Posts Tagged ‘müzakere’

Kur’ân’dan Hakkıyla İstifade Edebilmenin Yolu

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Sohbetlerinizde Kur’ân’dan hakkıyla istifade edebilmek için ona duygu safveti ve ihtiyaç tezkeresiyle müracaat etmenin önemi üzerinde duruyorsunuz. Burada söz edilen duygu safveti ve ihtiyaç tezkeresi nasıl anlaşılmalıdır?

   Cevap: Kur’ân-ı Kerim’in doğru anlaşılması ve ondaki ilâhî maksatların görülmesi için dikkat edilmesi gereken pek çok kaide ve disiplinden bahsedilebilir. Bu konuda Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve sahabe-i kiramın izah ve temsilleri çok önemli olduğu gibi İslâm ulemasının konuyla ilgili ortaya koyduğu disiplinler de mutlaka göz önüne alınmalıdır. Fakat Kur’ân ilimlerine dair dikkat edilmesi gereken bu tür prensiplerin de öncesinde bir insanın duygu ve düşünce safvetine sahip olması ve Kur’ân’ın ortaya koyduğu beyan ve ahkâma ihtiyaç hissetmesi çok önemlidir.

   Duygu Safveti

Duygu safveti, insanın, düşünceleri itibarıyla duru olması, samimiyetten ayrılmaması, ele aldığı meseleyi incelerken ve anlamaya çalışırken onun dışındaki başka mülâhazalara kapanması demektir. Bu yönüyle o, her meselede önem arz eder. Kur’ân ve Sünnet’e duygu safvetiyle yaklaşma, insanın bütün önyargılardan sıyrılarak ve yabancı ideoloji ve felsefelere kapanarak bu iki kaynağı murad-ı ilâhiye uygun olarak kendi bütünlüğü içinde anlama niyetini, azmini ve gayretini ifade eder. Duygu safvetine sahip olan bir insan sadece Allah’ın rızasını düşünür. Dolayısıyla o, Kur’ân’ı, kendisini anlatma adına bir basamak yapmaz. Kur’ânî bir ruha sahip olan insan, Allah’ın kelâmını hiçbir şeye âlet etmez. Zira onun asıl maksadı öncelikle ilâhî beyanı Allah’ın maksatlarına uygun olarak anlayabilmek, sonra da bunları başkalarına duyurmaya çalışmaktır.

Eğer bir insan Kur’ân-ı Kerim’in âyetlerini, kelimelerini, konularını, muhtevasını iyi biliyor ama bunları, kendini ifade etmeye vesile olarak kullanıyorsa, onun duygu ve düşüncelerinin saf ve duru olduğu söylenemez. Kur’ân hakkındaki bilgisine dayanarak başkalarının kendisine ihtiram göstermesini isteyen veya bununla bir kısım makamlar elde etmeyi arzulayan bir insanın duyguları kirli demektir. O, Kur’ânî bir gönle ve ruha sahip değildir. Böyle bir insanın umduğu şeylere nail olması imkânsızdır. Muvakkaten bazı insanlar aldansa ve onun arkasından koşsalar da bu sürekli olmayacaktır.

Duygu safvetinin niyet ve maksatla sıkı bir münasebeti vardır. Kişinin niyetinin iyi veya bozuk olmasına göre Kur’ân’dan istifadesi de değişecektir. Bilgiçliğini ortaya koyma, başkaları tarafından saygı ve takdir görme, insanların teveccüh ve alâkasını kazanma gibi bozuk niyetlerle Kur’ân’a yönelen ve bu alanda ilim sahibi olmak isteyen bir insan muvakkaten bu emellerine nail olsa bile hakkıyla Kur’ân’dan istifade edemeyecektir. Buna mukabil, derya yerine bir damlaya talip olmayan, küçük hesapların peşinde koşmayan ve sadece Allah rızasını düşünen, Allah’ın insanlığa inzal buyurduğu Yüce Kitab’ı vasıtasıyla O’nun maksatlarını anlamaya çalışan ve bu sayede Allah’a kâmil bir kulluk ortaya koymayı isteyen bir insan ise Kur’ân’ı çok daha derince anlayacak ve çoklarının göremediği hakikatleri görecektir.

Bu açıdan insan en başta, Kur’ân karşısındaki duygu ve düşüncelerini gözden geçirmeli ve zihninde onu nereye koyduğuna dikkat etmelidir. Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu unutmamalı ve ona -haşa- bir beşer sözüymüş gibi sathi bir nazarla bakmamalıdır. Onun kendine has bir edası ve ifade biçimi olduğunu hatırda tutmalıdır. Eğer Kur’ân’ın kendisine kapılarını açmasını ve sonrasında bu açık kapılardan onun içine girmeyi istiyorsa, duygu ve düşüncelerinin kendisi için bir perde ve hail olmamasına ve kendisine husuf ve küsuf yaşatmamasına dikkat etmelidir. Kur’ân’ı doğru görmek, onun mânâlarını doğru anlamak ve Rabbimizin, onun ifadeleri arasında yer alan muradına ulaşmak için her türlü kirli mülâhazadan sıyrılmalı ve niyet duruluğuna ulaşmalıdır.

Bir insanın Kur’ân karşısında böyle bir niyet duruluğuna erişmesi, ulaşılması çok zor bir hedef olduğu için bu konuda Allah’a ne kadar dua edilse sezadır. Bir insanın ellerini kaldırıp, “Allah’ım, bize gönderdiğin ilâhî kelâmında yer alan yüce maksatlarını anlamak istiyorum. Kelamında Sen’i tanımak ve Sen’i duymak istiyorum. Kelamını Sen’den duyuyor gibi veya en azından Habibinin lâl ü güher saçan dudaklarından dökülüyor gibi duymak istiyorum. Allah’ım, beni Kur’ân’ı anlamaya muvaffak kıl!” demesi çok önemlidir. Eğer bir kimse fakire gelip bu şekilde bin defa dua ettiğini söylese benim cevabım, “Niye iki bin defa değil!” şeklinde olacaktır.

   İhtiyaç Tezkeresi

İhtiyaç tezkeresi ise, bir insanın Kur’ân’ı, -bir kitaba isim olmuş bir ifadeyle- “menhelü’l-azbü’l-mevrûd” yani tertemiz ve dupduru bir tatlı su kaynağı gibi görmesi ve ona olan ihtiyacını hissetmesi demektir. Böylece ondan istifade etme adına fikir, mantık ve muhakeme kovasını salacaktır. Hatta meseleyi sadece akıl düzeyinde de bırakmayarak kalbinin enginlikleri ve vicdanının derinlikleriyle işin içine girecek ve oradan alabildiğini alacaktır. Aksi takdirde insan bu tatlı su kaynağına kovasını salsa bile bir şey elde edemez ve onu boş olarak çıkarır.

Bilindiği gibi ihtiyaç çok önemli bir üstattır. O, insanı yeni şeyler öğrenmeye ve yeni keşiflerde bulunmaya sevk eden önemli bir dinamiktir. İhtiyacın ileri derecesi olan “ıztırar”ın (zaruret durumuna maruz kalma, dara düşme) Allah’a karşı çok önemli bir müracaat üslubu olduğu ve Allah’ın “muztarr”ın (ıztırar durumuna düşmüş, darda kalan kimse) duasına icabet edeceği bizzat Kur’ân-ı Kerim’de ifade edilmektedir.

İşte insan ıztırar derecesinde bir ihtiyaç ile Kur’ân’a yönelir, “Allah’ım ben Kur’ân’sız edemem. O olmadan doğru yolu bulamam, sırat-ı müstakimde kalamam.” der, Kur’ân’a duyduğu ihtiyacı derinlemesine hissederek ona müracaat ederse aradığını onda bulur. İnsan, dilenmeye doymuş, ihtiyaç izhar etmeyen, yüzünü öbür tarafa çevirip “Verirsen ver, vermezsen verme!” tavırları içerisinde kendisinden bir şeyler isteyen dilenciyi önemseyip ona bir şey vermez. Buna karşılık bir de gerek hâl ve tavırlarıyla gerekse sözleriyle ihtiyaç içerisinde olduğunu hissettiren dilenci vardır ki böylesini reddetmek zordur. Dolayısıyla dilencinin bile ihtiyacının farkında olması, dilenmesini ve istemesini bilmesi maksadına ulaşması adına çok önemlidir.

Keza, müstağni tavırlarla, bilmiş bilmiş konuşarak soru soran kimsenin alacağı cevap da ona göre olacaktır. Muhatabı ya böyle bir soruya cevap vermeyecek ya da kerhen birkaç şey söyleyip meseleyi geçiştirecektir. Fakat bir insan soru soracağı şahsa güven içerisinde ve gerçekten onun cevabına muhtaç bir tavırla soru soracak olursa, cevap veren de elinden geldiği ölçüde onun talebini karşılamaya çalışacaktır.

Aynen bunun gibi eğer bir mü’min, Kur’ân-ı Kerim’e duyduğu ihtiyacının farkında olarak ona gönülden teveccüh ederse onu daha derince ve engince anlayacaktır. Zira Kur’ân, hazinelerini ancak, samimi hislerle kendisine yönelen kimselere açar. Fakat Kur’ân’a karşı müstağni davranana Kur’ân da “kıskanç” davranacaktır. Kendisine müstağniyane tavırlarla yanaşan kimseye karşı panjurlarını indirecek, kapılarını kapatacak ve “Beyhude yorulma, kapılar sürmelidir.” diyecektir. Her ne kadar Kur’ân âyetlerini okuyan kimse onların zahirî mânâlarından bir şeyler anlasa da katiyen arka plânına nüfuz edemeyecek, derinliklerine inemeyecek ve onların altında yatan makasıd-ı ilâhîyi göremeyecektir.

   İhtiyacının Farkında Olma

Burada bir hususun daha üzerinde durulması faydalı olacaktır. Bir insanın Kur’ân’a ihtiyaç tezkeresiyle başvurabilmesi için öncelikle ihtiyacının şuurunda olması gerekir. İşte bu ihtiyacı hissedebilme adına bir kısım dinamiklerin değerlendirilmesi gereklidir. Mesela Kur’ân’ın nasıl bir kitap olduğunu anlama, bizim dünyevî ve uhrevî ihtiyaçlarımızı karşılamada onun nasıl hayatî bir rolü olduğunu idrak etme, Kur’ân’da yer alan bir kısım meselelerin daha iyi anlaşılmasını sağlama gibi noktalarda birbirimizi ikaz edebilir ve tevcihte bulunabiliriz. Gerekirse Kur’ân’a dair bir kısım eserleri aramızda müzakere etmek suretiyle bu konuda daha donanımlı hâle gelmenin imkânlarını değerlendiririz. Kur’ân’la ilgili sohbet ve dersler yapmak ve bu derslerde bir kısım meseleleri ele almak suretiyle insanlara Kur’ân’a nasıl ihtiyaçları olduğunu gösterebiliriz. Eğer biz bu konular etrafında sürekli pratik yapar, yapacağımız sondajlarla Kur’ân’a dair bir kısım meseleleri ortaya çıkarır ve dikkatleri bunların üzerine çekmeye çalışırsak zamanla insanlara ihtiyaçlarını hissettirebilir ve onları Kur’ân’a yönlendirebiliriz.

Aksi takdirde Kur’ân, anahtarlarını elde edemediğimiz bir hazine olarak önümüzde durur da biz ondan layıkıyla istifade edemeyiz. O, ne kadar ulvî ve değerli bir hazine olursa olsun ondan istifade edebilmek için anahtara ihtiyaç vardır. İşte ihtiyaç tezkeresi ve duygu safveti ondan istifade edebilme adına böyle önemli iki anahtardır. Bu açıdan öncelikle bu anahtarlara sahip olmanın ve bu konuda başkalarına da yardımcı olmanın yollarını aramalıyız.

Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَجِيبُوا لِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ “Ey iman edenler! Allah sizi, hayat verip dirilteceği gerçeklere çağırdığında, siz de O’nun ve Resûlü’nün çağrısına icabet ediniz.” (Enfâl sûresi, 8/24) Demek ki bizim dirilişimiz Allah ve Resûlü’nün çağrısına icabet etmemizle yani Kur’ân’ın hükümlerine tâbi olmamızla gerçekleşecektir. Bu çağrıya kapalı kalanların diri kalmaları da mümkün değildir. Çağrıya tam mânâsıyla icabet edebilmenin yolu ise insanın her türlü önyargıdan, ülfet ve ünsiyetten, şartlanmışlıktan kurtularak duygu safvetiyle Kur’ân’a bakabilmesi ve aynı zamanda ihtiyaçlarının farkında olarak bunları onunla gidermeye çalışmasıdır.

