Posts Tagged ‘meşîet’

Kenetlenmeliyiz!..

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

M. Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Mü’minler, evvelen ve bizzat Allah’ı severler; O’ndan ötürü başkalarına karşı alâka duyar, herkesle ve her nesneyle bir çeşit münasebete geçer ve hele yol arkadaşlarıyla sımsıkı kenetlenirler.

Şöyle deniyor Cevşen’de: يَا أَحْكَمَ الْحَاكِمِينَ * يَا أَعْدَلَ الْعَادِلِينَ * يَا أَصْدَقَ الصَّادِقِينَ … يَا أَكْرَمَ الْأَكْرَمِينَ * يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ * يَا أَشْفَعَ الشَّافِعِينَ Oraya bir şey ilave etmeye gücümüz yetmez, hakkımız da değil… أَشْفَقُ الْمُشْفِقِينَ “Şefkatlilerin en şefkatlisi Sen’sin!..” Çünkü “şefkat” bu meslekte çok önemli bir faktördür. İnsan, bütün varlığı nazar-ı itibara alarak düşünüyorsa, en küçük şeyden en büyük şeye kadar kalbî alakası olur, Sahibinden ötürü… O’ndan ötürü…

O’nu sevme, O’ndan ötürü varlığı sevme.. varlığa O’nun hatırına şefkat duyma.. O’nun hatırına her şeye ve herkese bağrını açma.. “Sinemde/vicdanımda herkesin oturabileceği bir sandalye, bir koltuk var; herkesi misafir edebilirim. Bütün cihanlara karşı derin bir insanî alaka duyabilirim. Herkesi şefkat ile, mürüvvet ile kucaklayabilirim. Hiç kimse benden beklediğini bulamama inkisârı yaşamaz!” Bu manada bir şey…

Falana-filana ait olarak değil de her mü’mine ait olması gerekli olan şeyi arz etmeye çalıştım. Tefekkür ve şefkat… Başta, insan âciz, fakir, alil, zelil, muhtaç… Kendisi şefkate, merhamete, muhabbete muhtaç… Allah’ın ona olan o muhabbeti olmasa, şefkati olmasa, bir dakika yaşayamaz. Her şeyde öyle…

Kendisine öyle muamele yapıldığından dolayı, تَخَلَّقُوا بِأَخْلاَقِ اللهِ “İlahî ahlak ile ahlaklanın!” fehvasınca, insana düşen şey de herkese bağrını açmak… Hususiyle, Hazreti Mevlana ifadesi, “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar…” Aynı yolun yolcuları, aynı hedefi hedefleyenler, aynı gâye-i hayal arkasından koşanlar… Bunlar öyle kenetlenmeli ki, bütün şeytanlar toplansa, bunları birbirinden koparamamalılar; öyle kenetlenmeli!..

İyi zamanda, her şeyin şakır şakır önümüze varidât döktüğü anlarda, o ganimet karşısında kenetlenme kolaydır. Bazen, belâ ve mesâib karşısında, balyozların başa inip-kalktığı hengâmda, atf-ı cürümler mülahazası baş gösterir: “Falanlar böyle yapmasalardı, filanlar şöyle yapmasalardı, biz de bunlara maruz kalmazdık!” gibi tamamen şeytanın dürtüleri ile atf-ı cürümler başlar; dilden-dudaktan dökülen şeyler ama şeytanın dürtüleri ile, başkalarını, en yakınındakileri karalamalar başlar. Elin-âlemin ayrıştırmasına onlar da iştirak ederler. Âlem ayrıştırıyor, bölüyor, milleti birbiriyle boğuşturuyor, yaka-paça haline getiriyor; şeytan durur mu? Çok tekerrür eden, Hazreti Pîr’e ait söz: “Umûr-i hayriyenin muzır mânileri olur; Şeytanlar, bu hizmetin hâdimleriyle çok uğraşırlar!”

Dolayısıyla, uğraşacaklar; doğru yolda yürüyen, doğru şeyi hedefleyip giden, çok yüksek bir gâye-i hayale dilbeste olan, “İ’lâ-i Kelimetullah” ve “İ’lâ-i Hak” yolunda bulunan insanlarla uğraşacaklar. Nâm-ı Celîl-i İlahî’yi bütün dünyaya duyurmaya çalışanlarla… Ama değişik tecellî dalga boyunda duyurma… Herkes onu Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali gibi (radıyallahu anhüm ecmaîn) duyamayabilir; fakat Tâbiîn gibi duyabilir, Tebe-i Tâbiîn gibi duyabilir, müçtehidîn-i ızâm gibi duyabilir, evliyâ-i fihâm, asfiyâ-i kirâm, mukarrabîn-i ızâm gibi duyabilir. Alâ merâtibihim (ihraz ettikleri konum ve mertebelere uygun olarak); kimisi de Kıtmîr gibi âmiyâne duyabilir. Evet, kimisi ise sizlerin seviyesinde duyabilir. Sizinki üst biraz, bir şey diyemem ona; çünkü hüsnüzan besliyorum.

Cenâb-ı Hak çok şey yaptırdı. Yaptırdığı şeyler, yaptıracağı çok şeylerin en inandırıcı referansıdır. Bugüne dek o kadar eltâf-ı Sübhâniyede bulunan Allah (celle celâluhu), sizi hiç yaptığınız şeylerin yıkılması karşısında inkisârda bırakır mı?!. Ayrı ayrı yollar lütfeder ve ayrı ayrı yollarda, bugüne kadar kat’ ettiğiniz mesafeyi katlatarak yeniden size lütfeder. Allah’ın izniyle, irâde, şart-ı âdî; meyelân veya meyelânda tasarruf, size ait. Ama meseleyi ortaya koyma, yaratma, sizi memnun etme, mesrur etme, istediğiniz şeyleri bütün kâinatta gerçekleştirme, o Kudreti Nâ-mütenâhî’ye, gerçek havl ve kuvvet sâhibi Allah’a ait. Bugüne kadar verdiği şeyleri, Allah (celle celâluhu) bundan sonra da verecektir.

   Varsın sahip çıkanınız olmasın; şayet Allah yolundaysanız, tasalanmayın; mutlaka O sizin de yardımcınız olacak, size de ilahî inayet uzanacak ve gönülleriniz sekine, huzur ve güvenle dolacak!..

Evet, bir hususu hatırlatıyor bunlar; zannediyorum, sizin çoğunuz da hatırlamışsınızdır: إِلاَّ تَنْصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللهُ إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُوا ثَانِيَ اثْنَيْنِ إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ إِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا فَأَنْزَلَ اللهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذِينَ كَفَرُوا السُّفْلَى وَكَلِمَةُ اللهِ هِيَ الْعُلْيَا وَاللهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ “Eğer Siz Peygambere yardımcı olmazsanız, Allah vaktiyle ona yardım ettiği gibi yine yardım eder. Hani kâfirler onu Mekke’den çıkardıklarında, iki kişiden biri olarak mağarada iken arkadaşına, ‘Hiç tasalanma, zira Allah bizimle beraberdir.’ diyordu. Derken Allah onun üzerine sekinetini, huzur ve güven duygusunu indirdi ve onu, görmediğiniz ordularla destekledi. Kâfirlerin dâvasını alçalttı. Allah’ın dini ise zaten yücedir. Çünkü Allah azîzdir, hakîmdir (mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).” (Tevbe, 9/40)

Siz, O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) yardım etmeseniz de Allah, yardım etmişti zaten!.. إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ Sonra diyor… Tevbe Sûresi’nde diyor onu ama Tevbe Sûresi ne zaman nâzil oluyor? Fakat o, hicreti anlatıyor. إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُوا ثَانِيَ اثْنَيْنِ İkinin ikincisi olarak, kâfirler onları Mekke’den çıkarmışlardı; çıkma mecburiyetinde kalmışlardı. Bazen bunu kâfirler yaparlar, bazen münafıklar yaparlar; böylece “cebrî hicret”ler oluşur. Zorlarlar; “Olduğunuz yerde kalmayacaksınız, başka yerlere gideceksiniz!..” Onlar, niyetleri ile, sizi yok etmeye matuf yaparlar; fakat o niyetlerinde onlar hâlis olsalar, bu yaptıkları şeylerden, kendilerini Cennet’e sokabilecek sevaplar kazanmış olurlar. “Ne duruyorsunuz yahu!.. Elinizde bu kadar meşale var; tutuşturun cihanda başkalarının mumlarını, aydınlatın elin-âlemin dünyalarını!..” Eğer bu niyet ve bu mülahazaya mebni yapsalar, hemen “Şıp!” diye Cennet’in göbeğine otağlarını kurabilirler. Ama birileri size zulmeder; onların zulmü yüzünden, siz, Cenâb-ı Hakk’ın lütfuna/rahmetine mazhar olursunuz. Dünyanın dört bir yanına “cebrî hicret” ile açılırsınız. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) açıldığı gibi.. Yesrib’i, medeniyet merkezi “Medine” yaptığı gibi.. cihanları orada hizaya getirdiği gibi, Allah’ın izni-inayetiyle.

Evet, إِلاَّ تَنْصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللهُ O, buna öyle gönülden inanmıştı ki!.. إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُوا ثَانِيَ اثْنَيْنِ İkinin ikincisi… Sadece O ve Sıddîk… Sıddîk-i Ekber diyoruz; sadece “en doğru” değil, “en doğruların en büyüğü”. Yine izafî, çünkü ondan büyükler de var; en doğruların O’na inanan en büyüğü.. O’nu ilk defa tasdik eden Sıddîk.. O’nun ile o çetin yolda, O’na refakat eden Sıddîk.. sadâkatini sergileyen, aşkın ötesinde bir tavır belirleyen, Allah’a doğru giden yolda, o çetin ve o çetrefilli yolda O’nu yalnız bırakmayan ثَانِيَ اثْنَيْنِ “O iki insanın ikincisi”. إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ Onlar, o “Sevr Sultanlığında… Evet, “mağara” kelimesi… Ama O’nun şereflendirdiği o yere “mağara” demeyi saygısızlık, terbiyesizlik, küstahlık sayıyor, “Sevr Sultanlığı” diyorum, dedik, diyoruz, diyeceğiz.

Sevr Sultanlığı… إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ إِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا Sıddîk-i Ekber’in gözü dışarıda; ayakları görüyor. İnsanlar, kin ve nefretle homurdanıp duruyorlar, âdetâ kuduz bilmem neler gibi orada; ısırmak için fırsat kolluyorlar, salya atmak için fırsat kolluyorlar. “Daha ne yapsak, neler uydursak da bunların hakkından gelsek?!.” mülahazası ile köpürüp duruyorlar. Yahu “köpük” de temizdir, “köpürme” denmez buna; belki zift çalıp duruyorlar. O (Sıddîk-ı Ekber) onların o Sevr Sultanlığının önünde dolaştığını görünce, yüreği ağzına geliyor, ölecek gibi oluyor; “Ya benim Efendimin kâkül-i gülberglerine dokunurlarsa!.. Benim yaşamam, bana haram olmaz mı?!.” O telaşı yaşıyor, O’nun için kalbi çarpan insan.

