlılıkları olan, kendisini lüks ve rahata alıştırmış insanların, zor dönemlerde hakkın sözcülüğünü yapmaları ve hakikate sahip çıkmaları da kolay olmayacaktır.

Söz konusu hizmet tiryakiliği olunca bu bir zaafın ifadesi değildir; bilakis ciddi bir gayret ve cehdin neticesinde elde edilecek yüce bir haslettir. Nasıl ki bir insanın ibadet tiryakisi hâline gelmesi için başta kendisini biraz zorlaması gerekirse, hizmetin tiryakisi olabilmek de en başta ortaya konacak ciddi bir azme bağlıdır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bizim yeme-içmeden haz duymamız gibi, ibadetlerinden haz duyduğunu ifade ediyor.[1] O’nun hakkında “ibadet tiryakisi” demenin doğru olup olmadığını bilemiyorum. Daha doğrusu böyle bir tabiri O’nun hakkında kullanmayı çok uygun görmüyorum. Fakat Efendimiz’i istisna edecek olursak, ibadet yaparken böyle bir zevk-i ruhanî yaşayan insanlara “ibadet tiryakisi” veya “ibadet bağımlısı” denebilir.

Hizmet tiryakisi, hayatını i’lâ-i kelimetullah’a bağlar. Onun duygu-düşüncesi hep şudur: “Allah’ım, nam-ı celil-i ilâhinin, ruh-u revan-ı Muhammedî’nin her yerde bir bayrak gibi dalgalanması yolunda hizmet edebileceksem yaşamamın bir anlamı var. Eğer bunu yapamayacaksam, hayatın da bir anlamı kalmayacağından canımı alabilirsin.” O, anlamı kalmayan bir hayatı yaşamaktansa, Allah’a dilekçesini sunup böyle bir hayattan istifa etmeyi yeğler.

Bunun anlamı, dünya işlerinden kat-ı alâka etmek değildir. Bilakis çalışırken ve kazanırken dahi hizmeti düşünmektir. O, hangi işi yaparsa yapsın, ne tür imkânlara sahip olursa olsun, hangi makamlara yükselirse yükselsin, bütün bunları hak ve hakikate tercüman olabilme, ona sahip çıkabilme adına bir zemin olarak değerlendirmeye çalışır. Onun nazarında, hakkı tutup kaldırma, her zaman hakikati ve adaleti müdafaa etme istikametinde değerlendirilemeyen makam ve payelerin hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.  Hizmet bağımlısının gözünde ne alkışın, ne takdirin, ne şöhretin, ne de rahat ve rehavetin önemi vardır. Bunlar, ardında koşulması ve elde edilmesi gereken birer hedef değildir. Onun tek derdi, gönülden bağlı olduğu yüce mefkûredir.

Bu ölçüde bir adanmışlık düşüncesine ulaşmak elbette kolay değildir. İlk başta ciddi bir azim ve kararlılıkla yola çıkmaya ihtiyaç vardır. Kişinin ilk etapta kendisini zorlaması, buna alışıncaya kadar karşılaşacağı zorluklara tahammül etmesi gerekir.

Rahmetli oldu, bir arkadaşımız vardı. İlk defa himmet adına kendisine bir şey teklif edilince, çıkarıp o günün parasıyla az bir yardımda bulunmuştu. Bir memurun aldığı maaş ölçüsünde bir şeyler vermişti. Fakat o, bunun kendisi açısından o gün için ne kadar zor olduğunu şu sözleriyle anlatmıştı: “Sanki kalbimi çıkarıp verdim.” Fakat aynı zat, daha sonraları bunu yapa yapa, değişik imtihanlardan geçe geçe hizmet tiryakisi olmuş, o ufkayükseldikten sonra da elinde avucunda ne varsa Allah yolunda sarf etmişti. Hatta canı istenseydi, onu da seve seve vermeye hazırdı.

Tıpkı bu arkadaşımız gibi, kendilerini hizmete adamış öyle güzide insanlar tanıdım ki, onların içinde bulunmaktan dolayı kendimi hep bahtiyar addettim. Bu arkadaşlar himmete çağrılmadıkları zaman gönül koyuyorlar, “Biz niye unutulduk? Biz de vermek istiyorduk!” diyorlardı. Bazı esnaflar, “Dünyanın dört bir yanına talebeler hicret ediyor, öğretmenler hicret ediyor, biz de hicret edelim!” diyerek bavullarını toplayıp gidiyorlardı. Demek ki Allah yolunda insanlığa hizmet etme düşüncesi onlarda bir yönüyle tiryakilik hâline gelmişti. Onları sürekli bir ceht ve gayrete zorluyordu.

Şayet insan hizmete karşı böyle bir bağlılık duyarsa, her fırsatı hizmet etme istikametinde değerlendirmek ister. Dünyanın dört bir yanına açılmayı ve her yerde bir meşale yakmayı, bir ocak tüttürmeyi arzu eder. Bunu yapamazsa, yaşamayı kendi adına abes sayar. Bazı şeylerin tiryakisi olan insanları birden bire onlardan uzaklaştırdığınızda, ciddi sıkıntı çektikleri, hezeyana girdikleri ve hatta bazı durumlarda öldükleri gibi, hizmet tiryakilerini de bu işten kopardığınız zaman zannediyorum çıldırırlar.

Her devirde ihtiyacımız olan şey, böyle bir anlayışı ahlâk hâline getirmektir. İçinde bulunduğumuz dairede farklı farklı mertebelerde bunun yaşandığı ve benimsendiği bir gerçek. İnşaallah bir gün bu anlayış çok daha geniş bir dairede benimsenecektir. Böyle bir anlayışın bağımlısı olan insanlar, Allah’ın izni ve inayetiyle dünyanın dört bir yanında ocaklar tüttürecek, her yerde bu duygu ve düşüncenin neşv ü nema bulmasını sağlayacaklardır. İnsanlığa bir kere daha huzur ve barışın yolunu gösterecek, insanca yaşamanın adabını öğreteceklerdir.

Böyle bir neticenin alınabilmesi adına insanları birer hizmet tiryakisi hâline getirmek çok önemli olduğu gibi, hizmet tiryakisi olan insanların istidat ve kabiliyetlerinin çok iyi değerlendirilebilmesi de bir o kadar önemlidir. Herkesin kendisinden beklenen performansı ortaya koyabilmesi ve rantabl bir şekilde koşturabilmesi ve gayretlerinin semere vermesi adına gerekli ortamların hazırlanması çok önemlidir. Kimsenin önünü kesmeme, kimseye gölge etmeme çok önemlidir. Çok iyi bir iş taksimi yapılarak kimin hangi kulvarda koşabileceği çok iyi belirlenmelidir. Bunlar da mutlaka istişareye havale edilmeli, ortak akılla hareket edilmelidir.

Evet, herkesin önü açılmalı, insanların sorumluluk alması sağlanmalı ve ortaya koydukları hizmetler de saygıyla karşılanmalı, takdir edilmelidir. Büyüklerin tecrübe ve birikimlerinden istifade edilmeli, gençlerin de dinamizm ve enerjilerinden. Herkes konumuna göre değerlendirilmeli. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) mübarek beyanlarında ifade ettiği gibi, kültür ve eğitim seviyeleri ne olursa olsun, büyüklere karşı fevkalade saygı ve hürmet gösterilmeli, küçükler de sevgi ve şefkatle kucaklanmalı. (Tirmizî, Birr ve sıla 15.) Yoksa gençler, ömürlerini hizmete adamış hizmet abidelerine gereken saygıyı göstermez, yaşını başını almış olanlar da gençlere “Siz daha dünkü çocuklarsınız.” der ve onları hafife alırlarsa bu yol tıkanmış olur.

Eğer bir yerde böyle bir tıkanma varsa, hizmetlerin yeniden canlanması adına bir bypassa ihtiyaç vardır. Münasebetlerin bir kere daha gözden geçirilmesi, müzakere ve müşavere ruhunun yeniden canlandırılması gerekir. Mutlaka herkesin kabiliyetine göre belirli mecralarda faaliyet göstermesine yardımcı olunmalıdır ki canlı ve dinç kalabilsinler. Eğer insanlar işlemezlerse bir süre sonra paslanma ve gevşemeler kaçınılmaz olur, adaleler ve sinir sistemi zayıflar.

Son bir hususu daha hatırlatmak istiyorum. Malum Hz. Pir, şeytanın, mübarek bir hizmetin hadimleriyle çok uğraşacağını ifade ediyor.[2] Zira şeytanın düşmanlığı herkesin seviyesine göredir. Allah’ın dinine diyanetine sahip çıkan ve onu yerinde temsil eden insanlar onun baş hasımlarıdır. Dolayısıyla kim dini ihya etmeye azmetmiş, hizmete gönülden kendisini vermiş ve bu işin tiryakisi olmuşsa, şeytan onunla çok uğraşacaktır. Sürekli onun başını döndürmeye, bakışını bulandırmaya ve onu mâlâyâniyata sevk etmeye çalışacaktır. Orucu demhanede, bayramı meyhanede, iftarı puthanede olan insanlarla şeytan niye uğraşsın, enerjisini niye onlarla boşuna harcasın ki! O, profesyonel bir müfsittir. Bu sebeple hizmet tiryakilerinin, sürekli şeytandan Allah’a sığınmaları ve ondan gelebilecek şerarelere karşı her an teyakkuz hâlinde bulunmaları çok önemlidir.

[1] Nesâî, işratü’n-nisâ 1.

[2] Bediüzzaman Said Nursi, Lemalar, 21 Lema (İhlâs Risalesi)

***

(Not: Bu yazı 7 Ocak 2011 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.)

Biat Kültürü

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Meselenin mahiyetini bilmeyen bazı kimseler Hizmet hareketine gönül vermiş insanları “akıllarını birilerine ipotek etmekle” ve “koşulsuz şartsız biat etmekle” suçluyorlar. Bu iddiaların gerçeklik payı var mıdır?

   Cevap: Bilindiği üzere biat, İslâm’la beraber doğmamış olsa da İslâm’da önemli bir esastır. Kur’ân ve Sünnet’te konuyla ilgili pek çok âyet ve hadis yer aldığı gibi, Allah Resûlü’nün ve Raşit Halifelerin hayatlarında da biat, farklı şekillerde tatbik edilmiştir. Arapçadaki ifadesiyle bey’at veya Türkçe’deki yaygın kullanımıyla biat, insanın bir dine, sisteme veya o sistemin temsilcisi olan şahsa bağlı kalacağına ve bu bağlılığın gereklerini yerine getireceğine dair söz vermesidir.

Biat, İslâm kültüründe en geniş anlamıyla devlet başkanı seçilen yöneticiyle halk arasında yapılan akdi ifade eder. Bu akde göre devlet başkanı ehliyetini koruduğu ve kendisine düşen görevleri yerine getirdiği sürece vatandaşlar da ona itaat etmeye ve bağlı kalmaya devam edeceklerdir.

   İslâm’da Biat

Kur’an ve Sünnet’te biatla ilgili farkı uygulamalar yer almaktadır. Mesela Kur’ân-ı Kerim, وَإِذْ أَخَذَ اللَّهُ مِيثَاقَ النَّبِيِّينَ لَمَا آتَيْتُكُمْ مِنْ كِتَابٍ وَحِكْمَةٍ ثُمَّ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَكُمْ لَتُؤْمِنُنَّ بِهِ وَلَتَنْصُرُنَّهُ قَالَ أَأَقْرَرْتُمْ وَأَخَذْتُمْ عَلَى ذَلِكُمْ إِصْرِي قَالُوا أَقْرَرْنَا قَالَ فَاشْهَدُوا وَأَنَا مَعَكُمْ مِنَ الشَّاهِدِينَ “Hatırla ki Allah peygamberlerden şöyle bir söz almıştı: ‘Size kitap ve hikmet verdiğimde, ardından, size verilenleri tasdik eden bir peygamber gelirse, ona mutlaka iman edecek ve mutlaka yardım edeceksiniz. Bunu kabul edip bana kesin bir şekilde söz veriyor musunuz?’ buyurmuştu. ‘Kabul ettik.’ dediler. ‘O hâlde şahit olun, Ben de sizinle beraber şahitlerdenim.’ buyurdu.” (Âl-i İmrân, 3/81) âyetiyle Allah’ın, Hz. Muhammed’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) önceki peygamberlerden söz almasından bahsetmiştir ki bu, Allah tarafından bir biat talebidir.

Esasında kendilerinden böyle bir biat alınan peygamberlerin birçoğu kendilerinden sonra gönderilen diğer peygamberlerle karşılaşmadıkları gibi, onların hiçbirisi Hz. Muhammed’le de (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm) karşılaşmamıştır. Dolayısıyla böyle bir sözün birinci muhatapları peygamberler gibi görünse de gerçekte bu, onların şahsında ümmetlerine bir mesajdır.

Evet, Allah Teâlâ bu âyet-i kerimede, peygamberleriyle ve onların şahsında ümmetleriyle yapmış olduğu bir mukaveleden bahsetmektedir. Bu mukaveleye göre onlardan şunu talep etmektedir: “Sizden sonra gelen hangi peygambere yetişirseniz ona iman edin ve onu kabullenin. Musa’ya yetişirseniz onu kabullenin. Davud’a yetişirseniz onu kabullenin. İsa’ya yetişirseniz onu kabullenin. Muhammed Mustafa’ya (aleyhimü’s-salâtu ve’s-selâm) yetişirseniz de onu kabullenin.” Bunun karşılığında peygamberler de topyekûn bunu kabul ve ikrar etmişlerdir. Artık böyle bir söz alma ve biat gerçekleştikten sonra bundan dönme Allah’a karşı büyük bir günah ve büyük bir vebaldir. Eğer döneklik, O’na ait bazı hususiyetleri içine sindirememe seviyesinde ise dalâlet; itikat seviyesinde ise irtidattır.

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de Cenâb-ı Hak’tan aldığı ve peygamberler geleneğinde rüsuh ve sübut bulmuş biat hakikatini ömrünün farklı dönemlerinde tatbik etmiştir. Mesela O (sallallâhu aleyhi ve sellem), peygamberliğin başlangıcının on birinci ve on ikinci senelerinde Akabe’de bir araya geldiği Medine’li Müslümanlardan biat almıştır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) orada teker teker onların ellerini sıkmış ve Medine’ye gittiğinde kendisini canları gibi koruyacaklarına ve İslâm’a hizmet edeceklerine dair onlardan söz almıştır. Onlar böyle bir biat karşılığında ne kazanacaklarını sorduklarında Allah Resûlü, “Cennet” cevabını vermiş; onlar da buna razı olmuş ve bundan duydukları memnuniyeti izhar etmişlerdir. Bu sırada Allah Resûlü’nün yanında bulunan Hz. Abbas onlara, “Siz, neye biat ettiğinizi (bu biatınızın size nasıl bir sorumluluk yüklediğini) biliyor musunuz?” diyerek meselenin önemine ve ağırlığına dikkat çekmiştir.

Aynı şekilde Allah Resûlü, Medine-i Münevvere’yi teşrif ettiğinde Medine halkı tek tek gelerek Efendimiz’e biat etmişlerdir. Allah Resûlü’nün Medine’ye hicretinin üzerinden yıllar geçtikten sonra bile yeni Müslüman olanlar O’nun yanına gelerek biat etmiş ve sadakatlerini ortaya koymuşlardır. Hatta İnsanlığın İftihar Tablosu, Hudeybiye’de bulunduğu sırada Mekke’ye elçi olarak gönderdiği Hz. Osman’ın öldürüldüğü yönünde haberler gelince, daha önce kendisine biat etmiş olan sahabeyi toplayarak onlardan bir kere daha biat almıştır.

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashabından almış olduğu bu biatlar, İslâm’ın getirmiş olduğu sisteme, bu sistemin temsilcisine ve bu sistemi vaz eden Zat’a, dolayısıyla Allah’a karşı bir söz verme manasına geliyordu.

Biat, zamanla sahabe arasında oturmuş, sistemleşmiş ve bir gelenek hâlini almıştır. Dolayısıyla bu uygulama Raşit Halifeler döneminde de devam etmiştir. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali halife seçildiklerinde sahabe onlara biat etmişlerdir. Uygulanma şeklinde değişiklikler olsa ve zaman zaman mesele asıl yörüngesinden saptırılsa da bu uygulama daha sonraki asırlarda da Müslümanlar arasında varlığını devam ettirmiştir. Yani bir yönüyle vatandaşlar biat vasıtasıyla başlarındaki yöneticiyi kabul ettiklerini ortaya koymuşlardır. Hatta bu uygulama sadece devlet başkanıyla vatandaşlar arasında olmamış, zaman zaman değişik tarikatların başında bulunan şeyhler de kendilerine bağlı olan insanlardan biat almışlardır.

   İnanç ve İdeal Ortaklığı

Konunun daha iyi anlaşılması adına biatla ilgili yaptığımız bu kısa izahtan sonra şimdi meselenin Hizmet hareketine bakan yönü üzerinde durabiliriz. Öncelikle ifade etmek gerekir ki Hizmet gönüllülerinin kayıtsız şartsız “üstlerine” biat ettiğini iddia eden kimseler meselenin mahiyetinden habersizdirler. Bu tür iddialar, iddia sahiplerinin Hizmet’i bilmediklerini gösterir. Zira Hizmet gönüllülerini bir araya getiren ve bir arada tutan bağ ne hiyerarşik bir sistemdir ne emir-komuta zinciridir ne de birilerine verilen biat sözüdür. Bilâkis inanç, mefkûre ve gaye birliği onları bir arada tutmakta ve ortak hedeflere yönlendirmektedir. Bunu, Cuma veya bayram namazı kılmak için camide toplanan veya tavaf yapmak için Kâbe’nin etrafında halkalanan ya da hac menasikini yerine getirmek için Arafat’ta duran insanların hâline benzetebiliriz. Nasıl ki ortak inançlar ve müşterek hedefler bu insanları bir araya getiriyor ve aynı ibadetleri yaptırıyorsa, bir kısım ortak inanç ve idealler de Hizmet gönüllülerini bir araya getiriyor ve onların beraber hareket etmelerini sağlıyor.

Nedir bu ortak hedefler? Mesela Hz. Pir’in dile getirdiği üç büyük hastalık olan cehalet, iftirak ve fakirlikle mücadele etmek Hizmet gönüllüleri için çok önemli bir hedeftir. Nitekim bugüne kadar Hizmet gönüllüleri cehaleti giderme adına ciddi bir ilim seferberliği başlatmış ve imkânları el verdiğince yurtlar, dershaneler, etüt merkezleri, okullar ve üniversiteler açmış; insanlar arasındaki çatışma ve ihtilafları giderme adına sürekli sevgi demiş, hoşgörü ve diyalog faaliyetleriyle herkesi kucaklamaya çalışmış; bir kısım organizasyonlarla işadamlarına yardımcı olmaya ve muhtaçlara el uzatmaya gayret etmişlerdir.

Biraz daha açacak olursak, insanları bir cemaat veya hareket adı altında bir araya getiren temel faktör, ortaya konulan fikir, düşünce, faaliyet ve projelerin makuliyeti, bunların hem dinî kurallara hem de zamanın şartlarına uygunluğu ve aynı zamanda günümüz insanlarının ihtiyaçlarına da cevap veriyor olmasıdır. Bu itibarladır ki yapılan hizmetlerin devam ettirilmesi adına ne falana filana biat etmeye ne de “falancı” “filancı” olmaya gerek yoktur. İnsanların, salayı duyduğunda Cuma namazına koşmaları, bayram sabahı olduğunda bayram namazında toplanmaları veya Zilhicce’nin dokuzuncu günü geldiğinde Arafat’a akın etmeleri gibi, hizmet adına ortaya konulan düşünce ve faaliyetleri kendi ideal ve hedefleriyle uyumlu bulan kimseler de hizmete koşmaktadırlar.