Farklı bir tabirle, dirilebilmeniz için mutlaka Kur’ân’dan istifade etmeniz gerekir. İstifade edebilmek için de ondan bir şeyler yudumlamanız, onu duymanız, hissetmeniz, tam mânâsıyla içinize sindirmeniz, tabiatınıza mâl etmeniz, biraz daha sade Türkçeyle söyleyecek olursak onu içtenleştirmeniz gerekir. Öyle ki aklınız ve mantığınızla Kur’ân’ın içine girdiğiniz zaman aksine ihtimal vermeyecek şekilde onun Allah kelâmı olduğunu kabullenmelisiniz. Bu, Allah’tan istememiz gerekli olan en önemli şeylerden birisidir.

Çocukken bize öğretilen saf ve basitçe bir akideyle Kur’ân’a bakma değil, bilakis, Kur’ân’a olan imanımızı aklımıza, mantığımıza, hislerimize, latifelerimize kısaca mahiyetimize öyle sindirmeliyiz ki aleyhte bir şeyle karşılaştığımızda düşünmeden ve farkında olmadan buna reaksiyon gösterebilmeliyiz. Kur’ân’ı müdafaa noktasındaki tepkimiz bizde tabii hâle gelmeli. Dıştan gelen yanlış, ters ve sapık fikirler tabiatımızın tepkisiyle ters yüz edilmeli. Eğer bu konuda içimizde şüpheler beliriyor ve sarsıntı yaşama sath-ı mailinde duruyorsak bu, Kur’ân’ı anlamamıza mâni olacaktır.

Bu açıdan ellerimizi açıp, “Allah’ım, bana Kur’ân konusunda öyle bir iman ver ki karşıma bin tane şeytan çıksa ve aklî ve mantıkî delillerle beni Kur’ân’ın kelamullah olmadığı noktasında ikna etmeye çalışsalar, ben yine de bunların hepsini elimin tersiyle itebileyim. Ne akıl ne tasavvur ne de tahayyül planında Kur’ân’a olan imanımın yanına, muhalif hiçbir mülâhaza sokulmasın. Sokulanlar da benim imanımın sübuhat-ı vechi karşısında eriyip gitsin.” demeli ve bu konuda kararlı durmalıyız. Daha önce de söylediğimiz gibi bu konuda Allah’tan ne kadar çok talepte bulunursak bulunalım yine de az istemiş oluruz. Fakat ne yazık ki insanları ruh haletleriyle değerlendirdiğimiz zaman bu mevzuda Allah’tan ciddi bir istekte bulunulmadığını görüyoruz.

Bir insan bu konuda Allah’tan ısrarlı bir şekilde talepte bulunursa, kendisi de en azından, “Acaba böyle bir imanı nasıl elde edebilirim?” diyecek ve bu işin arkasına düşecektir. Bir seyyah gibi bunu araştıracak, bulduklarını yeterli görmeyecek ve sürekli, “Daha yok mu?” diyecektir. Bunun arkasına düşen bir insan eğer ciddi ve gayretli olur ve bütün benliğiyle işin içine girerse er-geç maksuduna ulaşacaktır. Fakat aramayanın bulması mümkün değildir.

Bu sebeple sık sık kendimizi yoklamalı ve bu konuda nerede durduğumuzu kontrol etmeliyiz. Neyin peşinde olduğumuza bakmalı, bizim için hayatımızın en önemli meselesinin ne olduğunu düşünmeliyiz. İman ve marifette derinleşmeyi hayatımızın en önemli gaye-i hayali hâline getirmeli, yeme-içme, çoluk-çocuk sahibi olma gibi dünyevî bir kısım meşgalelerimizi bile bununla irtibatlı götürmeliyiz. Yoksa dağınıklığa düşeriz. Zamanla bir kısım dünyevî işler bizim için birinci gaye olmaya başlar ve biz asıl yaratılış gayemizi unuturuz.

Bamteli: NESL-İ CEDÎD VE DİRİLİŞİN ESASLARI

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Ahiret emniyet ve güveni dünyada temkinli yaşamaya bağlıdır!..

Namaz kılarken veya dua ederken sakalı ile oynayan birisi münasebetiyle denilmiştir ki: لَوْ خَشَعَ قَلْبُهُ لَخَشَعَتْ جَوَارِحُهُ “Şayet bu adamın kalbi haşyetle dolu olsaydı, sair organları da huşu duyardı.” İnsanın kalbinde haşyet olsa, -“âzâ u cevârih” derdi eskiler- âzâ u cevârihine de akseder!.. Öyle olmalı!.. Tir tir titremeli Allah karşısında; tâ öbür tarafta O’nun (celle celâluhu) karşısında veballerimizin altında ezilerek tir tir titremeyelim!

İnsanlar, bir kere tir tir titrerler; burada onu yapmış/geçirmişler ise, öbür tarafta titreme istihkâkını dünyada kullanmış sayılırlar. Kudsî hadis: لَا أَجْمَعُ لِعَبْدِي أَمْنَيْنِ، وَلَا أَجْمَعُ لَهُ خَوْفَيْنِ “Bir kuluma iki emniyeti birden vermem; iki korkuyu da birden vermem!”

Şayet insanlar, hayatlarını mehâfet ve mehâbet hissiyle yaşamış, hep Allah karşısında tir tir titreyerek ömürlerini geçirmişlerse, öbür tarafta onlara bir emniyet ortamı/atmosferi oluşturulur. Fakat hayatlarını serâzad geçirmişlerse, “keyfe mâ yeşâ” (nasıl isterlerse öyle, diledikleri gibi) yaşamışlarsa, akıbetlerinden endişe duysunlar; orada tir tir titreme, onları bekliyor. Gırtlaklarına kadar terin yükselmesi, onları bekliyor. Sırat zelzelesi onları bekliyor; şahıslara göre kırılmalar oluyor, dökülmeler oluyor orada. Öyle bir dökülmeye maruz kalmamak için, orada Cehennem’e “Çabuk geç üzerimden; nurun, ateşimi söndürüyor!” dedirtecek şekilde, burada o meseleyi derinlemesine yaşamak lazımdır. Bu, oradaki emniyetin en büyük garantisidir.

Kim bilir, bir câmide, bir namazgâhta safların birisinde içini ızdırapla boşaltan bir insan, bütün safta öyle bir sinerjiye sebebiyet verir ki, herkes, aynı hislerle tir tir titremeye başlar. Gönlüm öyle arzu ediyor ki!.. Bir-iki arkadaş için “Falan yerde olsalar?” dendi. Ben onların iniltilerine şahit olduğum için, “Hayır, öyle bir-iki inleyen insan kalsın içimizde!” dedim. Çünkü bizim öyle bir sinerjiye ihtiyacımız var; desteklenmeye ihtiyacımız var. Biri inlesin, bizdeki bütün inleme sistemini/sistematiğini harekete geçirsin; o inleme hissiyle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edelim. Ellerimizi kaldırdığımız zaman, kaldırma hicabıyla tir tir titresin ellerimiz. Sonra kendimizden geçmiş gibi ellerimizin içine eltâf-ı İlahiye yağıyormuşçasına, yağmurun damlalarını hissediyormuşçasına, kendimizde O’ndan gelen tecellileri/tayfları duyalım.

Öyle hissedecek seviyede tazarrunuzu ve niyazınızı O’na sunduğunuz zaman, Allah’ın izni ve inayetiyle, öbür tarafa emniyet ve güvenle yürürsünüz. Ahmed Feyzi Efendi’nin vefat ederken adeta gülerek gittiğini nakletmiştim. Herhalde Azrail’i gördüğü zaman, “Hoş geldin, sefâ geldin!” der gibi -Cenazesini temâşa edenler, Fakir’e anlatmışlardı- böyle gülüyor, Azrail’e “Hoş geldin!” mülahazasıyla… Böyle, Azrail’i gülerek karşılayan, kabirde Münker-Nekir’i gülerek karşılar: مَنْ رَبُّكَ وَمَا دِينُكَ وَمَنْ نَبِيُّكَ؟ dediklerinde, “Yahu ne soru soruyorsunuz! Ben hayatım boyunca hep رَبِّي، دِينِي (Rabbim.. Dinim..) dedim, öyle yaşadım!” der. Sonra kalkıp Mahşer’e yürüdüğünde, yine o ruh haleti ile yürür. Kendisine pasaportsuz böyle, herkesin geçiş verdiği gibi, geçiş verilir. Mizan’da, “Adam, ne tartacaksınız; adam zaten belli tavrından!” derler. Ve Sırât’ı da geçerken, biraz evvelki ifade ile, “Çabuk geçin Allah aşkına; nurunuz, ateşimi söndürüyor!” denilir.

Öyle yaşamak… Dünyada, insanlık adına, sosyal huzur ve itmi’nanın vesilesi, budur. Böyle yaşayanlar, insanlık arasında huzur ve itmi’nanı sağlayacaklardır. Ukbâda da ebedî saadete nâil olmanın/mazhar olmanın yolu, bundan geçiyor. Demek ki dünya ve ukbâ saadeti, ona bağlı; kalbin Allah ile sımsıkı irtibatına bağlı.

   Dünyanın “nesl-i cedîd”e ihtiyacı var; şayet siz beşerin muhtaç bulunduğu âbid, zâhid ve âşık insanlar olamazsanız, Allah -dilerse- sizi götürür, bambaşka bir nesil getirir!..

Derin bir ubûdiyet, hatta ubûdet… Bütün mâsivâyı gözünden silerek, “Ben sanırdım âlem içre, bana hiç yâr kalmadı / Ben beni terk eyledim, gördüm ki ağyâr kalmadı.” demek. Her şeyi gözünden silerek, Yârlar Yârı’na (celle celâluhu) teveccüh etmek ve öyle ibadet yapmak. Bütün dünya ve mâfîhâyı, kalben terk etmek. Hazreti Pîr’in verdiği ölçü ile, “Dünyayı kesben değil, kalben terk etmek”. Gelirse, gelirse gelsin; giderse, gittiğini de düşünmemek. “Canım!.. Allah verdi, Allah aldı. Çok komik şey, dünya!” mülahazasıyla bakmak ve böylece “zühd”e müteveccih yaşamak. Ve onu bir basamak yaparak aşk u iştiyak-ı likâullaha yükselmek. Buna “miraç” diyeceğim; onu bir “miraç” haline getirmek, her tavır ve davranışıyla birkaç basamağı birden atlıyor gibi O’na (celle celâluhu) yaklaşmak, yaklaşmak, yaklaşmak, yaklaşmak… Ve böylece “fenâ fillah-bekâ billah”a mazhar olmak, “aşk” u “iştiyak” ile ömrünü geçirmek.

“Sen Mevlâ’yı seven de / Mevlâ seni sevmez mi?!.” Sever o zaman seni!.. “Rızâsına iven de / rızasını vermez mi?!.” Verir o zaman, razı olur senden; Rıdvan kapılarını ardına kadar açar. “Sular gibi çağlasan / Eyyûb gibi ağlasan // Ciğergâhın dağlasan / Ahvâlini sormaz mı?!.” O (celle celâluhu), sana, senden daha “erham”dır; Kendini ifade ederken, “Erhamü’r-Râhimîn” diyor. Öyle ol O’na karşı, O’nun rahmetine karşı. O’na karşı saygıyla mukabelede bulun!..

Umuma söylüyorum; öyle olanlar, beni mazur görürler zannediyorum; biraz da kendi nefsim zaviyesinden diyorum. Dünyanın böyle bir nesle ihtiyacı var. O Hazret’in “gâye-i hayal” haline getirdiği “nesl-i cedîd” de işte bu nesildir: “Ey mezar-ı müteharrik bedbahtlar!” Yani kalbsiz ve ruhsuz yaşayanlar, ölüler gibi hareket edenler, kadavralar gibi hareket edenler!.. “Mezar sizi bekliyor, çekiliniz; ta ki, hakikat-ı İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvücsâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!..”

Nesl-i cedîd… إِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ وَيَأْتِ بِخَلْقٍ جَدِيدٍ “Eğer O dilerse, (yaratmaktaki maksadının yerine gelmesi için) sizi ortadan kaldırır ve yerinize (yoksulluğunun şuuruna varıp Allah’a yönelecek, varlık ve zenginliğinin ancak O’nunla mümkün bulunduğunu kavrayacak) yeni bir nesil getirir.” (Fâtır, 35/16) Siz, pörsüyünce, solunca, hazan yemiş yapraklar gibi sararınca, Allah, dinini boşlukta bırakmaz, mutlaka bir “nesl-i cedîd”, yeni bir nesil getirir. Bir müceddid ile, insanlara yeni bir nefha, İsrafil Sur’u gibi üfler. Yeni bir diriliş, eski ifadesiyle “Ba’s-u ba’de’l-mevt” ihsan eder. Üstad Necip Fazıl, bu tabiri kullanırdı. Diriliş, öyle bir diriliş lütfeder. “Kâinat üzerinde hakâik-i Kur’âniyeyi temevvücsâz edecek olan nesl-i cedîd gelsin!..”