O esnada, لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا “Tasalanma dostum! Allah, bizimle beraberdir.” Seyyidinâ Hazreti Musa’nın, İsrailoğulları ile darda kaldığı zaman, إِنَّ مَعِيَ رَبِّي سَيَهْدِينِ dediği gibi demiyor: “Rabbim, benimle beraberdir; mutlaka bir yol gösterecektir, önümüzdeki ânlarda, dakikalarda, saatlerde…” (Şuara, 26/62) Öyle değil de kestirip atıyor: لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا “Her zaman olduğu gibi, şu anda da Allah, bizimle beraberdir!” Allah, bizimle beraber ise şayet, bütün cihan düşman olsa, bir şey ifade etmez. لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ başlara öyle balyoz gibi iner ki, onları yerle bir eder… لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا فَأَنْزَلَ اللهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ Allah da onlara sekine indirdi; öyle bir itmi’nâna ulaştılar ki!..

Zannediyorum o esnada seyyidinâ Hazreti İbrahim’i ateşe attıkları zaman, onun yaşadığı ruh haletini yaşadılar. O, حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ veya رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ deyip Allah’a “Tevekkül”ünü, “Teslimiyet”ini, “Tefviz”ini, “Sika”sını ortaya koyarak ateşe atılmayı göze aldı. Cebrail’in yardım teklifini itti, elinin tersiyle itti: “Allah haberdâr ise, kimseden beklediğim bir şey yok!” dedi, Allah da ateşi berd ü selâm yaptı. Öyle bir sekine indi O’na o esnada, öyle bir itmi’nân indi. İtmi’nânın ötesinde, tevekkül, teslim, tefvîz; her şeyi tamamen Cenâb-ı Hakk’a bırakma. Bir de bunların üstünde “sika” var ki: artık kendini görmeme, sadece O’nu görme… Gayrı böyle birisi ile savaşanlar, O’na (celle celâluhu) karşı savaş ilan etmiş oluyorlar; üzerine gelenler, -hâşâ ve kellâ- O’nun üzerine geliyorlar gibi bir tavırları var. (Bu ifadelerle, مَنْ عَادَى لِي وَلِيًّا فَقَدْ آذَنْتُهُ بِالْحَرْبِ “Her kim Benim veli kullarımdan birine düşmanlık ederse, şüphesiz Ben ona harp ilan ederim.” (Buhârî, rikâk 38) hadisine de işarette bulunuluyor.) “Çünkü ben yokum, üzerime bir çarpı çektim. Çünkü Sonsuz karşısında başkalarına düşen, sıfır olmaktır.” İşte böyle bir “sika” duygusu… فَأَنْزَلَ اللهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ

Sonra, وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا Onların (sizin gibi insanların göremeyeceği) görmedikleri askerler ile onları te’yid buyurdu. Onlar geriye döndü gittiler; içlerine bir korku saldı Allah; “Yok burada!” dediler.

   Cenâb-ı Hak, bazen çok küçük varlıklara, pek büyük işler yaptırmak suretiyle kendi kudret ve azametini ortaya koyar; size lütfettiği hizmetleri ve muvaffakiyetleri de bu çizgide değerlendirebilirsiniz.

(Sözün burasında elektronik levhaya yansıyan tabloda şu yazıyor.)

“Bir sürü gözü dönmüş, yürüdüler Sevr’e dek,

Bir vahşetle ki, öfkeleri magmalara denk,

Bilemezdi cahiller, kader ne gösterecek,

Korumuştu O’nu bir güvercin, bir örümcek.”

Evet, bu da makinanın ihlası… Allah (celle celâluhu) örümcek ile, iki tane güvercin ile, en sevdiği insanları muhafaza etmiş; adeta “Ben bazen böyle küçük şeylerle bile çok büyük şeyler yaparım!” hakikatini bir kere daha göstermişti.

Burada antrparantez: O’nun büyüklüğüne delalet eden hususlardan bir tanesi de en küçük argümanlar ile çok büyük şeyler meydana getirmesidir. Ee sizinki de -özür dilerim- öyle olmadı mı?!. Devletlerin yapmadığı/yapamadığı şeyi, Allah (celle celâluhu) kime yaptırdı?!. Size… Kur’a çektiniz; dünyanın değişik yerlerine saçıldınız. Birer tohum gibi, yürüdünüz başağa. Birer fide gibi, gömüldünüz yere; ser çektiniz. Tıpkı bir dönemde Söğüt’teki ser çekme gibi, ser çektiniz dünyanın dört bir yanında. Sineler size açıldı; sineler, sevgi ile sizin için coştu. Sizi bağırlarına bastılar; “Siz, bizim kardeşimizsiniz!” dediler.

Onca tahribata, dört beş senedir onca tahribata rağmen, ancak birkaç yerde gedikler açtılar, birkaç tane taşı düşürdüler. Farklı stratejiler ile, kullanılan farklı argümanlar ile, Allah’ın izniyle, siz yolunuza devam edeceksiniz. Şey bilmem ne yapar, kervan yürür!.. Diğer kelimeyi size karşı saygısızlık, Rabbime karşı terbiyesizlik, onlara karşı da yakışıksız bir laf olması itibarıyla bilhassa telaffuz etmedim: “Kervan, yürür!..” Allah’ın izniyle, yürüyorsunuz.

Bir dönemde “ihtiyarî hicret” ile, Cenâb-ı Hak, size çok şey yaptırdı. O, yaptırdığı şeylerin boşa gitmesine, yıkılıp olduğu yerde kalmasına katiyen râzı olmaz. Nedir O’nun hoşnutluğu?!. O işin devam ve temâdîsi… Öyle ise size düşen şey de devam ve temadidir; gözünüz, hep O’nun kapısında; başınız, o kapının eşiğinde; dilinizde, nâm-ı Celîl vird-i zebân: يَا اَللهُ يَا رَحْمَانُ، يَا اَللهُ يَا رَحِيمُ، يَا اَللهُ يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ، يَا اَللهُ يَا أَحَدُ يَا صَمَدُ O, sizinle beraber olduktan sonra, لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا فَأَنْزَلَ اللهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا Hiç görmediğiniz, Kendi ordularıyla, Münzelîn ve Müsevvimîn ile, Bedir’de te’yid buyurduğu gibi te’yid buyuracak. Hiç farkına varılmadık şekilde, en sürpriz ilhamlar ile, ihsanlar ile, inâyetler ile, riâyetler ile, hiçbir şeye takılmadan yürüyeceksiniz gâye-i hayalinize, yüksek hedefinize doğru… O’na doğru yürüyorsunuz, başka bir derdiniz yok!..

Ben öyle kalb-malb okuma bilmem, câhilin/zırcâhilin tekiyim. Ama öyle inanıyorum ki, o büyük şeyleri size yaptıran Allah (celle celâluhu), esasen temiz kalblere teveccühünün sonunda yaptırdı onu. Kalbler temizdi, birer ayna idi; O’nu aksettirecek birer ayna idi. Onun için, -biraz evvel bahsettim size yaptırdıklarını- yüz yetmiş ülkede ilim-irfan müesseseleri kurdunuz. “Fakr u zaruret”e karşı savaş ilan ettiniz. “Cehalet”e karşı savaş ilan ettiniz. Bir yönüyle, “ihtilaf/iftirak”a karşı savaş ilan ettiniz. “Aman vahdet, aman birlik, aman kenetlenme!” dediniz. O, ilim-irfan yuvalarında bunları solukladınız. Tavırlarınız ve davranışlarınız, bir yönüyle, bunları meşk etti. Âlem, bu meşki aldı, kendileri de arkasını doldurdular. -Evet, bilmem “meşk”i bilir misiniz? Hattatlar bir satır yazar, diğerleri altına o satırı tekrar ede ede onlar da artık aynıyla o yazıyı yazmaya muvaffak olurlar.- Bir şey meşk ettiniz, âlem de sizin meşk ettiğiniz o şeyi aldı, meşk etmeye başladı. Siz, Allah’tan aldığınız, Peygamber’den aldığınız, her asrın başındaki müceddidden aldığınız, Çağın Sözcüsü’nden aldığınız çok önemli, hayatî, diriltici, ba’s-ü ba’de’l-mevt soluklarını dünyaya duyurdunuz. Allah da (celle celâluhu) onu kalblere duyurdu ve böylece bir kenetlenme oldu.

   Kenetlenmeliyiz; yüzlerimizde ziyâ, ufkumuzda ışık, saflarımız sımsık, Hakk’a vuslat peşinde kenetlenmeliyiz!..

Bu açıdan da olup-biten şeyler karşısında atf-ı cürümlere girmeden, kenetlenmeyi daha da güçlendirmeliyiz. Omuzlarımız, elbiselerimizi yırtacak şekilde birbirini zorlamalı; dizlerimiz, pantolonları yırtacak şekilde birbirini zorlamalı; topuklarımız, birbirimizin çoraplarını yırtacak şekilde birbirini zorlamalı!..

Ebu Davud’un Sünen’inin başına doğru, “Sahabe namaz kılarken, topuklar topukları, dizler dizleri, omuzlar da omuzları zorluyordu!” diyor; öyle kılıyorlardı namazı. Değişik mezhep imamları da öyle yapıyor. Bizim mezhepte, “Ayakların arası dört parmak olacak!” deniyor, Hanefi mezhebinde. Belli bir dönemden sonra, “Takvîmü’l-Edille” sahibinden sonra başlıyor o; Hanefi fıkhında ondan sonra başlıyor. Önemli değil, hepsi başımızın tacı… Fakat ben bir şeyi anlatmak/vurgulamak istedim:

Kenetlenme; omuzlar omuzları zorlayacak şekilde, dizler dizleri zorlayacak şekilde; daha bir kenetlenme, Allah’ın izni ve inayetiyle. “Vifâk ve ittifak, tevfîk-i İlahînin en büyük vesilesidir.” Bu, Allah’ın inayetine öyle bir çağrıdır ki, Cenâb-ı Hak şimdiye kadar bu çağrıyı hiçbir zaman havada bırakmamıştır. O, zaten hiçbir çağrıyı havada bırakmaz.

Bu açıdan da böyle durumlarda, atf-ı cürüm baş gösterir. Böyle durumların hortlağı, atf-ı cürümdür. Birden bire aranızda -bakarsınız- bir kısım hortlaklar oluşmuş. Belki başkalarının deyip-ettiklerine destek olma mahiyetinde bir kısım uygun olmayan şeyler söyleyebilirler. Kuvve-i maneviyenizi kıracak şeyler söyleyebilirler. Bence bunlara aldırmayarak, kulak tıkayarak, bu mevzuda o zift neşriyata kulak tıkayarak -ki bunlar, nöron kirleten şeylerdir- esasen kendi vazifenize, kendi meselelerinize bakmalı, konsantre olmalısınız; eskiler “im’ân-ı nazar” derlerdi, im’ân-ı nazar etmeli, fikren dağınıklığa girmemelisiniz.