Farklı bir ifadeyle insanlar, yapılan hizmetleri Kur’ânî makuliyet çerçevesine uygun bulduğundan, yürünen yolun peygamber yolu olduğuna inandığından, yapılan hizmetlerin birlik ve beraberliği, sulh ve barışı sağlayacağını düşündüğünden bu işe destek vermektedir. Dolayısıyla Hizmet hareketi içerisinde yukarıda bahsedildiği şekliyle bir biat söz konusu değildir. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri de hiç kimseden biat istememiş, kendisiyle talebeleri arasındaki ilişkinin şeyh-mürit ilişkisi olmadığını, bilakis bir kardeşlik ilişkisinden ibaret bulunduğunu ifade etmiştir. Bu itibarla Hizmet hareketi içerisinde yaşıyla, kıdemiyle, ilmiyle önde görünen her kim olursa olsun, herhangi bir şahsa biatta bulunma söz konusu olamaz.

   Zımnî Biat: Fedakârlık ve Adanmışlık

Ne var ki ciddi bir fedakârlık ve adanmışlık duygusuyla kendilerini hizmete vakfeden insanlar kendi kendilerine söz verebilirler. Mesela onlar, “Allah’ın izni ve inayetiyle, ömrüm vefa ettiği sürece, isabetli bulduğum böyle bir yola revân olacağım. Nam-ı Celil-i İlahi’nin ve Ruh-u Revan-ı Muhammedi’nin her yerde duyulması adına soluk soluğa koşturacağım. Hizmetin dışında hiçbir mülâhazaya kapılmayacağım. Dünyevî-uhrevî füyuzat hislerinden fedakârlıkta bulunacağım. Ölünceye kadar bu yoldan ayrılmayacak ve Allah’ın huzuruna da böyle gideceğim.” diyebilir.

İrşat ve tebliğ, Kur’ân ve Sünnet’in bize emretmiş olduğu önemli bir amel olduğuna göre kişinin yapmış olduğu böyle bir ahde bağlı kalması gerekir. Zira temeli dinî bir meşruiyete dayanan ameller nezredildiğinde, bu nezirlerin yerine getirilmesi gerekir.

İşte Hizmette bir biattan bahsedilecekse kişinin kendi kendisine sadık ve vefalı bir mü’min olarak hizmetten ayrılmayacağına dair söz vermesi anlamında böyle bir biat söz konusu olabilir. Buna da sarih değil zımnî biat denilebilir. Zira Efendimiz döneminde yapılan biatlar asliyet planında olduğuna göre, böyle bir biat zılliyet (gölge) planında kalacaktır.

Eğer günümüzde dünyanın farklı ülkelerinde çok güzel hizmetler yapılıyor, gidilen ülkelerdeki insanlarla ciddi bir kültür alış-verişi oluyor ve dünya barışı adına önemli adımlar atılıyorsa, bütün bu hizmetler kendi kendilerine böyle söz vermiş adanmışlar sayesinde gerçekleşmektedir. Onlar maddî-manevî hiçbir karşılık beklemeden gerektiğinde burs seviyesinde aldıkları maaşlarla insanlığa hizmet etmeye devam etmektedirler. Onların bu fedakâr ve diğerkâm tavırları sayesinde Afrika’nın derinliklerinden Uzak Doğu’nun içlerine kadar birçok insan onlara karşı minnet ve şükran hisleriyle doluyor.

Özellikle Allah Resûlü ve Raşit Halifeler döneminde yapılan asliyet planındaki biatı alkışladığımız gibi, adanmışlık anlamına gelen zılliyet planındaki böyle bir biatın da takdirle yâd edilmemesi düşünülemez. Kendilerini hizmete vakfetmiş ve mefkûrelerini gerçekleştirme adına dünyanın dört bir yanına dağılmış arkadaşları düşündüğümde içimden şu düşünceler geçiyor: Ahirette kurtulur muyuz kurtulamaz mıyız bilemiyorum. Orada bize hüsn-ü şehadette bulunma imkânı verirler mi vermezler mi onu da bilemiyorum. Fakat hiçbir zaman Allah’ın rahmetinden de ümidimi kesmiyorum. Eğer orada bana böyle bir imkân verilirse, “Allah’ım, ruh ve mana köklerimizden süzülüp gelen değerleri duyurmak için dünyanın dört bir yanına dağılan fedakâr insanlar için hüsn-ü şehadette bulunuyorum.” derim. Söylediğim gibi, bana onu dedirtirler mi dedirtmezler mi, ben o ufkun insanı mıyım değil miyim, bunlar ancak Allah’ın bileceği şeyler. Fakat hissiyatım bu yönde.

   Ortak Akla Bağlı Kalma

Öte yandan hizmet içerisindeki işler ortak akla ve istişareye bağlı olarak yürüdüğü için “aklın ipotek edilmesi” gibi bir durum söz konusu olamaz/olmamalıdır. Biz, bugüne kadar ısrarla istişare üzerinde durduğumuz gibi, bundan sonra da farklı bir şey söylemeyeceğiz. Şu düşüncemi bugüne kadar defalarca dile getirmişimdir: Bir insan Sezar, Büyük İskender veya Napolyon’un kafasının on katına sahip bir dâhi bile olsa ve şahsî görüşüne göre hareket etse, böyle birisi, üç insanla istişare eden bir kimsenin seviyesine ulaşamayacaktır. Zira herhangi bir meselede farklı mülâhazaların ortaya konulması, bunlar üzerinde i’mal-i fikirde bulunulması ve problemin çözümü adına çareler aranması isabetli karar verme adına çok önemlidir. Bu sebeple İnsanlığın İftihar Tablosu, istişare yapan insanın kayıp yaşamayacağını beyan etmiştir.

Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamber olduğu hâlde Allah tarafından vahiyle bir emir gelmediği sürece bütün işlerini sahabe-i kiramla istişare etmiştir. O, kendi fikirlerini istişareye arz etmiş, sahabenin fikirlerini almış ve ortaya çıkan ortak kanaate göre hareket etmiştir. Hatta bazı durumlarda kendisi farklı düşünüyor olsa bile, sırf istişarenin hakkını verme ve istişare disiplinini oturtabilme adına sahabenin görüşüne göre hareket etmiştir. Nitekim O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Uhud savaşıyla ilgili savunma yapılmasını düşündüğü, açık alanda düşmanla yaka-paça olmanın neye yol açacağını bildiği hâlde, sahabenin görüşüne muvafakat ederek düşmanla göğüs göğüse çarpışmış ve neticede yetmiş şehit vermiştir. Zira o gün istişare disiplininin oturması için, onun sadece teoride kalmaması, bizzat Allah Resûlü’nün temsiliyle tatbik sahasına taşınması çok önem arz ediyordu.

Bu açıdan bir insan, kendi düşüncesinin doğruluğuna ne kadar inanırsa inansın eğer istişarede ortaya çıkan ağırlıklı görüş farklıysa kendi görüşünden vazgeçebilmelidir. Zira doğruyu bulma mevzuunda ceht ve gayret ortaya koyma tıpkı namaz kılma ve oruç tutma gibi insana sevap kazandırdığı gibi, kendi görüşünden geriye dönebilme de günahlara veya belalara sabretmede olduğu gibi negatif yönden insana yine sevap kazandırır. Kişinin aklına güvenmesi, her şeyi bildiğini zannetmesi ve kafasına göre hareket etmesi ise kaybettirici hususlardır.

Hatta insan, yaşı, tecrübesi, bilgisi veya bulunduğu konum itibarıyla başkalarının kendisine saygı duyacağı ve itiraz etmekte zorlanacağı bir pozisyonda dursa bile, kendi fikirlerini asla başkalarına dayatmaya kalkmamalı, kendisine duyulan saygı ve güveni başkaları üzerinde bir baskı ve istibdat vesilesine dönüştürmemelidir. Fikirlerini arz ederken çok açık ve rahat olmalıdır. Beraber olduğu insanların değerlendirmesine ehemmiyet vermelidir. Düşünce ve kararlar, onları ortaya atan kimsenin konumuna göre değil, doğruluk ve makuliyetine göre değerlendirmeye alınmalıdır. Hiç şüphesiz bütün bunların eksiksiz olarak uygulamaya konulabilmesi de İslamî terbiyenin tam olarak hazmedilmesine bağlıdır.

Netice itibarıyla işlerin istişareyle yürüdüğü bir yerde hiçbir akıl başkası tarafından ipotek altına alınamaz. Kararların alınmasında herkesin fikrine müracaat edildiği bir yerde “kayıtsız şartsız itaat”ten bahsedilemez. Bilakis burada fikir ve düşünce özgürlüğü vardır.

Bir Nefes (9)

Herkul | | BİR NEFES, HERKUL NAGME

Klipten bazı cümleler:

* “Irzımızdır çiğnenen, namusumuzdur doğranan / Ey sıkılmaz! Ağlamazsın, bari gülmekten utan!” Öyle ağırıma gidiyor ki!.. Dudakların geriye gitmesi, öyle ağırıma gidiyor!.. Dinin ayaklar altında çiğnenmesi.. kafirce tavır ve davranışlarla dinin tahrif edilmesi öyle ağırıma gidiyor ki!.. İslam dünyası, böylesine bir şenâat, böylesine bir denâet, böylesine bir aşağılık, böylesine bir kompleks yaşamamıştır.

* Siz, bir farklılık sergilediniz. Dünyanın değişik yerlerinde Hizmet Hareketi ile alakalı doktora tezleri yapıldı. Göklere çıkardılar. Hizmet, her yerde takdirler ile yâd ediliyor. Millet, sizi bir yerde konumlandırıyor. Böyle bir konumlandırma var ise şayet, onun hakkının verilmesi lazım.

* Hep temiz düşünmeli!.. Bir “Şeb-i Arûs” beklentisi içinde olmalı: “Acaba ne zaman O’na ulaşacağım!” Bu hususta beni de istihdam buyur! İ’lâ-i Kelimetullah yapayım, başka hiçbir derdim olmasın! Evimin yolunu unutayım, çocuğumun çehresini unutayım, eşimin çehresini unutayım ama Seni hiç unutmayayım!.. Adanmış bir ruhun vasfı, bu.

* Bir insan, Cenâb-ı Hakk’ın konumlandırdığı yerin hakkını vermiyorsa şayet, o mevzuda o da ona göre bir tokat yer. Cenâb-ı Hak, o kadar iltifat etmiş ise şayet, senin de ona göre bir karşılıkta bulunman lazım! O noktaya getirilmiş bir insan, konumunun hakkını vermiyor ise, o, konum hâinidir!..

* Öyle evim-barkım olmadı, bir dikili taşım da olmadı. Annem ölürken yanında değildim; babam ölürken yanında değildim; kardeşlerim ölürken de yanlarında değildim. Amcamı, elimin tersiyle ittim; “Karşıda bir yangın varken ve içinde benim dinim yanıyorken, sizin bana dünya adına bir şey teklifinizi anlamıyorum; dininizden şüphe ediyorum!” Ama Cenâb-ı Hakk’ın getirdiği konumun hakkını vermediğimden, kendimi konum hâini sayıyorum.

* Allah aşkına!.. Sizin vicdanlarınıza meseleyi havale ediyorum. Kaç insan var bu mevzuda endişe taşıyan; “Kâfir olarak ölmekten korkuyorum!” diyenler parmak kaldırsınlar burada?!.

* Bırakın ehl-i dünyayı; onların nereye yuvarlandığı belli!.. O arabalar ile nereye gidileceği, o villalar ile nereye gidileceği, o alkışlar ile nereye gidileceği, o millete zulüm yapmakla nereye gidileceği bellidir. Bırakın onları!.. Onların işi bitmiş… Ama Cenâb-ı Hak, sizi çok önemli bir konumda konumlandırmış. Tekrar ediyorum: Konumun hakkı veriliyor mu acaba?!.

Bu sohbetin tamamına şu linkten ulaşabilirsiniz: http://www.herkul.org/bamteli/bamteli-konuma-ihanet/

Konuma İhanet

Herkul | | BAMTELI

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Allah (celle celâluhu) herkesi seviyesine göre mükâfatlandırır veya cezalandırır; çok önemli vazifelerle istihdam buyurduğu bir zümreye mükâfatı ya da cezası da ona göre olur.

Şahsî sarsıntılar, şahsî kusurlara ve istikameti koruyamamaya verilmeli. “İyiliği Allah’tan, kötülüğü kendinden bil!” diyor Hazreti Pîr; Kur’an-ı Kerim’in bir ayetinin meali, farklı bir ifade tarzı ile söylenmiş oluyor: مَا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَا أَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ “Sana gelen iyilik/güzellik, Allah’tan; fenalık da nefsinden, senin sebebiyet vermendendir!” (Nisa, 4/79) Sana gelen güzellik, iyilik ve ihsanı, Allah’tan; olumsuz herhangi bir şeyi, negatif şeyi de kendinden bil!..

Şahsî hayatta bu mesele böyle olduğu gibi, sosyal hayatta da aynı ile söz konusudur; Hizmet Hareketi için de aynı şey söz konusudur. Bir problem -şayet- vâki ise, insanlar, onu kendilerinden bilmeliler. Kendilerinden bilmezler ise şayet, mesele onlardaki “tevbe”, “istiğfar”, “inâbe”, “evbe” duygusunu tetiklemez; dolayısıyla da oldukları yerde kalırlar, tepinir dururlar. Ama Allah (celle celâluhu) herkesi seviyesine göre mükâfatlandırır ve herkesi seviyesine göre cezalandırır. Çok önemli vazifeler ile istihdam buyurduğu bir zümrenin mükâfat veya cezası da ona göre olur.

Bunu, حَسَنَاتُ اْلأَبْرَارِ سَيِّئَاتُ الْمُقَرَّبِينَ “Ebrâr adına iyilik kabul edilen şeyler, daha ileri seviyede bulunan mukarrabîn için günah sayılabilir.” sözüyle irtibatlandırabilirsiniz. “Ebrâr” dediğimiz insanlar, “evliyâ”nın da üstünde; evliyâ, asfiyâ, ebrâr, üçüncü derecede; bütün işleri-güçleri hep iyilik, iyilikten başka bir şey düşünmüyorlar. Ama bunların yaptıkları bazı iyilikler, “Mukarrabîn” dediğimiz Allah’a en yakın olan insanlar nezdinde günahtır.

Şöyle bir misal ile misallendirmek mümkündür; mesele aynıyla öyle midir, değil midir, bence onun üzerinde durmamak lazım! İnsanın yaptığı bazı hatalar vardır ki, fiilen hatadır; bir adım atma ile, bir el uzatma ile, bir bakma ile, bir dil-dudak hareketi ile. Bu, bir günahtır; bu, avamın günahıdır. Bazıları vardır ki, bunlar “taakkul” ederler onu fakat fiilen yapmazlar; bu da bir günahtır, bir hatadır; geriye dönerler ise, sevap kazanırlar. O meseleyi akılları ile planlarlar: “Şunu yapayım, mesela şu Manhattan’da bir tur atayım, az bir gözüm-gönlüm açılsın!” Fakat sonra biri karşılarına çıkar, “Gel, şurada bir çay içelim!” der, onu öyle bir mâsiyetten alıkoyar. Bazıları vardır ki, meseleyi “aklî” planda götürmeden, sadece “tasavvur” ederler; gelip-geçici tasavvurlardır, düşüncelerdir bunlar. Bunlar da bir seviyedeki insanlar için yine “hata” sayılır. Bazıları da vardır, onların hayallerine gelir-ilişir bazı şeyler; bu hayale ilişme meselesini, o “Mukarrabîn” için söz konusu etmek lazım; rüyalarının bile kirlenmesi karşısında tir tir titrerler.

Yatağa girmeden evvel, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) okuduğu sûrelere, okuduğu dualara dikkat ederseniz… Kendisi için o türlü şeyler söz konusu değildir; “rehber” olması itibarıyla arkasındakilerine derstir esasen. Ama hayat-ı seniyyelerine bakınca, kalbi tir tir titrer. Hazreti Musa’nın kalbi, tir tir titrer. Hazreti İsa’nın kalbi, tir tir titrer… Neden? Sizin “tasavvur” ettiğiniz şeyler, onlar için günahtır, “tahayyül” ettiğiniz şeyler, onlar için günahtır. Cenâb-ı Hakk’a bu kadar yakın olan bir insanın, o ölçüde olsun hayal kirliliğine kendisini salmaması lazım! Hep temiz düşünmeli! Hep O’nun ile oturup-kalkmalı. Hep O’na ulaşma, O’na kavuşma, vuslat arzusu ile oturup-kalkmalı. Bir “Şeb-i Arûs” beklentisi içinde olmalı: “Acaba ne zaman O’na ulaşacağım!” Bütün dünyevî zevkler, safalar, keyifler, eğlenceler, O düşünüldüğü zaman, unutulacak hâle gelmeli ve hiçbir şey O’na tercih edilmemeli!..

Burada antrparantez rica edeyim: Ehl-i âhiret gibi görünen bizler… Bırakın ehl-i dünyayı, dünyaya tapanları; bir araba ile yetinmeyip iki tane, iki tane ile yetinmeyip üç tane, üç tane ile yetinmeyip on tane, on tane ile yetinmeyip yirmi tane, otuz tane… Bunlar, dünyaya tapan talihsiz bedbahtlar… Şeytan bile zil takıp oynuyordur onlar için; “Bunlar, işin doğrusu bu mevzuda beni geçti, ipi göğüslediler! Şeytanlar âleminden bunlara Nobel Ödülü vermek lazım!” diyordur. Fakat kendini tamamen Kur’an’a hizmete vermiş, adamış insanlara gelince…

Bu mevzuda “adanmışlık” diyoruz: Benim derdim/davam tamamen İ’lâ-i Kelimetullah mülahazasına sahip bulunma… Hani, اَللَّهُمَّ أَعْلِ كَلِمَةَ اللهِ فِي كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ وَفِي كُلِّ نَوَاحِي الْحَيَاةِ وَاسْتَخْدِمْنَا فِي هَذَا الشَّأْنِ “Allah’ım! Zâtında yüksek ve pek yüce olan kelimetullahı, kelimetülhakkı, ‘Lâilâhe illallah Muhammedun Rasûlullah’ hakikatini i’lâ buyur, onu dünyanın dört bir yanında ve hayatın her ünitesinde gökkuşağı gibi görülür ve herkes tarafından duyulur hale getir. Bizi bu vazifede istihdam buyur.” diyoruz. Allah’ım! Bu konuda beni de istihdam buyur!.. وَضَعْ لَنَا الْوُدَّ بَيْنَ عِبَادِكَ فِي السَّمَاءِ وَاْلأَرْضِ “Gökte ve yerdeki kulların arasında bizim için sevgi ve hüsnükabul vaz’ et.” Yerde-Gökte benim için, bütün dünyalarda benim için ‘vüdd’ vaz’ et!.. وَاسْتَخْدِمْنَا فِي هَذَا الشَّأْنِ Bu hususta beni de istihdam buyur! İ’lâ-i Kelimetullah yapayım, başka hiçbir derdim olmasın! Evimin yolunu unutayım, çocuğumun çehresini unutayım, eşimin çehresini unutayım ama Seni hiç unutmayayım!.. Adanmış bir ruhun vasfı, bu.

   Allah’ın lütfuyla bir noktaya getirilmiş bir insan, ona göre bir duruş sergilemiyor ve oranın hakkını vermiyorsa, konumuna ihanet ediyor demektir.