İnsan, bu duygular ile oturup-kalkınca, zannediyorum, kalbinde ve vicdanında, kine, nefrete, gayza, hasede, çekememezliğe yer kalmaz. Kalb, böyle ulvî duygular ile dolup taşınca, zaten dolmuş şeye bir şey dolduramazsınız. Bardak, -Âkif ifadesiyle- “lebrîz” olmuş taşıyorsa, ne dökeceksiniz onun içine?!. Siz, “ibâdet” ile, “ubûdiyet” ile, “ubûdet” ile, sonra “marifet” ile, “muhabbet” ile, “aşk u iştiyak” ile doldurmuşsanız kalb çanağını, oraya dökülecek her şey, kendini yerde bulur, taşar gider. Hiçbir şey, orada oturacak yer bulamaz.

   Yanlışlıklarla meşgul olmak hoşuna gidiyorsa, bu hobini kendi günahlarına karşı kullan ki, âlemin küçük lekeleri sana, senin yağlı karalarını unutturmasın!..

Evet, kalb, Allah ile bu ölçüde irtibata geçerse, zannediyorum o, kendiyle meşgul olacak, kendine yönelecek, son yazıda ifade edildiği gibi kendi kusurlarıyla, kendi eksiğiyle, kendi gediğiyle meşgul olacaktır. Belki ileride (Çağlayan’ın gelecek başyazısına işaret ediliyor) görürsünüz İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem). “Hata”, rüyalarında bile O’na muvakkaten misafir olamamıştır. Öyle bir Zat, Allah’a karşı öyle bir tazarru ve niyaz hayatı sürdürüyor ki, zannedersiniz -hâşâ- hep günah işliyor. Ama O (sallallâhu aleyhi ve sellem) neyi hata sayıyorsa, Rabbisine karşı, حَسَنَاتُ اْلأَبْرَارِ سَيِّئَاتُ الْمُقَرَّبِينَ “Ebrâr adına iyilik kabul edilen fiiller, daha ileri seviyede bulunan mukarrabîn için kötülük/günah sayılabilir.” fehvasınca, neleri olumsuz buluyorsa kendince, onlardan dolayı veya arkasındakilerine ders verme niyetiyle, istiğfar, tazarru ve niyaz ediyor. “Bak böyle olun!” der gibi. İmam, böyle diyor; o, “Allahu Ekber!” deyince, sizin de demeniz lazım; “Semi’allahu limen hamideh!” demeniz lazım; “Allahu ekber!” deyip secdeye varınca, sizin de varmanız lazım! O (sallallâhu aleyhi ve sellem) eğer “Nefsime zulmettim!” اَللَّهُمَّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي… فَاغْفِرْ لِي “Allah’ım, nefsime zulmettim; yarlıga beni!” demişse, bunu arkasındakilere bir ders mahiyetinde almak/algılamak lazım.

İnsan, kendiyle böylesine meşgul olunca, zannediyorum, başkaları ile meşgul olmaz; hatta en zalimlerle bile… Gerçi, onların yaptığı kötülükler, yer yer cismâniyetimizin tesirinde kaldığımız zaman, kendi duygu ve düşüncelerimizin tesirinde kaldığımız zaman, içimizde bir yara yapabilir. Evet -yine- İzzet Molla’nın ifadesiyle, “Ben usanmam gözümün nuru cefadan ama / Ne de olmasa cefadan usanır, candır bu!..” Bir mızrak yiyorsun; canım, “Off!” demeden devrilmek olmaz. Bu, tabiatımızın muktezasıdır ama bunların hepsini gelip-geçici kabul etmek lazım. Onlar, karakterlerinin gereğini yaptılar. Şenâat, numarası-drobu onlara uyan bir urba gibi; onu kafalarına geçirmişler. Başka türlü bir şey yapmaları mümkün değil. Fakat sizin gibi Allah’a inananlara düşen vazife -bence- “Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm o / Yol -varsa- budur; bilmiyorum başka çıkar yol!” Ruhun şâd olsun, Âkif!..

“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol!..” Yaptığın her şey, aklın, mantığın, muhâkeme-i selîmenin kabul edebileceği türden olsun. Daha doğrusu, belki bütün insanlık mantığının “Evet!” diyeceği tavırlar ve davranışlar sergileyin!.. Hümanistlerin de ötesinde hümanistçe davranın; imrendirin âlemi!.. “Bu nasıl bir din böyle; imrendirici bir şey! Vallahi biz çok ütopya okuduk; böylesine bir toplumu, böylesine bir cemaati görmedik! Bunlar, yok gibi varlar. Yok olmuşlar, daha doğrusu yok olmakla gerçek varlığa ermişler.”

Bu mevzuda imrendirici olmak da gönülsüzlüğe bakıyor. Halk şairi, Hak dostu, Rasûlullah dostu Yunus Emre’nin ifadesiyle “Dövene elsiz, sövene dilsiz; derviş, gönülsüz gerek!..” Evet, mesele, o. “Yıkanlar hâtır-ı nâ-şâdımı -yâ Rab- şâd olsun / Benim-çün ‘Nâ-murad olsun!’ diyenler, ber-murâd olsun!.” (Nâilî-i Kadîm) Hatırımı yıkanlar benim, şâd olsunlar; benim için “Nâ-murad olsun!” diyenler, ber-murad olsunlar. Siz, sürekli bu meselenin korosunu oluşturur, gürül gürül her yerde bunu ifade ederseniz, bugün olmazsa yarın, bütün vicdanlar size teveccüh edecek. Bugün güçlü gibi görünen o ekip, o kadro, o zaleme ü fecere u kefere de ettiklerine nâdim u pişman olup gelecekler. Allah’ın huzuruna gittiklerinde de “Bize bir müddet daha ver de, Sana doğru kulluk yapalım!” diyecekler ama “Hayır, siz, yine aynı şeyi yapacaksınız!” cevabını alacaklar Allah’tan. Mahşerde aynı şeyi dillendirecek; aynı cevabı alacaklar.

   Siz aydınlık bir âkıbete namzetsiniz; size zulmedenler ise, yakın-uzak gelecek adına kendi karanlık sonlarını hazırlıyorlar!..

Onlar, kendi karanlık akıbetlerini hazırlıyorlar. Siz ise, aydınlık bir âkıbete namzetsiniz. Ve o yolun bir kısmını da Allah size yürüttü. Hem de küheylanlar gibi koşturdu, izni ve inayetiyle… Evet, O’nun inayetiyle.. كَمَا يَنْبَغِي لِجَلاَلِ وَجْهِهِ وَعَظَمَةِ سَلْطَنَتِهِ، وَرُبُوبِيَّتِهِ، وَحِكْمَتِهِ، وَرَحْمَانِيَّتِهِ، وَرَحِيمِيَّتِهِ “O’nun Zât’ının celaline, hâkimiyetinin azametine, rubûbiyetinin, hikmetinin, Rahmâniyetinin ve Rahîmiyetinin yüceliğine layık/yakışan şekilde…” O yolun bir miktarını da size yürüttü Kendine layık şekilde. İmkânlar bahş eyledi. Bence yarı yolda işi bırakmamak lazım; “Üzerimize geldiler, baskılar kurdular, bizi dünyevî bazı şeylerden mahrum ettiler…” diye, işi bırakmamak lazım.

Farkında değiliz, onlar -esasen- kendilerini, mahrum edilmemesi gerekli olan öyle bir şeyden mahrum ediyorlar ki!.. Ebedî hüsran, o!.. Kendilerini Cennet’ten mahrum ediyorlar.. Rıdvan’dan mahrum ediyorlar.. Cennet’in binlerce senesi, bir dakikasına mukabil gelmeyen Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâlini temâşa etmekten mahrum ediyorlar.. Hazreti Rasûl-i Zîşân ile (sallallâhu aleyhi ve sellem) aynı sofrada, aynı tabağa kaşık çalmaktan kendilerini mahrum ediyorlar… İsterse elli defa “Biz Müslümanız, İslam’ca idare peşindeyiz!” desinler! Zulmeden, o duygu, o düşünceden fersah fersah uzak…

Onlar, karakterlerinin gereğini sergilesin; kendi çirkinliklerini, kendi şenaatlerini, denaetlerini, mesâvîlerini, meâsîlerini ortaya koysunlar; siz de mehâsininizi!.. Onlar, İmam Gazzâli ifadesiyle, “muhlikât”larını, kendilerini helak edici şeyleri ortaya döksünler; siz ise “münciyât” (kurtuluş vesileleri) ile irtibatınızı devam ettirerek o tavrınızı ortaya koyun!.. Ve böylece Hazreti Pîr’in ifadesiyle, o kötülükleri bile, sizin için bir kısım şeyleri arındırıcı kabul ederek, güzel görün; zira “Güzel gören, güzel düşünür; güzel düşünen, hayatından lezzet alır!” Hayattan lezzet almak istiyorsanız, Hazreti Pîr’in bu beyanıyla, “Bu hışım, bu hased, bu kıskançlık, bu üzerimize ifritçe gelme… Bunlar da bizim hakkımızda hayırlıdır!” deyin. -Yine aklıma gelenleri mırıldanıyorum- Yunus’un sözüyle, “Gelse Celâlinden cefâ / Yahut Cemâlinden vefâ / İkisi de câna sefâ / Lütfun da hoş, kahrın da hoş!” deyin. Sen’den hem o hoş, hem bu hoş! Bazıları böyle derler: “Sen’den hem o hoş, hem bu hoş!”

Evet, her şeyi böyle hoş karşılamalı. Mutlaka o musibetlerin de bir hikmet-i vücudu vardır. Bunlar, bizi arınma kurnalarında arınıyor gibi arındıran bir şey, bir faktör, bir sebep ise, kimseye gönül koymamalı! Belki bu kötülükleri yapan firak-ı dâlleye, zalemeye (zalimlere), fücur yapanlara, kendilerini bohemliğe salmış olanlara, saltanat ile başları dönmüş bakışları bulanmış olanlara acımalı; “Allahım! Bahtına düştük; onları da hidayet eyle! اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ * صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ niyazından, onlara da nasip lütfeyle! İnsanlığa giden yolları göster!” demeli.

Yoksa -bir yönüyle- hiç farkına varmadan dünya çapında kendilerini iç içe, mütedâhil halkalar halinde musibetler, belalar, yokluklar sarmalı içinde bulacaklar ve dolayısıyla da hiçbir işlerinde isabet edemeyecekler. Her adımlarında yeni bir falso yapacaklar, yeni bir rezalete imza atacaklar; dünyanın yeni bir parçasının onlardan kopmasına sebep olacaklar. Bir gün Amerika kopacak, bir gün Almanya kopacak, bir gün Hollanda kopacak, bir gün Fransa kopacak; kopuk olanlardan herkes -böyle- kopup gidecek; o kopuk da kopukluğuyla başbaşa kalacak. “Otur, hep kopukluğunu yudumla!” falan diyecekler ona!..

   Hadiselerin Diliyle, Yaşadığımız Sürecin Hizmet Gönüllülerine Verdiği Ders ve Mesajlar

Evet, bize düşen şey, “El-Emân, el-Emân; yâ Hannân, yâ Mennân; beni günahlarımın hacâletinden kurtar!” deyip inlemek.. “Herkes yahşi, men yaman / Herkes buğday, men saman.” mülahazasıyla yaşamak. “El-Emân, el-Emân; yâ Hannân, yâ Mennân; beni günahlarımın hacâletinden kurtar!” sözü Hazreti Pîr-i Mugân, Üstad Bedîüzzamân’a ait; diğeri ise, Alvar İmamı’na ait.

Diğer taraftan, böyle bir durum, böyle bir tablo, bizi biraz daha kenetlenmeye, bir araya gelmeye yönlendirmeli. Genel durumu değerlendirmeliyiz; detaylarına girmeden, bâtılı -fazla- tasvir etmeden, onların yaptığı şenaati ve denâeti gözümüzde büyüterek kuvve-i maneviyemizi kırmaya girmeden. Ehl-i şenâat, şenaatini yaptı; ehl-i denâet, denâetini yaptı… Meseleye ve maruz kaldığımız şeylere icmâlî bakmalı ve “Şimdi bu gâile ve bu badirelerden sıyrılmanın yolu nedir?” falan demeliyiz.

Belki bunun bir pozitif yanı var, bir de negatif yanı var: Kendi memleketimizden cüdayız. Toprağını yüzümüze-gözümüze sürme gibi çekeceğimiz ülkemiz… Kuddûsî’nin Medine toprağı için “Ol Medine izi-tozu, bu Kuddûsî yüzüne tûtiyâdır.” dediği gibi diyeceğimiz; “Tûtiyâdır!” diye yüzümüze-gözümüze süreceğimiz ülkemizin toprağı… Aklımıza geldiği zaman, burnumuzun kemikleri sızlayacak!.. Hissiyatınıza tercüman olduğum kanaatindeyim ben. Öyle olacak… Bunu bir musibet gibi göreceksiniz belki; bu, meselenin negatif yanı.