“İki elimiz var, yüz elimiz de olsa, yine bu işe yetmez!” diyor işin sahibi;  dört elimiz de olsa, sekiz elimiz de olsa, bu işe yetmez. Bu açıdan da bütün himmetimizi kendi meselelerimize teksif etmeliyiz.

Dünya adına bir talebimiz olmadı. Araştırdılar, karıştırdılar… Alın teriyle bazı kimseler, bazı tüccar insanlar, bazı imkânlara sahip olmuşlardır; eşkıya, gâsıbîn, onlara da el koydu. Kursaklarında kalsın!.. Ama öteden beri bu işin şöyle-böyle kenarında, köşesinde, önünde gibi görünen insanların, yeryüzünde bir dikili taşları olmadı. Olsaydı zaten, onu şimdiye kadar Firdevsî destanlar ile çoktan bütün dünyaya duyuracaklardı: “Bak falan yerde bir evi varmış adamın!” diyeceklerdi. Kendi saraylarını görmeyeceklerdi, villalarını görmeyeceklerdi, filolarını görmeyeceklerdi; kafalarını hep sizin o tek evinize takacak, onu Firdevsî destanlar ile bütün dünyaya duyuracaklardı.

“El ele bayramın gölgesindeyiz,

Yüzlerde ziyâ, ufuklarda ışık;

Saflarımız sımsık.

Milletçe Hakk’a vuslat peşindeyiz,

Besbelli artık kimler O’na âşık;

Hissizlere yazık!..”

Hissizlere yazık!.. Hissizlere yazık!.. Kenetlenmeli!.. Olup biten şeyleri umursamamalı; onlara kulak tıkamalı, sadece kendi meselemize im’ân-ı nazar etmeli!.. Kuvvetimiz bizim, bir şeye yetecek mahiyette; başka şeylere onu dağıttığımız zaman, kendi işimizde kusur etmiş oluruz.

“Ârifin gönlün, Hudâ, gamgîn eder, şâd eylemez,

Bende-i makbulünü, Mevlâsı, âzâd eylemez!”

Makbul olmasanız, “Defolun gidin!” der. Ama makbul olduğunuzdan dolayı, çalıştıracak, yatıracak, kaldıracak… Çünkü burası bir talimgâhtır; burada ahiret adına şekilleneceksiniz. Namaz, sizin bir yapınızı oluşturacak; oruç, bir yapınızı oluşturacak; i’lâ-i kelimetullah cehdi, bir yapınızı oluşturacak sizin… Ve böylece ebedî bir yapıya sahip olacaksınız; mutluluk içinde ebedlere kadar yaşayacağınız bir yapıya sahip olacaksınız. Zannediyorum bu halinizle Cehennem’e koysalar, Cehennem diyecek ki, “Yahu defolun gidin; ateşimi söndürüyorsunuz!”

Zaten bir hadis-i şerifte öyle deniyor: Sırât’tan geçerken, “Yahu çabuk geçin, ateşimi söndürüyorsunuz!” nidası duyulacak. Çünkü öyle bir mahiyet kesbediyorsunuz ki!.. Hele i’lâ-i kelimetullah, hele i’lâ-i kelimetullah… Nâm-ı Celîl-i İlâhî’nin dört bir yanda şehbal açması… Nâm-ı Celîl-i Nebevî’nin minarelerde bir bayrak gibi dalgalanması… Gönlünüzü buna kaptırmışsanız, bu işin sevdalısı, âşıkı, müştâkı iseniz şayet, artık size denecek şey yoktur Allah’ın izni-inayetiyle.

   Kendine yazık edenlerden olmamak için kenetlenmeli; kenetlenmeyi yedekleyerek kenetlenmeli!..

Evet, O’nun bir dönemde dalgalandırdığı o bayrak, hiçbir zaman yere düşmeyecektir; bundan emin olun, Allah’ın izni-inayetiyle!.. Size kötülük yapanlar, ettiklerine nâdim olup ağlayacaklar. Belki o gün, engin insanlık duygularınızla sizi de ağlatacaklar onlar.

Yazık ettiler kendilerine!.. Bir yönüyle, dinî olan şeyleri yıkmaya çalıştılar, yazık ettiler kendilerine!.. Şeytana uymakla yazık ettiler kendilerine!.. Hevâ-i nefislerini ilah edinmekle yazık ettiler kendilerine!.. Yapılan şeyleri yıkma cehdine kendilerini kaptırdıklarından yazık ettiler kendilerine!.. İsyan deryasına yelken açmakla yazık ettiler kendilerine!..

Gelecekler… Hicap duyarak, iki büklüm olarak… Ve ağlayacaklar. Siz de üzülecek ve ağlayacaksınız. Çünkü “insan”sınız… Çünkü zulme kapılarınızı kapadınız; arkasına da sürgüler sürdünüz, “Seninle işimiz yok!” dediniz. Başkaları öyle (öbür türlü) yaptı?!. Ee ne yapalım, vazgeçirmeye de gücümüz yetmiyor; “Mahvetmeyin ebediyetinizi!” demeye gücümüz yetmiyor. Cenâb-ı Hak, hidayet nasip eylesin!..

İmanını marifet ile bezemeyen, yol yorgunluğu yaşar. “İman” edin, sonra onu “marifet” ile taçlandırın!.. Bir de bakacaksınız ki, marifete bir de “muhabbet” sorgucu takılmış. Hiç bilemediğiniz şekilde, sorguç üzerine sorguç, “aşk u iştiyâk-ı likâullah” sorgucu takılmış veya deseni işlenmiş. Ve kanatlanacaksınız “iştiyak” ile… “Gelse Celâlinden cefâ / Yahut Cemâlinden vefâ / İkisi de câna safa / Lütfun da hoş, kahrın da hoş.”

Evet, aynı ruh, aynı duygu, aynı düşünce, aynı mefkûre etrafında kenetlenmiş kimselerin birlik içinde Hakk’a yönelişlerinde öyle bir derinlik, his ve şuurlarında öyle bir zenginlik, zikr ü fikirlerinde öyle bir enginlik vardır ki, en istidatlı fertlerin ve en kâmil insanların bile, böyle bir heyet içindeki vâridlerin en küçüğünü dahi tek başlarına elde etmeleri mümkün değildir.

Kenetlenme!.. Kenetlenmeyi yedekleyerek kenetlenme… Yemin etmeli, demeli ki: “Eğer ben kardeşlerime karşı içimde kötü bir duygu duyacaksam, Allah canımı alsın!..” Hani bazıları çok küçük şeylerde, hususiyle Doğu’da/Güneydoğu’da, avrat boşama mevzuunda, yakışıksız bir boşama şekli kullanırlar: “Üçten dokuza şart olsun ki!..” falan derler. Yahu dokuz yok zaten, “üç tane” dedi mi, bitti o mesele. Evet, aynen öyle, “Eğer kardeşlerimle zıtlaşacaksam, onları suçlayacaksam, atf-ı cürümde bulunacaksam, ‘Yüzünüzden oldu!’ diyeceksem, üçten dokuza… Üçten dokuza…” demeye hazır olmalı!..

Bu dönemde, çokları, kendilerinin o gâileden sıyrılmaları adına “iftira”da bulundular; “itiraf” dediler, “iftira”da bulundular. Ahiretlerini Cehennem’e çevirdiler. Evet, bize, onlara acımak düşer; onlar acınacak duruma düştüler. Daha başkalarının da aynı duruma düşmelerine meydan vermemek için, bize, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm gibi herkese bağrımızı açmak ve herkesin sâhil-i selâmete çıkması için gerekli olan şeyi yapmak düşer.

Hadis-i şerif: كَفَى بِالْمَرْءِ إِثْمًا أَنْ يُحَدِّثَ بِكُلِّ مَا سَمِعَ “İnsana, duyduğu her şeyi söylemesi, günah olarak yeter!” Birileri bir yerde bir borazan öttürüyor; bakıyorsunuz, sizin içinizden bir kısım safderun kimseler de aynı şeyi mırıldanıyorlar; kuvve-i maneviyeyi kırıyorlar.

   Ehl-i dünya, hizmetleri ve muvaffakiyetleri bazı şahıslardan bilerek hem şirke düşüyor hem de onların ölümünü diliyorlar ki bu iş bitsin; hâlbuki…

Bu mesele, esasen, Kur’ânî makuliyet/mantıkiyet içinde, işin Allahçasına inanmış, Peygambercesine inanmış insanların kenetlenmesinden ibaret… Falan ile, filan ile alakası yok bu işlerin…

Efendimiz, İnsanlığın İftihar Tablosu, her şey idi. Bûsîrî’nin ifadesi ile, بُشْرَى لَـنَا مَعْشَرَ الْإِسْلَامِ إِنَّ لَـنَا * مِنَ الْعِنَايَةِ رُكْنًا غَيْرَ مُنْهَدِمِ “Ne mutlu bizlere ki, öyle bir Sütuna dayanmışız, hiçbir zaman devrilmeyecek!” Şimdi öyle bir Zât. O’nun hakkında, Uhud’da “Şehid oldu!” falan diyorlar. Bir sahabî kalkıp bağırıyor, Uhud dağının üstünde: “O’nun şehid olduğu yerde siz niye yaşıyorsunuz ki?!.”

O, ruhunun ufkuna yürüdüğü ân… Ee tabii O, bizim için bir Güneş; birden bire beklenmedik bir ânda gurûb ediyor. Karanlık birden bire üzerimize çöküyor. Hazreti Ömer bile olsa sarsılır burada. Fakat o Sevr sultanlığında sadakati ile O’nun yanında duran insan, “Her kim Allah’a tapıyorsa, bilsin ki Allah ezelî ve Ebedîdir. Her kim Hazreti Muhammed’e tapıyorsa, O, ruhunun ufkuna yürüdü!” -“Öldü” demiyorum, O’na “öldü” tabirini yakışıksız buluyorum; “ruhunun ufkuna yürüdü.”- diyor. Şu ayeti okuyor: وَمَا مُحَمَّدٌ إِلاَّ رَسُولٌ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُ أَفَإِنْ مَاتَ أَوْ قُتِلَ انْقَلَبْتُمْ عَلَى أَعْقَابِكُمْ وَمَنْ يَنْقَلِبْ عَلَى عَقِبَيْهِ فَلَنْ يَضُرَّ اللهَ شَيْئًا وَسَيَجْزِي اللهُ الشَّاكِرِينَ “Hazreti Muhammed, sadece bir rasûldür/elçidir. Nitekim ondan önce de nice rasûller gelip geçmiştir. Şayet o ölür veya öldürülürse, Siz hemen gerisin geriye dinden mi döneceksiniz? Kim geri döner, dinden çıkarsa, bilsin ki Allah’a asla zarar veremez. Ama Allah hidayetin kadrini bilip şükredenleri bol bol mükâfatlandıracaktır.” (Âl-i Imrân, 3/144) “Hazreti Muhammed, Allah’ın peygamberlerinden bir peygamberdir. Ondan evvel de çok peygamber geldi-geçti. Dolayısıyla O da vefat etti…” Hazreti Ömer, o yüksek fıtrat, yüksek fetânet, Mahmud Akkad’ın “dâhi, dâhiler üstünde dâhî” dediği insan, “Sanki o ayeti ilk defa duyuyor gibi oldum!” diyor. Ve kim bilir binlerce insan, nasıl kendine geliyor!..