Bir insan, Cenâb-ı Hakk’ın konumlandırdığı yerin hakkını vermiyorsa şayet, o mevzuda o da ona göre bir tokat yer. Çünkü o duruma getirme mevzuu, Cenâb-ı Hakk’ın bir iltifatıdır; o iltifat, bir karşılık ister. Cenâb-ı Hak, o kadar iltifat etmiş ise şayet, senin de ona göre bir karşılıkta bulunman lazım! Enbiyâ-i ızâm, seviyelerine göre çok küçük şeyleri mâsiyet saymışlardır; birine eliyle böyle yapsa, “Ben nasıl böyle yaparım!” demişlerdir. Vurmamış ama böyle iter gibi işaret yapmış iseler, onu büyük bir cinayet gibi sayar, hemen başlarını yere koyar ve “Estağfirullah!” derler. Değil o, hayallerine gelip-çarpan bir şey karşısında bile hemen tir tir titrerler. Çünkü tamamen adanmışlardır onlar; masumiyet-i mutlaka içinde, ismet-i mutlaka içindedirler.

O noktaya ulaşılamaz; o, onlara mahsus bir keyfiyet. Ama iradî olarak kendilerini adayanlar, adanmış görenler, “Benim derdim/davam: Dünyanın dört bir yanında ruh-u revân-ı Muhammedî şehbal açsın; nâm-ı celîl-i İlahi, bayrak gibi dalgalansın! Bundan başka bir şey düşünmüyorum ben. Dünyanın kaç tane ülkesi var? Her yere girme, her yerde -bir yönüyle- Allah’ı soluklama, Peygamberi soluklama; o nefeslerimle, soluklarımla gönüllere girmeye çalışma.” diyenler… Kendini bu işe adamış bir insan, bunun dışında kendince en önemli gördüğü meselelere bunun önünde -bakın, bu-nun ö-nün-de- bir yer veriyor ise şayet, diğer şeylere ehemmiyet verdiği kadar yirmi dört saat içinde bu meseleye o denli önem vermiyor ise, konumuna ihanet ediyor demektir; o, “konum hâini”dir. Tekrar ediyorum: o noktaya getirilmiş bir insan, konumunun hakkını vermiyor ise, o, konum hâinidir!.. Dolayısıyla Allah, tokat vurur.

Antrparantez: Ben, şahsım adına meseleye öyle bakıyorum. Günümün yarısı, kendimi tokatlamak ile geçiyor. Öyle evim-barkım olmadı, bir dikili taşım da olmadı. Annem ölürken yanında değildim; babam ölürken yanında değildim; kardeşlerim ölürken de yanlarında değildim. Belki onları çok düşünmedim de… Babam, belki ağlayarak beni gideceğim yere saldı. Amcamı, elimin tersiyle ittim; “Karşıda bir yangın varken ve içinde benim dinim yanıyorken, sizin bana dünya adına bir şey teklifinizi anlamıyorum; dininizden şüphe ediyorum!” Öyle; öyle bir şey… Ama yine kendimi bir “eşek” yerine koyarak, Cenâb-ı Hakk’ın getirdiği konumun hakkını vermediğimden, kendimi konum hâini sayıyorum; konum hâini…

Konum hâini olma var; Allah, hangi konuma yükseltmiş ise, ona göre bir tavır belirlenmezse… Hani tekrar edeyim: Hal, tavır ve davranış… Efendimiz, hadis-i şerifte ifade ediyor: “Göz bakarsa, adım atılır, el uzatılır, arkası gelir onun…” Başka bir yerde, meselenin pozitifini anlatıyor: “Gözünü kapatırsa, bu mevzuda kalbini şöyle temiz tutarsa, şunu da şöyle yaparsa, bu defa firâsetinde hiç yanılmaz o.” diyor. Pozitifi, bu; negatifi de o. Olumsuz bir şeye gözün ile yaklaşırsan, bu, adıma bir çağrıdır, elin uzanmasına bir çağrıdır, o fiili realize etmeye bir çağrıdır, hafizanallah. Her bir günah, kalbde bir yara açar; tevbe-istiğfar ile şayet silinmez ise, anında silinmez ise, konuma göre, hafizanallah, o ikinci bir günaha bir çağrıdır. Bu defa kalb, kirlenir; bu defa meleklere karşı kapanır o kalb; bu defa şeytanlara kale kapıları gibi açılır. Hazreti Gazzâlî de ifade ediyor, İhyâ’sında ifade ediyor bunları; bu açıdan, konumun hakkını vermek lazım.

   Adanmış ruhlar, Cennet’ten tapu dağıtan gafiller gibi davranmamalılar; kâfir olarak ölme ihtimali karşısında tir tir titremeli ve mutlaka konumlarının hakkını vermeye çalışmalılar.

Bakın; zannediyorum dünyanın değişik yerlerinde -ben çok merak etmiyorum, belki onlarca yerde- Hizmet Hareketi ile alakalı doktora tezleri yapıldı. Göklere çıkardılar. Hizmet, her yerde takdirler ile yâd ediliyor. Millet, sizi bir yerde konumlandırıyor, Hareketi/Hizmeti bir yerde konumlandırıyor. Sizin durumunuz/tavrınız, bu… İnsanlığın geleceği adına milletin sizden beklediği şeyler bunlar. Şimdi böyle bir konum var ise şayet, onun hakkının verilmesi lazım. Yoksa ehl-i dünya gibi -biraz evvel bahsettim- bir villanın yanında bir tane daha, yetmedi bir tane daha, yetmedi bir tane… Bir belediye başkanlığı ölçüsünde alkış, milletvekilliği ölçüsünde alkış, başbakanlık ölçüsünde alkış, cumhurbaşkanlığı ölçüsünde alkış… Doyma bilmeyen bir dünyaperestlik, esasen dünyaya taparlık… Namaz kılsa bile, o, dünyaya tapıyor. Ve bir sürü de bunların arkasında sürüklenip gidiyor ise, bunlar, bütün âhiret hayatını heba ediyorlar demektir.

Bir de kalkıp bu arada “Falanı intihap ederseniz, âhirette sizin için beraat fermanı hemen hazırdır! Melekler, ‘Aman buyurun, Cennet sizi bekliyordu!’ der.” gibi şeyler söylüyorlar, hafizanallah. En büyük insanlar, Peygamberler bile “Cennet’e girebilir miyim ben?” diye, onun endişesini yaşamışlardır. Peygamber gibi yaşayanlardan Esved İbn Yezîd en-Nehâî’yi belki yirmi defa, otuz defa arz etmişimdir: Nehâî ailesi, Ebu Hanife’nin de o ekolde yetiştiği bir ailedir. O, Tâbiîn’den; ilmin, fokur fokur kaynağı bir ailedir. Bütünüyle irfan ocağıdır; hele dört tanesi zirvedir bunların; Esved, onların başında gelir. Vefat ederken, Alkame, yanına geliyor; aynı aileden, kuzeni. Esved, sürekli ızdırap içinde, kendinden geçiyor; yüzde takallüsler, tir tir titriyor: “Ne o?” diyor, “Kardeşim, günahlarından mı endişe ediyorsun?!” Ne günahı?!. Günah, onların rüyalarına bile misafir olmamıştır. Gülüyor, acı acı gülüyor; “Ne günahı?!” diyor, “Kâfir olarak ölmekten korkuyorum!”

Ben burada bir noktalı virgül koyarak sorayım: Allah aşkına!.. Sizin vicdanlarınıza meseleyi havale ediyorum. Kaç insan var bu mevzuda endişe taşıyan; “Kâfir olarak ölmekten korkuyorum!” diyenler parmak kaldırsınlar burada?!. Bırakın ehl-i dünyayı; onların nereye yuvarlandığı belli!.. O arabalar ile nereye gidileceği, o villalar ile nereye gidileceği, o alkışlar ile nereye gidileceği, o millete zulüm yapmakla nereye gidileceği bellidir. Elin-âlemin dışarıda onlara -bir yönüyle- birer pasaport vermeleri, birer vize vermeleri, Cennet’e giriyor gibi göstermeleri; bu, riyakârlığın tâ kendisidir, küfrün tâ kendisidir. Bırakın onları!.. Onların işi bitmiş… Ama Cenâb-ı Hak, sizi çok önemli bir konumda konumlandırmış. Tekrar ediyorum: Konumun hakkı veriliyor mu acaba?!.

Peygamberler yolunda yürünüyor ise şayet, o yolun hakkının verilmesi lazım. Gözünü açıp kapayacaksın: “Allah’ım! Şu anda beni görüyorsun; ne olur Seni görüyor gibi olabileyim, Seni görüyor gibi olma ufkuna beni ulaştır!” Bütün dediğin-ettiğin şey, bu olmalı! “Allah’ım, aşk u iştiyak-ı likâullah!.. Allah’ım, aşk u iştiyâk-ı likâullah!.. Allah’ım, içimde öyle bir alaka ihsan et ki, kardeşlerimin adını unutayım ben!” Çünkü nasıl olsa -bir yönüyle- öbür tarafa gittiğin zaman, kardeşlerin, yanında kümelenecekler. Sen, bu yolun yolcusu olduğuna göre, “adanmışlık” mesleğinde bulunduğuna göre, Cenâb-ı Hak, bir yerde konumlandırmış seni. Özür dilerim, tekrar ediyorum: Konumun hakkını vermek lazım. Konumun hakkı verilmez ise, konum hâinliği olur. Onu yapanın adına melekler, semada “hâin” derler; ona, “Hâin!” derler, hafizanallah.

   Yol, Efendimiz’in ve Ashabının yoludur; yeryüzünde emniyet ve güvenin temsilcisi olan gerçek müminler, hal ve temsilleriyle, binlerce insanın o yolun yolcusu olmalarına vesile teşkil ediyorlar.

Geriye dönelim: En küçük bir musibeti, kendimizden bilmeliyiz; Cenâb-ı Hakk’ın sağanak sağanak başımızdan aşağıya yağdırdığı iyilikleri de O’nun rahmetinin vüs’atine vermeliyiz! Bizi, yerin dibine batırmamasını yine rahmetinin vüs’atine vererek, “Allah Allah! O, bizi bu konuma getirdiği halde hakkını veremedik…” demeliyiz.

Yirmi dört saat yüzün yerde, sürekli hep O’nu düşünüyorsun, hep O’nu. Hatta bir Tahiyyât okuyorsun ki, gerçekten tir tir titriyorsun tepeden tırnağa kadar. Aklının köşesine geliyor ki “Tam O’na göre bir kulluk oldu!” Hafizanallah, burada yine bir küstahlık yaptın, مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ يَا مَعْبُودُ “Ey ibadete layık yegâne Ma’bud, Sana hakkıyla ibadet edemedik!..” kafiyesi ile meseleyi kafiyelendirmiyorsan.. مَا حَمِدْنَاكَ حَقَّ حَمْدِكَ يَا مَحْمُودُ “Ey herkes tarafından hamd u sena ile yâd edilen Mabud-u Mutlak, Sana hakkıyla hamd edemedik.” kafiyesi ile kafiyelendirmiyorsan.. مَا شَكَرْنَاكَ حَقَّ شُكْرِكَ يَا مَشْكُورُ “Ey her dilde meşkûr olan Rabbimiz, Sana gereğince şükredemedik!..” kafiyesi ile kafiyelendirmiyorsan… “Sana hakkıyla şükredemedim!” Bir hal… Çünkü konumun gereği bunlar.

Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki; bir taraftan konumun bizden istediği şeyler, bir diğer taraftan da ehl-i dünyanın, dünyaya tapanların, dünyaperestlerin, dünyayı put haline getirenlerin, bilerek dünya hayatını ahiret hayatına tercih edenlerin, Cennet’i görmezlikten gelenlerin, köşkleri görmezlikten gelenlerin, Cemâlullah’ı hiç hatırlamayanların, Peygamberimiz ile aynı sofraya (sallallâhu aleyhi ve sellem) oturmayı hiç düşünmeyenlerin halleri…

Bırakın onları!.. Yürüdükleri o Gayyâ’ya doğru gidiyorlar, şeytanın dürtüleri ile hareket ediyorlar; onlar öyle hareket etsinler!.. Fakat siz, İ’lâ-i Kelimetullah’a kendinizi adamış iseniz.. “Dünyanın dört bir yanında Ruh-u Revân-i Muhammedî şehbal açsın!” diyorsanız.. “Nâm-ı celîl-i İlahî, bir bayrak gibi her yerde dalgalansın! Her yerde hoparlörlerde ‘Allah, Allah, Allah’ sesi yükselsin!” istiyorsanız.. kendinizi bu işe adamışsanız.. en azından bu işi beğendiriyorsanız.. en azından tavır ve davranışlarınızdan bu iş damlıyorsa.. size, hal ve temsilinize bakan insanlara, “Bunlarla yol alınır, yol yürünür!” dedirtiyorsanız şayet, Cenâb-ı Hak, sizi öyle bir konuma getirmiştir ki, bu, Peygamberler yolunda en önemli bir mevkidir. Bu, bin tane başbakanlığa değiştirilmez. Bin tane cumhurbaşkanlığına değiştirmem ben! Böyle bir ruh haleti ile, bu türlü kendini adamışlığı, o dünyevî makamlar açısından zirvede bulunma durumuyla değiştirmem!..

Mü’min, yeryüzünde emniyet ve güvenin temsilcisidir; mü’min bunu yeryüzünde sergiliyor ise şayet, Allah’ı sevdiriyor, Peygamberi sevdiriyor, bir yönüyle çoğunu o yolun yolcusu haline getiriyor ise… Kaç tane insan, sizin yanınıza geldi. Hâl, tavır ve davranışıyla, onların ruhuna girmiş, gönüllerine otağını kurmuş arkadaşların o mevzudaki temsilleri vesilesiyle… Haşa, onlara ait olması itibarıyla “yarım yamalak” demeyeceğim ama “tamamiyet”ini de şüphe ile ifade edeceğim o hal ve temsil sayesinde… O kadarı bile onlara öyle müessir olmuş ki!.. Geldiğinde sizin yanınıza, diyor ki: “Ben, Allah Rasûlü’nün peygamber olduğuna inanıyorum. لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ” Kaç tanesine şâhit oldum burada, “Sizin ile yol alınır. Sizin ile tepeler geçilir. Sizin ile kandan-irinden deryalar aşılır!” diyenlerin.

Eğer bu kadarcık hâl ile bile çevrede böyle bir müessiriyet sergileniyor ise, bir de bu işin tamamiyeti sergilenir ve tam temsil edilir ise, Allah’ın izni-inayeti ile… Efendimiz gibi.. O’nun gölgesi, gölgesinin gölgesi, Ebu Bekir’in yolu, Ömer’in yolu, Osman’ın yolu, Ali’nin yolu, Hasan’ın yolu, Hüseyin’in yolu, radıyallâhu anhüm milyon merratin. Az oldu değil mi? Radıyallâhu anhüm katrilyon merratin. Hayır, az oldu! Zerrât-ı kâinat adedince Allah razı olsun onlardan!..

Evet, onların yolu; yol, onların yolu… Biz, kendimize göre bir Müslümanlık belirlemiş gidiyorsak, “İşte bu kadarı da yetiyor!” diyorsak… Oysaki dememiz gerekli olan:  “Allah’ım! İman-ı ekmel!.. -Bakın, “ek-mel” diyorum.- Allah’ım! İslam-ı ekmel!.. En kâmil manada iman.. en kâmil manada İslam.. en kâmil manada ihlas.. en kâmil manada ihsan.. en kâmil manada yakîn.. en kâmil manada sadâkat.. en kâmil manada istikamet.. en kâmil manada tevekkül.. en kâmil manada teslim.. en kâmil manada tefvîz.. en kâmil manada sika.. en kâmil manada nefs-i mutmainne, râdıye, mardıyye, sâfiye, zâkiye.” Göz, hep bunlarda, bu yüce ufuklarda…

   “Irzımızdır çiğnenen, namusumuzdur doğranan / Ey sıkılmaz! Ağlamazsın, bari gülmekten utan!”

İnsan, böyle âlî şeylere, yüksek gâye-i hayale kilitlenir ise, zannediyorum, bunun dışında kalan şeylere evvelen ve bizzat fazla değer atfetmez. Hatta arkadaşlarınızdan birisi demişti: Zât-ı Ulûhiyet, Kur’an-ı Kerim’inde Cennet, Huri, Gılman, köşkler ve ırmaklardan bahsediyor. Acaba insanın aklından geçse ki, “Yahu bunlar ne ki, ne ifade eder ki bunlar benim Rabbimin hoşnutluğu yanında?!. Efendimiz’in ‘Bu da Bendendi!’ falan demesi yanında?!.. Hazreti Ebu Bekir’in ‘Bu da bizdendi!’ demesi yanında ne ifade eder ki bunlar?!.” Acaba Kur’an-ı Kerim’de Cenâb-ı Hakk’ın birer utûfeti olan bu türlü şeyleri hafife alma manasına gelir mi? Bunu sordum İlahiyatçılara, cevab-ı savab alamadım. Aynı zamanda menfi bir cevap da alamadım bu mevzuda. “Hayır, doğru değil bu düşündüğün!” O cevabı da alamadım. “Evet, isabetlidir bu!” O cevabı da alamadım. Zannediyorum, çokları hakikaten o meseleye kilitlenmişler; O’ndan başka bir şey düşünmüyorlar, düşünmüyorlar, düşünmüyorlar.

Şimdi burada Alvar İmamı’nın sözüyle belki bir şey demek icap ediyor, onun dediği şeyi demek gerekiyor: “Allah bizi insan eyleye!” Böyle içinden gele gele derdi sık sık: “Allah bizi insan eyleye!” Demek, konumuna göre diyordu; konumunun hakkını veriyordu. Zira nâm-ı celîl-i İlahî yâd edilince, birden bire rengi değişirdi, yüzünün çizgileri değişirdi, gözünün irisine kadar her şey değişirdi, şakır şakır gözyaşları dökerdi. Bir menkıbesini arz etmişimdir, vakıa: Birisi Medine’den gelmiş, Hac’dan dönmüş. “Efe” diyorlar. Efe; o dönemde, o büyük insanlara “Efe” deniyor. “Medine öyle güzel bir yer ki, hakikaten insan bayılır oraya. Fakat bir kısım bakımsız uyuz köpekler vardı.” diyor. O hemen “Sus!” diyor, “Ben, Medine’nin uyuzlu köpeğine de kurban olayım!” Anlıyor musunuz Rasûlullah’a bağlılığı?!. İşte o, bu seviyede bir “Allah bizi insan eyleye!” diyor. “Allah bizi Müslüman eyleye!” diyor; o ölçüde, o seviyede.

İnsan, o kadar âlî şeylere dilbeste olursa, Cenâb-ı Hak, onu yüzüstü bırakmaz.

“Aç ellerini, içini O’na dök her zaman,

Kes ağyâra dil dökmeyi, O’ndan dile emân,

Eremez emâna gaflet ile gülen, oynayan,

“Ve’l-yebkû kesîren”le bunu istiyor Kur’an.”

(Son mısrada فَلْيَضْحَكُوا قَلِيلاً وَلْيَبْكُوا كَثِيرًا جَزَاءً بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ “Yaptıklarının cezası olarak, bundan böyle az gülsünler, çok ağlasınlar.” (Tevbe, 9/82) ayetine işaret ediliyor.) Allah Rasûlü şöyle buyuruyor: لَا تُكْثِرُوا الضَّحِكَ، فَإِنَّ كَثْرَةَ الضَّحِكِ تُمِيتُ الْقَلْبَ “Çok gülüp eğlenmeyin; şüphesiz çok gülmek kalbi öldürür!” Akif’imiz de, felaketli günlerin yaşandığı bir dönemde -ki, şimdiki günler ona bin defa rahmet okutturur; Akif’in yaşadığı felaketli günler ki, şimdiki zaman, ona bin defa rahmet okutturur- şunu söylüyor:

“Irzımızdır çiğnenen, namusumuzdur doğranan,

Ey sıkılmaz! Ağlamazsın, bari gülmekten utan!”

