Posts Tagged ‘abdest’

Kulun Allah’a En Yakın Olduğu An

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Fetih sûresinde yer alan, سِيمَاهُمْ فِي وُجُوهِهِمْ مِنْ أَثَرِ السُّجُودِ Onların alâmeti, yüzlerindeki secde izi, secde aydınlığıdır. (48/29) âyet-i kerimesinin müminlere verdiği mesajlar nelerdir?

Cevap: Hadislerde de buna benzer bazı ifadelere rastlarız. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), burada bazı amellerin âhirette nasıl karşımıza çıkacağını haber verir. Bir hadislerinde bütün ümmetlerin bir araya toplandığı mahşer günü kendi ümmetini, nurlanmış, parlamış olan abdest uzuvlarından tanıyacağını beyan buyurur. Bu dünyada alınan abdest, âhirette çok farklı bir keyfiyette tezahür edecektir. Günde birkaç defa aldıkları abdest sebebiyle Ümmet-i Muhammed’in uzuvları güzelleşecek, göz alıcı bir keyfiyete ulaşacaktır. Demek ki abdest, ümmet-i Muhammed için bir alamet-i fârika (ayırıcı vasıf) olacak, onları diğer ümmetlerden ayıracak, nuraniyet kesbetmelerine vesile olacaktır. Fakat bizler yine de tam olarak işin hakikat ve keyfiyetini bilemiyoruz. Onu ahirette göreceğiz.

Konu ile ilgili olarak Bediüzzaman Hazretlerinin yaklaşımı da çok güzeldir. Ona göre bu dünyada şükür hisleri ile ve meşru dairede yenilen meyvelerin neticesi yine Cennet’e layık tarzda lezzetli yiyecekler ve meyveler olacaktır. Burada bir meyve yedikten sonra söylenen “elhamdülillah” kelimesi, orada Cennet meyvesi olarak takdim edilecektir. Yani burada bir meyve yenir ama orada mahiyeti bizce meçhul elhamdülillah yenir. Bu durumda önemli olan, o nimet içinde ilahî nimetleri ve Rahmanî iltifatı görüp manevi bir şükür duygusu yaşamaktır. (Bediüzzaman, Sözler, 32. Söz).  

Evet, dünyada yaptığımız her amel, her fiil, âhirette kendine mahsus özellikleriyle temessül edip karşımıza çıkacaktır. Burada çektiğimiz sıkıntılar, ötede ferah-feza bir hayat yaşamamıza vesile olacaktır. Yaptığımız salih amellerin bazıları Cennet köşkü olarak, bazıları Cennet ırmağı olarak verilecektir. Üstelik Cennetteki köşkler, villalar, ırmaklar, meyveler dünyadakiler ile kıyaslanamayacak kadar farklı ve güzel olacaktır. Bu açıdan cennet meyvelerinden yendiğinde, cennet ırmaklarından içildiğinde alınacak lezzetin tarifi mümkün değildir.

Şunu da ifade etmek gerekir ki Cennetteki ‘biz’le dünyadaki ‘biz’ aynı olmayacaktır. Orada karşılaşacağımız nimetler de dünyadakilerden farklı bir mahiyette olacaktır. Yani icmalî olarak dünyadaki amellerin kendilerine mahsus uhrevî temessülleri olacağını söylesek de âhiret âlemine ait detayları bilemiyoruz. Dolayısıyla bu konuda kesin hükümlere varmamız doğru olmaz. İhtiyatlı olan yol, bunları Allah’ın ilmine havale etmektir.

Buradan hareketle soruda geçen âyet-i kerimeye bakacak olursak en başta şunu söyleyebiliriz: Allah Teâlâ’nın huzurunda secde eden alınlar, secdeye giden yüzler âhiret âleminde farklı bir keyfiyet kazanacak, belki parıl parıl parlayacaktır. Bu gökçek yüzlüleri gören kimseler onların hâllerine imrenecektir. Nitekim âyet-i kerimelerde; “O gün bazı yüzler ağaracak…” (Âl-i İmrân, 3/106); “O gün bir kısım yüzler ışıl ışıldır.” (Kıyâme sûresi, 75/22) buyurulmuş ve o cennetlikler tebşir edilmiştir. 