Evet, Kendisi için mukadder… Hazreti Âdem gibi, Hazreti Nûh gibi, Hazreti Hûd gibi, Hazreti İbrahim gibi, Hazreti Mûsâ gibi O da ruhunun ufkuna yürümüştü. Ama o dava bâkî idi. Allah bâkî idi, dava da bâkî idi. Onun götürülmesi gerekli idi, onu omuzlayacak insanlara ihtiyaç vardı.

Bu açıdan da o türlü şeyler ile katiyen sarsılmamalı; şunun-bunun güftügûsuna bakmamalı!.. Bunlar birer günahtır. Duyduğu her şeyi söylemek, günahtır. İştirak etmemeli, onların tesirinde kalmamalı!.. Diyebilirler: “Ölsün!” diyebilirler.

Birileri -bilmiyorum ne derece doğru- bir arkadaşınız için kırkın üzerinde ölümüne büyü yapıyorlar. Bu neyi gösteriyor?!.. Bir yönüyle, silip atıyorlar.. cebrî hicrete zorluyorlar.. hapishanelerde insanları öldürüyorlar.. anneyi evladından ayırıyorlar.. çocuğu ağlatıyorlar.. anneyi ağlatıyorlar.. babayı ağlatıyorlar.. her türlü imkandan mahrum ediyorlar.. her şeylerine el koyuyorlar… Fakat hınçlarını alamıyorlar. “Hayır! Falanın/filanın ölmesi de lazım. O ölmez ise, bize rahat vermez bu insanlar!” Paranoya… “Ya bunlar güçlenir, dışarıdan bir daha gelirlerse?!. Humeyni’nin İran’a geldiği gibi gelirlerse?!. Şah saltanatı yıkılır!.. Ne yaparız biz?!. Dünya, bizim için her şey. Cennet çok uzakta bir şey; ne diye ona dilbeste olacaksınız?!. Bu dünya, işte; yaşamanıza bakın!” Açıktan açığa söylüyorlar bunları da. “Dolayısıyla, bazı kimselerin mut-la-ka ölmeleri… Avukatlık yapıyorlarsa, ölmeleri lazım! Hocalık yapıyorlarsa, ölmeleri lazım! Gazetelerde yazı yazıyorlarsa, ölmeleri lazım! İnternet’te millete bir şeyler anlatıyorlarsa, dijitallerde insanlara bir şeyler anlatıyorlarsa, bunların ölmeleri lazım ki, biz yaşayalım! Doya doya, dünya zevklerinden istifade edelim!..” Bunun gibi…

Ama bunlara hiç kulak asmamak lazım! يَفْعَلُ اللهُ مَا يَشَاءُ، وَيَحْكُمُ مَا يُرِيدُ * مَا شَاءَ اللهُ كَانَ، وَمَا لَمْ يَشَأْ لَمْ يَكُنْ “Allah, her ne dilerse onu yapar. Şüphesiz Allah dilediği hükmü verir ve onu infaz eder. Allah neyi dilerse, o mutlaka olur; O’nun olmamasını dilediği de asla olmaz.” مَا شَاءَ اللهُ كَانَ Allah, ne dilemiş ise, o olur. وَمَا لَمْ يَشَأْ لَمْ يَكُنْ Olmamasını dilediği de olmaz!.. “Var”ı da Allah diler, “Yok”u da Allah diler. O’nun dilediği olur: var olmasını dilerse var olur, yok olmasını dilerse yok olur. Allah, kimseyi yok etmesin!.. Onları da yok etmesin!.. Yok edeceğine onlara da akıl lütfetsin, kalb lütfetsin, iman lütfetsin, iz’an lütfetsin!..

Vesselam.

Bamteli: MUSİBETLERİN EKŞİ ÇEHRESİ VE HİKMETİN GÜZEL YÜZÜ

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “Allah neyi dilerse, o mutlaka olur; O’nun olmamasını dilediği de asla olmaz.”

“Ayaklar, Allah’a giden yollarda şayet tozumuş ise, toza maruz kalmış ise, katiyen, ateş onlara dokunmaz.” buyuruyor, sözü sözlerin sultanı olan İnsanlığın Sultanı, Hazreti Ruh u Seyyidi’l-enâm (sallallâhu aleyhi ve sellem).

İnşaallah, sizin yolunuz… Aidiyet mülahazasıyla, fezâili, şöyle-böyle mensubiyet içinde bulunduğumuz kimselere bağlamak ve onlarda görmek de iddia olur. Onun için meseleyi meşîet-i İlâhiyeye havale ederek “inşaallah” demek lazım. Lütfettiği şeyleri “maşaallah” ile takdir etmek; lütfedeceği şeylere de “inşaallah” çağrısında bulunmak lazım. Dilerse… مَا شَاءَ اللَّهُ كَانَ وَمَا لَمْ يَشَأْ لَمْ يَكُنْ * أَعْلَمُ أَنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ، وَأَنَّ اللَّهَ قَدْ أَحَاطَ بِكُلِّ شَيْءٍ عِلْمًا “Allah, her ne dilerse onu yapar. Şüphesiz Allah dilediği hükmü verir ve onu infaz eder. Allah neyi dilerse, o mutlaka olur; O’nun olmamasını dilediği de asla olmaz. Bilir ve inanırım ki, şüphesiz Allah her şeye gücü yeten Kadîr’dir ve muhakkak ki, Allah, ilim bakımından da her şeyi kuşatmıştır.” Evet, O, neyi dilerse, olur; olmamasını dilediği de olmaz. O, her şeye kâdirdir! Dualarda ilave edilen bir cümle de şu: وَكُلُّ عَسِيرٍ عَلَيْهِ يَسِيرٌ “Zor gibi görülen bütün şeyler, nezd-i Ulûhiyette gayet kolay, basit şeylerdir.”

“Kün-fekân” tezgâhına hükmeden Zât-ı Ecell u A’lâ… “Kef-Nûn” diye ifade ediyorlar; “Kün!” deyiverince, dilediği hemen oluverir. Onun ile meseleyi ifade etmek, meseleyi basite ircâ olabilir ama kontak anahtarına dokunma gibi; O’nun kurduğu sistem, birden bire harekete geçiyor. “An”, söz konusu değil. Fakat bazı meselelerde âdet-i Sübhâniye açısından mesele zamana yayılmış oluyor. Mesela, Jeolojik dönemler, milyonlarca sene, âdet-i Sübhâniye… En sonunda tahaccür eden arz üzerinde, Allah (celle celâluhu) ondan aldığı çamurdan/hamurdan, cedd-i emcedimizi, Hazreti Âdem’i yaratıyor; vücûd-i necm-i nûrânîsi itibarıyla, Cennet’te iskân buyuruyor. Fakat memnu’ meyveye el uzatmasıyla, O’nu, hamurunun/çamurunun alındığı yere gönderiyor.

Şüphesiz Hazreti Âdem’in dünyaya gönderilmesi de boş değil. “Hakikî şecerenin hikmeti / Dünyaya gele Muhammed Hazreti.” O inmeseydi, ne Nuh olurdu, ne Hûd olurdu, ne Sâlih olurdu, ne Musa olurdu, ne İsâ olurdu, ne de Sultân-ı Enbiya, bütün bu pîr-i mugânların yektâsı, teki, Hazreti Rûh u Seyyidi’l-enâm olurdu! (Alâ seyyidinâ ve aleyhimüsselam.) Söylediğim manzum beyit, Alvar İmamı Muhammed Lütfî Efendi’ye ait: “Hakikî şecerenin hikmeti / Dünyaya gele Muhammed Hazreti.”

Evet, hakikî şecerenin hikmeti, dünyaya gele Muhammed Hazreti (sallallâhu aleyhi ve sellem). Ama bazen bu, bir zelleye bağlı olabilir, bazen başka bir şey, bazen başka bir şey… Fakat Hazreti Âdem’in o zellesine Cenâb-ı Hak öyle bir lütufta bulunuyor ki!.. Bütün insanlığı kucaklayabilecek, kucaklayıp O’na (celle celâluhu) yönlendirebilecek, bütün insanlığın kalbini O’na açabilecek, gönüller ile O’nun buluşmasını sağlayabilecek bir “semere-i mübâreke”yi netice veriyor; Hazreti Muhammed Mustafa isminde (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir “şecere-i mübâreke”yi, bir “semere-i mübâreke”yi netice veriyor.

   Eğer insan güneşe doğru yürürse gölgesini arkasına almış, sırtını güneşe dönerse bu defa da gölgesinin arkasında kalmış olur; gözlerimiz hep sonsuz ışık kaynağında olmalıdır ki benliğimize takılıp kalmayalım!..

“Her şey Sen’den, Sen ganîsin / Rabbim Sana döndüm yüzüm! // Hem evvelsin hem âhirsin / Rabbim Sana döndüm yüzüm!..” Yüzler, O’na (celle celâluhu) müteveccih olduğu zaman, o yüzler, hiçbir zaman kararmaz!.. Yüzler, başka tarafa müteveccih olduğunda -bu, melekler bile olsa- zift saçılmış gibi olur. O melekler, O’ndan ötürü seviliyorsa, o ayrı bir mesele; fakat onun dışında, Allah’a teveccühten başka, doğrudan doğruya, evvelen ve bizzat neye müteveccih olursa olsun, yüz, teveccüh israfı yaşar.

“Eyvah bu bâzîçede bizler yine yandık / Zira ki ziyan ortada bilmem ne kazandık.” (Ziya Paşa) Falana baktık, filana baktık; kendimizi ateşe yaktık!.. Dünyaya tapanlar, dünya peşinden koşanlar, hele bu arada Müslümanlığı, onun mübarek disiplinlerini dünyevî saltanatları için -bir yönüyle- birer argüman olarak kullananlar, zannediyorum insanlık için şeytandan daha zararlıdır bunlar. Bu dini kullananlar, öyle inanıyorum ki, şeytandan daha zararlıdır insanlara.