Bu arada, acaba -hakikaten- bulunduğumuz yerdeki o insanları idare edemez miydik? Zâlim olsun, fâsık olsun, -bağışlayın- kendini bohemliğe salsın, saltanat hırsı ile sarhoş yaşasın; acaba bunları idare etmek mümkün değil miydi? Demek ki bizim ferasetimiz, kiyasetimiz ve fetanetimiz, bu zalimleri idare etmeye yetmedi. Öyle ise, Cenâb-ı Hak kulak çekme mahiyetinde, enseye hafif bir tokat vurma şeklinde, -hadiselerin diliyle- “Aklınızı başınıza alın! Bakın nefs-i emmâre taşıyan insanlar var. Bunlar idare edilmeliydi, başınıza bunlar gelmemeliydi!” diyor, ihtimal. Böyle bakmalı meseleye. Demek ki biz orada birilerini idare edemedik.

Oysa Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir yönüyle Hayber fethine kadar bazı kimseleri idare etmişti. Esas, o zaman ihanet ettiler; o gün, Medine Mukavelesi’ne imza atan insanlar, ihanet ettiler. Beni Kureyza, Beni Nadîr, Beni Kaynuka ve sonra da Hayber. Efendimiz, beş sene hınçla O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) bakan insanları -bir ayakları Mekke’de müşriklerin içinde ve dilleri münafıklara yeni şeyler fısıldama yolunda olan o insanları- o mukavele ile nasıl idare etti?!. İnsanlığın İftihar Tablosu, Cenâb-ı Hakk’ın ilhamı ile, vahyi ile ve yüksek fetâneti ile arızasız bu iç içe problemleri idare etti. Bir tekinin bile altında kalır, ezilirdik biz onun. Bence “İşte o feraset ve o kiyaset ile, problemler halledilseydi, bu insanlar, bu hışım ile -belki- gelmezdi!” demeli!.. Öyle midir, değil midir; mülahaza dairesi açık. Siz değerlendirin. Acaba?!.. “Acaba!”ya bağlı… Acaba?!.

Özür dilerim, zoolojiden bir misal vereceğim. Televizyonda seyrettim: Birisi, iki tane arslan yavrusunu ormandan alıyor, besliyor onları. Sonra kendi kendilerini idare edecek duruma gelince, götürüp ormana salıyor. Büyüyorlar orada, kocaman oluyorlar; pençeleriyle ezecek, parçalayacak hale geliyorlar. Sonra bir gün onları besleyen, o iyiliği yapan insan, ormana gidiyor; onların bulunduğu, dolaştığı yerlere gidiyor. Gözümle gördüm bunu; arslanlar geliyor, sarılıyorlar ona; yüzünü-gözünü yalıyorlar. Evet, hayvan, insanlığa karşı, insanca davranıyor. Ve bir kurdun bir başkasına böyle yardım ettiğine şahit oldum. Bir kurdun… O, sesini yükseltip bağırınca, o da uluması ile ona iştirak ediyor. “Koro olsun!” diyor, burada. Meseleye böyle bakınca, onu biraz kendi açığımıza bağlamak lazım; tekrar ediyorum, “Acaba!” ile…

İkincisi, insan olarak hatalarımız olmuştur. Cenâb-ı Hak, bizi sırât-ı müstakîme hidayet buyurdu. Sadece “insan” olarak yaratma lütfuyla bırakmadı, insan-ı mü’min yaptı. O (celle celâluhu) bizi mü’min yapmasaydı, öyle bir ortamda neş’et etmeseydik!.. Öyle bir ortamda neş’et edenlerin çoğu dinden çıktı, diyanetten çıktı, din-diyanet düşmanı oldu. Bizi, böyle tutması, böyle koruması, böyle muhafaza etmesi öyle nimetlerdir ki, yapacağımız ibadetlerin hiçbirisi ona -şükür mahiyetinde- mukabil olamaz. Acaba Cenâb-ı Hakk’ın üzerimizdeki eltâf-ı Sübhâniyesine göre biz orada kulluğumuzu yaptık mı? “Demek ki kusurumuz oldu!” demeli.

Nefis muhasebesi… Kendimiz ile yüzleşme… İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) muhasebe, tazarru ve niyazına işaret ettim; tafsilatını (Çağlayan makalesinde) görsünler. Biz de nefsimizle öyle yüzleşmeliyiz. Musibetleri yine enseden hafif bir tokat görmeliyiz. Lem’alar’daki “Şefkat Tokatları”nı hatırlayın. Hazreti Pîr, ilk defa da, kendisinin yediği, “Yedim!” zannettiği şefkat tokatlarından bahsediyor. O, tokat yiyecek bir şey yapmıyor fakat bahsediyor; ilk defa kendi yediği tokatlardan bahsediyor. Bir de böyle bir şey düşünmeli. Hani, düşünülecekse bunlar düşünülmeli…

   Varsın akrepler akrepliğin gereğini yapsınlar; mefkûre kahramanlarına düşen, ahsen-i takvîme yakışan bir duruş sergilemek, “ızdırârî beslenme” ile pişmek ve adeta dua koroları teşkil etmektir.

Yoksa ehl-i dalaletin, firak-ı dâllenin yaptığı şeyleri anlatırsanız; onlar karakterlerinin gereğini yapıyorlar: Kur’an ifadesiyle: كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ “Her insan kendi seciye ve karakterine göre davranır.” (İsrâ, 17/84) Herkes, karakterinin gereğini sergiler! Canavar, canavarlığını; yılan, yılanlığını; akrep, sokmasını mutlaka gösterir. Hani var ya, halk hikâyelerinde: Kurbağa ile akrebin arkadaşlığı… Akrep sudan geçemiyor; suyun içine gelince, kurbağa onu geçiriyor. Sonunda sokuyor onu. “Ee bu nasıl kardeşlik?!.” diyor, “Ee huyum benim!” diyor, “Karakterimin gereğini yaptım!”

Evet, öyle bilmek lazım; onlar, karakterlerinin gereğini sergilediler. Allah, o duruma düşürmesin!.. O bir şenâat ve denaettir; ahsen-i takvîme mazhar insan yapısına karşı, kalbî-ruhî, maddî-manevî anatomisine karşı saygısızlıktır. Bir âbide olarak yaratılan insan, o durumlara düşmemeli; Kur’an’ın ifadesiyle, أُولٰئِكَ كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ “Onlar hayvanlar gibidirler, belki hayvandan da aşağıdırlar.” (A’râf, 7/179) Bu derece sukut etmemeli!.. Evet, “Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır / Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır / Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdân’ın / Ne irfanın kalır te’sîri kat’iyyen, ne vicdanın.” diyor Âkif, ruhu şâd olsun. Onlar, o karakterlerinin gereğini sergiliyorlar.

Fakat acaba biz, Cenâb-ı Hakk’ın bize eltâf-ı Sübhâniyesi ölçüsünde bir cehd ü gayrette bulunduk mu? Veya o ölçüye müteveccih olma ve ona ulaşmayı gâye-i hayal yapma şeklinde, acaba O’nun bize lütfettiği bütün imkânları o mevzuda seferber ettik mi? Yoksa yer yer kendimizi öne çıkararak, kendi çıkarlarımızı/mülahazalarımızı mı düşündük? Biraz evvel arz ettim: “Yokluğunda var olan, varlıkta bilmez yokluğu / Sohbet-i yâr lezzetini bilmez beyim, ağyâr olan.” Yâr’ı, âğyâra dilbeste olmuş kimse, nasıl bilecek ki?!. Evet, kendimize bağlamış olabiliriz bunu.

Bence hadiseler bizi “ızdırârî beslenme”ye sevk etmeli. “İhtiyarî beslenme” biraz “Acaba olmasa da olur mu?!” duygu ve düşüncesi uyarır. Şimdi o zaman biz, dua duygumuzu, teveccüh duygumuzu, tazarru duygumuzu daha da güçlendirerek, topyekûn bir koro teşkil ederek, O’na yönelmeliyiz. Hazreti Pîr ifadesiyle, “Nasıl ki sadaka, belayı ref’ eder, ekseriyetin hâlis duası dahi, ferec-i umumîyi cezbeder.” Öyle ise biz, dua, tazarru ve niyaz koroları oluşturmalıyız. Ve sonra bu badireden, bu gâileden akıllıca, mantıklıca sıyrılma yollarını araştırmalıyız. Bunlar, müzakere edilmeli…

   Kendi vatanımızda maruz kaldığımız haset ve adavet tsunamisi, dünyanın her yanında da farklı fırtınaların olabileceğini düşündürmeli ve bizi bir kısım makul metotlar geliştirmeye sevk etmelidir.

Ve yine şu müzakere edilmeli: Kendi ülkemizde, kendi toprağımızda… Yetiştiğimiz yerde geçmişimizi de biliyorlar, atalarımız da belli bizim; kaç cephede o ülkenin hürriyeti ve istiklali adına mücadele etmiş bir milletin evlatlarıyız! Âlem bizi biliyor, varsın onlar bilmesinler!.. Evet, öyle bir ülkede bize karşı bu kötülükleri, bu şenaati, bu denâeti irtikâp eden insanların varlığı, çok farklı kültürlerde yetişmiş insanların da aynı şeyi yapabileceğini gösteriyor.

Öyle ise -bakın- kendi ülkenizde bu türlü şeylere maruz kalınca, din-diyanet açısından, kültür açısından, anlayış açısından çok farklı olan insanlardan da aynı tepkiler ile karşı karşıya kalabilirsiniz. Öyleyse bu meseleyi öyle hesap ederek, kendinizi ona göre ayarlayın!

Neden? Çünkü siz, evrensel bir dinin temsilcileri olarak güneşin doğup-battığı her yere nâm-ı celîl-i Muhammedî’yi götürüp bir bayrak gibi dalgalandırma mecburiyetindesiniz. “Benim adım, güneşin doğup-battığı her yere ulaşacaktır!” buyurmak suretiyle, hem size bir gâye-i hayal, bir mefkûre, bir ideal gösteriyor; hem de aynı zamanda gayptan haber veriyor, “Öyle olacak!” diyor. Siz, bu mevzuda ahd ü peymânda bulunmuşsanız şayet, bence kendi ülkenizde bu türlü belâ ve mesâibe maruz kalınca, başka yerlerde de olur. Öyle ise bu çaptaki tazyiki, maruziyeti, mağduriyeti, mahkûmiyeti, mazlumiyeti, mahcuriyeti ve “müttehem bi’l-irhab” olmayı (terörle itham edilmeyi) -hani “terör örgütü” falan dediler ya şom ağızlar- bunları hesaba katın; “Burada olduğuna göre, başka yerlerde de -hafizanallah- bu türlü şeylerle karşılaşabiliriz.” deyin.

Öyle ise mahrûtî bir bakış ile, bütün insanlığa böyle bakmalı; bütüncül bir nazar ile bakmalı. Farklı karakterlerdeki insanlar, bir gün, karakterlerinin gereğini ortaya koyarlar. Öyle ise dünyayı doğru okumak lazım; insanlara bir şey anlatacak, bir şey okuyacaksak, evvelâ o insanları, o toplumu kendi kültürleriyle doğru okumamız lazım. On defa düşünecek, bir kere söyleyeceksiniz!

Şimdi bu öyle bir ders ki!.. Size meseleye evrensel hale getirme adına kitaplarla ve mücelletlerle ifade edilemeyecek bir dersi veriyor Sâhib’i.. O Sâhib-i Zîşân’a, canımız kurban olsun!.. Yaptığı her şey, yerinde, isabetlidir. İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) onları bir yönüyle revâ gören Allah (celle celâluhu), size revâ görmüş, çok mu?!. Büyütmeyin onu, başınıza gelenleri!.. Bir de meselenin böyle bir yanı var.

Evet, o açıdan oturup-kalkıp bir taraftan “Başımıza gelen şeyler, şundan oldu!”; bir taraftan “Doğru, misyonumuzu edâ edemedik. Bütün argümanları o istikamette kullanamadık!”; bir taraftan da “Umum dünya konjonktürünü nazar-ı itibara alarak, demek bundan sonra Hizmet metotlarımızı, sistemimizi yeniden ayarlamamız lazım!..” mülahazası ile meşgul olmalıyız. Bunlar etrafında muhaverelerimizi zenginleştirerek, Sohbet-i Cânân ile kalblerimizi güçlendirerek, bu dönemi böyle değerlendirmeliyiz.

   Kalbî ve ruhî diriliş vesilelerini yerine getirip Allah’ın havl ve kuvvetine sığınmalıyız; o Müfettihü’l-ebvâb’ın nice kapılar açacağına dair ümidimizi hep korumalıyız!..