Bazı müfessirler, “Onların alâmeti, yüzlerindeki secde izi, secde aydınlığıdır.” (Fetih sûresi, 48/29) âyetinin anlamını bu dünya açısından ele almış, secde eden yüzlerin bu dünyada da tanınıp bilineceğini ifade etmişlerdir. Gerçekten namaz kılan mü’minlerin simalarında imrendiren bir aydınlık, bir parlaklık olabilir. Yaptıkları secdeler, bilemeyeceğimiz şekilde yüzlerine aksedebilir. Rabbü’l-âlemîn’in karşısında el pençe divan durup namaz kılan kimseler başkaları üzerinde farklı bir tesir uyarabilir. Dolayısıyla onların çehrelerine bakan, Allah’ı hatırlayabilir.

Esasen bir insanın yüzü, onun gerçek karakteriyle tanınması adına çok önemli ipuçları verir. Siretin surete yansıması da bu açıdan ele alınabilir. Hakikaten bir insanın ahlaklı, dürüst ya da güvenilmez olup olmadığını yüzünden okumak mümkündür. Nitekim bu sebeple ‘ilmü’l-kıyafe’ adında bir ilim dalı oluşmuştur. Bu ilimle meşgul olan kimseler, insanın fizyolojik ve anatomik yapısından hareketle onun karakterine dair bir kısım manalar çıkarmaya çalışmış ve özellikle yüzle alâkalı önemli tespitlerde bulunmuşlardır. Gerçi sübjektif olmalarından dolayı bu tespitler mutlak doğruymuş gibi ele alınıp insanlara tatbik edilmemelidir. Fakat ehl-i kalb zatlar tarafından yapılan bu tespitler tamamen de görmezlikten gelinemez. Mesela onların yüz hakkındaki mülahazaları gerçekten üzerinde durmaya değer. Zira yüz, insanın ayinesi ve bir bakıma vitrini gibidir. Aynı zamanda o, insanın en önemli ve en kıymetli uzvudur. Orada rahmaniyet, rahmaniyet içinde rahimiyet tecelli eder. İnsanda tecelli eden “ahsen-i takvim”i en güzel aksettiren de yine insanın simasıdır. Yüz âdeta insanın mahiyetini aksettirir. Fakat bizler henüz onun manasını hakkıyla keşfetmiş sayılmayız.

Bazıları, âyet-i kerimeyi zahirî ve lafzî anlamıyla ele alarak, burada, çok secde etmekten ötürü alnında iz oluşan kimselerin methedildiğini zannetmişlerdir. Âyetin müjdesine nail olabilmek için de alınlarında secde izi oluşması gerektiğini düşünmüş ve bunu sağlama adına uzun süre sert zeminlerde secde etmeyi tercih etmişlerdir. Çok namaz kılan, çok secde edenlerin alnında gayriiradi olarak iz oluşabilir. Fakat alında iz oluşturmak için sunî ve tekellüflü yollara girmek doğru değildir. İnsan bu konuda kendini zorlamamalı, bir iz arayışı içinde olmamalıdır.  Alında oluşacak böyle bir iz, insanı gurur ve kibre de düşürebilir. Nefis çok ayyardır, çok aldatıcıdır, baştan çıkarıcıdır. Secde izini de caka ve gösteriş mevzuu yapabilir. Bununla başkalarına çok namaz kılıyor olduğunu hissettirmeye çalışabilir. Daha sonra aleyhimize olabilecek bir duruma karşı daha baştan tedbir almak en güzelidir. Bu konuda nefse malzeme ve koz vermemek gerekir. Yoksa -Allah muhafaza- bir an boşluğumuzdan yararlanıp bizi bununla vurabilir. Gurur, ucb, fahr, kendini ifade etme, üstün görünme gibi iç problemleri ve türlü türlü zaafları olan ve bu sebeple her an devrilmeye meyyal bulunan insanoğlunun bu gibi konularda çok dikkatli, çok ihtiyatlı hareket etmesi gerekir. Bu açıdan bir taraftan çok namaz kılmalı, çok secde etmeliyiz; diğer yandan gerekirse biraz yumuşak yerlerde secde ederek alında secde izinin çıkmasına engel olmalıyız.

Asıl marifet, insanın çok ibadet etmesi, ama bunu belli etmemesidir. Bu durum bütün ibadetler için geçerlidir: Mümin çok oruç tutmalı ama çok oruç tuttuğunu göstermeye çalışmamalı, çok tasaddukta bulunmalı ama bunu kimseye hissettirmemeli, çok namaz kılmalı ama bu, Rabbiyle arasında kalmalıdır. Hatta mümkünse bunları gizlemelidir. İnsanın yaptığı ibadetleri göstermeye çalışması, bunu da büyük bir şey olarak takdim etmesi Allah’a karşı saygısızlıktır. Zira biz O’na ne kadar çok ibadet edersek edelim, kulluğun hakkını verdiğimizi iddia edemeyiz. O zaman neyi gözümüzde çok görüyor, başkalarına çok gösteriyoruz ki! Ayrıca yaptığımız ibadetleri Allah’ın görmesini ve bilmesini yeterli bulmuyor muyuz ki başkalarına da gösteriyor, duyuruyoruz.