Evet, yüzler, hep O’na müteveccih olmalı. Burada ak olmak için, orada ak olmak için, dünyada, ukbâda kaybetmemek için, hep O’na müteveccih olmalı. Bunu ifade ederken, min gayri haddin, yazılarda da sözlerde de, “Yüzler, güneşe müteveccih olmalı; gölge, arkaya alınmalı!” dedim. Sırtımızı güneşe döndüğümüz zaman, gölgemize takılmış oluruz ehl-i dünya gibi. “Allah!” diye bağırırız, “Peygamber!” diye bağırırız ama gölgenin kullarıyızdır biz; O’na tam kul olacağımız âna kadar da elli türlü kulluktan sıyrılamayız. Elli türlü, yüz türlü kulluktan sıyrılmanın bir tek müstakîm yolu vardır; O’na kul olma, tam, gönülden.. hayatını hep O’nun tarafından -lâakal- görülüyor olma mülahazasına bağlayarak sürdürme.. öyle oturma, öyle kalkma, öyle yatma, öyle yeme, öyle içme, öyle bakma, öyle kucaklaşma, öyle muânakada bulunma, öyle musâfahada bulunma.. dilini öyle döndürme, dudaklarını öyle hareket ettirme…

Hep O’ndan ötürü veya hep O olmalı diyeceğimiz şeyler. Dünya konuşurken bile, bence, evirip çevirmeli, kâfiyesini getirip yine O’nun ile bağlamalı!.. İbrahim Hakkı hazretlerinin Tevhidnâme’sinde dediği gibi: “Hudâ Rabbim, nebim hakkâ Muhammed’dir Rasûlullah. / Hem İslâm Dîni’dir dinim, kitabımdır Kelâmullâh. // Akâid içre Ehl-i Sünnet oldu mezhebim cem’a. / Amelde Bû Hanîfe mezhebidir mezhebim, vallâh. // Dahi zürriyyetiyem Hazreti Âdem nebinin. / Halîl’in hem milletiyem, dahi kıblem Kâbe, Beytullah. // Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi, misli âlemde, / Ve suretten münezzehtir, mukaddestir Teâlallah. // Şerîki yok, berîdir doğmadan doğurmadan ancak / Ehad’dir, küfvü yok, ‘İhlâs’ içinde zikreder Allah.” قُلْ هُوَ اللهُ، قُلْ هُوَ اللهُ، أَحَدٌ، صَمَدٌ، لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ، وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا أَحَدٌ

Beyanların, hareketlerin, dil-dudak oynatmaların kâfiyesi O olmalı!.. Bütün beyanlar, bir şiir gibi, bir nazım gibi dizilirken, diziler halinde ortaya konurken, mutlaka onun kâfiyesi, O (celle celâluhu) olmalı, O’na bağlanmalı!.. İsterseniz şöyle diyebilirsiniz: Mebdei, bize O’nu en açık, en net şekilde gösteren Zât (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmalı; çünkü O, gâye ölçüsünde bir vesiledir. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmasaydı, O’nu (celle celâluhu) bilemezdik! O… O birinci “O”yu biraz küçük “o” yazın ama büyük; fakat sonundaki “O”yu çok büyük yazın, bütün cihanı istiap edecek bir “O” (celle celâluhu). Onu “Hüve” ifade ediyor; onun için onu üç defa tekrar ediyorlar: “Hû, Hû, Hû!” diyorlar. Nakşîlerde, Kâdirîlerde -bir yönüyle- virtte -esasen- vird-i zebân edilen hususlardan bir tanesi hep “Hû” çekmektir. O, bir yönüyle, kalbin sesi-soluğudur; nefes alma gibi bir şeydir, karbondioksit atma ve oksijen yudumlama gibi bir şeydir; insanın kendi şahsî hayatı adına bir “ba’s u ba’de’l-mevt”e çağrı gibi bir şeydir; âdetâ bir diriliş mesajıdır “Hû”.

Çünkü “Hû” dediğiniz zaman, o “ene”nin, “ben”in üzerine çullanıyor; zavallı “ene” görülmüyor artık. Bir kündeye alıyor ki onu veya bir el-enseye alıyor ki, enâniyet, “Hû”nun altında gidiyor, bağırıyor “Bırak yakamı benim!” diyor: “Hayır, bırakmam; senin yakanı bıraktığım zaman, senin nereye gideceğin, nereye aborda olacağın belli değil, bırakmam senin yakanı!..” Hû… İnsanın vird-i zebânı, o olmalı. Zaten, Lafza-i celâlin son harfi de “he”dir, yani Hû. Lafza-i Celâldeki “elif”e ayrı mana vermişler, “lam”lara ayrı mana vermişler, “he”ye ayrı mana vermişler. Ebcedinin “tesbihin iki sayısı kadar, 66” olduğunu söylemişler. Lafza-i celâl… Bir yönüyle her şey ona bağlı gidiyor; ne manalar, ne manalar ona atfetmişler; ne manalar ne manalar istinbat etmişler “Allah” kelime-i mukaddese-i mübârekesinden. Allah (celle celâluhu)…

   “Yüzde ısrar etme, doksan da olur / İnsan dediğinde, noksan da olur / Sakın büyüklenme, elde neler var / ‘Bir ben varım’ deme, yoksan da olur!.”

Geriye dönelim: Diyeceğimiz-edeceğimiz her şeyi O’na (celle celâluhu) bağlamalı; O, hayattaki bütün davranışların kâfiyesi, bütün gayretlerin kâfiyesi, bütün beyanların kâfiyesi olmalı!.. Hafizanallah, böyle olmadığı zaman, dünya gelir kâfiyenin yerine oturur; saltanat, kafiyenin yerine oturur; bir kapkara saray, kafiyenin yerine oturur; etrafında gezen kapkara ruhlu insanlar, kâfiyenin yerine oturur; aldatan insanlar, kâfiyenin yerine oturur; aldanmış nâdânlar, kendilerini bir şey bilenler, kâfiyenin yerine oturur… Hafizanallah, bu da zımnî, farkına varmadan, bir şirktir.

Allah, bizi, var etti, insan olarak var etti, bize insan-ı mü’min olma imkânı bahşetti; Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ı imam olarak, rehber olarak, “pîşuvâ” olarak, “pişdâr” olarak, “rehnümâ” olarak -rehnümâ, “yol gösteren” demek- gönderdi. Sâyesinde, gidilecek yolu öğrendik; ama tam ortada, en emniyetli, en güvenli şeritte yürüme.. ama biraz kaygan bir şeritte yürüme.. ama sağda yürüme.. ama solda yürüme… Şöyle-böyle, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) açtığı şehrâhta yürüme, inşaallah bizi O’na (celle celâluhu) ulaştıracaktır, Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle. İddialı olmamak lazım; Hazreti Mevlânâ’nın sözü hatırıma geldi: “Yüzde ısrar etme, doksan da olur / İnsan dediğinde, noksan da olur / Sakın büyüklenme, elde neler var / ‘Bir ben varım’ deme, yoksan da olur!.” Nazmen, tercümede söylüyor bunu; zannediyorum, Farsçadaki mazmuna çok uygun olan bir tercüme.

Evet, yürüme o yolun hangi şeridinde olursa olsun, o şeridin ucu O’na müteveccih olunca, O’na taşıyınca sizi/bizi bir köprü gibi, bence hepsine اَلْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي هَدَانَا لِهَذَا demeliyiz, “Hamdolsun, bu yola bizi hidayet eden o Allah’a!” (A’râf, 7/43 )

Ee onun ötesinde, başımıza şu bela geldi, bu bela geldi!.. Günün mutasallıtları gibi, mütegallipleri gibi, mütehakkimleri gibi, Amnofisleri gibi, Ramsesleri gibi, İbnü’ş-şemsleri gibi, Hitler’i gibi, Lenin’i gibi, Stalin’i gibi, Kazzafîleri gibi, Saddamları gibi kimseleri size musallat etmiş; onların eliyle ceza görüyorsunuz, hakarete uğruyorsunuz, tahkire maruz kalıyorsunuz. Karıncaya bile -bilerek- basmadığınız halde, “terör örgütü” gibi gösteriliyorsunuz. يُرِيدُونَ أَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَيَأْبَى اللهُ إِلاَّ أَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ “Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek isterler. Allah ise, nurunu tam parlatmaktan başka bir şeye razı olmaz. Ehl-i küfür ve nankörler isterse hoşlanmasınlar!” (Tevbe, 9/32) Onlar, Allah’ın nurunu, yaktığı meşaleyi, “Üf, püf!” etmekle söndürmeye çalışıyorlar. Oysa bir şem’â ki Allah yaktı, üflemekle sönmez, Allah’ın izni-inayetiyle.

Belki kararmaya açık bazı zihinleri karartabilir; bazen nöronlara şerâreler ifrâz edebilirler; az bulantı yaşayabilir onlar. Fakat sürekli olmaz; bir gün onlar “Keşke!” derler; siz de yanlarına sokulur, dersiniz ki, “İnsan, aldanabilir!” كُلُّ النَّاسِ خَطَّاءٌ وَخَيْرُ الْخَطَّائِينَ اَلتَّوَّابُونَ buyuruyor Hazreti Rûh u Seyyidi’l-Enâm. “Her insan, hata edendir.” Hem mübalağa kipiyle ifade ediyor; çok yaman, çok yavuz hatacıdır her insan. “Ama bu hata edenlerin en hayırlısı da çok yaman, çok yavuz tevbekârdır.” “Tevbe” eder, doymaz tevbeye; “inâbe”de bulunur, doymaz inâbeye; “evbe”de bulunur, doymaz evbeye. Yüzü hep O’na müteveccihtir: “Allah’ım! Allah’ım! Allah’ım! Allah’ım! Allah’ım!” der ve başına gelen her şeyi O’ndan bilir.

“Gelir elbet zuhûra ne ise hükm-ü kader / Hakk’a tefviz-i umûr et ne elem çek, ne keder.” مَنْ آمَنَ بِالْقَدَرِ، أَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ “Kadere iman eden, kederden emin olur” buyurulmuş; Hazreti Sahipkıran, çağın sözcüsü de bunu kullanıyor. اَلْخَيْرُ فِيمَا اخْتَارَهُ اللّٰهُ “Hayır, Allah’ın ihtiyar buyurduğundadır.” diyor. Kim bilir şu anda sizin de sağa-sola, böyle “saçılıyor gibi” olmanızda ne hikmetler vardır. “Saçılıyor gibi” veya “saçılmış gibi” diyeyim de “saçılmış” falan demeyeyim. Kim bilir, “saçılıyor gibi” olmanızda da nasıl bir cilve-i rahmet vardır. Bilinemez…

   Cebrî hicret, dualarınıza icâbetin bir neticesi de olabilir; inşaallah bu sayede damladan deryaya, sızıntıdan çağlayana, bir tohumdan yedi, yetmiş, yedi yüz veren başaklara yürüyorsunuz!..