Ayrıca, bize ait yazılmış kitaplar var. Kitap ve Sünnet var başta. O Kitap ve Sünnet’in çağlara göre değişik yorumlarını, bırakılan uçları değerlendiren müçtehidîn-i ızâm, müceddidîn-i fihâm var. Çağa göre Kitap’ta, Sünnet’te bırakılmış uçlar vardır; bu uçlar, “ictihad”a, “istinbat”a, “istahrac”a, “tercih”e dayalı bir kısım açıklamalar ister, hâşiyeler ve şerhler ister. Bunu da o müçtehidîn-i ızâm, ulemâ-i sâlihîn, evliyâ, asfiya, ebrâr ve mukarrabîn; hususiyle müceddidîn-i ızâm, Ömer İbn Abdülaziz’ler, Hazreti Gazzâlî’ler, İmam Rabbânî’ler, Şâh-ı Geylânî’ler, Muhammed Bahâuddin Nakşibendî’ler, Mustafa Bekrî-i Sıddîkî’ler veya Ehl-i Beyt imamları İmam Zeyd’ler, İmam Câfer-i Sâdık’lar yapmışlar. Onlar, bir yönüyle, sönmek üzere olan o mumu yeniden parlatmışlar; yeni bir güç, yeni bir kuvvet, yeni bir enerji ve yeni bir sinerjiye sebebiyet vermek suretiyle yeni bir canlılık sergilemişler, yeni bir diriliş ortaya koymuşlar, Allah’ın izni ve inâyetiyle. Bu kitapları müzakere mevzuu yaparak, ciddiyetle müzakere etmemiz lazım. Çağımızda yazılan şeyleri bir araya getirerek müzakere etmek suretiyle kendimizi yenilememiz lazım.

Bu sayedeki “kalbî diriliş” Allah’ın izni ve inayetiyle, iradelerinize öyle bir güç ve kuvvet verecek ki, hakikaten, belki kendi kendinize -böyle- Kırkpınar’da destede güreşenler gibi, “Başpehlivan gelsin karşıma benim!” diyeceksiniz; “Benim karşıma başpehlivanlar gelsin!” falan. On tane insanla şerâre üretmek üzere şirret karşınıza çıksa, “Topunuz birden gelin!” falan, diyecek kadar iradeyi güçlendirmek lazım o mevzuda. Allah’ın o mevzudaki havl ve kuvvetine güvenmek lazım. Ve her zaman vird-i zebânımız, تَبَرَّأْنَا مِنْ حَوْلِنَا وَقُوَّتِنَا، وَالْتَجَأْنَا إِلَى حَوْلِكَ وَقُوَّتِكَ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ “Kendi havl ve kuvvetimizden teberrî ediyor, fersah fersah uzaklaşıyoruz. Sen’in havl ve kuvvetine sığınıyoruz, bizi ondan mahrum etme, ey yegâne merhametli, Erhamürrâhimîn!” Günde defalarca, özellikle ezan-ı Muhammedî okunurken, حَيَّ عَلَى الصَّلاَةِ، حَيَّ عَلَى الْفَلاَحِ’ta söylüyoruz: لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ

Zira Sâhib-i Şeriat (sallallâhu aleyhi ve sellem), لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ، كَنْزٌ مِنْ كُنُوزِ الْجَنَّةِ “Allah’ın havl ve kuvvetinden başka bir dayanak olmadığına inanıp bunu ikrar etmek Cennet hazinelerinden bir hazinedir.” buyuruyor. İşte muhariplerin, mücadele edecek insanların -bir yönüyle- Cennet’teki stokları, depoları, esas silah depoları diyor ona.

Allah’ın havl ve kuvvetine sığınan birisi, Allah’ın izniyle cihana meydan okuyabilir. Hazreti Pîr’in okuduğu gibi: “Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikate, başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-ı Kur’âniyeye feda olan bu başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler inşâallah!”

Bakın, Allah, zayıf gibi görünen, küçük görünen, bir yönüyle başkalarının hafife aldığı insanlara koca devletlerin yapamadığı şeyi yaptırmış. Bu, öyle bir teveccüh, öyle bir iltifattır ki!.. Hani İmam Zeynülâbidîn’in ifadesiyle, “Yâ Rabbi! Senin şükrüne nasıl mukabelede bulunabilirim ki; ‘Eş-şükrü lillâh!’ dediğim zaman, o bile Senin lütfun. Onu alıp bir kere daha ‘Eş-şükrü lillâh!’ demem icap ediyor. İki defa dedirttin, daha yürekten ‘Eş-şükrü lillâh! Eş-şükrü lillâh! Eş-şükrü lillâh!’ demem gerekiyor.” Bu kadar nimetlerle serfirâz kılınan insanlar, “Eş-şükrü lillâh!” demeli!..

Cenâb-ı Hakk’ın, bir kapı kapatırsa şayet, bin kapı açacağından hiç endişeniz olmasın! “Bir kapı bend ederse, bin kapı eyler küşâd / Hazreti Allah, efendi, Müfettihü’l-ebvâb’dır.” diyor şair. Bir kapı bend ederse, kapatırsa, bin kapı eyler küşâd; Hazreti Allah, Müfettihü’l-ebvâb’dır!..

يَا مُفَتِّحَ اْلأَبْوَابِ، اِفْتَحْ لَنَا خَيْرَ الْبَابِ، إِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ، وَبِاْلإِجَابَةِ جَدِيرٌ، وَكُلُّ عَسِيرٍ عَلَيْكَ يَسِيرٌ * اَللَّهُمَّ عَلَيْكَ بِأَعْدَائِنَا كُلِّهِمْ أَجْمَعِينَ، وَلاَ تُبَلِّغْهُمْ آمَالَهُمْ، وَانْصُرْنَا عَلَيْهِمْ؛ إِنْ كُنْتَ تُرِيدُ هِدَايَتَهُمْ وَتَلْيِينَ قُلُوبِهِمْ، وَسَوْقَهُمْ إِلَى الْحَقِّ وَالْعَدَالَةِ وَاْلاِسْتِقَامَةِ وَالْوِفَاقِ وَاْلاِتِّفَاقِ وَالْمَحَبَّةِ إِلَيْنَا وَإِلَى خِدْمَتِنَا، فَاهْدِهِمْ فِي أَقْرَبِ أَقْرَبِ أَقْرَبِ أَقْرَبِ زَمَانٍ؛ وَإِلاَّ اَلْجِمْ أَفْوَاهَهُمْ، وَاغْلُلْ أَيْدِيَهُمْ وَأَرْجُلَهُمْ، وَاهْزِمْهُمْ، وَزَلْزِلْهُمْ، وَشَتِّتْ شَمْلَهُمْ، وَفَرِّقْ جَمْعَهُمْ، وَمَزِّقْهُمْ كُلَّ مُمَزَّقٍ، وَاجْعَلْ بَأْسَهُمْ بَيْنَهُمْ، وَلاَ تُبَلِّغْهُمُ اْلآمَالَ * وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا وَسَنَدِنَا وَشَفِيعِ ذُنُوبِنَا وَمَوْلاَنَا مُحَمَّدٍ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، آمِينَ وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

“Ey en açılmaz kapıları açtıran, en sarp yokuşları aştıran Rabbimiz!.. Bize de hayırlı kapılar aç; problemlerimizin halli için ferec ve mahreç nasip eyle. Muhakkak Sen her şeye gücü yeten Kadîr’sin. Dualarımıza icâbet etmek Sana ne de çok yakışır!.. Her zorluk Senin için kolaydır; doğrusu, zorluk Senin için asla söz konusu değildir. Bize karşı düşmanlık yapanların hepsini Sana havale ediyoruz. Onları kötü emellerine ulaştırma. Onlara karşı bize yardımcı ol. Allah’ım, şayet hidayetlerini ve kalblerini yumuşatmayı murad buyuruyorsan ve onları hakka, adalete, istikamete, vifâka, ittifaka, şahıslarımıza ve Hizmet’imize karşı muhabbete sevk etmeyi diliyorsan, bunu yakın, en yakın, yakınlardan yakın bir zamanda gerçekleştir, onları çabucak hidayete erdir. Yoksa Sana havale ediyoruz!.. Şayet muradın onların hidayeti değilse, Rabbimiz, o hak-hukuk tanımaz, insanlıktan nasipsiz, tiran bozması azgın ve taşkınların ağızlarına gem vur.. ellerini, ayaklarını bağla.. o azgınlar güruhuna karşı gücünün/kuvvetinin büyüklüğünü göster ve onların kuvvetlerini, aşırılıklarını, dalaletlerini, güçlerini, birliklerini, şer ve zulüm istikametinde kullandıkları malzemelerini, ittihat ve ittifaklarını paramparça hale getir; hepsini zîr ü zeber eyle!. Birlik ve düzenlerini boz.. cemiyetlerini paramparça hale getir.. hepsini bölük-pörçük et.. birbirlerine düşür.. kirli emellerine ulaşmalarına müsaade etme!.. Efendimiz, yegâne dayanağımız, günahlarımıza karşı şefaatçimiz ve yâr-ı vefâdârımız Hazreti Muhammed’e salât ü selam ederek ve Âlemlerin Rabbi olan Zâtına karşı hamd ü sena hislerimizi seslendirerek bunları Sen’den istiyoruz. Dualarımızı kabul buyur, Rabbimiz!..”

524. Nağme: Düşüncenin Önündeki Gulyabânîler

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, şunları söyledi:

  Tefekkür, Tezekkür ve Tedebbür Sayesinde Bilineni Kullanarak Bilinmeyenleri Keşfetmek

Meseleleri “tefekkür” süzgecinden geçirerek, “teemmül”e tâbi tutarak, önü-arkası deyip “tedebbür” mülahazasıyla ele alarak, sürekli zorlamalı “yâd” diyebileceğimiz “tezekkür”le onlara bakarak, diyeceğimiz-edeceğimiz şeyleri dersek, her şey yerli yerine oturur ve Allah’ın izniyle bir anlam ifade eder. Bir şeylerin terettüp etmesi de esasen bunlara bağlıdır; “anlam” ifade eden şeylere bir şey terettüp eder; “anlam”sız şeylere, bir şey terettüp etmez. Yağmur yere indiği zaman, toprağın kuvve-i inbâtiyesi varsa şayet, bir şey ifade eder. Kayalar üzerine şakır şakır dökülen yağmur, orada bir tane bile çim meydana getiremez. Gelen şeyin faydalı gelmesi, esasen, onu kabul edecek şeyin, ihsâs, ihtisâs ölçüsünde sindirecek zeminin/ortamın/havanın, o mevzudaki “kabul derinliği”ne bağlıdır. Bunlar da, düşünmeyi çok öne çıkarıyor. Düşünme…

“Düşünme”, vicdânî bir meleke midir, yoksa beynin nöronlarına, korteksine, hipofiz bezine, bilmem ne bezine emanet edilmiş bir husus mudur? Meseleyi menşe ve mebde itibariyle nereye bağlarsanız bağlayınız, esasen her şey biraz “fikir”e dayanıyor, “düşünce”ye dayanıyor.

Bazı şeyler biliyorsa insan, bazı şeyleri duyuyorsa, bazı şeyleri hissediyorsa; o bildiği, duyduğu, hissettiği şeyleri birer basamak yaparak önünde de bir kısım basamakların olduğu mülahazasına binaen ileriye doğru adım atmak… “Bilinen” ile “bilinmeyen”leri keşfetmek; “tefekkür”, ona derler. Okuduğu, temaşa ettiği şeylerden mana çıkararak, onlarda “terkip” ve “tahliller”de bulunarak, yeni yeni bir kısım sonuçlara varmak… Sürekli beyinden bir kısım tayfların yukarıya doğru çıkması ve sürekli onlara bir mukabelenin bulunması.. kendisine yeni yeni ufukların açılması… O düşünmeyi böyle kabul ederseniz şayet, -tabii başkalarının düşüncelerinden de istifade mahfuz- insan sürekli kazanan, ticaret yapıp da kazanan, “bir”leri “bin” eden bir insan haline gelir. Onun için Kur’an-ı Kerim’de âyât-ı beyyinâtın fezlekesi olarak çok yerde geçen kelimeler: “Tezekkür” ve “tefekkür”dür.

Ayrıca, aynı çizgide “tedebbür” kelimesi de أَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْآنَ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِنْدِ غَيْرِ اللهِ لَوَجَدُوا فِيهِ اخْتِلاَفًا كَثِيرًا ayetinde (Nisa, 82) olduğu gibi geçmektedir: Tedebbür; önü-sonu itibariyle meseleye bakma.. o kelamın keyfiyetine ve ihtiva ettiği manalara dikkat etme.. sonra kendisine inen “Şahıs”ın (sallallâhu aleyhi ve sellem), eline kalem almayışına, bir satır bir şey yazmayışına ama beyan ettiği şeylerdeki deryalar derinliğine/enginliğine ve o damlada deryanın görünmesi nazar etme… İşte bunlar bir yönüyle mebde-müntehâ itibariyle meseleye “bütüncül bir nazarla bakma” demektir. O zaman, “önyargı”nız yoksa.. şayet bir yönüyle “bencil”liğinize yenik düşmemişseniz.. “taklid”e takılmamışsanız şayet.. “dediğim dedik” falan demiyorsanız… O zaman “sadakte ve berirte” diyeceksiniz: صَدَقْتَ وَبَرِرْتَDoğru söyledin.. Bu söylenen şeyler de doğru!