Âyette zikredilen secde izi meselesine de bu açıdan bakmakta fayda vardır. Burada asıl vurgulanan husus, secde ede ede alında siyahımsı veya kahverengi bir rengin belirmesi veya bir nasırın oluşması değildir. Allah kıldığımız namazları, yaptığımız secdeleri gördükten ve bildikten sonra alnımızda iz oluşsa ne olur, oluşmasa ne olur. Madem O bizim her hâlimize nigâhban, niye O’nun bilmesiyle, görmesiyle iktifa etmiyoruz. Başkalarının bilmesine, görmesine ihtiyaç duyma, Allah’ın görüp bilmesini yeterli bulmama demektir. Oysaki Kur’ân-ı Kerim birçok âyet-i kerimede, “Hesap görücü olarak Allah yeter.”, “Şahit olarak Allah yeter.”, “Bilen olarak Allah yeter.”, “Vekil olarak Allah yeter.” buyuruyor. Bir taraftan Allah’ın her şeye yettiğine inanacağız, beri tarafta bir kısım emarelerle, izlerle, çizgilerle, tavır ve davranışlarla, öksürmelerle vs. kendimizi ifade edecek, kendimizi anlatacağız. Bu büyük bir çelişki değil midir?

Esasında âyet-i kerimeden anlaşılması gereken öncelikli mana, secdenin Allah katında ifade ettiği değerdir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de kulun Cenab-ı Hakk’a en yakın olduğu ânın secde ânı olduğunu beyan eder ve orada Allah’a çokça dua edilmesini tavsiye buyurur. Zira secde sayesinde insan, mahiyetinde mevcut bulunan kibir ve büyüklenmeye karşı çıkmaktadır. Böylece asıl büyüğün Allah olduğunu kavramış, O’nun karşısında kendi küçüklüğünü kabul ve ilan etmiş olur. İnsan, Allah karşısında yere kapandığı, ayaklarını bastığı yere başını koyduğu, tevazu ve mahviyetini gösterdiği ölçüde değerler üstü değer kazanır. Secdeyle insan, Ulular Ulusu Sonsuz karşısında ‘sıfır’ olduğunu ifade eder ve nefsini terbiye eder. Secde, ona acziyetini ve Allah karşısındaki konumunu hatırlatır.

***

Not: Bu yazı, 8 Temmuz 2007 tarihlerinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Haftanın Hadîs-i Şerifi: ABDESTLİ SADAKA MI?

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

عَنْ مُصْعَبِ بْنِ سَعْدٍ، قَالَ: دَخَلَ عَبْدُ اللهِ بْنُ عُمَرَ عَلَى ابْنِ عَامِرٍ يَعُودُهُ وَهُوَ مَرِيضٌ  فَقَالَ: أَلَا تَدْعُو اللهَ لِي يَا ابْنَ عُمَرَ؟ قَالَ: إِنِّي سَمِعْتُ رَسُولَ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ: «لَا تُقْبَلُ صَلَاةٌ بِغَيْرِ طُهُورٍ وَلَا صَدَقَةٌ مِنْ غُلُولٍ»، وَكُنْتَ عَلَى الْبَصْرَةِ.

Mus’ab b. Sa’d (radıyallahu anh) şöyle nakletmektedir: Abdullah b. Ömer, İbni Âmir hasta iken dolaşıp yanına gitmiş. İbni Âmir: “Bana dua etmez misin Ya İbni Ömer!”demiş, İbni Ömer (radıyallahu anh) da “Ben Resulullâh (sallâllahu aleyhi ve sellem)’i ‘Hiç bir namaz taharetsiz kabul olunmaz; ganimetten aşırılan hiç bir maldan da sadaka kabul edilmez’ derken işittim. Hâlbuki sen Basra’da valilik yapmış bir adamsın!” cevabını vermiş.[1]

***

Hadis-i şerif; namaz kılmak için taharet ve abdestin farziyeti ve nezd-i ulûhiyette kabul görmesi için de tasadduk edilen malın hıyanetle elde edilmemiş bir mal olmasının zorunluluğu gibi, temelde iki hususa temas eden bir nastır. İmam Tirmizi, hadis-i şerifle alakalı; “Bu mevzuda varid olan hadislerin en sahih ve hasen olanı budur” demektedir.