Öyle ağırıma gidiyor ki!.. Dudakların geriye gitmesi, öyle ağırıma gidiyor!.. Dinin ayaklar altında çiğnenmesi.. kafirce tavır ve davranışlarla, Müslümanlık adına bir şey yapılıyor gibi tavır sergilenmesi.. dinin tahrif edilmesi, dinin farklı gösterilmesi.. Cennet’in çok ucuza peylenmesi.. Cennet adına insanların kandırılması… Öyle ağırıma gidiyor ki benim!.. Hafizanallah, İslam dünyası, böylesine bir şenâat, böylesine bir denâet, böylesine bir aşağılık, böylesine bir kompleks yaşamamıştır.

   Allah, adanmış ruhları, şefkat tokatları mesabesindeki bela ve musibetlerle arındırıyor; onları Allah Rasûlü ve O’nun Hâle’si ile aynı sofrayı paylaşabilecek hâle getiriyor.

Siz, bir farklılık sergilediniz, bir yere kadar, Allah’ın izni-inayeti ile. Ama nasıl kötülük adına atılan bir adım, ikinci bir adım için bir çağrı, bir davetiyedir; iyilik adına atılan bir adım, iki adım, üç adım, dört adım, beş adım, on adım da bir çağrıdır. Atılan on adım, diğer on adımın atılması için de bir çağrıdır, bir davetiyedir. Allah, sizi önemli bir konum ile konumlandırdı. Şimdi maruz kaldığınız şeyler, peygamberler yolunun gereği. Hiç eziyet çekmeyen büyük insan, yoktur; hiç… Hazreti Ebu Bekir’in çektiği, Ömer’in çektiği, Osman’ın çektiği, Ali’nin çektiği dağların başına dökülseydi, Alvar İmamı ifadesiyle, dağlar tuz-buz olurdu. O yolun gereği, bu…

Bir: “Elhamdülillah!” demelisiniz. Yine Hazreti Pîr’in ifadesiyle -başka biri demiş midir, bunu bilmiyorum- اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ “Küfür ve dalalet ahvâlinin dışında, her şeye hamdolsun!” Kıtmîr, bu belli ölçüdeki mazhariyetler karşısında başa gelen şeylere mukabil, أَلْفُ أَلْفِ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ “Bir milyon defa Allah’a hamd u senâ olsun, küfür ve dalaletin dışında her şeyden ötürü.” diyorum.

Cenâb-ı Hak, böyle bir konumlandırmanın gereği, bu peygamberler yolunda, başınızdan aşağı belayı sağanak sağanak yağdıracaktır. Sizi arındıracaktır bunlar ile, Cennet’e ehil hale getirecektir. Belâlar -bir yönüyle- insandaki olumsuzlukları eriten, olumlu şeyler oluşturan, insanı öbür dünyadaki hâl ve keyfiyete göre hazırlayan vesilelerdir. Tâbir-i diğerle, burada yaptığınız güzel şeyler ve katlandığınız -böyle- ağır şeyler, sizin öbür âleme göre yapılanmanız adına -esasen- yapı taşları mahiyetindedir. Buradaki gibi -böyle- fiziksel bir varlık değil, yok atomlar, yok elektronlar, yok nötronlar, yok moleküller değil. Burada yaptığınız şeylere göre şekilleneceksiniz; çünkü ebedî bir varlığa ereceksiniz. Buyurmuyor mu: “Abdest aldığınız uzuvlar, pırıl pırıl nur saçacak.” Seyyidinâ Hazreti Musa’nın eli gibi, koynundan çıkardığı zaman… Alınlarınız secde izinden dolayı âdetâ güneş gibi pırıl pırıl parlayacak. Ve siz, kamer-i münîri temâşa ediyor gibi -bu, bir yönüyle, herkesin rahat temâşâsını ifade etme adına müteşâbih bir ifade- ayın on dördünü temâşâ ediyor gibi müzâhamesiz temâşâ edeceksiniz Bütün Güzelliklerin Kaynağı’nı.

Cenâb-ı Hak, sizi bir yerde konumlandırmış; bence çok önemli bir eltâf-ı Sübhâniye bu.. Size -bir yönüyle- bir iyilikte bulunmuş. Bir taraftan o konumun hakkını vermek lazım. İhtimal, onun hakkını tam veremediğimizden dolayı, “Hakkını verin!” diye hafif kulak çekti. Hazreti Pîr’in Lem’alar’da, Şefkat Tokatları’nda ifade ettiği gibi. -Orada önce kendisinin üç tane şefkat tokadını ifade ediyor.- Şefkat Tokatları’nda ifade ettiği gibi şefkat tokadı, hafif, böyle enseden… Evet, öğretmenim bana öyle yapmıştı. Çok basit bir şey, mesela “Şuraya tohum saçalım!” demişim. “Yahu bundan şu mana da çıkar: Tohum saçalım falan demek, birilerini gömelim demek mi, bu manaya gelir mi?” falan. Zannediyorum, böyle bir şeydi. Hayatta mı, değil mi bilmem; İstanbullu bir hanımefendi idi. O dönemin yetiştirdiklerinden ama tam hanımefendi idi. Hiç unutmam,  “Sen de mi?!” dedi bana. Hiç unutmam bunu; bu, yetmiş küsur senelik bir hadise, unutmuyorum. “Sen de mi?!” dedi.

Ee canım, sizi bu konumda konumlandıran Allah, bu mevzuda küçük bir hatamızdan tecziye buyurmuş olabilir. Ne hatası bu? El-ayak, göz-kulak, dil-dudak hatası veya taakkul hatası veya tasavvur hatası ya da tahayyül hatası. Hata ne olursa olsun; bakış hatası, adım atma hatası, el uzatma hatası, dil-dudak kullanma hatası… Her ne ise bunlar, bilmeyerek yaptık. Hafif, “Sen de mi?!” diye, evvelâ dolayısıyla bizi istiğfar, tevbe, inâbe ve evbe kurnalarına koşmaya teşvik ediyor, “Gidin arının!” diyor. Kendisi de bizi arındırıyor, kudsî teveccühleri ile, tecellileri ile yıkıyor; Huzur-i Kibriyâsına ehil hale getiriyor; Peygamberler ile, Peygamberlerin arkasındaki o “Hâle” ile aynı sofrayı paylaşabilecek hâle getiriyor.

   “Efendimsin, cihânda itibarım varsa Sendendir.”

Bir diğer taraftan da bu yolda yürüyenlerin başına gelen şeyler, hep aynı şeyler olmuştur. Onların başına geldiğine göre, sizin de başınıza gelecek, sakın yadırgamayın bunu!.. كَلاَمُ سَيِّدِ الْبَشَرِ، سَيِّدُ كَلاَمِ الْبَشَرِ “İnsanlığın Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) sözü, sözlerin efendisidir.” O buyuruyor ki: أَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً اَلْأَنْبِيَاءُ، ثُمَّ الْأَمْثَلُ فَالْأَمْثَلُ “Belanın en zorlusu, en çetini, üstesinden gelinmezi, Enbiyânın başına, sonra da derecesine göre diğerlerinin başına…” Hâle’nin başına, Hâle’ye müteveccih olanların başına, müteveccih olanlara müteveccih olanların başına, müteveccih olanlara müteveccih olanların başına…

Hâle, Efendimiz’in ashabı (sallallâhu aleyhi ve sellem). Tâbiîn, onlara müteveccih olanlar. Tebe-i Tâbiîn, Tâbiîn’e müteveccih olanlar. Daha sonra gelenler, onlara müteveccih olanlar… Allah, o teveccüh ile bizleri serfirâz kılsın ve o yolda, düşüp yolda kalmaktan muhafaza buyursun!.. Vesselam.

“Efendimsin, cihânda itibarım varsa Sendendir.

-Ey Rasûl-i Zîşân; Efendim-

Meyân-ı âşıkânda iştiharım varsa Sendendir.”

Şeyh Galip, bunu Hazreti Mevlânâ için söylemiş. Fakat Kıtmîr, bunu söyleseydi -ki öyle söz söyleyemez katiyen- ben, onu Gerçek Sahibine gönderirdim: Efendimsin! Cihanda bir itibarım varsa, Sendendir. Bir insan olarak, insanî değerlere yarım yamalak bir saygı duygum varsa, Senden öğrendim. Senden öğrendim, Senden, Senden, Senden…

مَنْ بَنْدَه شُدَمْ بَنْدَه شُدَمْ بَنْدَه شُدَمْ

مَنْ بَنْدَه بَخِدْمَتِ تُوسَرْ اَفْكَنْدَه شُدَمْ

هَرْ بَنْدَه كِه اٰزَادْ شَوَدْ شَادْ شَـوَدْ

مَنْ شَـادْ اَزْ اٰنَمْ كِه تُرَا بَنْدَه شُـدَمْ

“Kul oldum, kul oldum, kul oldum;

Ben Sana hizmette iki büklüm, Senin yolunun bendelerinden biri oldum.

Bendeler, hürriyete kavuştuklarında sevinir, sürura ererler;

Ben, Sana kul/köle olduğumdan dolayı sürûr ve sevinç içindeyim!..”

Susadığımız Soluklar

Herkul | | KIRIK TESTI

Çok şey duyduk. Çok şey gördük ve nice nice hâdiselerin içine girip çalkalandık. Ama üzüntüyü atıp huzura eremedik. Duygularımızla doyup itminana ulaşamadık. Çünkü ihtiyaçlarımız başka, o ihtiyaçları gidermek için bize verilen şeyler tamamen başkaydı.

Biz suçluya ve günahkâra inecek; kırık kalblerle inleyecek havari bekliyorduk. Sözü dokunaklı, ruhu hararetli, ifadeleri alabildiğine ciddî havari…

Bize takdim edeceği tesellileri emniyetle içebileceğimiz, samimiyetle gönül derinliklerimizi kendisine açabileceğimiz bu iman ve irfanı dağlar gibi sağlam hakikat erlerini, yıllar yılı hep bekleyip durduk. Açlıklar, hastalıklar ve korkular üst üste üzerimize çullanırken, en utandırıcı sefaletler ruhumuzu kemirip, irademizi aşındırırken, ışıldayan ümitlerimizle, hep onun dirilten soluklarını kulaklarımızın dibinde duyduk ve ümitle canlandık.

Eğer bugüne kadar duyup hissettiklerimizi bulabilseydik ve eğer bulduklarımıza inanabilseydik; çok gedikler kapanmış, çok aşılmazlar da aşılmış olacaktı. Ama biz, bin defa bir araya geldik, bin defa ümitlerle dolduk, bin defa bezme girmeye hazırlandık ve bin defa ahd ü peymânımızı bozduk; çünkü aradıklarımızı bulamıyor, bulduklarımızda da aradıklarımızı göremiyorduk!

Şefkate ve sevgiye susamış gönüllerimiz vardı. İnsanlık istiyordu; mürüvvet istiyordu. Heyhât! Ruhlarımıza sefalet içiriliyor ve gönüllerimiz bin bir çeşit hoyratlığa alıştırılmak isteniyordu. Mazlum, mağdur ve boynu bükük sağdan sola, soldan sağa itilip kakılıyor ve bitip tükenme bilmeyen hafakanlar içinde, kendi kendimizi yiyip bitiriyorduk. “Tagallüpler, esaretler, tahakkümler, mezelletler; türlü ibtilalar ve türlü illetler”le sefil ve ağlanacak hâlimize rağmen, muttasıl istismar ediliyor ve doyma bilmeyen hırslara âlet oluyorduk.

Onun için, artık herkese inanamıyor ve her gönüle dilbeste olamıyoruz. “Dilber-i gülber” isterken “ruhsar-ı ahmer” istiyor, “fatih-i Hayber” isterken yanında Kamber bekliyoruz. Buluruz veya bulamayız; canı dudağına gelmiş bizler, gayri, safvet istiyoruz, samimiyet istiyoruz ve bu kara sevdalıların yolunda hasbîlik istiyoruz.

Bu kadar ihmal ve hatta ihanet gördükten sonra, kuşkularımızı yenmek, karşımıza çıkanları müsamaha ile karşılamak bize gaflet gibi görünüyor. Evet, bütün hüsnü niyet ve hoşgörülülüğümüze rağmen, bu husustaki tereddütlerimizi aşamıyor ve adem-i itimat atmosferinin dışına çıkamıyoruz.

Bizi inandırmak ve kuşkularımızı izale etmek, kahramanlarımızın samimiyet gamzeden hareketlerinin devamlılığına bağlıdır. Onların bu inandırıcı hareketleri sayesinde, yıllar yılı sırtımızda taşıdığımız suizan ve güvensizlik vebalinden kurtulmuş olacağız.

Bizler, sözlerle yapılan çağrılardan, davranışlardaki alüfteliklerden, kazanılmış zaferlere dilbeste sahte kahramanlıklardan, yaşama arzusuyla yanıp tutuşmalardan, ikbal hırsından ve makam arzusundan bıktık. Bizler, Heraklitimiz’den, Kafdağı’ndan su getirecek irade; davranışlarında inandırıcı kararlılık; zaferlerinde kendi göz nuru ve el emeği ile yoğuruculuk; yaşatma arzusuyla maddî-mânevî füyûzat hislerinden fedakârlık, hasbîlik ve diğergâmlık bekliyoruz.

Düşünceleri dupduru ve pürüzsüz; yollar zikzaksız ve dümdüz olsun. Düşünsün, yaşasın, yaşadığına tercüman olsun, anlatsın. İkiyüzlü olmasın ve bizi aldatmasın…!

Hızır arkasına düşüp âb-ı hayat arar gibi, hakikati arayan ve bulduğu yerde kana kana içip ölümsüzlüğe eren; sonra da içinde oluşturduğu irfan peteğinde imanın ve sevginin dünyasını kuran; dışa doğru semavî, içe doğru lâhutî, eşya ve tabiat içindeki esrara bir dil, vicdan ve ruha bir tercüman, aklın tasavvurlar dünyasıyla, iradenin teker teker fethettiği Cennetlerin fatihi hakikat eri…

Hakikate karşı alakasız kalan laubalîler, kâinat kitabını okuyamayan tâli’sizler, iç dünyalarının derinliklerinden ve iradenin davasından habersiz yaşayan nâdanlar, hiçbir zaman hasretini çektiğimiz insanın yerini dolduramamışlardır. Ne var ki, sahnedeki boşluklardan istifade ederek, halkın karşısına çıkan sahte oyuncular gibi, insanımızın karşısına, çeşitli devirlerde pek çok oyuncu çıkmış ve onunla eğlenmiştir. Ama hiçbir zaman onun gönlüne taht kuramamış ve onun beklediği insan olma iltifatını görememiştir.

Onun, gönül vermeye teşne bulunduğu insan, ilmî temâşâlarıyla, mânâ cevherlerini yakalayan, melekler âlemine yükselip, özüyle bütünleşen; zerre iken güneş, katre iken derya, parça iken bütün olmasını bilen; şuur ve eşya ikiliğinden kurtulmuş düşünce adamıdır. Okuyup anlayan; irfanla özleşen, imanla yücelme sırrını keşfeden, ruhanî zevkleriyle Cennetleri gönlüne indiren düşünce adamı…

Gönlünü bu yüce mefhumlarla donatmış beklenen insan, Hakk’ın yanında halkla beraberdir. Her davranışında samimiyet, her nağmesinde halka ait bir inilti vardır.

Onda benliğin hislere tahakkümü; onda muvaffakiyetin gururu, zaferin narası yoktur. O, en çok yüceldiği yerde, en fazla muvaffak olduğu zaman, en asil duygular içindedir.

Şahsî menfaat ve zümre çıkarları, hiçbir zaman onun ufkunu kirletemez. Kinler, nefretler hiçbir zaman bakışını bulandıramaz. Bu irfan erinin nazarında, sevmek, affetmek ve sevdiklerinden gelenlere sabretmek en yüce bir idealdir.

İnsanlığa vaad ettikleri saadeti kanla, irinle getirmek isteyenlere gelince onlar, dört kitabın da reddettiği bir yola girmiş çocuk ruhlu sefillerdir.

Susadığımız soluklara ve hasretini çektiğimiz insana gelince o, yüzünde binlerce elem ve ızdırabın çizgisi bulunsun! Gözü yaşlı, bağrı derin, vicdanı uyanık olsun…! Tekyenin muhasebe ve soyluluğunu; mektebin mantık ve muhakemesini; kışlanın disiplin ve itaatini soluklasın ve bununla kendi mükemmeliyetini bizlere ifade etsin…!

Kalbi kafasından koparılan, ruhu vicdanından edilen ve sadece belli hassalarıyla zifafa çağrılan insanımızı, asırlık bunalımından kurtarıp onu kendi tabiatıyla bütünleştirebilsin.!

Hakk’ın hatırını âlî tutsun; düşünce ve hizmette tekelciliğe düşmesin ve Allah’a (celle celaluhu) varacak yolların, mahlûkatın solukları sayısınca olduğunu bir lahza unutmasın!

Hizmette atılımlı ve ön saflarda bulunsun; ücret ve mükâfatta yerinin çok gerilerde olduğunu hatırdan çıkarmasın. Ve hiç olmazsa bir Katon gibi, kendi insanına karşı, mükellefiyetlerini yerine getirdikten sonra, makamdan, mansıptan sıyrılarak bir kenara çekilip, ikinci bir sorumluluk ve vazife ânını beklesin!

Bu kutlular dünyasının ilk hakikat erleri, kendilerine emaret teklif edilince kaçmışlar. Ve yüklenme mecburiyetinde kalınca da, tekrar ber tekrar kendilerini azletmiş ve başka istidat ve liyakatlilerin iş başına geçmesini istemişlerdi…

Yeni bir diriliş projesini üzerine alanların, bu çizgide bulunmaları şarttır. Yoksa sayılı makam ve mansıp karşısında, sayısız ve sınırsız haris gözlerin çıkaracağı kavga, önüne geçilmez ve çok çetin olacaktır. Hele, bu hava, toy ve genç heyecanlara intikal ettirilirse…

Bilmem ki, havari diye beklediğimiz, samimiyet soluklayan bu insanları görebilir miyiz..? Ama biz, âb-ı hayat vaad eden bu soluklara hava gibi, su gibi muhtaç olduğumuzu, bir kere daha vurgulayacak ve Yüce Yaratıcı’dan, “Deryada mâhinin, dağlarda âhunun” diliyle bizi çok bekletmemesini dileyeceğiz.

Bamteli: ŞERBET

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

  Kendini küçük gör ve eksiklerini kabul et ki, nezd-i Ulûhiyette kıymet kazanasın ve olgunluğa yürüyesin!..

“Çekinme âkıl isen itiraf-ı noksandan / Emin olan delidir aklının kemalinden!” (Muallim Naci) “İtiraf-ı noksan”, noksanların giderilmesi adına en önemli faktördür. “Eksiğim var, gediğim var, kusurum var. Bunların telafi edilmesi lazım!” mülahazası, mükemmeliyet adına çok önemli bir adımdır. İnsan kendini tamam görüyorsa, hiç farkına varmadan, olduğu yerden her gün biraz daha, bir kadem, iki kadem, üç kadem aşağılara doğru yuvarlanır gider. Kendini eksiğiyle, gediğiyle, kusuruyla doğru görme, tamamiyet ve kemal adına önemli bir faktör, önemli bir dinamiktir.

Günümüzün hastalığıdır kendini eksiksiz, kusursuz görmek. Marazdır; veba gibi, tâûn gibi, AIDS gibi bir marazdır.

Kendini küçük gör ki, kendinde eksiklik gör ki, nezd-i Ulûhiyette bir kıymet-i harbiyeye ulaşasın!.. Kendini büyük gördükçe, nezd-i Ulûhiyette -hiç farkına varmadan- mâruz-u sukût olursun, düşmeye maruz kalırsın.