  Doğru Düşüncenin Önündeki Engeller

Onun içindir ki, doğru düşünmenin, o “tedebbür”ün, o “tezekkür”ün, o “tefekkür”ün önünü kesen “gulyabaniler” olarak öncelikle “önyargı”yı görmek lazım; “yanlış şartlanmışlık”ı görmek lazım; “egoizma”yı görmek lazım, -onu şişirerek daha ileri götürebilirsiniz- “egosantrizma”yı görebilirsiniz. Gulyabanidir bunlar; “doğru düşünme”nin önünü, “düşünmeden daha derin düşünmelere atlama”nın önünü kesecek; o mevzudaki köprüleri yıkacak veya yolları tutacak, sizin önünüzü kesecek, köşe başlarını tutmuş gulyabanilerdir bunlar. “Önyargı”, “şartlanmışlık (olumsuz şeylere)”, “taklit”, “dediğim dedik” düşüncesi… Başkalarının düşüncelerine karşı hor ve hakir bakma, “Ben ne diyorsam, doğru odur!” mülahazası… Düşüncenin canına okuyan, üzerine kezzap döken mel’un mülahazalardır bunlar. O açıdan da bunların hepsinden sıyrılmak, bu gulyabanilerden kurtulmak lazım ki, insan, düşünceleriyle sâlim bir noktaya, bir neticeye varabilsin; yoksa varamaz, mümkün değil…

İkinci bir husus: İnsan, kendi düşüncelerini öne çıkarır, “Benimkiler çok önemli!” filan derse, zannediyorum, kendi sızıntısı içinde bocalayıp durur ve çevresindeki düşünce çağlayanlarından kat’iyyen istifade edemez. Sızıntıyı derya zanneder, çağlayan zanneder; oysaki pozitif-negatif etrafında bir sürü “çağlayan düşünceler” vardır. “Negatif mülahazalar”ın ifade edici, belki onda metafizik gerilime sebebiyet verici yanları vardır; “Pozitif düşünceler”in de onun düşüncelerine katkısı olacaktır. Ama bir yönüyle “benim dediğim!” falan diyorsa, işte yukarıdaki gulyabanilere bağlı, o “önyargılar”a bağlı, “şartlanmışlıklar”a bağlı, “egoizm”e, “egosantrizm”e, “narsizm”e bağlı, “dediğim dedik” düşüncesine bağlı ve “taklid”e bağlı… Bunların içine siz bir yönüyle “iç beğeni” diyebileceğiniz “ucb”u ve kendini büyük görme diyebileceğimiz “kibr”i ilave edebilirsiniz. İmana girmeye mâni ise bu mel’un vasıflar, zannediyorum, “sâlim düşünme”nin, “sâlim hissetme”nin, “sâlim mülahaza”ların, “sâlim terkip ve tahliller”in önünü kesen, onlara ulaşma mevzuunda köprüleri yıkan faktörler de bunlardır. Temkinli olmak lazım bu mevzuda…

  Başkalarının Düşüncelerine Saygı ve Fikir Alışverişi

İnsan, kendi düşüncesine güvenir ve onu öne çıkarırsa şayet, “İlle de benim dediğim!” derse, kendi sızıntısı içinde bocalar durur ve etrafındaki çağlayanlara karşı kapılarını kapatır. Oysaki onun için “damlayı derya yapma” mümkündü. O kendi dar görüşünü, öbürlerinden alacağı-vereceği şeylerle, te’âtilerle öyle çoğaltabilirdi ki, bir umman haline getirebilirdi. Fakat her şeyi “kendi darlığı”na mahkum ettiğinden dolayı, o derin hazinelerden istifade edemez, hafizanallah!..

Buna bağlı olarak, insanın başkalarının düşüncelerine saygılı olması, -evet o tabirle ifade edilebilir- “düşünme immün sistemi”ni güçlendiren bir faktördür. “Düşünme immün sistemi.” Evet, her şeyin bir immün sistemi vardır: İnsanın anatomisinin, fizyolojik yapısının bir immün sistemi var. Aynı zamanda değişik bela ve musibetlere karşı immün sistemi diyebileceğimiz “iman, tevekkül, teslim, tefviz, sika” gibi dinamikler de bir yönüyle “immün sistemi”dir. O olumsuz şeyleri, negatif şeyleri kıracak, tadil edecek, yumuşatacak faktörlerdir bunlar. “İhsan şuuru”nu da buna dâhil edebilirsiniz: “Allah’ı görüyor gibi olma!”; oturuşunda, kalkışında, kıpırdanışında, hareketlerinde, konuşmalarında, ses tonunda, O’nu (celle celâluhu) görüyor ve O’nun (celle celâluhu) huzurunda bulunuyor gibi olma. Böyle bir mülahaza, zamanla, O’nun tarafından görülme düşüncesinden O’nu görüyor olma ufkuna -Allah’ın izni ve inayetiyle- insanı yükseltebilir; bir “mi’râc” olabilir, bir “asansör” olabilir. “Mi’rac” kelimesi daha uygun, çünkü ucu semâlar veya semalar ötesi nâmütenâhiye dayanan bir merdiven gibi görüyoruz onu.

Bu açıdan da her düşünceye karşı saygılı olmak, esastır. Bu da ele alacağımız meselelerde, hususiyle Hizmet’e ve umumun hukukuna taalluk eden meselelerde, “kolektif şuur”a müracaat etmeyi gerektirir. Kendi düşüncelerimizden daha çok “makul” bulduğumuz başkalarının düşüncelerine saygılı olma.. onları bir yönüyle bize verilmiş karşılıksız bir sermaye gibi kullanma.. düşüncemizi, onların verdiği o şeylerle derinleştirme… O fikrin sahibi fersah fersah yabancı da olabilir; bir Einstein olabilir, bir Edison olabilir, bir Bergson olabilir, bir Kant olabilir, bir Dekart olabilir, Eflatun olabilir… Bunların bütün düşüncelerini “kaldır at!” kategorisiyle ele alamazsınız; içlerinde çok önemli mülahazalar vardır. Ama sizin de onları tartacak, eleyecek değerlendirecek, kıstastan geçirecek, kalibre edebilecek “temel disiplinler”iniz var; onları o temel disiplinlerle eledikten sonra, alınacak çok şey vardır.

  Damlayı Derya Yapmanın Yolu

Antrparantez; dünyanın dört bir yanına açılırken, ille de sadece “vereceğimiz şeyleri verme” değil, herkesten “alacağımız şeyleri de alma” mülahazası vardır. Bizim gibi aynı kaynaktan beslenen insanlar, o kaynaktan beslenmek suretiyle çok farklı neticelere ulaşmışlardır; işte onları elde edersiniz. Siz ulaşamamışsınızdır; “ortam”, o fırsatı vermemiştir size; kültür ortamınız, “muhit”, o fırsatı vermemiştir; “zaman”, sizin için elverişli olmamıştır, onlar için elverişli olmuştur. Siz, sizde hiçbir zaman ulaşamayacağınız bir şeye, Mısır’da ulaşabilirsiniz; Suriye’de ulaşabilirsiniz, Horasan’da ulaşabilirsiniz, Buhara’da, Semerkant’ta, Taşkent’te ulaşabilirsiniz… Aynı kaynaktan beslenmiş olmalarına rağmen, orada farklı farklı ürünler elde etmişlerdir. Farklı ağaçlar gibi, farklı canlılar gibi, farklı meyveler gibi… Bizde Hindistan cevizi olmuyor, Hindistan’da oluyor. Hurma, belli yerlerde oluyor; götürün Korucuk’a hurma ağacı dikin, bitmez orada, kurutursunuz. Bu açıdan, dünyanın her yerine vereceğimiz şeyler de vardır, alacağımız şeyler de vardır.

“Akl-ı selim” ile, “kalb-i selim” ile, “ruh-u selim” ile meseleleri mütalaaya müzakereye alarak, çok ciddi bir “tezekkür” ve “tedebbür” ile meseleyi ele alarak, başkalarından alacağımız şeylerle, Allah’ın izni ve inayetiyle, kendi düşüncemize öyle blokajlar oluştururuz ki, onunla Allah’ın izniyle cihanları fethederiz. Cihanları fethedenler, bir dönemler, tâ Endülüslere kadar gidenler ve sekiz asır orada sizin bayrağınızı, ruh-u revân-ı Muhammedî’yi şehbal gibi dalgalandıranlar, onunla dalgalandırdılar. Sizin atalarınız -ki iki-üç asrı bunun, gıll u gış’sız, gayet duru, pürüzsüz ve ârızasızdır- Osmanlılar, Allah’ın izni ve inayetiyle, almaları gerekli olan şeyleri aldılar, verecekleri şeyleri de verdiler; çok yeni yeni terkiplere tahlillere ulaştılar. Dolayısıyla, bir “muvazene unsuru” olarak kaldılar, insanlığa çok şey öğrettiler ve insanlardan aldıkları çok şeyler de oldu. Bugün de aynı şey, bütünüyle söz konusudur; damlayı derya yapmak istiyorsanız şayet, meselenin yolu odur; öbür türlüsü “egoizm”e takılma, “ucb”e takılma, “kibr”e takılma, “fahr”e takılma, “kör taklid”e takılma, “dediğim dedik!” yanlış mülahazalarına takılmadır. Bütün bu takılmalarda insan, yürüdüğü yolda takılır kalır, mesafe alamaz, hafizanallah!..

  İslam dünyasında ve hususiyle Türkiye’de “düşünce”, uyku halinde veya bitkisel hayatta!..

Siz, Kıtmir’e iştirak etmeyebilirsiniz; iştirak etmeme mülahazalarınızı da söylemekte serbestsiniz; şimdi böyle görüşmekten, konuşmaktan, tanışmaktan bahsederken, ille de bir tanesinin düşünceleri kat’iyen sizi bağlayıcı olmamalı. Ama bir şey diyeceğim de, ondan dolayı bunları berâat-i istihlal veya mukaddime mahiyetinde söylüyorum: Kanaat-i âcizaneme göre, ferdî bir kısım çıkışlar istisna edilecek olursa, günümüzde İslam dünyasında ve hususiyle Türkiye’de, “düşünme” büyük ölçüde uyku hayatı içinde veya nebâtî hayat içinde. Evet, emekleyip duruyor da denebilir. “Bütüncül bir nazarla bakış” yok.. “başkalarının düşüncesine saygı” yok… Zaten “egoizm”in, “egosantrizm”in, “narsizm”in hükümfermâ olduğu bir yerde serbest düşünceye karşı saygı olamaz. Öyle olmayınca da düşünce, doğurgan olamaz; onunla yeni düşünce ufuklarına ulaşamazsınız. Kaldığınız yerde debelenir durursunuz sadece. Hususiyle her şeyi siyasî mülahazaya bağlamış iseniz, sadece “ikbal” mülahazası varsa kafanızda, “istikbal” mülahazası varsa, “saltanat ve debdebe” mülahazası varsa, “bugünü ve yarını düşünme” varsa, öbür günlerle alakalı hiçbir mülahazanız yoksa şayet, olduğunuz yerde debelenir durursunuz da, “yürüdüm!” zannedersiniz. Hikâyelerin başında var ya: “Az gitti, uz gitti, dere-tepe düz gitti, geriye döndü baktı ki, ancak bir çuvaldız boyu yol almış!”

Âlem-i İslam’ın şu andaki perişan resmine baktığınız zaman, zannediyorum, sizin de dillendireceğiniz şey bu… Neredeyse dilimin ucuna kadar geldi, öbürlerinin mülahazasıyla.. Aklı başında birinin mırıldanacağı şey budur: “Az gittiler, uz gittiler, dere-tepe düz gittiler, geriye döndü baktılar, bir çuvaldız boyu yol almamışlar!” Bir çuvaldız boyu yol alınamamış.. Misal îrâd etmeye gerek yok; kırk senedir -varsa- kafalarını çalıştırıyorlar ama kendi ülkeleri içinde bir problemi halledememiş insanlar bunlar. Zannediyorum aileleri içindeki problemleri halledecekleri mantığa, muhakemeye, tefekküre, tedebbüre, tezekküre bile sahip değiller. Zannediyorum, aileleri içinde de sürekli problem yaşıyorlardır “Dünyayı idare ediyoruz!” diyen o zavallı sergerdanlar; bir ailelerini bile idare edemiyorlardır, aileleri içinde de kavga vardır. Amma, bir şey onları bir araya getiriyor, bir şey aynı şeyi mırıldanmalarına sâik oluyordur; o da “sun’î bir düşman cephesi oluşturmaları.” Oturup kalkınca hep onları birer mesâvî kaynağı olarak görüp onlardan bahsettiklerinden dolayı, bu “şeytanî mülahaza fasl-ı müştereki”nde bir araya geliyorlar. “Şeytanî mülahaza fasl-ı müşterek”inde bir araya geliyorlar amma İslam dünyasında, hususiyle Kapadokya’da, düşünce hayatı, tedebbür-tezekkür hayatı, terkip-tahlil (sentez-analiz) hayatı uykuda. Yeniden onun, tıpkı bir civcivin yumurtanın kabuğunu kırıp çıkması gibi, o daracık hayat şartlarından farklı hayat şartlarına çıkması için, engin bir tefekküre ihtiyaç var.