Taharetsiz / Abdestsiz Namaz Olmaz

Ulema arasında namaz için abdestin farz olup olmadığı noktasında bir ihtilaf yoktur. Âlimlerin bu mevzuda farklı görüşlere kani oldukları husus ise; her bir namaz için ayrı ayrı abdest almanın farz olup olmadığı mevzuudur. Âlimlerden kimileri hadis-i şerifte geçen bu ifadeler; abdesti olsun olmasın namaz kılacak olan herkes için abdest almanın farz olduğunu ifade eder derken, kimileri de hadis-i şerifteki bu ifadenin yalnızca abdesti olmayanlar için abdestin farz olduğunu ifade ettiği şeklindedir.

Seleften bazıları her namaz için ayrı ayrı abdest alınmasının farziyetine kani olmuşlardır. Onların bu husustaki delilleri ise; “namaza kalkmak istediğiniz zaman yüzlerinizi yıkayın…”[2] ayet-i kerimesidir. Hadis-i şerifteki ifadenin her bir namaz için abdestin zorunluluğunu ifade etmediği kanaatinde olan diğer ulemadan kimileri bu ayetin daha sonra neshedildiğini söylemişlerdir. Her bir namaz için ayrı ayrı abdest almanın zorunlu olmadığına kani olan bir grup ulema ise ayet-i kerimedeki bu ifadenin farziyet değil de nedb (mendupluk) ifade ettiğini söylemişlerdir. Yine bununla birlikte başkaları ise “abdest, abdesti olmayan için farzdır. Daha başkaları ise bu husustaa abdesti varken abdest almak müstehaptır” demişlerdir. Daha sonra ehl-i fetvadan olan ulema da bu görüşe kail olmuşlar ve aradaki hilaf ortadan kalkmıştır. Hal böyle olunca Maide suresi 6. Ayet-i kerimenin “namaza kalktığınız zaman abdestiniz yoksa… abdest alın” şeklinde anlaşıldığı tebeyyün etmiştir.

Müslim şarihlerinden İmam Nevevi hazretleri ulemanın abdesti gerektiren hususlar noktasında ihtilaf ettikleri noktaları şöyle özetlemektedir:

“ 1- Abdest almak abdestsiz bulunulan her an kula farz olur.

2- Abdest almak sadece namaza kalkmak istenildiği zaman farz olur.

3- Abdest almak her iki sebeple de farz olur. Ulemamızca tercih edilen kavil budur. Su veya toprakla abdest almadan, namaz kılmanın haram olduğuna ümmetin uleması icma etmişlerdir. Bu hususta farz ve nafile namazlarla secde-i tilâvet, secde-i şükür ve cenaze namazları arasında hiç bir fark yoktur. Yalnız Şa’bî ile Muhammed b. Ceriri Taberî ‘nin cenaze namazını abdestsiz tecviz ettikleri riva­yet olunmuşsa da bu mezhep bâtıldır. Ulema bunun hilâfına icma etmiş­lerdir. Bir kimse özürsüz olarak kasten namazı abdestsiz kılsa bizim mezhebe ve cumhur-u ulemaya göre kâfir olmaz. Ebu Hanife (rahimehullah)’tan kâfir olduğuna dair bir rivayet vardır. Çünkü abdestsiz namaz kılmak namazla oynamaktır. Bizim delilimiz şudur: Kü­für itikattan doğar. Yani kişi abdestin farz olmadığını itikad ederse kâfir olur. Hâlbuki sözümüz itikadı sağlam olan kimsenin abdestsiz namaz kılması hususundadır. Bütün bunlar abdestsiz namaz kılan kimsenin özrü bulun­madığına göredir. Su veya toprak bulamamak gibi ciddi bir özrü bulunan bir kimse hakkında İmam Şafi (rahimehullah)’tan dört kavil vardır ki, bu dört kavlin her birini kendine mezhep edinenler olmuştur.