Bir zaman sizin hissiyatınıza tercüman olmanın ifadesi de olarak kendi kendime dedim durdum: اَللَّهُمَّ أَعْلِ كَلِمَةَ اللهِ İştirak ediyor musunuz?!. اَللَّهُمَّ أَعْلِ كَلِمَةَ اللهِ، وَكَلِمَةَ الْحَقِّ، وَدِينَ اْلإِسْلاَمِ، فِي كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ، وَفِي كُلِّ نَوَاحِي الْحَيَاةِ، وَاسْتَخْدِمْنَا فِي هَذَا الشَّأْنِ، وَضَعْ لَنَا الْوُدَّ بَيْنَ عِبَادِكَ فِي السَّمَاءِ وَاْلأَرْضِ، وَاجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِصِينَ، اَلْمُخْلَصِينَ، اَلْمُتَّقِينَ، اَلْوَرِعِينَ، اَلزَّاهِدِينَ، اَلْمُقَرَّبِينَ، اَلرَّاضِينَ، اَلْمَرْضِيِّينَ، اَلصَّافِينَ، اَلْمُحِبِّينَ، اَلْمَحْبوُبيِن،َ اَلْمُشْتَاقِينَ إِلَى لِقَائِكَ، وَإِلَى لِقَاءِ حَبِيبِكَ وَأَحِبَّائِكَ “Allah’ım! Zâtında yüksek ve pek yüce olan kelimetullahı, kelimetülhakkı, ‘Lâilâhe illallah Muhammedun Rasûlullah’ hakikatini, İslam dinini i’lâ buyur; onu dünyanın dört bir yanında ve hayatın her ünitesinde gökkuşağı gibi görülür ve herkes tarafından duyulur hale getir. Bizi bu vazifede istihdam eyle. Gökte ve yerdeki kulların arasında bizim için sevgi ve hüsnükabul vaz’ et. Bizi muhlis, muhlas, muttaki, vera’ sahibi, zâhid, kurbiyete mazhar, Rabbinden hoşnut ve Rabbi kendisinden hoşnut, kalbi temizlerden temiz, Seni seven ve nezdinde sevilen, Senin likâna ve Habîbi’nin vuslatına iştiyakla dopdolu bulunan kullarından kıl!..”

Şimdi içiniz/kalbiniz bunu söylediyse, hep bu niyet ile oturup kalktı iseniz, dolayısıyla çetrefilli gibi görünen böyle bir yola “sülûk ettirme” -itme değil, sülûk ettirme- sizin o içten yaptığınız dualara icâbetin ifadesidir. Ne duruyorsunuz daracık bir coğrafyada, sadece Anadolu’da, mübarek Anadolu’da?!. Orada tazyik göreceksiniz, “eşkıya” damgası yiyeceksiniz, “terör” mührü ile mühürleneceksiniz… Burası, sizin o dediğiniz şeye göre dar esasen. Tohumlar gibi dünyanın dört bir yanına saçılmalısınız. Tek bir tohum iken, başak olmalısınız. Allah’ın verdiği bereket ile bazen bir tane tohum, üç tane, dört tane, beş tane, on tane başak olabilir.. ve bunların hepsinde de on tane dâne olabilir. On tane başak, on tane dâne; bir tane iken, yüz tane olur. Kur’an’ın bir ayeti, buna işaret buyuruyor: مَثَلُ الَّذِينَ يُنْفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ فِي سَبِيلِ اللهِ كَمَثَلِ حَبَّةٍ أَنْبَتَتْ سَبْعَ سَنَابِلَ فِي كُلِّ سُنْبُلَةٍ مِئَةُ حَبَّةٍ وَاللهُ يُضَاعِفُ لِمَنْ يَشَاءُ وَاللهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ “Mallarını Allah yolunda infak edenlerin hali, yedi başak bitiren ve her başakta yüz dane bulunan bir tohum gibidir. Allah, kime dilerse ona kat kat verir. Allah, (rahmet ve lütfuyla her varlığı) kucaklayan, (merhametiyle kullarına) genişlik gösterendir; (kullarının halini) hakkıyla bilendir.” (Bakara, 2/261)

Şimdi öyle bir lütf-i İlahî ki!.. Lütuf yüzünden cebre uğrama söz konusu; onun için “cebrî hicret” diyoruz. Cebrî hicret: Gidin, size ait hususiyetleri, dininizin temel disiplinlerinden tabiatınıza mâl ettiğiniz, içinize işlediğiniz, bir derinliğiniz haline getirdiğiniz o değerleri, dünyanın değişik yerlerinde birer meşherde teşhir ediyor gibi teşhir edin. Geçmişten tevârüs ettiğiniz o güzel geleneklerinizi, an’anelerinizi sergileyin. Geçmişten tevârüs ettiğiniz ve dinin temel disiplinleriyle refere edilmiş değerleriniz ki “din”, “Kur’an”, “Sünnet”, “İcmâ-i ümmet”, “Kıyas-ı fukahâ” buna “Evet!” demiş. Ve siz bu güzellikleri, dünyanın değişik yerlerinde kitap fuarlarında, değişik eşya fuarlarında teşhir ediyor gibi teşhir ediyorsunuz. Yirmi küsur senedir insanlık görüyor bunları; katiyen mide bulanması yaşamıyor, bizimkilerin öyle bir bulandırma sevdasına tutulacağı âna kadar. O da bir yerde çok gariptir, daha çok da İslam dünyasında kendisini gösteriyor. Bu açıdan -inşaallah, o zavallılıktan sıyrılırlar- insanın dilinin ucuna kadar geliyor: Zavallı İslam dünyası!..

Hâlbuki Almanya, sonuna kadar kapılarını açıyor; Kanada, sonuna kadar kapılarını açıyor… Hem de hangi esaslara dayanarak açıyor: “Hareket” ile “Hizmet” ile alakan var mı? Geç o zaman!.. Hareket ile, Hizmet ile alakan var mı? Geç o zaman!.. Hareket ile, Hizmet ile alakan var mı? Geç o zaman!.. Biri diyor ki: “Hareket ile, Hizmet ile alakan var mı? Sen teröristsin! Telefon sistemini kullandın mı? Sen osun! Hareket ile, Hizmet ile alakalı olan insanların -bilmem- adlarını kullandın mı? Sen osun! Külahlarını giydin mi? Sen osun! Bir dolar filan, üzerinde bulundu mu? -Bir yerden geldi mülahazasıyla- sen osun! Müebbet hapis, katlanmış müebbet hapis!..”

Varsın birileri böyle desin! Cihan, size bağrını açıyorsa şayet, bir fakirlikten sıyrılarak, esas çok geniş zenginliklere yelken açıyorsunuz demek, Allah’ın izni ve inayetiyle. Sizi, Cenâb-ı Hakk’a taşıyabilecek öyle bir çağlayana yelken açıyorsunuz ki, Allah’ın izni ve inayetiyle siz isteseniz dahi o çağlayan kenara çıkmaya fırsat vermiyor: “Hayır, deryaya kadar yolunuz var sizin!” diyor; “Sonra gidip orada buharlaşmaya kadar yolunuz var! Rahmet damlaları halinde göklere yükselmeye kadar yolunuz var! Zâid-nâkıs (artı-eksi) bir araya gelerek, evlenerek, yeniden rahmet damlaları halinde yere düşmeye kadar yolunuz var! İnsanları su ile beslemeye kadar yolunuz var! Çağlayanlar haline dönüşüp yeniden deryaya koşmaya kadar yolunuz var! Ne diye durağanlığa giriyorsunuz dar bir alanda?!.” Ama o “alan”ı da Allah, eşrârın şerrinden sıyânet buyursun! Füccârın keydinden sıyânet buyursun! Zâlimlerin, Amnofislerin, Ramseslerin şerrinden muhafaza buyursun, sıyânet buyursun! Vesselam.

   Aslında, bela ve musibetlerin ekşi simalarının arkasında rahmetin ve hikmetin gülen güzel yüzleri vardır.

Bela ve musibetler, dış yüzleri itibarıyla çirkin, sevimsiz, iç bulandırıcı ve aynı zamanda insanın nöronlarına, Hipofiz bezine, Talamus bezine gelip çarpan şeytanî şerâreler mahiyetinde duyulur, hissedilir. Fakat meselenin sonucuna/neticesine bakmak lazımdır. Bu bakış açısı da aslında size, bize ait değildir, Kur’ân’ın fermanıdır: وَعَسَى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسَى أَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ “Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız da o şey hakkınızda hayırlıdır; bir şeyi seversiniz ama o şey de hakkınızda şerlidir.” (Bakara, 2/216)

Mesela, i’lâ-i Kelimetullah istikametinde çekilen çileler.. o mevzuda -bir yönüyle- duygu-düşünce açısından kıvamın önemli bir unsuru olan manevî cihadlar, mücahedeler, manevî savaşlar.. Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) “cihâd-ı ekber” dediği şey…

Antrparantez arz edeyim: “Günümüzde maddî kılıç, kınına girmiştir; Kur’an’ın elmas düsturları, elmas prensipleri hükümfermadır.” Küreselleşen bir dünyada o türlü şeylere gitmek, katliamlara sebebiyet verir, ardı arkası kesilmeyen savaşlar fâsid dairesine sebebiyet verir, vuruşmalar kısır döngüsüne sebebiyet verir. Hele günümüzdeki o korkunç silahlarla?!. 1945’lerdeki, 50’lerdeki Japonya’nın başına patlayan silahlar değil; bunlar, bugün bir yerde patladığı zaman, Amerika’nın yarısını alıp götürecek kadar korkunç silahlar!.. Bir Batılı düşünürün dediği gibi: “Bir üçüncü cihan savaşında, maktûl mezara, kâtil de yoğun bakıma kalkar!” Şimdi buna karşı sizin kalkanınız, sütreniz, siperiniz, insanî değerleri öne çıkarma, sevgiyi öne çıkarma, kucaklaşmayı öne çıkarma olmuştur/olmalıdır.

Burada bir şey soracağım, vicdanlarınızla cevap verin: Sizler ve sizin arkadaşlarınız dünyanın değişik yerlerine açılırken, bunun (sevgi, kucaklaşma ve insanî değerlerin) dışında ne götürdünüz? Efendim, “Biz renk körüyüz!” dediniz. Efendim, “Duyma sağırıyız!” dediniz. Dolayısıyla elin-âlemin değişik anlayışsızlıklarına karşı, anlayışlı davrandınız. Duymaları gerekli olan “mesmûât”ın yanında farklı duyuşları duyucu oldunuz. Elin-âlemin farklı dil kullanmasına karşılık, siz, gönülleri yumuşatacak bir dil kullandınız. Kalbiniz gül gibi oldu; gezdiğiniz caddeler, sokaklar, çarşı-pazar da ıtriyat çarşısına döndü. Bağırlarını açtılar. Size yol verdikleri zaman da eşrârın şerrinden emniyet adına yol verdiler: “Gidin, koruyamayacağız sizi!” dediler ama zannediyorum yüreklerine kan damlıyordu. Evet, bir gün şartlar/konjonktür müsait olduğu zaman dönüp gideceğinizi/geleceğinizi bekleme sevdası ile -zannediyorum- bir intizar içindeler şu anda da. İnşaallah, Cenâb-ı Hak, o günleri de gösterir; eşrârın er geç akîm kalacak o hâinâne gayretlerini, sa’ylerini, himmetlerini akîm bırakır, inşaallah teâlâ.