Derin bir “tefekkür”le, bir “tezekkür”le, içinde bulunduğumuz o kabuğu kırarak, yeni bir hayata yürüme mecburiyetindeyiz. Bu da bir araya geldiğimiz zaman, birbirimizi rehabilite etmemize vâbeste. Beynimizde ne kadar hücre var? Evet, bilim adamlarının saydığına göre 10 milyar. Beyindeki bu 10 milyar hücre, harekete geçmek için “tedebbür” ve “tefekkür” adına bir “tenbih” bekliyor. Allah onları oraya koyduğuna göre, o kadar asker orada bulunduğuna göre, bence onunla çok şeyi fethedebilirsiniz. Ama zannediyorum onlar da uykuda. Evet, çalıştırılmadıklarından ve zorlanmadıklarından dolayı uykudalar. Nasıl? Bana öyle geliyor ki, çok yemekten, çok içmekten, çok uyumaktan ve okumamaktan dolayı uykuda.

  Düşünceyi Kanatlandıran Bir Vesile: Müzakere

Hususiyle günümüzde -antrparantez diyeyim- okumayı, “ferdî kitap okuma”ya bağlamamak lazım; esas “müzakere ederek okuma” olmalı. Evet, antrparantez içinde bir tane daha antrparantez: Tirmizi’nin Süneni’ni, bahsetmiştim size, bir haftada okudum. Müslim-i şerif’i de, bana refakat eden arkadaşlar var burada, 20 günde okumuştuk. Fakat bir haftalık Tirmizi’den aklımda kalan şey, bir haftalık; 20 günlük Müslim’den kalan şey de 20 günlük olur. Ama, şayet onu, arkadaşlarla bir araya gelip müzakere ederseniz.. ve “Başkaları bu mevzuda ne diyor, şârihler ne diyor?” derseniz, oradaki o hâdiseler ve o hadislerle dillendirilen vak’alar, din-i mübin-i İslam’ın özünü-esasını anlama adına, bir yönüyle hayatın felsefesini anlama adına, Siyer’in felsefesini anlama adına size öyle şeyler ilham eder ki, Allah’ın izni ve inayetiyle…

Bu açıdan, bir kitabı eline alıp münferit okuma, evet bir şeydir; hani o da yok bugün. Ben o sizin başınıza musallat olan, karga gibi gelip tepenize konan ve orada kartal kesilen, sonra da orada sizin beyninizle oynayan, sizi de kendilerine benzeten kimseler bir tane kitap okumamışlardır. Bir dönemde kariyer yapmış olsalar bile, dün başkadır, evvelki gün başkadır, bugün başkadır. Her gün okuma, her gün okuma, her gün okuma… Ama Kıtmir’e göre bugün okuma müzakereli olmalıdır.

Münferiden, kitabı eline alıp okuma, bir şey ise de, her şey değildir. Onu üç-beş arkadaş yan yana gelerek, Hazreti Pîr-i Mugân’ın ortaya koyduğu ölçü içinde okumak lazımdır. Bir evde beş-on insanın bir araya gelerek ve müzakere ederek Nur’ları okuması gibi… Müzakere edilerek okunacak o kadar çok kitap var ki, onlar, bizi düşünce ufkunda çok sürpriz âlemlerde gezdirir; âdetâ -o tabiri son günlerde çok kullanıyorum- بِحَيْثُ مَا لاَ عَيْنٌ رَأَتْ، وَلاَ أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلاَ خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍGöz görmemiş, kulak işitmemiş, aklınıza gelmemiş çok farklı ufuklar!”da gezdirir, çok farklı şeyleri temaşa imkânı verir. Öyle meşherlerde sizi dolaştırır ki, sadece yanlarından geçip gitmeniz bile, size çok şey bulaştırır. Öyle bir insibağla münsebiğ olursunuz ki öyle bir atmosfer içine girip çıkınca; ufkunuz birden bire derinleşir, meselelere derince bakarsınız. Siyasilerin baktıkları gibi bakıp her şeyi kendi darlığınıza mahkum etmezsiniz; deryayı damlaya feda etmezsiniz..

Evet, tekrar ediyorum: Beyinde 10 milyar hücre var; bu hücreler, bir insanî tenbihle, ahsen-i takvime mazhariyet tenbihiyle, Allah’a muhatab olma tenbihiyle uyarılmaya muhtaç. Günümüzde böyle bir tenbihe şiddetli ihtiyaç var. Derince düşünmek, mahrutî düşünmek, bütüncül bir nazara ulaşmak için bugün böyle bir mütalaaya ihtiyaç var. Kur’an-ı Kerim çent yerde meseleyi getirip buna bağlamıyor mu?!. Aklıma gelen ayet-i kerimeyi diyeyim:

  “Bunu çeneleri arasında çiğneyip de bunun hakkında düşünmeyenlere yazıklar olsun!..”

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), şu ayeti okuduğu zaman ağlıyor; “Bunu okuyup da ağlamayanlara, çeneleri arasında çiğneyip de bunun hakkında düşünmeyenlere yazıklar olsun!..” diyor: إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لآيَاتٍ لِّأُوْلِي الألْبَابِ Göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün sürelerinin de değişerek birbiri peşi sıra gelişinde, elbette (Allah’ın kudret ve hakimiyetini gösteren) pek çok işaretler, deliller vardır gerçek akıl ve idrak sahipleri için.” (Âl-i İmran, 3/190) الَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَىَ جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ “Onlar ki Allah’ı gâh ayakta divan durarak, gâh oturarak, gâh yanları üzere zikreder, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler ve derler ki: Ey Yüce Rabbimiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın. Seni bu gibi noksanlardan tenzih ederiz. Sen bizi o ateş azabından koru!” (Âl-i İmran, 3/191)

Evet, o sâlih ve halis kullar tefekkür ediyorlar. Düşünüp tefekkür edince ne diyorlar? رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ O terkiplerle, o tahlillerle, o bilinen küçük şeylerden, o sezilen küçük şeylerden, o belli olan küçük şeyden bilinmeyen, sezilmeyen, belli olmayan daha büyük şeylere nüfuzla رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلاً Allahım, Sen bunları boş yaratmamışsın! Bunlarla bir şey ifade ediyorsun Sen! Ve Senin Kur’an’ın da bu bir şey ifade eden şeyleri okuyor bize. Dolayısıyla da bizim susup onu dinlememiz lazım. Ona kulak vermemiz lazım. Onu bir “mercek”, onu bir “projektör”, onu bir “dürbün”, onu bir “rasathane” olarak kullanarak, tekvinî emirleri hallaç etmemiz lazım. Bize düşen şey de budur. رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

Demek ki, Cenâb-ı Hakk’ın azabından kurtulmanın yolu da, O’nu bilinmesi gerekli şekilde bilmek. سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ O taklit, Usuluddin ulemasının ifade ettiği gibi “yeterli mi, değil mi?” Fakat çoklarının o tahkik ufkuna ulaşamaması mülahazasına binaen, orada bir yönüyle tercihte bulunarak, “Taklidî iman makbuldür!” demişler. Bu, bir yönüyle, bizim gibi avam insanları kurtarmaya matuf, o Usuluddin ulemasının, re’fet ve şefkatin tesiriyle yaptıkları bir tercih ve bir içtihattır. İnşaallah hata etmemişlerdir. Ama asıl mesele: Taklit, bir şey ise, tahkike bir merdiven olması, bir basamak olması itibariyle bir şeydir. O sizi tahkike taşıyorsa, Allah’ın izni ve inayetiyle, bir kıymeti vardır; yoksa olduğunuz yerde emekleyip duruyorsanız, takılıp yollarda kalıyorsanız, – biraz evvelki mülahazalara bağlayın- çuvaldız boyu yol almayla meseleyi noktalıyorsanız şayet, aslında siz bir adım bile atmamışsınız demektir Hak ve hakikat yolunda. رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّار

Yine Kur’an-ı Kerim, فَانْظُرْ إِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِي الأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا “Şimdi, Allah’ın rahmetinin eserlerine bak ki, öldükten sonra yeri nasıl diriltiyor!” (Rûm, 30/50) gibi beyanlarıyla da tefekkür çağrısında bulunuyor. “Bakın, Allah, ölmüş zemini nasıl yeniden diriltiyor?!” Hazret-i Pîr ifade etmiyor mu bütün bunları? Haşir Risalesi’nde ifade ediyor;, aynı zamanda Otuzuncu Söz’de ifade ediyor, Otuz birinci Söz’de ifade ediyor… Baharlar, haşr u neşr’in bir delilidir esasen; otun, ağacın kuruduktan sonra yeniden bitmesi, o canlıların var olması, bir “haşr-i baharî”dir. Allah o haşr-i baharîleri üst üste, defaatle size göstermek suretiyle, bir de “ba’s-u ba’de’l-mevt” olabileceğini gösteriyor. İşte o zaman mesele gidiyor yine, فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ beyanına varıyor.. Siz, ona bütün benliğinizle inanır, onu içtenleştirirseniz, Allah’ın izni ve inayetiyle, “teemmül”ünüz, “tedebbür”ünüz, “tezekkür”ünüz, “tefekkür”ünüz sizin için bir şey ifade etmiş olur. Yoksa bundan mahrum fikirlere, düşüncenin falsosu nazarıyla bakılabilir. Bir kısım felsefecilerin yaptıkları gibi, şayet ortaya konulan düşünceler dinin temel disiplinleriyle test edilmemiş ise, onlar “düşüncenin falsosu”ndan başka bir şey değildir; Naturalizm de odur, Materyalizm de odur, Pozitivizm de odur, Deizm de odur, Ateizm de odur, durağanlık da odur.. odur…

  Hepsi Allah’tan.. Hepsi Allah’tan!..

Cenâb-ı Hak, verdiği nimetleri, “tedebbür”le, “tefekkür”le, “tezekkür”le, “teşekkür”le artırsın!.. لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ إِنَّ عَذَابِي لَشَدِيدٌ “Şurası bir gerçek ki, eğer şükrederseniz nimetimi hiç şüphesiz artırırım; ama eğer nankörlük edecek olursanız, bu takdirde azabım kesinlikle çok çetindir.” (İbrahîm, 14/7) Gâfilâne bakanlar, “Ben yaptım!” diyebilirler; ârifâne bakanlara gelince, onların vird-i zebânı, “Yapan O’dur! Yapan, O’dur!..” قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ “(Ey Rasûlüm,) de ki: Hepsi Allah’tan.” (Nisâ, 4/78)

Hatırlarsanız, yağmur-kar duasına çıktıktan sonra, basiretli bir arkadaşınız “Niye hiç durmadan كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ diyorsunuz?” demişti. O gün Kıtmir de o duaya iştirak etmişti. İhtimal, hâlis arkadaşların duası, arş-ı rahmete ulaşmıştı ve sonra şakır şakır kar yağmaya başlamıştı. Nefsimden emin olmadığımdan, “Ben de bulundum bunların içinde!” düşüncesi aklıma geldi mi gelmedi mi, bilmiyorum fakat o kadar çok كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ “Hepsi Allah’tan, hepsi Allah’tan, hepsi Allah’tan!..” demiştim ki, merak edip bir kardeşimiz sordu: “Hocam, niye böyle diyorsunuz?!” Niye demeyeceğim ki!.. كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ

Siz dünyanın yüz yetmiş küsur ülkesinde 1400 okul açmayı kendinizden mi biliyorsunuz? O insanların kalblerinin o mevzuda heyecana gelmesi.. bir yönüyle varlıklarının anahtarlarını sizin elinize vermeleri.. fakir talebeye burs vermeleri.. binalar yapmaları.. dünyanın dört bir yanına açılmaları… Bunları kendi dehanıza mı veriyorsunuz, firasetinize mi veriyorsunuz?!. O (celle celâluhu), kalbleri öyle heyecana getirmeseydi, uyarmasaydı, tenbih etmeseydi, “Misyonunuz bu!” demeseydi sessizce, siz miskinler, tembeller gibi yerinizde otururdunuz, tembellerin hususiyeti olan dedikoduya kendinizi salardınız, başkalarını karalamak suretiyle kendinizi teselli etmeye çalışırdınız. Ki bunlar, bozuk psikolojinin hırıltıları; “bozuk psikoloji hırıltıları”dır.. Biraz ince, kibarca oldu ama size saygımın gereği o tabiri kullandım, yoksa “muktezâ-yı zâhire mutâbık” olan, o durumu başka kelimelerle ifade etmek idi; benimki “muktezâ-yı hâle mutabık” oldu.