Bizim ulemamıza göre bu görüşlerin en sahihi; su veya toprak bulamayan kimsenin ab­destsiz haliyle namaz kılmasıdır. Sonra abdest almaya imkân bulursa namazını yeniden kılmak farz olur. İkinci görüşe göre; su veya toprak bulamayan kimseye abdestsiz namaz kılmak haramdır. Ona bilâhare su veya toprak bulduktan sonra abdest alarak namazını kaza etmek farzdır. Üçüncü görüşe göre; abdestsiz hali ile namaz kılmak müstehap; son­ra namazını kaza etmek farzdır. Dördüncü görüşe göre ise; abdestsiz haliyle namaz kılmak farzdır. Ka­zası lâzım değildir.

İmam Müzeni de bu dördüncü kavli ihtiyar etmiştir. Delil itibarı ile en kuvvetli olan kavil de budur. Abdest alamadığı halde namaz kılmasının farz oluşu Resulûllah (sallâllahu aleyhi ve sellem)’in : ‘Ben size bir şey emrettim mi onu hemen yapabildiğiniz kadar ya­pın’ hadisidir. Kazasının farz oluşu yeni bir emre bağlıdır. Burada asıl olan böyle bir emrin yokluğudur. Yine İmam Müzeni diyor ki: ‘Vakit içinde kılınması emredilen ve bir nev-i kusurla kılınan her namazın kazası farz değildir.’ Allahualem. Abdestsiz namaz kılmak Hanefîlere gö­re de küfrü icap etmez. Bu hâl pis elbise ile namaz kılmaya yahut kıble­yi şaşırarak başka tarafa doğru namaza durmaya benzer. Çünkü bir farzın terkinden dolayı küfür lâzım gelmez. Fakat alay ve istihza için abdestsiz namaz kılan kâfir olur. Bu hüküm bütün ibadetlerde böyledir. Yani her hangi ibadetle alay etmek küfrü muciptir. Su ve toprak bulamayan kimse İmam Azam’a göre namazını kazaya bırakır. İmameyne gö­re, namazını kılanlar gibi yatıp kalkar sonra kaza eder. Maamafih İmam Âzam bu kavlinden İmameynin sözüne rücu etmiştir. İmam Ahmed’e göre su veya toprağı bulamayan kılarsa kazası lâzım gelmez. Kaza için ayrı delil lâzımdır.”[3]

Gulül (Hıyanet) Malından Sadaka Olmaz

Istılah manası bakımından gulül; “henüz taksim edilmemiş olan ganimet malından aşırmak suretiyle hıyanette bulunmak” demektir. Hadis şarihleri İbni Ömer (radıyallahu anh)’ın İbni Amir’e bu ifadelerle mukabelede bulunmasını ona yaptığı bir ihtar olarak yorumlamışlardır. Zira İbni Amir hazretleri belli bir dönem Basra’da valilik yapmıştır. Bu açıdan İbni Ömer hazretlerinin ifadeleri; “sen Basra’da valilik yaptın. Binaenaleyh gulülden ve kul hakkı yemekten hâli değilsin. Bu sıfatta olan bir kimsenin duası ise kabul edilmez. Nitekim namaz da zekât da ancak kendini günahtan koruyanlardan kabul edilir”[4] demek olmaktadır.

İmam Nevevi hazretleri hadis-i şerifteki bu ifadelerle alakalı şu hususlara temas etmektedir: “İbni Ömer’in maksadı —Allahualem— İbni Âmiri tevbeye teşvik etmek, dine muhalif olan şeyleri yapmamasını tembihte bulunmaktır. O, bu sözü ile fasıklara yapılan duanın kat’i surette fayda vermeyeceğini kastetmemiştir. Zira Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem) ile selef-i salihin ve onların halefleri, küffar ile müminlerin günahkârlarına hidayet vermesi için Allah’a dua edegelmişlerdir”[5] demektedir.

Bir başka Müslim şarihi Übbî hazretleri ise; “ Öyle zannediyorum ki İbni Ömer (radıyallahu anh)’ın görüşü bu yöndedir. Yani o (radıyallahu anh) Allah’ın emirlerine muhalefet etmekle âsi olanlara dua etmeyi caiz görmez. Aksi takdirde onlara dua etmek caizdir. Bilindiği gibi İbni Ömer (radıyallahu anh) din mevzuunda son derece hassastır. İbni Amir’in bir zamanlar Basra’da vali bulunduğunu söylemesi, oranın gulül yeri olduğuna ta’rizdir. Nitekim hadisin bazı tariklerinde, ona: ‘Sen Basra’da valiydin. Hiç zannetmem ki oradan bir şey almamış olasın’ dediği de rivayet olunur. Haram maldan sadaka vermek de ganimetten aşırılan maldan sadaka vermek gibidir”