Cenâb-ı Hak, inayetini, teveccühât-ı sübhâniyesini, riâyet-i sübhâniyesini, kilâet-i sübhâniyesini, hıfz-ı sübhânîsini, nusret-i sübhâniyesini, aşk u iştiyak-ı sübhâniyesini dirilişimizin vesilesi olarak ruhlarımıza ifâza buyursun, bizi onlarla teyîd buyursun!.. Evet, “Tut elimden, tut ki edemem Sen’siz!..” mülahazası bu. “Tut elimden, tut ki edemem Sen’siz!..” mülahazasını içimizde güçlendirsin, bizi taklîd girdabından halâs eylesin!..

  Göreneğe Bağlı Taklîd Hastalığı ve Ülfet Marazı

İnsanlar, hemen birden bire “tahkîk”e adım atamayacaklarından/atamadıklarından dolayı, Usûlüddîn ulemâsı “taklîd”i kabul etmişler. Fakat üzerinde çok münakaşa yapılmış. Görenekten gelen “inanma”, görenekten gelen “Müslümanlık”, görenekten gelen “namaz”, “oruç”, “hac”, “zekât”. Bunlarda taklîde takılıp kalmak, bugünkü İslam dünyasının problemleri!..

Evet, İslam dünyası, göreneğin ötesine geçemeyince ve bir de daha sonra işi, özüyle, ruhuyla, derinliğiyle edâ edemediğinden dolayı göreneğe ülfet ve ünsiyet virüsleri de musallat olunca, bütün bütün her şeyini kaybetmiş. Oysa bir şey olabilmek için -esas- o görenekten ve o gelenekten de öteye yürümek lazım.

Bu, gelenekleri nefiy değil, öyle anlaşılmamalı. Fakat sadece Allah’ın vaz’ ettiği disiplinlerle -bir yönüyle- rafine edilmiş, o süzgeçten geçmiş gelenek, görenek, örf ve âdet, tâli derecede edille-i şer’iyye’den sayılmış. Yani, bunların tali derecede birer delil olmaları dinin temel disiplinlerindeki referanslara bağlanmış.

Onun için en önemli olan husus, taklîd’den sıyrılıp adım adım tahkîk’e yürümek ve onda derinleşmektir. Sadreddîn-i Konevî ifadesiyle “marifet şerbeti”ni içmektir.

  İman, Marifet, Muhabbet, Aşk, İncizab ve Fenâ-fillah Şerbetleri

Ben o Hazret’in sözünün başına bazı şeyler ilave ediyorum: “İmân-ı billah” menba-ı nezihinden, menba-ı pâkinden fışkıran “marifetullah”; sağlam bir iman kaynağından fışkıran marifetullah. Bu, Hazreti Pîr’in mülahazasıyla da örtüşüyor; “İman-ı billah”, sonra “marifetullah” diyor.

İman-ı billah menbaından fışkıran marifetullah şerbetini içmek.. sonra, marifetullah kaynağından fışkıran veya rampasından yükselen ya da limanından açılan “muhabbetullah” şerbetini içmek. Evet, Sadreddîn-i Konevî hazretleri “şerbet içme” sözüyle ifade ediyor; “muhabbet şerbeti” diyor. Muhabbet şerbeti. Sonra, muhabbet menbaından (rampasından, limanından, rıhtımından da diyebilirsiniz) açılan, açıyı biraz daha genişleten, “aşkullah”.

Aşk… Allah aşkı, Peygamber aşkı, aşk aşkı… Aşka âşık olma… Aşka âşık olma, Mecnun gibi; Leyla ile karşılaştığı zaman, onu görmüyor; çünkü gerçekten dilbeste olduğu şey, “aşk”!.. O da muhabbetten fışkırıyor. Artık gözü hiçbir şey görmüyor; o!..

Fakat onun üstünde de şeyler var; “Sadâkat”i oraya koyabilirsiniz. Sadreddin-i Konevî “sadâkat” koymuyor oraya; o, “aşk”tan sonra, “cezb u incizab” diyor. Doğrudan doğruya ile’l-merkez bir câzibe ile, câzibe-i kudsiye-i İlahiye tarafından Allah’a doğru çekilme, kendini o çekime salma. Elinde değil artık o; bir yönüyle öylelerine “meczûb” diyebilirsiniz. Fakat “meczûb” deme, biraz olumsuz anlama da geldiği için, “müncezib” demek daha muvafık olabilir. “İnfial” babından, mutavaata ircâ ederek, müncezib; yani Allah çekti, o da çekilmemezlik etmedi, Allah’ın çekmesine uydu; “Sen çektin, ben de geldim!” dedi. O güçlü “ile’l-merkez câzibe”ye yeni fizik kanununda “merkez-çek” diyorlar. Bir de “merkez-kaç” var; şimdi İslam dünyasında “merkez-kaç” ile insanları İslamiyet’ten kaçırdıkları gibi. O “merkez-kaç”, bu da “merkez-çek”. “İncizâb” diyor Sadreddîn-i Konevî hazretleri. Orada Hazret’le “muhabbet”ten, “aşk”tan sonra “incizâb”da buluşuyoruz, yolun o üçüncü basamağında buluşuyoruz.

O, İlahî cezbe ile müncezib olan, kendisini o câzibeye kaptıran insan, neredeyse artık başka bir şey görmüyor. Hazreti Pîr’in yaklaşımıyla da buna, “hayvaniyetten çıkma, cismâniyeti bırakma, kalb ve ruhun derece-i hayatına tam yönelme” denebilir. Ruh hayatı… O ruh hayatı menfezleriyle insan, “sır” hayatını, sıfât-ı sübhâniyenin hakâikini temaşaya koyulur ki, bir rasathaneden temaşa ediyor gibi kendinden geçer.

Sonra diğer bir şerbetten bahsediyor Hazret; o da “fenâ-fillah” şerbeti. Öyle bir câzibe ile müncezib olan bir insan, bu defa “fenâ fillah” (Allah’ta fâni olma) şerbeti içiyor. Artık kendini görmez o; kendi üzerine bir çarpı işareti çizer bütün tavırlarında ve davranışlarında. Hatta öyle ki, ef’âl-i ihtiyariyesinde bile bu mülahazayla hareket eder; “Namaz kıldım ama doğruyu söylemek gerekirse, ben şârt-ı âdî planında irademi ortaya koydum; namazı O (celle celâluhu) kıldırdı! Orucu tutturdu! Hacca götürdü!” der.

  Hal dilinin tesirini ve adanmışlığın değerini bilemeyen müfsitler Hizmet gönüllülerine lütfedilen muvaffakiyetleri maddî imkânlarla elde edebileceklerini sanıyorlar.

Her şeyi O’ndan bilme, O’ndan görme… Gittik, dünyanın 170 küsur ülkesinde “insanlık kardeşliği”ni.. şöyle-böyle “inanma kardeşliği”ni.. (“Şöyle-böyle” derken, arka planındaki mülahazaları siz değerlendirin..) şöyle-böyle “inanma kardeşliği”ni.. Allah’ın (celle celâluhu) öne sürdüğü “fasl-ı müşterekler kardeşliği”ni.. isterseniz Frenkçe ifadesiyle, “evrensel insanî değerler kardeşliği”ni.. diyaloga kapıların açıldığı nokta (“rampa” veya “blokaj” ya da “rıhtım” diyebilirsiniz) olan “evrensel insanî değerler kardeşliği”ni tesis etmek için. Bunları da esasen hal ve temsil ile yapma azmiyle gittik.

Çünkü söz ile niceleri destan kesmiş, destanlar yazmış fakat hiç tesirli olamamışlardır. İnanın, bugün sizin o muktedir gibi gördüğünüz, her şeyi iktidar ile ifade eden insanlar -hallerine, tavırlarına, cehdlerine, gayretlerine baktığınızda- on tane insana Müslümanlığı, Kur’an’ı sevdirememişlerdir. Yemin, selef-i sâlihînden bazılarına göre, mübah olduğu yerde bile mahzurludur; onlar yemin etmeyi mahzurlu gördüklerinden dolayı yemin etmeyeceğim; fakat yemin edilecek bir konu: On tane insana İslamiyet’i sevdirememişlerdir.. Allah’ın Habîbullah’ı olan Hazreti Rasûl-i zîşan’ı sevdirememişlerdir.. Râşid halifeler efendilerimizi sevdirememişlerdir.. özüyle, esasıyla, hedefiyle, dünyaya bakışıyla, ukbâ rasatıyla “İslamiyet”i sevdirememişlerdir.. dünyayı bir koridor olarak gördürememişlerdir; bir mezraa olarak gördürememişlerdir; esmâ-i İlahiyenin bir tecelligâhı olduğunu gördürememişlerdir… On tane insana… Geniş imkânlarını, ellerindeki iktidarı ve o güçlü lafazanlıklarını bu istikamette değerlendirememiş ve anlatamamışlardır.

Ama siz gitmişsiniz, Allah’ın izni ve inayetiyle, hem de muzırların, müfsitlerin bütün ifsat gayretlerine, cehdlerine rağmen. Neredeyse 200 ülkeye yaklaşacak şekilde, dünyanın dört bir yanında sizi sevdiler, saydılar, bağırlarına bastılar. Aleyhinizde ifsat akımları oldu, dalalet akımları oldu, fitne akımları oldu, “Kapatın!” güft ü gûsu oldu, dedikodusu oldu; fakat çok yerde insanlar yerlerinde durdular. Onların belki yüzde bir tesir ettikleri yer oldu; yüzde doksan dokuz ise olduğu yerde durdu. Yüzde doksan dokuz olduğu yerde durdu. Olduysa (onların dediğine göre) yüzde bir ancak oldu; ancak o kadar, bütün güçlerini kullanmalarına rağmen.

Antrparantez: Keşke ifsat adına kullandıkları o güçlerini/imkânlarını seferber ederek “Biz de o kadar yapalım!” deselerdi. 1400-2000 okul da onlar yapsalardı. 30-40 milyon insanın gönüllerine de onlar öyle girselerdi. Diyalog adına yapılması gerekli olan bir o kadar şey de onlar yapsalardı… Bu, geleceğin kardeşliği adına çok önemli bir şey olurdu. Zannediyorum, siz de alkışlardınız onu. Benimle bu recâda müttefik misiniz? Evet, alkışlardınız, “Allah ebeden razı olsun; 1400’ü 2800 yaptınız!” derdiniz. Yıkmaya ne gerek var?! Zemin o kadar geniş ki, her yer -coğrafî durumu itibariyle- müsait. O “ışık evler”ini, o “ışık yuvalarını” gidin dünyanın değişik yerlerinde yapın!.. Birisi iğneleyici bir mektup yazmıştı bana: “Dünyada hiçbir yer koymamış, her yere girmişsiniz; başkalarına açılma imkanı bırakmamışsınız!..” Yahu dünyada bir sürü boş yer var, Allah aşkına; kullanın himmetlerinizi, imkanlarınızı!..

Bu güne kadar sosyolojik açıdan, psiko-sosyolojik açıdan esasen henüz değerlendirilememiş bir husus vardır: “Kapital”in değerlendirildiği muhakkak. “Sa’y”in değerlendirildiği muhakkak. Ama “adanmışlık” değerlendirilemedi henüz.. “Yaşatmak için yaşama”, değerlendirilemedi henüz.. “Bu can bu uğurda!..” değerlendirilemedi henüz.. Bu fedakârlığın neye tekabül ettiği, değerlendirilemedi. O öyle bir şey ki, siz şayet onları elde edememişseniz, elin-âlemin oraya çantasına sadece eşyalarını koyup gittiği gibi gidemez; üç bin-dört bin dolar vererek insan gönderemezsiniz. Yapamazsınız o işi!..

Zaten aslında (yine antrparantez), yapamadıkları şey yapıldığından dolayı, yapılanları yıkmayı marifet sayıyorlar: “Bakın bizim de bir marifetimiz var, nasıl yıkıyoruz!” Tahrip, kolaydır. اَلتَّخْرِيبُ أَسْهَلُTahrib, kolaydır!” Tamir, zordur.

  Allah, Hizmet gönüllülerine öyle muvaffakiyetler lütfetti ki, onları “Gerçek Sahibi”nden (celle celâluhu) bilmediğiniz zaman, farkına varmadan şirke düşmüş olursunuz.

Bunu neye getirdim? Cenâb-ı Hak, size, devletlerin bile yapamadığı, milyonların yapamadığı şeyi yaptırdı. Dünyada büyük ölçüde bunu hemen bütün semâvî dinler sahipleri kabul ettikleri gibi, belli bir ölçüde semavî sayılmayan inanç ehli de kabul etti. (Muhammed Hamîdullah merhum, makamı cennet olsun, öyle bakmıyordu; Budizm’e de, Brahmanizm’e de, Şintoizm’e de öyle bakmıyordu: “Bir aslı-bir faslı vardı bunların, zamanla insanların oynamasıyla taşlar yerinden oynadı, çok ciddi farklılıklara uğradılar.” şeklinde bir mütalaası vardı.) Evet sadece semavî dinler dairesi içinde değil, aynı zamanda işte Uzak Doğu’da -gördüğünüz gibi- biraz evvel isimlerinden, yöntemleri adına -esasen- dinlerinden, diyanetlerinden, mezheplerinden bahsettiğim insanlar bile, sevgi ile, şefkat ile, re’fet ile bağırlarını size açtılar. Şimdi bu öyle büyük bir iş ki, bence bunu “Gerçek Sahibi”ne (celle celâluhu) vermediğiniz zaman, farkına varmadan şirke girmiş olursunuz.

Oysaki biz günde kırk defa, sünnetleri kıldığımız taktirde -Bir de Teheccüd kılıyorsak, bir de Evvâbin kılıyorsak, bir de İşrak kılıyorsak, bir de Kuşluk kılıyorsak, varın sayın!- إِيَّاكَ نَعْبُدُYalnız Sana kullukta bulunuyoruz; hepimiz, mütedâhil daireler/halkalar halinde, Ka’be’nin etrafında, Sen’in mihrap tayin ettiğin yere müteveccihen, kulluğumuzu Sana tahsis ediyoruz! Bizler hepimiz, Sen’in boynu tasmalı kullarınız, ayağı prangalı kullarınız!” diyoruz. Bu öyle ağır bir yük, öyle ağır bir mesuliyet ki, onu yapmak için, bir kere daha “atıf vâvı” ile yardım diliyor, وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyoruz. Atıf vâvı “matuf” ile “matufun aleyh”in hükümde farklılığını ifade etmek için konuyor; öyle bir farklılık arada olmasaydı إِيَّاكَ نَعْبُدُ، إِيَّاكَ نَسْتَعِينُ denirdi. Bir farklılık var: “Bu ağır ibadeti, ubudiyeti, (sofilerin kullandığı tabirle) “ubûdet”i yerine getirme, öyle ağır, öyle çetin bir iş ki, Sen’in i’ânen/yardımın olmazsa yapamayız! Bu büyük işi yapma mevzuunda da yardımı sadece Sen’den bekliyoruz!” diyerek yine “Kâf-ı hitab” ile işi Cenâb-ı Hakk’a tahsis ediyoruz. Bir de yalnızca kendi/şahsî ubudiyetimizi mesned yaparak, işi ona dayandırmıyoruz; “Yâ Rabbi, sadece benim dediğim değil, şu benim içinde bulunduğum, teşekkül etmiş olan halka var ya!.. Kâbe’ye en yakın olanından en uzak olanına kadar, hatta semâlara kadar, hatta Kâbe onun -bir yönüyle- izdüşümü olduğu Sidretü’l-müntehâ’ya kadar iç içe halkalar halinde halkalanmış, إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyenlerin demeleri içinde kendi deyişimi de dillendiriyorum! Bütün bunların hepsinin dediğini ben Sana takdim ediyorum. Onların hepsinin deyişiyle Sana hitap ediyorum!”. وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُYardımı da ancak Sen’den istiyoruz!” diyoruz.

Öyleyse, çok önemli, çok zor yapılır bu hizmet, ancak Cenâb-ı Hakk’ın sevkiyle ve biz de farkına varmadan gerçekleşiyor. O kadar insiyak, hayvanlarda da var. Aynı zamanda iç insiyaklarımızla, kendimizi bir yerde bulduk. Kendinizi bir yerde buldunuz; “Bu konum neyi yapmayı gerektiriyor?” dediniz. “Tesavi-i tarafeyn”den (veya “mütesâvi’üt-tarafeyn”den; yani, vâcib ve mümteni olmayan, belki mümkün ve muhtemel olan şeylerin vücud ve ademleri, bir sebeb bulunmazsa müsavidir, farkları yoktur. Böyle varlığı ve yokluğu mümkün bulunandan) ibaret olan “iki şey ortasında birini tercih etme” durumu itibariyle, bir şeyi tercih ettiniz. Olan oldu, âlem güldü.. ruhlarınızdaki enginlik, bütün gönüllere süzüldü.. ve sizi çekemeyenler de, bu önemli, pozitif şeye karşı içten üzüldü. Yazık, onları üzdük; hata mıdır, bilemiyorum!.. O üzülmenin sonucu, onlar da kendilerini tahribe saldılar, yıkmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Cenâb-ı Hak, onların kalbine de “yapma” anlayışı/idraki ilkâ buyursun, lütfeylesin!..

  İnsan, ebed için yaratılmıştır; ebedden ve ebedî Zât’tan başka hiçbir şeyle de tatmin olamaz.

Evet, “şerbet” demiştik. “Fenâ fillah”, Allah’ta fani olma… Allah’ta fâni olunca, sonra “bekâ billah” olur insan, bekâ’ya mazhar olur; ebediyetini -Allah’ın izni ve inayetiyle, bir yönüyle- garantilemiş olur. İnsan, ebed için yaratılmıştır; ebedden ve ebedî Zât’tan başka hiçbir şeyle de tatmin olmaz. Hazreti Pîr’e ait.. (Evet, “Pîr”den de rahatsız oluyorlar, niye bilemiyorum?!.) Bediüzzaman hazretlerine ait: “İnsan, ebed için yaratılmıştır. (Ebed’den ve ebedî Zât’tan başka hiçbir şeyle de tatmin olmaz!) Onun hakikî lezzetleri, ancak marifetullah, muhabbetullah, ilim gibi umûr-i ebediyededir.” “Al, sana bin sene ömür!” dense de…

Nitekim hadis-i şeriflerde nakledildiği üzere, Hazreti Mûsâ ile Zât-ı Ulûhiyet arasında geçen mükâlemede söz konusu oluyor: Azrail aleyhisselam geldiği zaman, Hazreti Mûsâ “Daha!” diyor. Peygamberler, himmetleri âli olduğundan, misyonları adına isterler bunu: “Ya Rabbî, bakıyorum da önümde daha yapılacak çok şey var. Getirdik işte, kubbede taşları çatacaktık! Şimdi siz, bize ‘Dönün!’ diyorsunuz. Evet, zaten size müteveccihtik biz!” Yavuz Cennet-mekan’ın Hasan Can’a dediği gibi, “Sultanım, Allah’a dönüş var!”; “Sen, şimdiye kadar bizi kiminle sanırdın?!” Peygamber, zaten O’nunla (celle celâluhu) idi. (Evet, Peygamberler uzun ömrü sadece vazifeleri açısından isterler. Hadis-i şerifin devamı -mealen- şöyledir: “Melek Rabb’ine döndü ve ‘Ya Rabbî, beni ölmek istemeyen bir kula gönderdin!’ diye hâlini arz etti. Allah, Azrail’e, ‘Sen yine Mûsâ’ya dön de ona, elini bir öküzün sırtı üzerine koymasını ve elinin örttüğü her bir kıla mukabil bir yıl ömrü olacağını söyle.’ buyurdu. Hazreti Mûsâ bunu duyunca ‘Bundan sonra ne olacak?’ diye sordu. ‘Bundan sonra yine ölüm vardır.’ buyuruldu. Hazreti Mûsâ, ‘Öyle ise ölüm şimdi gelsin!..’ niyazında bulundu.”)