Evet… Ey Muğnî, iğnâ eden Sensin; Sana kurban olayım!.. Sen o gınâ düşüncesini bize vermeseydim ve bizi iğnâ etmeseydin, o îsâr ruhunu ruhlarımıza, arkadaşlarımızın ruhlarına Sen ifâza buyurmasaydın, bu olanların onda biri olmazdı, hatta yüzde biri olmazdı. Bütün güç ve kuvvetleriyle çalıştıkları halde, onda birini yapamayanların durumları, buna şâhittir. Şâhit mi istiyorsunuz? Yalancıların şehâdeti bu mevzuda, şehâdet-i sâdıkadır.

İdeal İstişare

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: İslâm’da istişarenin usûl ve adabı nedir?

Cevap: Kur’ân-ı Kerim, herhangi bir tevil ve yoruma ihtiyaç bırakmayacak şekilde, açık ve net olarak, istişareyi Müslümanların zarurî vasfı olarak zikretmiş ve onun, hayatın bütün birimlerinde vazgeçilmez bir esas olarak uygulanmasını inanan gönüllere emretmiştir. Mesela, Şûrâ sûre-i celilesinde,

وَالَّذِينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ

“Onlar (öyle kimselerdir) ki, Rabbilerinin çağrısına icabet eder ve namazı dosdoğru kılarlar; onların işleri kendi aralarında şûrâ iledir; kendilerine rızık olarak verdiğimizden de infakta bulunurlar.” (Şûrâ Sûresi, 42/38) beyan-ı sübhanisiyle, meşvereti namaz ve infakla birlikte zikretmek suretiyle onun, mü’min bir toplum için en hayatî bir vasıf ve ibadet ölçüsünde bir muamele olduğunu hatırlatmıştır. Şûrâyla alâkalı beyanı ihtiva etmesi itibarıyla, bu sûreye “Şûrâ” isminin verilmesi de gayet mânidârdır!

Şûrânın sarahaten emredildiği diğer bir âyet-i kerime ise şu şekildedir:

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ إِنَّ اللهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ

Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalbli olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi. Öyle ise onların kusurlarını affet; onlar için mağfiret dile. Yapacağın işleri onlara danış, karar verince de artık Allah’a dayan; çünkü Allah Kendine güvenip dayananları sever.”  (Âl-i İmrân Sûresi, 3/159)

Rencide Edildiğiniz Anda Bile İstişare!

Bildiğiniz üzere bu âyet-i kerime Uhud Savaşı esnasında yaşanan geçici bir sarsıntı sonrası en kritik bir anda şeref-nüzul olmuştur. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) savaştan önce hareket tarzıyla ilgili ashabıyla istişare etmiş ve onların hissiyatlarını nazar-ı itibara alarak meydan savaşına karar vermişti. Fakat sahabe-i kiramdan bazıları emre itaatteki inceliği kavrayamadıklarından dolayı farkına varamadıkları bir muhalefete düşmüşler ve orada muvakkat bir sarsıntı -hezimet demekten özellikle kaçınıyorum- yaşanmıştı. İşte Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaralandığı, yüzünden mübarek kanlarının aktığı, pek çok sahabe-i kiramın (radıyallâhu anhüm) şehit edildiği böyle bir zamanda Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerimeyi indirmiştir.

Bu âyet-i kerimede Cenâb-ı Hak ilk olarak,

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ

Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalbli olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi.” kavl-i kerimiyle Efendiler Efendisi’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) iltifat edalı bir hitapta bulunmuştu. Âyet-i kerimeyi biraz daha açacak olursak şöyle diyebiliriz: Habib-i Edibim! Sen zaten katı kalbli, hırçın ve haşin olamazsın, değilsin. Öyle olsaydın bu insanlar zaten Senin etrafında kümelenip savaş meydanına kadar gelmez, etrafında hiç toplanmaz ve dağılır giderlerdi. Ey Habib-i Edibim! Bir de onların içtihat hataları oldu. Dolayısıyla فَاعْفُ عَنْهُمْ Sen affet onları! وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ ve onların affedilmeleri için Allah’tan mağfiret dile! Sonra وَشَاوِرْهُمْ فِي الْأَمْرِ meseleyi bir kere daha meşveret masasına yatır, müzakereye arz et ve yapılması gerekeni etrafındaki insanlarla bir kere daha görüş!

Evet, izafi bir sarsıntının her şeyi allak bullak ettiği, bir insan olması yönüyle kalb-i nebevînin inkisara uğrayabileceği, pek çok gönlün de rencide olduğu esnada Allah (celle celaluhu) çok yumuşak bir emirle meselenin yeniden meşveret edilmesini emrediyor. Oysaki Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) meşverete hiç ihtiyacı yoktur. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hazreti Ebû Bekir’in ifadesiyle sabah akşam göklerle münasebet içindedir. Söyleyeceği sözleri, atacağı adımları, yapacağı icraatları Allah (celle celaluhu) O’na bizzat bildirir. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatında hiç tıkanıklık yaşamamıştır. Tıkanacağı yerde Cenab-ı Hak önünü açmış, patikaları şehrah haline getirmiş ve “Yürü, yol Senin devran Senindir!” demiştir. Fakat sadece kendi dönemi itibarıyla değil, bütün zamanlar itibarıyla Rehber-i Ekmel olan Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) meseleleri ashabıyla meşveret etmek suretiyle, O’nu taklitle mükellef olan ümmetine yol gösteriyor ve lisan-ı hâliyle diyor ki: “İster kaymakam, ister vali, isterse devlet başkanı.. her kim olursanız olunuz. Sizler indî mülahazalarla hareket etmeyin. Vereceğiniz hükümleri şahsî mülahazalarınıza bağlı götürmeyin. Mutlaka her meselenizi istişare edin.”

Meşveret, Yapılacak İşlere Herkesin İştirakini Sağlar

Umumu ilgilendiren karar ve faaliyetlerde meselenin umuma mâl edilmesi adına meşveret çok önemlidir. İnsanlar bir mevzuun içine kendi fikirlerini kattıklarında –bu, minnacık bir fikir de olsa- kendilerini o işin içinde görür ve o yük ağır da olsa ellerini o yükün altına sokarlar. Fakat bir mevzu ile ilgili alınan kararların içinde kendi fikir ve teklifleri yok ise, kendi akıl ve düşünceleriyle o meseleye bir katkıda bulunmadıysalar, işin içine girmez ve ellerini de taşın altına sokmazlar. O halde yapılması gereken, yapılacak işlerin ağır bir defineyi taşımak gibi algılanmasını sağlamak ve pek çok omuzun işin altına girerek yükü hafifletmesi için fikir planında insanların meseleye iştiraklerini temin etmektir. Bu açıdan diyebiliriz ki meşveret, aile içinde ihmal edildiği takdirde aile çerçevesinde huzursuzluk ve arızalara sebebiyet verir; bir heyet ve topluluk içinde ihmal edilirse o heyet ve topluluk zarar görür; devlet planında ihmal edildiğinde ise devlet çapında çok ciddi huzursuzluk, arıza ve problemlere yol açar. Evet, Hazreti Sadık u Masduk (sallallâhu aleyhi ve sellem), mutlak manada “İstişare eden haybet yaşamaz, hüsrana düşmez.” (et-Taberânî, el-Mu‘cemü’l-kebîr 6/365) buyurduğuna göre, demek ki en küçük daireden başlamak üzere hayatın bütün birimlerinde bu esasın uygulanması gerekmektedir.

İstişarede Münazara ve Müzakere Ahlakı

İstişarenin gerekliliğine kısaca değindikten sonra şimdi isterseniz ideal bir istişarenin nasıl olması gerektiği konusuna geçelim.

Öncelikle bir ferdin kendi kafasına göre karar alması, aldığı bu kararı bir sabite haline getirmesi ve daha sonra da meşverette görüşülecek bütün meseleleri bu sabitelere göre örgülemeye çalışması meşveretin ruhunu bilmeme demektir. Bunun yerine insan, işin içine hislerinin karışmaması, heva ve hevesini akıl ve mantık zannetmemesi için meşverette görüşülecek mevzularla ilgili aklına gelen mülahazaları, akl-ı selim, hiss-i selim ve kalb-i selimin yanı sıra batınî hasseleriyle de değerlendirip bir yere not etmeli, görüşülecek mevzuların çerçevesini belirlemeli, daha sonra meseleyi meşverete sunmalıdır. Ayrıca, kendimizce çok orijinal fikir ve teklifler olsa da, meşverette ortaya konulan düşüncelerin her zaman hüsn-ü kabulle karşılanmasını beklemek doğru değildir. Bu açıdan, meşveret meclisine sunulan teklif ve fikirler hüsn-ü kabul görmezse, insan “Demek ki ben bu meseleyi tam olarak bilmiyor veya yanlış biliyormuşum.” diyebilmeli ve fikr-i sabitinde ısrar ve inatta bulunmamalıdır.

Esasında meşverette izlenmesi gereken usul münazara ve müzakeredir. Münazara ve müzakere ise kesinlikle tartışma ve didişme demek değildir. Şimdiye kadar münazara adabıyla ilgili çok farklı eserler yazılmış ve münazaranın Kitap ve Sünnet yörüngeli olması için belli prensipler vazedilmiştir. Esasen münazara, görüşülen mevzu ile ilgili olarak karşılıklı nazir ortaya koyma demektir. Mesela ekonomiyle ilgili bir meselenin görüşüldüğü yerde, bütün görüşler ekonomi etrafında döneceği için elbette bunlar birbirine benzeyecektir. İşte birbirine benzeyen bu nazirlerin karşılaşmasına münazara denir. Buradaki asıl hedef, hakikatin tebellür etmesi, billurlaşıp ortaya çıkmasıdır. Zira “müsademe-i efkârdan barika-i hakikat tecelli eder.” Tartışmadan ise hakikat parıltıları değil, parçalanmalar, bölünmeler doğar. Çünkü münazarada insaflı olmak ve karşı tarafın düşüncesine saygılı kalmak asıl iken, tartışmada “dediğim dedik” mülahazasıyla hareket etmek ve karşı tarafı mahcup düşürmek de vardır.

Aslında bir meselenin karşılıklı olarak görüşüldüğü yerde, haksız çıkan bir insanın kaybı yoktur. Çünkü o, kendi görüşünün hatalı olduğunu görmüş ve daha önce bilmediği yeni bir şey de öğrenmiş olur. Haklı çıkan ise sadece kendi düşüncesini tekrar etmiş demektir. Hatta böyle bir kişinin “Bak işte, benim dediğim doğruymuş.” gibi bir düşünceyle gurur ve kibre girme ihtimali de vardır. (Devam edecek.)

355. Nağme: Kur’an-ı Kerim’in Anlaşılması, Mealler ve Tefsirler

Herkul | | HERKUL NAGME

Kıymetli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Bamteli ve diğer ikindi sohbetlerini arz etmeye çalıştığımız gibi, günlük tefsir ve fıkıh derslerimizden bazı nükteleri de sizlerle paylaşmaya gayret ediyoruz.

Bugün muhterem Hocamızın “Cenâb-ı Hak’tan istemek lazım: Kur’an’ı baştan sona bütünüyle görmeyi bize lütfeylesin!” duasıyla başladığı İlahî Kelâm’ın anlaşılması konusundaki sözlerini 10:27 dakikalık ses kaydı olarak sunacağız.

Tefsir dersinin meyvesi olan bu nağmede kıymetli Hocamız şu hususlara değiniyor:

  • Merhum dedesinin Kur’an-ı Kerim’i üç günde bir hatmedişi,
  • Bir İmam-Hatip talebesi ölçüsünde Arapça bilmenin önemi,
  • Allah kelamının sadece ayetlerinin ve kelimelerinin değil her harfinin de ifade ettiği derin manalar olduğu,
  • Kur’an’ın iç mûsikîsi,
  • Meallerin eksik bırakılan yanları,
  • Mümkünse meal yerine Elmalılı Hamdi Yazır hazretlerinin tefsiri gibi bir tefsir okumanın ehemmiyeti,
  • Tefsirlerde zamanın yorumunun ve değişik bilimlerin katkılarının gerekliliği,
  • Risale-i Nur’da yer alan tefsire ait düsturlar,
  • İlahi Beyan’ı heyet halinde ve müzakere ile anlamaya çalışmanın lüzumu,
  • Müjdesi verilen tefsir heyetinin hususiyetleri.

Dualarınıza vesile olması istirhamıyla…