Übbi hazretleri haram maldan verilen sadakaların insana bir faydasının olmayacağı hususunda bir menkıbe de anlatır: Halife Harun Reşid’in zevcesi ve oğlu Emin’in annesi Zübeyde binti Ebi Ca’feri’l Mansur çokça sadaka vermek, köprüler yaptır­mak, fisebilillah (Allah yolunda) ordu teçhiz etmek gibi hayır hasenatı seven bir kadındı. Mansur b. Ammâr diyor ki: Bir gün harem-i Şerifte uyuyordum. Rüya görmüşüm. Baktım ki bir kadına yakışmayan bir tarzda yürüyor. Kendisine, “bu yerde böyle yürümekten utanmıyor musun, sen kimsin?” dedim.

— Zübeyde’yim, cevabını verdi.

— Harun Reşidin zevcesi ve halifeler kızı mı?

— Yere batsın o halifeler. Mansur da kim oluyor. Vallahi ben Aden’­de bir çoban olmaya bundan çok daha razıyım.

— Niçin böyle söylüyorsun? Sen bunca sadakalar verir bunca hay­rat yaptırırdın.

— Onların hepsi tarumar oldu. Vallahi mizanımdan iyilik adına bir danenin dahi uçarak asıl sahibinin mizanına gittiğini gözümle gördüm. Eğer Allah Teâlâ bana iki hasletim sebebiyle hayır ihsan etmeseydi bugün halim yamandı.

— Nedir o iki haslet?

— Emir, evlâdımı kucağımda kesti. Ben buna sabrettim. Allah’ta bana sevap ihsan etti. Bir defa da elim Reşidin elinde tavaf ediyorduk. Bir de baktım bir kadıncağız yetimlerinin rızkı peşinde çabalayıp duru­yor. Hemen yüzüğümü parmağımdan çıkararak o yetimlere tasadduk ettim. Bu yüzük bana dedelerimden kalma mirastı. Ve kırk “bin dirhem kıymetindeydi. Bundan dolayı da Allah bana sevap ihsan etti. Ben Allah’ın indinde evlât ölümüne sabırla ve bu yetimlere verdiğim sadakadan be­nim için daha faydalı bir şey göremedim dedi.

Evet, menkıbe gerçekten vaki olmuş mudur orası bilinmez ve zaten menkıbelerde bu da aranmaz. Ne var ki ifade edilmek istenen husus son derece önemli.

Ya Bugün?

Bugün bir takım insanların, yetim malından apardıkları, mazlumun elinden kopardıkları, devlet kasasından aşırdıkları, tahsisat-ı mestureden hortumladıkları paralardan birazını, sırf irtikâp ettikleri suçların amme nazarında kendi aleyhlerine bir suçlamaya dönüşmemesi adına, hayır kurumları inşa ediliyor algısı oluşturmaya yönelik sarf etmeleri, kendileri lehlerine beyhude bir uğraştır. Zira insanın insanlığına en büyük hakaret kendisini ve kalbindeki niyetini dahi yaratan Rabbisi’ni kandırabileceği küstahlığı ve zehabına kapılmasıdır. Hayatı dünyadan ibaret gören körler için bunun dünyada muvakkat da olsa bir dönüşümü vardır. Zira düşünmeyi, hadiselerin arka planlarına vakıf olmayı bir yük telakki eden toplumları yönetmek için poz vermek yeterlidir. Bu açıdan dostlar alışverişte görsün kabilinden bir takım popülist söylem ve eylemlerin halk nazarında bir geri dönüşümü olması normaldir. Ama şöyle ya da böyle ahiretin varlığına inanan bir insanın da bu gayri meşru yollarla da olsa yaptığını zannettiği hasenatın kendisini ahirette iflasa götürmekten başka bir işe yaramayacağını bilmesi lazımdır.

Unutmamak lazım ki abdestsiz namaz olmadığı gibi abdesti (tahareti-temizliği) olmayan maldan yapılan hiçbir hasenat da kabul olmaz.

Ve yine unutmamak lazım ki din, kara para aklama gibi pespaye bir amacın aracı haline getirilemeyecek derecede amaçlar üstü bir nizamdır.

Sefa Salman

[1]. Sahih-i Müslim, Taharet, 2

[2]. Maide suresi, 5/6

[3]. İmam Nevevi, Minhac, bkz. İlgili hadis şerhi.

[4]. Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Ahmed Davutoğlu

[5]. İmam Nevevi, Minhac, bkz. İlgili hadis şerhi.