Efendim, “fenâ-fillah” ve sonra “beka-billah ma‘allah”. Esasen bekâya mazhariyet de şerbetlerden bir tanesi oluyor. Evet, ondan sonra, “Seyr anillah”, “seyr ma‘allah” mülahazası geliyor ki, bu son şerbet. O da, Cenâb-ı Hakk’ın bilerek-bilmeyerek size/sizlere yaptırdığı ve inşaallah gelecek nesillere de onu yaptıracağı “yaşatma duygusuyla yaşama!” Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) miraçta, görülünce başın döndüğü, bakışın bulandığı şeyleri gördükten sonra, “Duyduğum-tattığım şeyleri başkalarına da duyurayım-tattırayım!” deyip insanların arasına döndü. Abdulkuddüs hazretlerinin ifade ettiği gibi, “Öyle zirveleri ihraz buyurdu ki, vallahi, billahi, tallahi ben o zirveyi ihraz etseydim, geriye dönmezdim!” Fakat O (sallallâhu aleyhi ve sellem) döndü gördüğü şeyleri gördürmek için, o şerbeti içirmek için. O şerbet, zirve şerbeti. O şerbeti içirmek için, daha çoklarının elinden tutmak için, sırat-ı müstakîm üstü sırat-ı müstakîmi göstermek için, hidayet ötesi hidayeti göstermek için…

Biliyorsunuz, Hazreti Üstad, اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ beyanındaki “hidayet”e değişik şekilde, farklı derinliklerde manalar veriyor; onu bilenler bilirler: اِهْدِنَا birileri için şu manaya gelir, birileri için şu manaya gelir, birileri için de şu manaya gelir. Hidayet der hidayet.. hidayet der hidayet.. hidayet der hidayet… (Bir fikir vermesi için bakınız: “Şu Otuzüç Pencereli olan Otuzüçüncü Mektub, imanı olmayanı inşâallah imana getirir. İmanı zaîf olanın imanını kuvvetleştirir. İmanı kavî ve taklidî olanın imanını tahkikî yapar. İmanı tahkikî olanın imanını genişlettirir. İmanı geniş olana bütün kemalât-ı hakikiyenin medarı ve esası olan marifetullahta terakkiyat verir; daha nurani, daha parlak manzaraları açar.” (Otuzüçüncü Söz / Sözler, s.690)

  “Allahım, Peygamberimizin Kevser havzından kase kase içir ve susuzluğumuzu öyle gider ki, ondan sonra ebediyen susuzluk çekmeyelim!..”

Evet, işte en son, o. Sonra geriye dönüp -bir yönüyle- kendini görmezlikten gelerek, üzerine bir çarpı çekerek, “Ben, yokum! Bende bir ben var, benden içeri!” demek. Bunu Yunus Emre diyor. Nasıl diyor Yunus Emre?!. Evet, onun kendi ifadesiyle diyeyim: “Beni bende demen, bende değilim / Bir ben vardır bende, benden içeru.” Sende bir “Ben” olmalı, senden içeru; esasen, sen, O’nun aynası olmalısın!.. “Ayinedir bu âlem her şey Hak ile kâim / Mir’at-ı Muhammed’den Allah görünür daim” (Aziz Mahmud Hüdâî) O’nda, asliyet planında, hakikat planında… O’na bakan, O’nu gören, إِذَا رُؤِيَ ذُكِرَ اللهُ fehvasınca, Cenâb-ı Hakk’ı hatırlıyor, “Allah!” diyordu. İnsafla, önyargısız bakan bir Yahudi âlimi Abdullah ibn-i Selam (Allah, selamı ile serfiraz kılsın!) “Vallahi, bu çehrede yalan yok” demişti. لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ demesi için, o dırahşan çehreye bakması yetmişti; o mübarek mahiyete bakmak yetmişti onun için. Öyle bir ayna olma… “Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim.

İşte, burada o şerbetleri içince, öbür tarafta, Kevser’i içeceksiniz. Abdest alırken de ağzınıza su verirken اَللَّهُمَّ أَسْقِنِي مِنْ حَوْضِ نَبِيِّكَ (صلى الله عليه وسلم) كَأْسًا لاَ أَظْمَأُ بَعْدَهُ أَبَدًا “Allahım, Peygamberinin havzından kase kase içir ve susuzluğumu öyle gider ki, ondan sonra ebediyyen susuzluk çekmeyeyim!..” diyorsunuz. لاَ أَظْمَأُ بَعْدَهُ أَبَدًاÖyle bir içir ki, ondan sonra susuzluk nedir, onu bilmeyeyim!”.

Evet, içeceksin… Bal ırmağından içeceksin, sekir vermeyen meşrubattan içeceksin, saf su menbaından içeceksin… Kaynağından.. kolibasili falan yok, içine girmemiş; hepsi tertemiz böyle… Dünyadakiler sadece birer örnek… İçtiğin zaman diyeceksin ki, “Yahu, bizim o bal var ya, yüzde bir bu tadı veriyordu! Demek yüzde yüzü buna aitmiş!” O meşrubatı içtiğin zaman, “Yahu, birileri içtiği zaman başları dönüyor, kendilerinden geçiyorlardı, ona benziyor ama…” diyeceksin. Kur’an-ı Kerim işaret buyuruyor, işarî tefsir açısından dururlar üzerinde: وَبَشِّرِ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الأَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هَذَا الَّذِي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَأُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا وَلَهُمْ فِيهَا أَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ “İman edip makbul ve güzel işler yapanları müjdele: Onlara içinden ırmaklar akan cennetler vardır. Öyle cennetler ki, ne zaman meyvelerinden kendilerine bir şey ikram edilirse: “Bu, daha önce de dünyada yediğimiz şey!” diyecekler. Oysa bu, onların aynısı olmayıp, benzeri olarak kendilerine sunulacaktır. Orada onların tertemiz eşleri de olacak ve onlar orada devamlı kalacaklardır.” (Bakara, 2/25)

Hazreti İbn Abbas (Habrü’l-ümme – Ümmetin âlimi) bu ayetin tefsirinde diyor ki: “Ahirette verilecek şeyler, sadece benzerlerdir!” Onları orada tattığınız zaman, diyeceksiniz ki “Yahu, bu şuna benziyor biraz.. bu şuna benziyor.. bu da şuna benziyor.” Bu hayat, şuna benziyor.. bu koltukta böyle gerilip oturma şuna benziyor.. bu hayat arkadaşıyla muhavere şuna benziyor.. şu evlat sevgisi, evlatlarla alaka da şuna benziyor… Şuna benziyor ama onu tam da ifade etmiyor… Hazreti Pîr de hassasiyetle meselenin üzerinde duruyor. Öyle diyeceksin… Burada o şerbetleri içince, orada da Allah’ın izni ve inayetiyle, o şerbetlerle ikrâmât-ı İlahiye’ye, tekrimât-ı Sübhaniye’ye mazhar olacaksın!..

  Mebdede sadakat, vefâ ve azim esastır.. müntehâda ciddiyet, temkin ve edep. Mebdede kusur edenler, takılır yollarda kalırlar.. müntehâdakiler ise itap görür ve hırpalanırlar.

“Cüda düştük güzellerden / Derem, ‘vâ hasretâ!’ şimdi.” (Alvarlı Efe hazretleri) Evet, güzellerden cüdâ düştük, “Va hasretâ!..” diyoruz. Tahkîkin yerini taklîd”in aldığı, “tamir”in yerinde “tahribat” fırtınalarının esip durduğu; bin cehd, bin gayretle yapılan, her türlü değerlendirme ve takdirin üstünde şeylerin tahrip tsunamileri karşısında yıkılmak istendiği bir dönemde, hakikaten nelerden cüdâ düştüğümüzü görüyor ve anlıyoruz!..

“Mebde’de sadakat, vefa ve azim esastır; müntehada ise, ciddiyet, temkin ve edep!..” “Temkin”, zirve bir makamdır. Onun için “üns billah” dediğimiz “Allah’ın enîsi olma” makamı ihraz edildiği zaman dahi tehlikeli hususlardan bir tanesi, insanın orada bile “niyaz”da bulunacağına, farkına varmadan bazen kendini “naz” akıntılarına salıvermesidir. O zaman insan kazanacağı yerde, kazanma kuşağında, kaybeder.

Allah, hep kazandırsın.. ve hiç kaybettirmesin. Bin dört yüzünüzü, bin beş yüzünüzü, üç bin yapsın, inşaallah!.. Bütün tahripçilere rağmen… Tahripçilerin tahribe kilitlenmiş/programlanmış kalblerini de Cenâb-ı Hak, evirsin çevirsin. Çünkü kalbler, O’nun elindedir; Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât) إِنَّ الْقُلُوبَ بَيْنَ أُصْبُعَيْنِ مِنْ أَصَابِعِ الرَّحْمَنِ يُقَلِّبُهَا كَيْفَ يَشَاءُ buyuruyor; “Kalbler, Cenâb-ı Hakk’ın yed-i kudretindedir, onları dilediği gibi evirir çevirir!..” Onların tahribe kilitlenmiş/programlanmış kalblerini de Cenâb-ı Hak, tamire tevcih buyursun!.. Onlara hakiki imanı nasip etmek suretiyle, kalblerindeki o şeytanî duyguları, o nefsânî hisleri, vesveseleri, fısıltıları izale buyursun!.. Vesselam.

473. Nağme: “Cihânda âdem olan bîgam olmaz!..”

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli dostlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, şu beyitle sözlerine başladı:

“Cihânda âdem olan bîgam olmaz / Anun’çün bîgam olan âdem olmaz” (Necâtî Bey)

Sonra Ziya Paşa’nın şu sözünü aktardı:

“Her âkîle bir dert bu âlemde mukarrer / Rahat yaşamış var mı gürûh-ı ukalâdan.”

Nabî’nin ilgili beyanını hatırlattı:

“Ârifin gönlün Hudâ gam-gîn eder, şâd eylemez / Bende-i makbûlünü mevlâsı âzâd eylemez.”

Özellikle dine, imana ve insanlığa hizmet yolunun sıkıntı, meşakkat ve musibetlerle dolu olduğunu söyleyen Hocamız, içinde yaşadığımız dönemin zorlukları katladığını anlattı. Özetle şunları söyledi:

*Hakikatler eriyip gidince bizim Müslümanlığımız da kültür ortamına emanet edildi; babadan dededen gördüklerimizle iktifa edince, işin özü ve ruhu çoktan musallaya yatırıldı.

*Allah defaatle ba’s u ba’de’l-mevtler, öldükten sonra dirilmeler lütfeylemiş. Bu milletin de yoğun bakımdaki durumu, belki üç-dört asır ötesine gider; tamamen dıştan takviye ile surî canlılığını devam ettirmesi, bir-iki asırdır; fişin çekildiği dönem ise, bir asır diyebilirsiniz. Bir asırdan beri suretâ yattığı yerde insan gibi ama Hazreti Pîr “Mezar-ı müteharrik bedbahtlar” diyor. Canlanan mezarlar, yani mezardakiler; mahal zikrediliyor, hal murad ediliyor, belağattaki disipline binaen.

*Evet, Hazreti Üstad, “İşte, ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar ! Gelen neslin kapısında durmayınız ! Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Ta ki, hakîkat-ı İslâmîyeyi hakkıyla kainat üzerinde temevvüc-saz edecek olan nesl-i cedîd gelsin.” diyor. Demek ki onlar gitmeyince, arkadan o işi, ruh derinliğiyle temsil edecek nesiller gelemeyecek. Gelemez de… Neden? Çünkü babanın, dedenin, annenin, ninenin kültür ortamında neş’et ediyor. Şuur altı müktesabâtı onların o karanlık veya sisli dumanlı atmosferinde besleniyor. Öyle birinden mutlak hayr beklenemez. Onun için kötü örnek olanlar çekilip gitmeli; Müslümanım dediği halde haram yemede, milletin malını çalmada, haramîlik etmede, iftirada, yalan söylemede ve hayâsızlıkta beis görmeyen insanlar…

*“Biz Müslümanız, yeryüzünde onu hâkim kılacağız!” deyip onu yeryüzünde devlet haline getirme hülyaları yaşayanların halleri bundan ibaretse, onlar Müslümanlık adına öyle kötü örnek olmuşlardır ki, o güne kadar ona azıcık sıcak bakanların bile sıcaklıkları sönmüş, kalbleri birer buz parçası haline gelmiştir.

*“Hayâ sıyrılmış gitmiş öyle yüzsüzlük ki her yerde / Ne çirkin yüzler örtermiş meğer o incecik perde!” Namaz kılıyor; öyle incecik perde ki hayasızlığın yüzünü setrediyor. “Lâilâhe illallah, Bismillah, Allâhu Ekber” diyor. Sen bu kelimelerle onu yorumluyorsun; peçe oluyor, perde oluyor. “Ne çirkin yüzler örtermiş meğer o incecik perde!” Açığa çıkıyor tavırlarıyla, davranışlarıyla, mesâvîeriyle, bencillikleriyle, egoizmalarıyla, haram-helal tefrik etmeden -Tevfik Fikret ifadesiyle- “hopur hopur” yutmalarıyla…

*“Vefâ yok, ahde hürmet hiç, emanet lafz-ı bîmedlûl / Yalan râic, hıyanet mültezem her yerde, hak meçhûl.” Dün omuz vermişsiniz, hayr ümit etmişsiniz, destek olmuşsunuz; vefanın zerresi yok. Ahde hürmete gelince hiç mi hiç… “Şunu yapacağız, bunu yapacağız; milleti, a’la-yı illiyyîn-i kemalâta çıkaracağız!..” Muasır medeniyet seviyesi; dillere pelesenk olan tabir bu idi. “Yaran râiç”, en çok peylenen şey; millet yarış yaparcasına yalan söylüyor, revaçta,

*Beyinler ürperir, yâ Rabb, ne korkunç inkılâb olmuş / Ne din kalmış, ne iman, din harâb, iman türâb olmuş.” “Ne korkunç tahribat olmuş” da diyebilirsiniz. Evet, serap, Kur’an-ı Kerim’in de ifade buyurduğu gibi, çölde giderken daha çok, önünüzde bir su varmış gibi bir şeye takılır gidersiniz, Nur Sûresi’nde ifade buyurulduğu gibi, susuz bir insan onu su zanneder, yanına gittiği zaman da hiçbir şey bulamaz.

*“Mefâhir kaynasın gitsin de kesilsin vicdanlar lâl / Bu izmihlâl-i ahlâkî yürürken, kalmaz istiklâl!” Değil ileriye matuf vaadler, tatlı ümniyeler, kuruntular, idealler, şöyle böyle elde olan yarım yamalak istiklal bile bunca tahribat karşısında, tahribat tsunamileri karşısında tuz-buz olur gider hafizanallah.

*Bu açıdan da dünyayı, böyle gamsızlara, kasavetsizlere, dünyayı sadece dünyadan dolayı sevenlere, “din” derken bile esasen onu dünyaya karşı malzeme olarak kullananlara bırakmamak lazım. Onların talip olduğu şeylere zerre kadar talip olmadan… Zaten talip olması gereken şeye talip olanlar o türlü şeylere talebi kendileri için tezellül sayarlar. Allah’ın rızasına talip olmuş bir insan (maddî açıdan) İstanbul’un fethine gönlünü bağlıyorsa, birkaç adım geriye atmış, bir yönüyle komplekse girmiş, bir zillet gösteriyor demektir.

*Ne ifade eder idare adına bir yere gelmek, orada söz sahibi olmak! Böyle bir teklif tamamen Allah’a teslim olmuş, Üstad tabiriyle Kur’an şakirdi veya mefkûresinin hizmetkârı, idealine adanmış insanlara yapılınca, onlar o teklifi ellerinin tersiyle, ayaklarının ucuyla iterler. Çok defa tekerrür eden ifadeyle, ruh ve mana köklerini yeniden ikame etmeye kendini adamış ve adanmış olunca, o, vakıf demektir; beklentisizliğe kendini adamış, dünyevi uhrevi herhangi bir beklentiye gönlünü kaptırmamış. Fazl-ı ilahi çerçevesinde talebin dışında, Cennet’i bile bir gaye yapar, ona gönlünüzü kaptırırsanız, Allah’a ve rızasına karşı konsantrasyonunuzu kaybedersiniz.. Hazreti Rasûl-ü Zişan’a karşı konsantrasyonunuzu kaybedersiniz. “Saray” derseniz, “araba” derseniz, “makam” derseniz, “alkış” derseniz, “takdir” derseniz, Allah’ı kaybedersiniz.. “Allah” derken, Allah sizinle beraber değildir; yemin de edebilirim, yalan söylüyorsunuz.

*Allah’la münasebetin içine başka şey katmamak lazım. “Allah” demek lazım, “Rasûlullah” demek lazım, Onları gaye-i hayal yapmak lazım; en yüce mefkûre, ulaşılmaz ve hiçbir şeye feda edilmez.

*Bu harekete gönül vermiş insanların en önemli dinamiği adanmışlıktır. Henüz bunun kıymetine dair bir şey ortaya konamamıştır ki biz neye tekabül ediyor, onu mukayese yapalım! Zannediyorum, hiçbir şey adanmışlığın karşısında olamaz ve hiçbir şey onu karşılayamaz.

*Dünyaya ait her şey kuvve-yi inbatiyesi olmayan toprak gibidir.. güneşe kapalı toprak gibidir.. karbondiokside kapalı toprak gibidir; bir şey bitirmez, attığınız bütün tohumlar çürür gider. Esasen mahiyet-i insaniyeye dercedilen, bin başağa yürüyebilecek çekirdeği, dünyevi şeyler karşısında, kuvve-yi inbatiyesi olmayan toprağa vermemek lazım.

*Bîgam olmaz âdem olan!.. Sıkıntılara karşı bıkkınlık izhar etmeyin, şikâyet etmeyin. Dertliyim dersen bela-yı dertten ah eyleme, gök sakinlerini agâh eyleme… Melekler “Bu adam niye şikayet ediyor?” dememeliler. Demeliler ki “Bunca bela, musibet bize gelse!.. Cismaniyet varlıkları değiliz, bir yönüyle âlem-i emirden gelmiş bir vücuda sahibiz, bela ne eder bize?!. Fakat maşallahı var bu adamların!.. Sağanak sağanak bela geliyor başlarından aşağıya; iftiranın, yalanın, tezvirin, hümezenin, lümezenin bini bir para! Fakat maşallahları var; bu adamlar, hiç eğilmeden dimdik duruyorlar; çünkü eğilecekleri yeri çok iyi belirlemişler, onun dışında bir yerde eğilmiyorlar.

*Dakika boş geçirme!.. “Namaz kıldım, duasını yaptım, yeter!” deme!.. Oturduğun yerde hizmete müteallik meselelerin mütalaasıyla meşgul ol!.. Veya geziyorsun, bir odadan diğerine gidiyorsun, dudakların sürekli kıpırdasın, O’nun namına bir şeyler söyle!.. Değişik dualar sürekli vird-i zebanın olsun. Belki Cenâb-ı Hak bu üst üste sıkıntıları -ister dua, ister tazarru, ister niyaz ile o ızdırar halini yaşatmakla- Kendisine daha yürekten teveccüh edelim diye veriyordur. Bu da cebr-i kutfîdir; bizim için ayrı tecelli dalga boyunda bir rahmettir. Cenâb-ı Allah ne türlü olursa olsun, rahmet tecellilerini üzerimizden eksik etmesin.

Bahara Yolculuk (Selam-2)

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şu sorumuza cevap sadedinde aşağıda özetlediğimiz konuları anlattı:

Soru:

Dünyalarını bir bavula sığdıran mefkûre muhâcirlerine vefa borcunu eda etme sadedindeki çalışmalara “Bahara Yolculuk” (Selam-2) filmi de dahil oldu. Zât-ı âlînizin düşünce dünyasında “bahar” nedir? “Bahara Yolculuk” nasıl bir seyahattir?