Evet, bazen dış yüzü itibarıyla, kabuğu itibarıyla çirkin görünen şeyler vardır; fakat iç yüzü itibarıyla çok lâtiftir. Başta, konuya başlarken, Alvar İmamı’nın sözüyle ifade ettik: Seyyidinâ Hazreti Âdem’in yaşadığı, bir zelle idi. Bir zelle idi ki, ثُمَّ اجْتَبَاهُ رَبُّهُ فَتَابَ عَلَيْهِ وَهَدَى “Ama sonra Rabbisi O’nu seçti de, tevbesini kabul buyurdu ve O’nu hidayetine mazhar kıldı.” (Tâhâ, 20/122) Sonra Allah, onu seçti, seçkinlerden yaptı ve arkadan gelen nesiller “Mustafeyne’l-Ahyâr”dan saydılar. Ne dediler? “Âdem, Safiyyullah!” dediler. “Hakikî şecerenin hikmeti / Dünyaya gele Muhammed Hazreti.” Hazreti Âdem, Cennet gibi bir güzellikler otağından ayrıldı fakat bir yönüyle, o otağa insanlığı çağırabilecek, Hazreti Rûh u Seyyidi’l-Enâm gibi bir “İnsan”a baba olma şerefi ile taçlandırıldı. ثُمَّ اجْتَبَاهُ رَبُّهُ فَتَابَ عَلَيْهِ وَهَدَى Cenâb-ı Hak, öyle eylesin, inşaallah!..

O açıdan da başa gelen şeyler hakkında “Mutlaka arkasında bir hayır vardır!” demeli ve eklemeli: اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى أَحْوَالِ أَهْلِ الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ “Ehl-i küfür ve dalaletin hallerinden başka, her şeye hamd ü senâ olsun!” Elhamdülillah… Küfre girmedikten sonra, nankörlüğe düşmedikten sonra, Efendimiz’i tanımazlık gibi bir bahtsızlığa maruz kalmadıktan sonra, “Gelse Celâlinden cefâ / Yahut Cemâlinden vefâ / İkisi de câna safâ / Lütfunda da hoş, kahrın da hoş!.” (Yunus Emre) de, başına gelen her şeyi gönül hoşnutluğu içinde karşıla!..

   Nice servi revân canlar, nice gül yüzlü sultanlar, bir deryaya daldı ve boğuldular; ötede “Aldandık!” diyeceklere bedel -inşaallah- o mazlumlar ebedi âlem hesabına kurtuldular!..

Bir gün o ufka vardığın zaman, geriye dönüp diyeceksin: “Meğer yürüdüğüm yol, ne yolmuş! Ayağıma biraz dikenler battı ama!..” Evet, Kıtmîr, Halep’ten Türkiye’ye kaçak geçerken, belki bin kadar diken ayağıma batmıştı; çünkü ayakkabıları çıkarmak icap ediyordu; izlerden takip ederlermiş, sınırı geçiyorduk. Evet, “Meğer yürüdüğüm yol, ne yolmuş! Ayağıma batan dikenlere rağmen…” diyeceksiniz. Ayağımıza batan o dikenler.. veya iğneli fıçı gibi bir şeyin içine koymalar.. ya da yurttan-yuvadan sürgün edilmeler.. veya işte gözlerimizi bir kere daha yaşartan, ailece bir nehirde boğulmalar…

Daha evvel beş kişilik bir ailenin o nehirde boğulması… Daha evvel şöyle-böyle dünyanın değişik yerlerinde kendilerine -bir yönüyle- ârâm edecek yer arayanlar… Geçerken bütün o deryaya daldılar ve boğuldular. “Nice servi revân canlar / Nice gül yüzlü sultanlar / Nice Hüsrev gibi hânlar / Bütün, o deryaya daldı ve boğuldular!..” Buna çağın Amnofisleri sebebiyet verdi. Işık tuttular, “Bağrımızı açarız!” dediler; fakat onlar, her birisi bir yerde, yolun bir yerinde -bir yönüyle- biçilmiş ekin gibi kırıldı ve döküldüler. Binlerce… Binlerce…

Şimdi de binlerce, binlerce insan, değişik zahmetler, meşakkatler, ızdıraplar, ıztırarlar içinde. Ama o zahmeti, o meşakkati Cenâb-ı Hakk’a sunulan bir dua gibi kabul etmeli; evet, o ızdırabı/ıztırarı bir dua gibi kabul etmeli!.. Süfyân İbn Uyeyne hazretlerinin dediği gibi; “Bazen bir muztarrın duası ile, Allah, bütün bir ümmeti bağışlar!” İnleyin!.. Başınızı seccadeye koyun, secdede içinizi Allah’a dökün!..

Cenâb-ı Hak, bu kasvetli bulutları, bugün olmazsa yarın, yarın olmazsa öbür gün dağıtacaktır. Şu sayılı günler dünyasında, öbür tarafa gidildiğinde, “Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sâbit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi’ ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur, bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider.” -Bir çay gibi akar gider, bir şimşek gibi çakar ve söner.- dememek için, burada hayatı dolu dolu yaşamak lazımdır, Allah’ın izni ve inayetiyle.

Evet, وَعَسَى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسَى أَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ buyurduktan sonra ne diyor: وَاللهُ يَعْلَمُ وَأَنْتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ “Allah bilir; siz, bilmezsiniz!” (Bakara, 2/216) O, bilir. Zira Kur’an-ı Kerim’de, “Âlim” (عَالِم) diyor; Esmâ-i Hüsnâ’ya girmemiş Âlim. Sonra, “Alîm” (عَلِيم) diyor; Hazreti Ebu Hüreyre’nin saydığı Esmâ-i İlâhiyede “Alîm” var. Bir de “Allâmü’l-guyûb” diyor; o da girmemiş Esmâ-i Hüsnâ içine. Üç kipi ile kullanıyor Allah (celle celâluhu); sade kipi ile “Âlim”, “bilir”; mübalağa kipi ile “Alîm” diyor ve şiddetli bir mübalağa kipi ile de “Allâm” diyor, “Bilmediği hiçbir şey yoktur O’nun.” فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ * وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ Atom ağırlığı, elektron ağırlığı, nötron ağırlığı, proton ağırlığı hayır veya şerrin hepsini bilir Allah (celle celâluhu) ve size yapacağı muameleyi de ona göre yapar.

Cenâb-ı Hak, dağlar cesametinde hayırlar yapmaya muvaffak eylesin!.. Atom ağırlığı, molekül ağırlığı olsun, şer yapmaktan da bizleri uzak kılsın!.. اَللَّهُمَّ حَقَّ الْقَوْلِ، تُغْنِينَا بِهِ عَنِ اْلأَقَاوِيلِ الْبَاطِلَةِ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ، يَا ذَا الْجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ “Allah’ım! Beyan, tavır ve davranışta hak sözü temsil etmeyi ve onu dillendirmeyi bizlere müyesser kıl! Sözümüz her dem kıssa-i Cânân etrafında dönsün ve sözün gerçek künhüyle ilgili olsun; öyle ki bâtıl dedikodulardan bizleri alıkoysun! Ey Erhamerrâhimîn, ey Celal ve İkram Sahibi!..”

Demek ki Doğru Yoldasınız!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin birkaç saat önceki sohbetinden bazı cümle ve paragraflar:

*“Taşı delen suyun gücü değil, damlaların devam ve temâdîsidir.” Onun için, doğru bildiğiniz, hususiyle Kur’an’ın ve Sünnet’in temel disiplinlerine uygun bulduğunuz yolda devam etmelisiniz.

Her Şey O’ndan!..

*Tevhid her zaman mihrabımız olmalı; ancak o mihrapla Allah’a ulaşabileceğimize inanmalıyız. Onun dışında bütün güçleri ve kuvvetleri “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah” havz-ı kebîri içinde eritmeliyiz.

*Meseleyi sadece kendimize ve ferdî irademize bağladığımız zaman, işi daraltmış oluruz.. şart-ı âdî planında, bazı fiillere perde nevinden sebep olan iradeyi, Cenâb-ı Hakk’ın engin meşîet ve iradesi yerine koyma gibi -bağışlayın- bir küstahlığa düşmüş oluruz ki bu bir manada şirktir!..

*Yapılması gerekli olan işlerde meşveretten, ortak aklın engin dairesi içinde alınan karardan sonra iradenin hakkı verilmeli ama olup biten şeyler katiyen sadece insan iradesine verilmemeli. O’nsuz edemeyeceğimize kendimizi inandırmamız lazım. İster bilgi ufku ister strateji üretme ve isterse de yaptığımız işler adına her şeyi O’na vermemiz bir şükr-ü manevî sayılır. Cenâb-ı Hak, “Eğer şükrederseniz Ben de nimetimi artırırım; şayet nankörlük yaparsanız, biliniz ki azabım çok şiddetlidir!..” (İbrahim, 14/7) mealindeki fermanıyla, şükredenleri mükâfatlandıracağı vaadinde, küfrân-ı nimete düşenleri de cezalandıracağı tehdidinde bulunmuştur.

*Âidiyet mülahazasıyla enaniyetinizin kabaracağına ihtimal vermiyorum. Siz şu on beş yirmi senedir, insanlık ve Türk milleti adına, devletlerin yaptığının elli katını yaptınız, Allah size yaptırdı! Öyleyse meselenin arkasındaki güç ve kuvvet, Allah’ın havl ve kuvvetidir. Allah kime lütfediyorsa ona lütfetmiş olur; “Bu Allah’ın bir fazlıdır, dilediğine onu lütfeder” diyor Kur’an.

*Halkın içinden çıkan, orta ölçekte imkânlara sahip olan insanların ve daha bıyığı terlememiş genç delikanlıların eliyle Allah’ın yaptırdığı bu büyük iş, sadece O’na yakışıyor. Onu bize giydirmeye, bize mâl etmeye çalıştığınız zaman -inanın, yemin ederim- ne numarası uyar ne de drobu uyar. Fakat O’nun azamet ve ulûhiyetine öyle yakışıyor ki; O’dur bütün bunları yapan! Bunu O’ndan bilme tevhiddir!.. Hâlis tevhid!

Enaniyet de Âidiyet Mülahazası da Tehlikelidir!

*Böyle görmez de bazılarının dedikleri gibi “Ben yaptım.. ben ettim.. başkaları benim yaptıklarımın rüyasını bile görmemiştir.. benim yaptığım bu işi ayakta alkışlamazsan ben seni de fişlerim!..” mülahazalarına kapılırsanız -Allah muhafaza- nankörlüğe düşmüş olursunuz. Yapılan şeyleri Allah’tan görmüyorsanız, bu bir nankörlüktür ve “…şayet nankörlük yaparsanız, biliniz ki azabım çok şiddetlidir.” (İbrahim, 14/7) buyurulmaktadır. Bu itibarla da meseleleri ne kendimize ne de aidiyet mülahazasına bağlamalıyız.