İman dinamikleri, aşk u şevk tabiî hâlleri, adanmışlık mefkûreleri, Sonsuz Nur rehberleri…

*İnsanlar, Allah’a yürekten iman edince, dünyayı bir misafirhane görünce; asıl yurdun öbür tarafta bulunduğuna, burada yapılan işlerin hepsini Allah’ın gördüğüne ve gerçek mükafatın O’nun tarafından ötede verileceğine gönülden inanınca, dünyayı da, dünyaya ait her şeyi de hakîr görür, istihkâr ederler. Dolayısıyla, gönüllerindeki memleket sevdasını hizmet aşkıyla bastırarak dört bir yana açılan mefkûre muhacirleri ve onların hayırlı faaliyetleri, Cenâb-ı Hakk’ın lütfu!.. Falanın filanın marifeti değil. Belki büyüklerin ve günümüze kadar uzanan ani’l-merkez açılımın tesiri. İnsanlığın İftihar Tablosu’ndan bugüne kadar gelmiş yüzlerce müçtehid ve müceddidin tesirini öper başımıza koyarız. Onlar -Allah’ın izni ve inayetiyle- malumatları, içten yaklaşmaları, vicdanlara seslenmeleri, kalb ve ruha seslerini duyurmaları sayesinde o insanlarda öyle bir tesir icra etmişlerdir ki, onlar da bütün varlıklarını bir çantanın içine koymuş gitmişlerdir.

*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz “Benim adım, namım güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır!” buyuruyor. Bütün hayatı, hayata ait her şeyi, dünya ve mâfîhâyı istihkar edecek fedakar insanlar sayesinde namının bir gün güneşin doğup battığı her yere ulaşacağına işaret ediyor ve gayb-bîn gözüyle bunun olacağına dair bilgi veriyor. Aynı zamanda kendisine inanan insanlara hedef gösteriyor; “Ben bunu diyorum, siz de bunu gerçekleştirmeyi gâye-i hayal yapın, mefkûre/ideal edinin; bunu gerçekleştirmeye bakın!” diyor.

*Cenâb-ı Hak bazı kimselerin kalbine bunu atmış. Boğaziçi’ndeki yalıların hepsini bunlara verseniz, “Allah Allah, ne kusur yaptık ki bu adamlar bize böyle hakarette bulunuyorlar, saygısızlık yapıyorlar?” diyecekler. Dünyevî teklifleri hakaret kabul eden insanlar, bir külahın içinden çekilen kuralarla gidecekleri yerlere gittiler. Coğrafyada bilmedikleri halde, gitti birine sordular: “Yahu bu Moğolistan nerede ki acaba? Türkmenistan neredeydi? Kırgızistan, Moldova neredeydi acaba?..” Bilmiyorlardı! Çoğu ifritten dünyalara açıldı, ciddi imtihanlar verdiler; diken tarlalarını gül bahçelerine çevirmek için orada amelelikler yaptılar.

Selam-2: Bahara Yolculuk

*“Selam” birincisiydi, bu da ikincisi: “Bahara Yolculuk”. İnşaallah üçüncüsü, dördüncüsü, beşincisi, altıncısı gelir. Tarihe not düşme adına esasen. Hani bildiğiniz gibi Siyer’de hep bir boşluktan bahsediyorum: İnsanlığın İftihar Tablosu döneminde yaşanan şeyler detaylarıyla, sebep-sonuç münasebeti içinde neden kaydedilmedi? Neden bize bu meseleler o ölçüde gelmedi? Neden o siyere, o megaziye biz üç asır, dört asır, beş asır sonra ancak ulaşabildik? Öyle değil! Hadiseler cereyan ettiği dönemde, tarihe not düşmek lazım. Bunlar gelecek insanlara, yapmaları gerekli olan şeyler adına çok önemli, canlı birer mesajdır.

*Kahraman abidelerin yazdığı bir destandı o; sadece bir insanın sergilediği kahramanlık değildi. Bazen on öğretmen bir odayı perde ile böldüler; tâife-i nisa bir tarafta, tâife-i rical de bir tarafta ikamet etmek, yatıp kalkmak suretiyle hayatlarını devam ettirdiler. Ama oradakileri misyonlarını eda etmek adına her türlü fedakârlığa katlandılar. Dövüldüler, tartaklandılar, tanınmadılar; “Niye geldiniz buraya? Derdiniz nedir? Asimilasyon peşinde mi koşuyorsunuz? Misyonerler gibi bizi asimile etmek mi istiyorsunuz?” gibi kuşkularla, şüphelerle karşılandılar. Fakat o ülkelerin vatandaşları uzun süre nabız tuttular, kalb dinlediler, ritmi hep aynı buldular, aritmiye rastlamadılar; “Yahu bu adamların kalbi doğru atıyor. Nabızlarında bir istikamet var. Bakışlarında bir inandırıcılık var.” dediler. Değişik yabancı misyon şefleri o kadar kafaları karıştırmış olmalarına ve günümüzde zirve yapmış karıştırma fasıllarına rağmen kanaatlerini değiştirmediler.

Karasevdalılar Tarihe Altın Harflerle Yazılmalı

*Evet, bazı kimseler şikayet dosyaları gönderdiler, ifsat telefonları ettiler; fakat başarılı olamadılar; olamazlardı da!.. Çünkü gidenler Allah için gitmişlerdi! İman etmişlerdi ve sâlih amel yapıyorlardı! O Rahmân u Rahîm Allah da gittikleri yerlerde onlar hakkında kalblere sevgi vaz’ etmişti. Zamanla o anlaşmazlıklar, o endişeler, o telaşlar silinip gitti. Şimdi ne diyorlar? “Bakmayın sizinkilerin dediklerine. İşinize bakın siz. Biz sizi tanıyoruz. 20 senedir sizi tanımamışsak şayet, biz -bir yönüyle belki- akılsızca davranmışız demektir. Bu bize hakarettir.” diyorlar.

*Hasret ve hicran mülâhazalarına takılmadan, “gurbet” ve “yâd eller” demeden hicrete koşan karasevdalılar -bir yönüyle- Sahabe gölgesinde mükemmeli yakalamaya, dünya çapında bir mükemmeli ortaya koymaya çalıştılar. Bu açıdan da bu mevzuda günümüzün fertlerine, değişik birimlerdeki insanlara düşen bir vazife vardır; bu da, herkesin, kendi alanı itibarıyla, bu kahramanlığı altın kalemlerle tarihin altın sayfalarına yazmasıdır!

“Biz hiç bahar görmedik!.. Kardı, kıştı; yollar yokuştu; güzellikler sadece düştü!..”

*Belki üç asır evvel hazan rüzgarları esmeye başladı. Üstad Hazretleri, “Asırlardan beri, rehnedar olan bir kalenin tamiriyle mükellefiz.” diyor. Asırlardan beri yıkılmış, harab olmuş bir kale!.. Tamir ve restore ettiğiniz şey birkaç asırdan beri hain eller tarafından yıkılmış; her gelen birkaç taşını sökmüş, birkaç sütununu koparmış, birkaç kubbesini yerle bir etmiş!.. Siz yeniden bunları, aslına uygun şekilde, yerli yerine yerleştirecek, sağlam bir restorasyon ortaya koyacaksınız.

*Biz, bir yönüyle o hazan esintilerinin tesirinde neşet etmiş insanlarız. Tam bahar görmedik. Kardı, kıştı; yollar yokuştu; güzel şeyler bizlerde sadece bir düştü!.. O düşlerle yaşadık ve bir gün o baharın geleceğine inandık. İnancımızı hiç yitirmedik. “Biz ölüp gidelim; yeter ki millet baharı görsün!” dedik. Şu andaki düşüncem de o: “Allah’ım! Başkalarına lütfettiğin o baharı milletimize de lütfet! Bir gün öncesinde benim canımı da al! ‘Ben de bu işin içinde vardım’ diye kafama bir şey gelmesin. Ben o baharı görmeyeyim, arkadan gelen nesiller görsün.” Hep o baharın rüyasıyla, hülyasıyla yaşadık.

*Yer yer meltemlerin esintisine şahit olduk, ümitlendik çok defa. Bazen ümitlerimizde yanılmadık. Yanıltmayan Allah’a binlerce hamd ü sena olsun ve bizi yanıltmayanlar da Firdevs’le serfiraz olsunlar, Hazreti Rasûl-ü Zîşân’a komşu olsunlar. Ümitlerimize medar oldular. Bazen de bir kısım kimseler hakkında çok ciddi beklentilere kapıldık. Dedikleri ettikleri şeylere baktık, çok ciddi kalbî alakalara girdik. “İnşaallah iyi bir şey olur. Yıkılmış hak ve adalet düşüncesi yeniden ikâme edilir. Tarihten süzülüp gelen ruh ve mana değerlerimiz yeniden kendi değerlerini bulur. İnsanlık yeniden bir gül devri yaşar. En azından -bir yönüyle- karların eridiği, buzların çözüldüğü dönemi görür ve bunu önemli bir referans sayar. Olanı olma mevzuunda en önemli bir referans sayar.” dedik.. dedik ve aldandık.

Muvakkat Fırtınalar Daimî Meltemleri Unutturmamalı

*Fakat aldanmalar yıldırmamalı. Ahiret deyip yola çıkanların dünyevileşmeleri bizim kuvve-i maneviyemizi kırmamalı. Şimdiye kadar bir sürü insan doğru yolda yürürken dökülüp yollarda kalmıştır. Düşünün ki, İnsanlığın İftihar Tablosu’yla (sallallâhu aleyhi ve sellem) diz dize gelmiş, oturmuş, fakat bir dönemde irtidat fırtınaları esmeye başlayınca Müseyleme’nin ordusuna katılıp onun yanında can vermiş, Secah’ın ordusunda can vermiş, başka mürtedlerin ordusunda can vermiş. Bu hep olagelmiş; biz kim oluyoruz?!. Biz gölgenin gölgesinin gölgesinin gölgesi… Bunu lütfedecekse Allah (celle celaluhu) O’na binlerce hamd ü sena olsun. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun insibağı bir hamlede bir nefhada şeytan ruhlu insanları melekleştirecek kadar güçlüydü. Öyle bir insibağ vardı; fakat düşünün ki, onlar arsında bile kaymalar oldu. Daha sonraki dönemlerde bir sürü kaymalar oldu. Bu açıdan da bu yıkılmalara, çözülmelere, kırılmalara ve fay kırılmalarına takılarak, “Acaba yeniden bir hazan mı esiyor?” deyip ye’se düşmemeli. Esasen önemli olan, o hazanların estiği dönemde bile meltemler yudumlayabilmektir. Bir yönüyle, şöyle-böyle vifak ve ittifakın Cenâb-ı Hakk’ın tevfikine vesile olması meltemleriyle o hazanları meltemlere çevirmeye bakmak lazımdır.

*Her zaman daha güzele ve daha mükemmele talip olmalı. Şahsî hayatımız itibarıyla böyle olduğu gibi belki milli ve içtimaî hayatımız itibarıyla da ütopyalarda resmedilen ve bizim de Akif ifadesiyle “gül devri” dediğimiz o dönemlerin hülyasıyla oturup kalkmalı, hep onların hayalini yaşamalı. Fakat unutmamalı ki toplumun kalbî hayatını ihya etmek ve ruh abidesini ikame eylemek adına esasen mükemmele talip olmak önemli olduğu kadar şahsi arzu ve beklentilerden sıyrılıp hep onu araştırmak ve sadece o gaye-i hayal için yaşamak da hayati ehemmiyet arz etmektedir. Bu cümleden olarak, Raşit Halifeler’in beşincisi sayılan Ömer bin Abdülaziz devletin başında bir emanetçi memur gibi durmuş; hazinenin dolup taştığı bir dönemde kendisi zeytinyağına ekmek bandırarak iftar ve sahur yapmıştır. Halası “Yeğen, hani abim zamanında bana bir şey veriliyordu?!.” deyince, “Halacığım, benim şahsi malım yok ki sana vereyim; ben ekmeğimi zeytinyağına banıp yiyorum!” cevabını vermiştir.

Dikili Taşı Olmayanlara Milyarlar İsnat Eden Hainler

*O mübarek insanın villası yoktu!.. Nâmübareklerin kör gözlerine sokulsun! O mübarek insanın yalısı yoktu! Yalı peşinde koşan sağırların, sağır kulaklarına sokulsun!.. Ömer b. Abdülaziz.. ve gül devri… Öyle bir devre inanç içinde bulunmak lazım. “Ne olur Allahım! Öyle bir devrin ırgatları, ameleleri, işçileri haline getir bizi!.. Falan paye ile, filan paye ile değil; ruhumuzun abidesini ruh-u Muhammedî (aleyhissalatü vesselam)’a uygunluk içinde yeniden ikâme edecek ırgatlar, ameleler haline getir bizi!..” Bu mülahazayla yaşıyoruz ve dünyadan göçüp giderken de şahsımız hesabına geride dikili bir taşımız yok. “Varım ol Dost’a verdim hânümanım kalmadı / Cümlesinden el yudum pes dü cihanım kalmadı” Dikili taşı olmayanlara “Milyarlarla uğraşıyor!.. diyen sağır ve kör, hatta hain, -eğer terbiyem müsaade etseydi, diyecektim- alçakların kör gözlerine sokulsun!..

*Gül devri… Hazreti Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali ve Ömer bin Abdulaziz’lerin (radiyallahu anhüm ecmaîn), sonraki devirlerde Topkapı’da dünyaya söz geçiren insanların dönemi… Bir hükümdar gibi cihanı idare ediyorlar ama bir ırgat gibi yaşıyorlar; ancak o kadar yiyor, içiyor ve meşru dairede dünya zevklerinden ancak o kadarcık zevk almaya çalışıyorlar. Öyle bir dünyayı ihya etme meselesi peşinde olmalı. Siz öyle bir hayır yolunda muvaffak olamasanız, onu ikame edemeseniz bile o mevzuda her soluğunuz tesbih sayılır; her adımınız bir yönüyle Allah’a yaklaşma sayılır; her derinlemesine bakışınız, hadiseleri değerlendirişiniz, her analiz ve senteziniz, Allah’a karşı mükemmel bir ubudiyet sayılır. Nitekim, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yatsı namazını kılıp sabah namazına veya teheccüde kalkma niyetiyle yatan bir insanın uyanacağı âna kadarki bütün soluklarının tesbih sayılacağını müjdelemiştir.

*Müminin niyeti amelinden hayırlıdır. Amel güzel bir şeydir, Allah amelsiz yapmasın. Ama amelin hatarlı yanları da vardır; mesela yaparken görüntüye, bencilliğe girebilirsiniz. Fakat halis bir niyet, tamamen enfüsidir; buna mülahaza-yı nefsiyye diyebilirsiniz. İçinizden diyorsunuz: “Ne olur Allahım, ruhumuzun abidesini Hazreti Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali (radiyallahu anhüm ecmaîn) dönemlerinde olduğu gibi ikâme etmeye bizi muvaffak kıl; o mevzuda bizi istihdam buyur.” Bu öyle içten bir yakarış ki, buna, falanın görmesi, demesi ve etmesi bulaşmaz; işin içinde riya, süm’a, ucb, fahr ve kibir şeklinde kendisini göstermez. Bu zaviyeden mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır. Denebilir ki bazı niyetler vardır, bazı amellerden hayırlıdır.

Patikada önünüzü keserlerse, tepelere tırmanmasını bileceksiniz!..

*Sağdan soldan esen fırtınaların tesirinde kalmamak lazım. Şayet yaptığınız işin hakkaniyetine ve i’lâ-yı kelimetullah mülahazasına inanıyorsanız, şayet milli mefkurenizin dünyanın dört bir yanında şehbal açmasına kendinizi adamışsanız, sağda solda söylenen güft u gûya kulak asmadan, o türlü şeylerle dağılmadan, kendi konunuza konsantre olarak, o mevzuda daha sistematik, daha alternatifli şekilde devam etmelisiniz. Elli türlü şeytan engellemeye kalksa, elli türlü yerlere şeytanca telefonlar edilse ve elli türlü yerlerdeki yabancı misyon şefleri iğfal edilmeye çalışılsa da siz yine bir yolunu, yöntemini bulup devam etmelisiniz.

*Şehrahlarda önünüzü kestiler, patikada yürümesini bileceksiniz. Patikada önünüzü kestiler, tepelere tırmanmasını bileceksiniz. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın rızasını tahsilden ve milli ruh abidesini ikameden başka bir düşünceniz yok. Evet, Allah’ın rızasını tahsilden ve milli ruh abidesini ikameden başka bir mülahazanız yok. Bunun dışındaki bütün mülahazalara “tuh” diyeceksiniz!..

*Allah yolunda olmazsanız, şeytanın yolunda olmanız mukadderdir. İmam Şafii Hazretleri buyurur ki: “Sen kendini Hak ile meşgul etmezsen, batıl seni işgal eder.”

*Tabloda diyordu ki: “İlim öğren yiğidim cehalet ardır / Ona razı olan sadece hımardır!” Ahh kitap okumayanlar.. ahh kitaba saygısızlar.. kuru lafla insanları meşgul edenler.. demagojilerle şuursuz kitleleri aldatanlar.. yalancı vaadlerle onları bir taraftan bir tarafa sevk edenler.. fuhşiyatı, münkeratı o mevzuda birer argüman olarak kullananlar.. şantajlarla insanları avuçlarının içine alan hainler.. yalanı, iftirayı meşru sayanlar!.. M. Âkif’in ifadesiyle: “Hayâ sıyrılmış inmiş, öyle yüzsüzlük ki her yerde / Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde / Vefâ yok.. ahde hürmet hiç.. emanet lafz-ı bî medlûl / Yalan râiç, hıyanet mültezem her yerde, hak meçhul.”

414. Nağme: Hakk’a Adanmış Ruhlar

Herkul | | HERKUL NAGME

Kıymetli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, bu sohbetine ecdat tarafından çokça zikredilen “Allah, tevfikini refik eylesin!” şeklindeki duayı açıklayarak başladı.

Bu duanın sevkiyle bir kere daha “adanmışlık ruhu”na vurguda bulunan aziz Hocamız şu hususlara temas etti:

*İstiğnâ ve beklentisizlik, Peygamberlik mesleğinin şiarıdır; insanları kurtarmak için kendi hayatını istihkâr ederek her gün ölüp ölüp dirilme, sürekli çalışma, hep koşturma, zahmet çekip meşakkatlere katlanma ama bütün bunlara bedel hiçbir ücret istememe irşad yolunun hususiyetidir. Nitekim, Hazreti Nuh, Hazreti Hûd, Hazreti Salih, Hazreti Lût ve Hazreti Şuayb (Allah’ın salat ve selamı Efendimiz’in ve bütün peygamberlerin üzerine olsun) hep aynı cümleyi tekrar etmiş;

وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى رَبِّ الْعَالَمِينَ

“Bu hizmetten ötürü sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak Rabbülâlemîn’dir.” (Şuarâ, 26/109) diyerek, bütün peygamberlerin ortak duygu ve düşüncesini dile getirmişlerdir.

*Yâsîn Sûresi’nde anlatılan kahraman (Habib-i Neccar),

اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْأَلُكُمْ أَجْراً وَهُمْ مُهْتَدُونَ

“Yaptıkları tebliğ karşılığında sizden bir ücret istemeyen, hiç menfaat beklemeyen, dosdoğru yolda yürüyen bu kimselere uyun.” (Yâsîn, 36/21) demek suretiyle, yine irşad erlerinin aynı vasfına dikkat çekmiştir. Habib-i Neccar, arkasında yürünecek rehberlerin en önemli iki vasfını nazara verirken, onların hizmetlerine mukabil hiçbir ücret/menfaat beklemediklerini ve herkesten önce kendilerinin dosdoğru yolda yürüdüklerini belirtmiştir ki, doğrusu, bu iki sıfatı üzerinde taşımayan kimselerin başkalarına hidayet yolunu göstermeleri hiç mümkün değildir.

*Sen su ol, ak mecranda; içmeyen içmesin. Sen güneş ol, şualarınla başları okşa; ondan istifade etmeyenler etmesin. Sen bir ağaç ol, etrafına gölgeler sal; o gölgeye sığınmayan sığınmasın. Sen meyvedar ağaçlar haline gel, meyvelerin sarksın salkımlar halinde, yemeyen yemesin, almayan almasın. Sen bir bülbül ol, hep güle karşı şakı dur; varsın gülün yağını başkaları sürünsün, kullansın.

*Hazreti Pir; Ebu’l-Hasan eş-Şazilî, Abdülkadir Geylanî, Mustafa Sıddıki’l-Bekrî, Ahmed Rifaî, Muhammed Bahaüddin Nakşibendî, Mevlana Halid-i Bağdadî gibi büyüklerin, tesbihin her tanesine dokunduklarında bütün zerrat-ı kâinat adedince Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ettiklerini ve bunu vicdanlarının enginliğinde duyduklarını ifade ediyor. Hatta Allah hakkının büyüklüğü karşısında bir tesbihin O’nu ifade etmeyeceğini düşünen bu zatlar, tesbihlerini, denizlerin kumlarına, yağmurların damlalarına ve mahlûkatın soluklarına bağlıyor, öyle söylüyorlar. Hazreti Pîr, onların bu durumuna imreniyor ve onlar gibi bir tesbih tanesine dokunduğunda trilyon adet tesbihlerin içine akmasını duymak istiyor. Hayat-ı seniyyelerinin sonuna doğru bir gün bir has talebesine diyor ki, “Kardeşim, Allah’a hamd olsun. Ben de artık Ebu’l-Hasan eş-Şazilî ve Abdülkadir Geylanî Hazretleri gibi ‘Sübhanallah’ dediğim zaman bütün zerrat-ı kâinatı birden duyuyor gibi oluyorum.”

*Bir Hak dostu büyük vecd içinde tesbih çekiyor; Sübhânallah, Elhamdülillah, Allahu Ekber dedikçe kâinatın zerrelerinin de kendisiyle beraber zikrettiğini duyuyormuş. Bir aralık yanındaki talebe aklına gelmiş ve ona da işittirircesine sesini yükseltmiş. Tam o esnada Hazretin önünde manevi bir perde açılıvermiş, başka bir buud aralanmış.Bakmış ki elindeki tesbihin her tanesi bir yıldız gibi ışık saçıyor, parıl parıl parlıyor; sadece bir tesbih tanesi ise adeta simsiyah, yanık ve kupkuru görünüyor.Hazret hayretle meseleyi anlamaya çalışırken bir ses duymuş: Yıldız gibi olan taneler sırf Allah rızası için yaptığın zikirle çekilmiş olanlar; o kupkuru ve simsiyah tane ise “duysunlar, desinler, görsünler” düşüncesiyle nurunu kaçırdığın zikirden geriye kalan.

*Gönüllere girmenin yolu yumuşak sözdür. Allah Teâlâ, Hazreti Musa ve Hazreti Harun’u (aleyhimesselam), Firavun’a gönderirken bile “Ona yumuşak söz söyleyin, belki düşünür ve ürperir.” (Tâ hâ, 20/44) buyurmuştur.

*Âşık Ruhsati şöyle der:

“Bir vakte erdi ki bizim günümüz,

Yiğit belli değil mert belli değil;

Herkes yarasına derman arıyor,

Deva belli değil dert belli değil.”

İşte her şeyin böylesine belirsizleştiği bir dönemde bize düşen, elden geldiğince her karanlık bucakta bir mum tutuşturmaya bakmaktır.

*Hadis-i şerif olarak rivayet edilir:

مَنْ تَوَاضَعَ للهِ رَفَعَهُ اللهُ وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللهُ

“Yüzü yerde olanı Allah yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır.”

409. Nağme: Allah Sorar Hesabını!..

Herkul | | HERKUL NAGME

*İnsanın, başına gelen gâileleri kendinden, kendi nefsinden bilmesi onun imanının kemalinden kaynaklanır. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de, “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir.” (Nisa Sûresi, 4/79), “Başınıza ne musibet geldi ise, o, ellerinizin kazancı iledir; kaldı ki Allah çoğunu da affediyor.” (Şûra Sûresi, 42/30) gibi ayetlerle bu hususa işaret etmiştir.

*Bu hakikat iradeyi yok saymak manasına da gelmez. Meyelân ve meyelândaki tasarruf, “İki tarafı müsavi olan iki şey ortasında, birisi istikametinde pozitif ya da negatif bir eğilim göstermek” demektir. Maturidî akidesi, “İnsan iradesine tanınan bir çerçeve”; Eş’âri akidesi, “Meyelanda sadece tasarruf.”

*Dünya villalarına bedel, doğrudan doğruya Allah tarafından yapılmış “cennet villaları”. Hûrisiyle, gilmanıyla, şubbânıyla… lü’lü-i mensûr gibi saçılmış evlatlarla donanmış, eksiği olmayan; ebediyet derinlikli, bitip tükenme bilmeyen; yaşlılıkla içinizi bulandırmayan; “öleceğim” diye sizin içinize endişe salmayan… öyle bir ebedi hayat. O’nun ebediyetinin bir gölgesi olarak.

*Ebediyete talip olan insanlar, evvelen ve bizzat gaye ne ise, her meseleyi ona bağlamalıdırlar. Bizim, evvelen ve bizzat –mesleğimiz itibarıyla, hakiki mü’min olma arzusu itibarıyla ve sahabi yolunu seçmemiz itibarıyla– adanmışlık esasına bağlı kalmamız lazımdır.

*Adanmışlık ve beklentisizlik.. yapacağımız bütün hayırlara bedel; dünyanın rengini değiştirsek, desenini değiştirsek, gök ehline çok farklı bir dantela üzerinde sergilesek, meleklerin “Yahu biz bunları yapamazdık!” diyecekleri bir şey sergilesek… bütün bunların karşılığında herhangi bir beklentiye girmeme!

*Yıldırım Beyazıt’ın şanssızlığı belki de Timur Lenk’in yanına Seyyid-i Şerîf Cürcânî ve Taftezânî gibi iki tane dev adamı almış olmasıydı. Kitleler bu iki zâta bakınca, “Galiba bu Lenk’de bir şey var!” diyorlar. Yıldırım Beyazıt’ın karşısındaki Lenk, münafıkca oyun oynuyor. Müslümanca görünüyor, İslam’ın serkârlarını yanına alıyor ve dolayısıyla bütün kabâil ve tavâif (onu takip ediyor). Bu bize İstanbul’un fethinde tam yarım asır kaybettiriyor. İstanbul’un fethi tam yarım asır gecikiyor.

*Beklentisizlik remzi: Ölesiye çalışma, ölmeyecek kadar bir yerde durma. Çalışmasının karşılığında, dünyevî-uhrevî, meseleyi herhangi bir beklentiye bağlamama. Adanmışlık bu demektir.

*İnsan, hizmetlerini ”Ben bu hizmet içinde bulunayım, -mesela- şöyle bir merkûba sahip olayım!” mülahazasına bağlarsa, fani bir surette sa’yinin mükâfatını dünyada almış, ahirette de avucunu yalamış olur.

*Günümüzde onca avucunu yalayacak insanlar olduğuna göre bence, varsın onlar avuçlarını yalasınlar. Öbür tarafta avucunu yalayacak insanlar varmış! Onlar yalaya dursunlar. Biz avucumuzu yalamaya kendimizi mahkum etmeyelim. Adanmışlık ruhu neyi iktiza ediyorsa, ona göre hareket edelim.

*Ömer bin Abdulaziz, “Ben, halkın orta sınıfı veya alt sınıfı standartları içinde hayatımı geçirmiyorsam, dünyada kazandığım şeyleri heba etmişim demektir.” anlayışına bağlı yaşamıştır.

*Millete hizmet edenler, bu ruhun, bu mananın, bu felsefenin, bu dünya görüşünün, bu türlü Kur’ânîliğin ve bu türlü müslümanlığın temsilcisi olmadıkları takdirde, zalimin tâ kendileridir, münafığın tâ kendileridir! Camide, içinizde bile görseniz, münafıktır onlar! Onlara inanırsanız şayet, Allah onun da hesabını sorar! Onların nifakı karşısında sükût edenlere de Allah onun hesabını sorar! Dilini tutan dilsiz şeytanlara Allah onun hesabını sorar! Sorsun Allah onlara hesabını!..

(Not: Bu nağme 22:23 dakikalık  ses dosyasından ibarettir.)

382. Nağme: Toplumdaki Aritmi ve Problemlerin Çözümünde Üslup

Herkul | | HERKUL NAGME

Sevgili dostlar,

Allah’a sonsuz hamd ü senâ olsun ki, on gün aradan sonra bugün muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi misafir kaldığı evden yürüyerek büyük binaya gitti ve Bamteli çekimi de yaptığımız mescid/salon bir kere daha sohbet-i Canan ile şenlendi.

İkindi namazı kılınır kılınmaz önce Hocaefendi’nin tansiyonu ve kalb ritmi kontrol edildi; değerler normal çıkınca muazzez Hocamız hasbihale başladı ve kendi nabzından hareketle toplumdaki aritmiden söz açtı.

Ziya Paşa’nın, “Bil illeti kıl sonra mudavata tasaddi / Her merhemi her yaraya derman mı sanırsın!” dediğini hatırlatan Hocaefendi, evvela toplumun problemlerinin çok iyi teşhis edilmesi ve sonra da en uygun tedavi yoluna gidilmesi gerektiğini dile getirdi. Zikrettiği beytin devamında “En ummadığın keşfeder esrar-ı derunun / Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?” dendiğine dikkat çekerek ister teşhis isterse de tedavi sürecinde başkalarının mülahaza ve mütâlaalarına da değer vermek gerektiğini belirtti.

Bazen büyük problemlerin çok önemli pozitif neticeler de doğurabileceğini, bunun için hadiselerin çok doğru okunması, teenni ile hareket edilmesi ve ciddi bir mülayemet ruhu sergilenmesi gerektiğini ifade eden kıymetli Hocamız, bir kere daha üslup meselesine dair açıklamalarda bulundu. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hudeybiye’deki uygulamasından ve Müseylemetü’l-Kezzâb karşısındaki tavrından misaller vererek meseleyi şerh etti; İnsanlığın İftihar Tablosu’nun yolunda yürüyen adanmış ruhların “müsbet hareket”ten asla vazgeçmemeleri lazım geldiğini vurguladı.

Meselelere sadece bir yanları itibariyle ve karamsarlık hisleriyle bakmamak icap ettiğini söyleyen Hocaefendi, pozitif istikametteki değişimlerin çok kolay olmadığını/olmayacağını, tahribin kolaylığına bedel tamirin zorluğunu ve hatta restorasyonun ilk inşaya nispetle daha fazla zaman, daha ciddi gayret isteyebileceğini dillendirdi. Bu konudaki tembihlerini Hazreti Üstad’ın “Asırlardan beri, rehnedar olan bir kalenin tamiriyle mükellefiz.” sözüyle noktalayan Hocamız, özetle şu hakikati hatırlattı:

Hizmet-i imaniyeden beklenen netice birden bire hâsıl olmaz; vatan, millet, din ve iman adına ortaya konan böyle bir hizmetin semere vermesi ancak birkaç neslin ömrüne vâbestedir. Cenâb-ı Allah, bir tohumun başağa yürümesini, bir yumurtanın civcive dönüşmesini bile haftalara yaymış ve bize bu konudaki ilâhî ahlâkı talim buyurmuştur. Bir milletin özüne dönmesi, yığınların insanî değerlere yönelmesi, ideal insanın, ideal neslin ve ideal toplumun yetişmesi birkaç ayda, birkaç senede olabilecek şey değildir. Beşerin En Mükemmeli’nin (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) eliyle şekillenen ve Kur’an’ın mucizesi olan ısmarlama bir cemaatle bile yeni tip bir insanlığın oluşması ve huzur toplumunun olgunlaşması ancak yirmi üç senede gerçekleşebilmiştir. Eğer böyle bir meselenin doğumu bile yirmi üç senede olmuşsa, onun “ba’s ü ba’de’l-mevt”i de bu zaviyeden değerlendirilmeli ve bu mevzuda kat’iyen acûliyete girilmemelidir.

Şair Eşref’in “Bozulmuştur düzelmez gelse de Mehdî / Bu mülkün emr-i ıslahı Cenâb-ı Hakk’a kalmıştır.” beytini ve yeryüzünün umumî bunalımlarına inzimam eden içteki krizler karşısında ızdırapla inleyen Sultan 3. Mustafa’nın “Yıkılıpdur bu cihan sanma ki bizde düzele / Devleti çarh-ı denî verdi kamu müptezele / Şimdi ebvâb-ı saadette gezen hep hezele / İşimiz kaldı heman merhamet-i lemyezele!..” (Bütün cihan yıkılırken, bizim ülkemizin düzeleceğini mi zannediyorsun? Ne yazık ki, talihsizlikler çarkı, ülkenin kaderini haysiyetsizlerin ellerine düşürdü. Baksana, milletin bel bağladığı ve hak aradığı dairelerin kapılarında bile şaklabanlar gezmekte. Hal böyle olunca, kalmış kurtuluş ümidimiz sadece Rahmeti Sonsuz’un merhametine!..) kıtasını (onların kendi zamanlarına ait hissiyatı olarak) seslendiren Hocaefendi, bu ifadelerin bir açıdan karamsarlığın sesi soluğu olduğunu; mü’minin asla ümitsizliğe düşmemesi gerektiğini ve hele Rahmeti Sonsuz’a dayananların kat’iyen ye’se kapılmamaları lazım geldiğini söyledi.

Sohbetinde Marmaray’ın açılışından da takdirle bahseden muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, “Dinin yarısı insaftır; insaf dinin yarısıdır. İnsaflı olmak lazım. Doğruyu doğru kabul etmek, doğruyu alkışlamak ve onu realize eden insanları aşklandırmak şevklendirmek lazım. Küçük bile olsa pozitif her şeyi alkışlamak ve o işi yapan insanları yüreklendirmek, dahasını yapmaya sevketmek lazım.” dedi.

İnsanların sorgulanmaktan hoşlanmadığını ve tenkitleri hazmedebilecek insan sayısının çok az olduğunu hatırlatan Hocamız, meseleleri yüze çarpar gibi sunmamak lazım geldiğine, hatta güzel bir projeyi teklif ederken bile başkalarının hissiyatını hesaba katıp gerekirse onu farklı birinin eliyle/dilliyle ortaya koymak ve böylece hakkın hatırını hep âli tutmak gerektiğine vurguda bulundu.

Sohbetin sonunda mevzuyu adanmış ruhlara ve onların hizmet faaliyetlerine getiren Hocaefendi, günümüze kadar emek ve sermayenin değerinin anlaşıldığını ama adanmışlık ve fedakârlık gibi faziletlerin neye tekabül ettiğinin hâlâ bilinemediğini; büyük bir adanmışlık ruhuyla cihana açılan insanların hizmetlerini bir şahsa veya gruba mal etmenin hem Allah’a karşı saygısızlık, hem de o fedakârların ceht ve gayretine yapılmış bir zulüm ve haksızlık olduğunu; yapılanları bir şahıs, bir deha, bir firaset, bir kiyaset ve bir fetanete mal etmenin bir yönüyle de şirk sayılacağını; bu mevzuda hüsn-ü zan edip “falan vesilesiyle bu neticeler elde edildi” diyenlerin ictihad hatası yapmış olacaklarını ama hizmet erlerinin her zaman kulluk şuuruyla hareket edip o tür iltifat ve teveccühleri kesinlikle sahiplenmemeleri gerektiğini dile getirdi.

Bize bir kere daha muhterem Hocamızın sohbet atmosferini lütuf buyuran Allah Teâla’ya sonsuz hamd ü sena ederek birkaç saat önce kaydettiğimiz bu enfes hakikatleri 39:37 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde sunuyoruz.

Dualarınız istirhamıyla…

349. Nağme: Adanmış Ruhların Farklılığı

Herkul | | HERKUL NAGME

Değerli dostlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin birkaç gün önce yaptığı bu sohbeti 20 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.

Bu güzel hasbihalin muhtevasını az da olsa yansıtması için kıymetli Hocamızın sözlerinden seçtiğimiz bazı cümleleri aşağıya kaydederek dualarınıza vesile olmasını diliyoruz:

*Adınız orada burada anılıyorsa, çok farklı çevrelerden üzerinize zift püskürtülebilir ve onca olumsuz hadise karşısında insan ye’se düşecek hale gelebilir. Fakat, etrafınızı zift, toz, duman sarsa bile onu şöyle böyle yararak içerisinde, ilerisinde ya da daha ötesinde bazı güzellikleri görmeye çalışmak ve asla ümitsizliğe düşmemek lazım.

*Adanmışlık, başka mülahazalara bütün bütün panjurları kapamayı ve sadece adandığı işe konsantre olmayı gerektirir.

*Mülahazalarımız şu sözlerde güzel ifade ediliyor: “Ne dünyadan safa bulduk, ne ehlinden recâmız var / Ne dergâh-ı Huda’dan maada bir ilticamız var.” (Nef’î)

*Adanmışlık, görenlerin “deli” diyeceği ölçüde bir farklılığı gerektirmektedir. Şu kadar var ki, adanmışların farklılığının en önemli bir derinliği de farklılıklarının farkında olmamaları ve hiçbir zaman başkalarına yukarıdan bakmamalarıdır.

*Adanmış ruhlar, ölesiye civanmertlikler göstermeli ama bütün hizmetlerinde sırf Hakk’ın hoşnutluğunu hedeflemeli, muvaffakiyetleri kendisinden bilmemeli, kimseden takdir bile beklememeli ve her zaman Hazreti Ali’nin ifadesiyle “İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol!” düsturuna riâyetle hayat sürmelidirler.

*Adanmış ruhlar, vefat ettiklerinde kalabalık bir cemaat tarafından teşyi edilmeyi dahi beklemezler; adı bile unutulacak şeklide silinip gitmeyi dilerler. Unutmayan birisi varsa, başkalarının hatırlamasına gerek var mı? Allah nisyandan münezzehtir. Rasûlullah’a duyuruyorsa, o nisyandan münezzehtir. Böyle önemli, sâdık iki kaynak tarafından hep biliniyorsanız, hep yüzünüze bakılıyorsa, başkaları tarafından anılmanın ne anlamı olur ki? Niye anlamsız şeylere takılacaksın, anlamlı şey varken?!. Neden anlamlı şeye konsantre olmuyorsun!..

*Engin muhasebe şuuruna sahip kutlulardan biri de, hiç şüphesiz kadınlık âleminin baş tacı Hazreti Âişe Validemiz’dir (radıyallâhu anhâ). Bu büyük kadın, bir gün Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında hıçkıra hıçkıra ağlar. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine niye ağladığını sorduğunda da “Cehennem’i hatırladım da onun için ağladım! Acaba, kıyamet günü ailenizi hatırlar mısınız?” der. Onun bu sorusuna karşılık, o sevgi ve şefkat insanı Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu cevabı verir: (Yâ Âişe!) Üç yerde kimse kimseyi hatırlayamaz: 1) Mizan esnasında, tartının ağır mı hafif mi geldiğini öğreninceye kadar. 2) Amel defterlerinin tevzî edildiği zaman, defterin sağdan mı soldan mı yoksa arkadan mı geleceğini göreceği âna kadar. 3) Sırat’ı geçme esnasında ve geçinceye kadar.

*Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ إِلَى اللَّهِ مَرْجِعُكُمْ جَمِيعاً فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ

“Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapanlar size zarar veremez. Hepiniz dönüp dolaşıp Allah’ın huzurunda toplanacaksınız. O da yaptıklarınızı size bir bir bildirecek, karşılığını verecektir.” (Mâide sûresi, 5/105)