*Vakıa bazı kimseler destek oldular. Makamları cennet olsun. Turgut Özal merhum, vefatından evvel Asya’da gezdi; hatta arkadaşlar gitmedikleri zaman bana haber gönderdi: “Ben sizin için gidiyorum. Ne diye gelmiyor bu arkadaşlar?” diye. O Asya’daki devletleri dolaştı ve dedi ki “Ben bunlara kefil oluyorum.” Allah (celle celâluhu) ona öyle güzel bir iş yaptırdı ki, döner dönmez, bir iki gün sonra da ruhunun ufkuna yürüdü. Allah ona onu nasip etti ve binlerce insan gözyaşıyla cenazesine iştirak etti. Allah gönlümüzde ona verdiğimiz yere göre, öbür tarafta da onu serfirâz kılsın. Süleyman Bey belki 20 tane devlet başkanına mektup yazdı. Ben hiçbir devlet başkanının böyle yapacağına ihtimal vermedim, vermiyorum, bundan sonra da vermeyeceğim… Şimdi bunları görmezden gelmemek lazım; referans oldular. Bundan evvelki Cumhurbaşkanı da değişik yerlere telefon etti; gittiği yerlerde de söyledi. Allah onun da ecr u mesûbatını ziyade eylesin. Ama mesele bunların te’yid ve desteğiyle değildi. Esasen -sebepler planında- o işi götürecek, o boyunduruğa boyun verecek hasbi, fedakâr insanlar vardı.

*Cenâb-ı Hakk’ın lütufları karşısında ne ferdî enaniyete kapılmalı ne de onu besleyen âidiyet mülahazasına düşmeli. Hayır, her başarıyı Allah’tan bilmeli. Cenâb-ı Hakk’a binlerce hamdolsun bize böyle bir hizmet lütfetti. Bu hakikatle beraber şu da unutulmamalıdır ki, bu hizmetten daha küçük çapta hizmetleri bulunan insanlar şimdiye kadar sizin şöyle böyle maruz kaldığınız şeylerin elli katına maruz kaldılar.

Çile ve Izdırap Hak Yolun Kaderidir

*Dahası seyyidina Hazreti Âdem’den İnsanlığın İftihar Tablosu’na kadar bütün peygamberler (sallallâhu ala seyyidinâ ve aleyhim ecmâin) ve aynı şekilde İmam Gazali, Abdülkadir Geylani, Hasan Şâzilî, İmam Rabbani ve Ehl-i beyt imamları (radiyallahu anhüm ecmaîn) gibi büyükler de hep musibetlere ve belalara maruz kalmışlar. En son sizin bildiğiniz Hazreti Pir, çok defa kendi ifadeleriyle tekrar edip durduğumuz gibi, “Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında memleket mahkemelerinde, memleket hapishanelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım.diyor.

*Şimdi, hep aklımdan geçiyordu: Bu insanlar yirmi senede dünyanın yüz altmış ülkesinde bin üç yüz, bin dört yüz okul açtılar. Acaba bizim hizmetimiz hora geçmiyor mu, Cenâb-ı Hakk’ın rızasına muvafık değil mi?!. Neden böyle hiç fiske bile yemiyoruz; bir iğnenin ucuyla bize dokunmuyorlar?!. Bu yol peygamberler yolu, bu yol evliya yolu… Hayatını hep sefa içinde geçirenler İnşikak Sûresi’nde ifade edildiği gibi ahiretteki zevk ü sefalarını burada kullanmış olurlar. İşte bu hadiseler başladıktan sonra “Elhamdülillah, diyorum, demek ki arkadaşlarımız, yürüdükleri yolda tevhid mihrabına doğru yürüyorlarmış.. hedefleri Allah rızasıymış, i’lâ-yı kelimetullahmış.. evrensel insanî değerler üzerinde, bu ortak paydada insanları bir araya getirme cehdi, gayreti, azmi, misyonuymuş.” Onun için Allah (celle celalühu) adeta “Sizi de bu kadar hırpalayacağım!” diyor. Bazılarınız işin dışında, başkalarının çektiği şeyler karşısında ızdırap duyacaksınız.. birinin ağlaması karşısında ızdırap duyacaksınız. Bazılarınız da medrese-i Yusufiyeye atılacak, tevkif edilecek, istintaka tâbi tutulacak, mahkûm edilecek.

*Evet, bu kadar hizmet karşısında bunlar olmasaydı, bir yönüyle “demek ki hora geçmiyor!” denebilirdi. İnşaallah yapılan şeyler hora geçiyor ki nezd-i Uluhiyette, Allah (celle celaluhu) o mübarek, o mukaddes seleflerinizin yolunda, onların başlarına gelen şeyleri belli ölçüde, gücünüzün yettiği kadar sizin başınıza da getiriyor. “Hizmet yapıyorum” deyip de sağda solda keyif çatan insanlar, başlarına bunlar gelmiyorsa, kendi hallerine ağlamalıdırlar. “Belanın en çetin, en zor ve altından kalkılmaz olanına enbiya maruz kalır. Ondan sonra da seviyesine göre diğer mü’minler!.” deniyor hadis-i şerifte.

*Dolayısıyla çektiğimiz şeyler bizim için bir arınma hadisesidir. Cenâb-ı Hakk’a binlerce hamd u sena olsun ki, öbür tarafa almak istediği insanları arınmadan, yıkanmadan -teneşirde yıkanma değil esasen, belaların ve musibetlerin havzında yıkanmadan- huzur-u kibriyası ve azametine almıyor.

Amel Defterini Sağdan Alanlar

Soru: Kur’an-ı Kerim’de

فَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ فَسَوْفَ يُحَاسَبُ حِسَابًا يَسِيرًا وَيَنْقَلِبُ إِلَى أَهْلِهِ مَسْرُورًا

ve benzeri ayetlerde anlatılan “kitabı sağdan almak” ne demektir? “Hisab-ı yesîr” nasıl olur ve ona mazhariyetin dünyevî vesileleri nelerdir? Ahirette “ehline sürurla dönme” dünyadaki hangi türlü hallerle irtibatlıdır?

*Kur’an-ı Kerim’de bu üsluptaki ifadeler bir kaç yerde geçiyor. Buna Kur’an ıstılahıyla “tasrif” (ifadede farklı versiyon) deniyor. Aynı hakikatler, bazen tafsil edilerek, bazen siyak ve sibaka göre burada mesele şöyle anlatılır mülahazasına bağlanarak, bazen de bir yerde tafsil edilen bir mesele diğer bir yerde icmalî şekilde ifade edilerek ortaya konuyor ki buna “tasrif” diyoruz.

*Kitabı sağdan verilen, bir yönüyle kendisine yümünle, bereketle, hayırla yaklaşılan demektir. Bu meselenin hakikati, öbür tarafta meleklerin yazdıkları şeylerin ve nezd-i uluhiyette, ilm-i ilahide bulunan şeylerin insana sağ tarafından verilmesi, aynı zamanda yümünlü bir veriliş demektir. Bunlar hep yümünlü hareket etmişler, hep bir yönüyle ahirete kilitli yaşamışlar; biraz evvelki mülahazayla da hep tevhid mihraplı oturmuş kalkmışlar, hep Hakk’ı hecelemişler, oturmuş kalkmış hep Hak’la gecelemişler. Dolayısıyla da onların, hayatlarını hayırlı, bereketli, yümünlü götürmelerine karşılık, kitapları da yümünlü veriliyor. Bu veriliş aynı zamanda o yümünle aynı kökten gelen sağ taraf manasına “yemîn”den veriliyor.

*Kitabı böyle sağdan, yümünlü, bereket vaad eder sekilde veriliyorsa, insan katiyen hisâb-ı yesîrle muhasebe görecektir. Mutlaka onun hesabı kolay olacaktır. İşin içinden hemen, şipşak sıyrılıp çıkacaktır Allah’ın izniyle. Yeşil pasaport, kırmızı pasaport ile geçiyormuş gibi. Belki kitabının içinde küçük günahlar da vardır; muvakkaten düşmüş, sürçmüş, zelle yaşamış, şeytanın vesvesesine gelmiştir. Oraya gelince bakılıyor ona, o büyük günahlar yoksa, “sen geç” diyorlar. Buna isterseniz melaike-i kiramın -Cenâb-ı Hakk’ın izniyle- iltiması diyebilirsiniz. Allah’a nispet ettiğinizde de buna, Hazreti Sultan’ın ulufe-i şahanesi nazarıyla bakabilirsiniz.

Hesabı Hemen ve Kolayca Görülecek Olanlar

*Kolayca, hemencecik hesaba çekilen insan sevinç ve neşe içinde, pürneşe ehline dönüyor. Bir değişim yaşayarak ehlinin yanına gidiyor. O âna kadar abûs, yüzü asık, “başıma ne gelecek” endişesiyle tir tir titriyor ve terliyor fakat orada o hisâb-ı yesîrle geçince, birden bire değişiyor, her tarafından neşe dökülüyor ve bu, tabiatına mal oluyor, tabiatının bir derinliği oluyor.

*Hisâb-ı yesire mazhariyetin dünyevi vesilesi, sıratı dünyada geçmek, yani, sırat-ı müstakimi yaşamaktır. Burada insan, hayatını iradesine bağlı örgülerse, Allah’ın murad-ı sübhanisine uygun şekillendirirse, bir dantela şeklinde ortaya koyarsa; orada sıratı geçme, mizanı aşma ve aynı zamanda hisab-ı yesîrle serfiraz kılınma -Cenâb-ı Hakk’ın lütfu olarak- onun için mukadderdir.

Ahirette Emniyet İçinde Olmanın Vesilesi

*Dünyada bazı şeyleri çekenler, ızdırap ve elemleri burada yaşayanlar, korkulu halleri burada atlatanlar, o taksiti burada ödeyenler ötede emniyet ve sürur içinde olurlar. Kudsî hadisin ifadesiyle, Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “İki emniyeti ve iki korkuyu birden vermem.”

*Emniyetini dünyada yaşayan, ferih fahur ömür süren ve bohemce duygularını takip eden insanlar -bir yönüyle emniyet, zevk ve safa haklarını burada kullandıklarından dolayı- orada zevk u sefadan mahrum edilirler. Bu dünyada hep ızdırap çekmiş, ızdırap duymuş, ızdırap yaşamış, ızdırapla kıvrım kıvrım olmuş, ta’n u teşniye maruz kalmış, tenkiller yaşamış, tekdirler yaşamış, değişik kin ve nefretlere maruz kalmış, bir kısım meşru haklarından mahrum edilmiş ve dünya nezdinde karalanmaya çalışılmış insanlar ise, ızdırap hayatlarını burada yaşayıp bitirdiklerinden, bütün taksitleri ödediklerinden dolayı, öbür tarafta ellerini kollarını sallaya sallaya, yasemenlikte reftare geziyor gibi hesabı kolayca geçip ailelerinin yanına yürürler.