Posts Tagged ‘Kur’anî makuliyet’

Bir Nefes (11)

Herkul | | BİR NEFES, HERKUL NAGME

Klipten bazı cümleler:

* İnsan, kendi ile uğraşmıyor, yaka-paça olmuyor ise, farkına varmadan nefsin güdümüne düşer, sukût eder; sonra hep karşı tarafta bir şeyler aramaya durur. Sürekli başkalarını suçlayan ve kusuru başkalarında arayanlar, esasen kendilerinden uzak yaşayan, şahısları/şahsiyetleri açısından yetim kimselerdir; onlar “şahıs yetimliği” yaşamaktadırlar, “şahsiyet yetimliği” yaşamaktadırlar.

* Biz, bir nesil olarak hem yetim hem de öksüz yetiştik. Şu andaki gayretleriniz, himmetleriniz, açılım adına sergilediğiniz tavırlarınız itibarıyla demiyorum ama topyekûn millet olarak, hatta İslam dünyası olarak, İslam adına hem yetim, hem de öksüz yetiştik. Ne İslam’ı kendine mahsus ruhuyla tam kavrayabildik, ne de ona uygun yaşayabildik. 

* Çağ -bir yönüyle- bilerek dünya hayatını, âhiret hayatına tercih edenlerin asrı… Öyle ise, acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak istiyor bu çağ. İnsan, kendini âciz görecek; çünkü çağ, enâniyet asrı.

* Allah, ne sizi yüzüstü bırakır ne de bu seviyeye getirdiği hayırlı hizmetleri akamete uğratır; yeter ki siz dağınıklığa düşmeyin, meşveretten vazgeçmeyin ve Kur’ânî makuliyet istikametindeki gayretlerinizi eksiltmeyin.

* Hanginiz Hazreti Ebu Bekir ile beraber aynı sofraya oturmayı istemezsiniz? 

Bu sohbetin tamamına şu linkten ulaşabilirsiniz: http://www.ozgurherkul.org/bamteli/bamteli-sahsiyet-yetimliginden-kurtulus/

Şahsiyet Yetimliğinden Kurtuluş

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

İnsan, kendi ile uğraşmıyor, yaka-paça olmuyor ise, farkına varmadan nefsin güdümüne düşer, sukût eder; sonra hep karşı tarafta bir şeyler aramaya durur. Sürekli başkalarını suçlayan ve kusuru başkalarında arayanlar, esasen kendilerinden uzak yaşayan, şahısları/şahsiyetleri açısından yetim kimselerdir; onlar “şahıs yetimliği” yaşamaktadırlar, “şahsiyet yetimliği” yaşamaktadırlar. Ama insan, kendi ile meşgul olunca, iki göz yetmez insanın kendisine bakmasına.. beyindeki nöronlar yetmez insanın kendisine bakmasına.. idrak yetmez insanın kendisini tartmasına…

   Asırlardır devam eden yetimlik ve öksüzlükten sıyrılma adına çok önemli cehd ü gayretler ortaya koymaya başlamıştınız ki, insî ve cinnî şeytanların hücumuna maruz kaldınız.

Fakat insan, kendini görmüyor ise, ciddî dağınıklığa, bir yönüyle dengesizliğe düşer. Falanda bir şey arar, filanda bir şey arar ama bulamaz işe yaran bir şey; günaha girer sadece. “Lâyık mıdır insan olana vakt-i kazada, Hak zâhir iken, zulm ile hükm-i kaza.” (Ziya Paşa’dan, az değiştirerek.) İşte öyle bir şey olur; hak zâhir iken, başkaları suçlanır hep. Böyle suçlamalarda insanlar kendilerini arındırıyor gibi görünürler. Sun’î -bağışlayın- yalandan gündemler oluştururlar. Oturur-kalkar, başkalarına bir şeyler söylemek, nefislerini tezkiye etmek adına değişik kurgular peşine düşerler. Fakat başkalarını düşürmek istedikleri her hususta, kendileri düşerler. Düşmemek için, “el-Hablü’l-Metîn” olan Kur’an’a sarılıp kendine bakmak lazım, kendi ile yüzleşmek lazım!..

Biz, bir nesil olarak hem yetim hem de öksüz yetiştik. Şu andaki gayretleriniz, himmetleriniz, açılım adına sergilediğiniz tavırlarınız itibarıyla demiyorum ama topyekûn millet olarak, hatta İslam dünyası olarak, İslam adına hem yetim, hem de öksüz yetiştik. Ne İslam’ı kendine mahsus ruhuyla tam kavrayabildik, ne de ona uygun yaşayabildik. Belli bir dönemde, sistematik hale gelene kadar Devr-i Risâletpenâhi’de “isimsiz müsemmâ” olarak yaşanan kalbî/ruhî/sırrî hayatı, ihsaslar/ihtisaslar dünyasını, daha sonra sistematik olarak tekyelerde, zaviyelerde icrâ etmeye çalışan insanlar yok oldu. O noktada biz -bir yönüyle- bir öksüzlüğe düştük, baba yetimi kaldık. Diğer taraftan medrese, tekvinî emirlere karşı kapandı. Mektep, aldı onları ele ama Pozitivizm, Natüralizm, Materyalizm disiplinlerine göre yorumladı, analize tâbi tuttu; kapkaranlık tablolar, inkâr çizgisinde şeyler önümüze serdi. Bu defa da farklı bir yetimlik yaşadık.

O yetimlikten, o öksüzlükten belli ölçüde bir sıyrılma cehd ve gayretini siz ve sizin biraz büyükleriniz gösterdiniz. O öksüzlüğü gidermeye, yeniden anneyi-babayı bulmaya çalışadurmuştunuz ki, insi ve cinnî şeytanların hücumuna maruz kaldınız. Çünkü umur-i hayriyenin muzır mânileri olur. Şeytanlar, bu doğru yolun, düşmanı kesilirler. “Mühim ve büyük bir umûr-u hayriyenin çok muzır manileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır.” diyor Hazreti Pîr; “zamanın sözcüsü” diyoruz, “günümüzde bizim hissiyatımızın tercümanı” veya “devr-i Risâletpenâhî’nin bu asırdaki sözcüsü”.

Dolasıyla az bir diriliş emaresi, ba’s-ü ba’de’l-mevt emaresi gösterince, şeytanlar, bütün ordularıyla üzerinize hücum ettiler. Ama onlar, insanları kullandılar. Kur’an-ı Kerim’de değişik yerlerde, يُوحِي بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا “Onlardan kimi kimine, aldatmak için birtakım yaldızlı sözler fısıldayıp telkin ederler.” (En’âm, 6/112) hakikatine dikkat çekilir. Şeytanlar, insanlara, insanlar da şeytanlara baş döndürücü, şatafatlı, siyasîler ağzı ile öyle parlak sözler söylerler ki, insanın büyülenmemesi, hipnoza tutulmuş gibi olmaması mümkün değildir. Dolasıyla toplum ve toplumlar çapında bir illüzyon yaşanır. Birileri, kendi çarpık akılları ile topluma hükmederler; birileri de alkışlar, onların arkasından sürüklenir giderler. Ve böylece şeytan, kitleleri kullanır. Doğruya giden insanların önünü kesmek, o istikametteki köprüleri yıkmak, olmayacak yerlerde zararlı, ziftten çağlayanlar meydana getirmek, za-rar-lı, zift-ten çağ-la-yan-lar mey-da-na ge-tir-mek, zihinleri kirletmek, insanları kirli düşüncelere sevk etmek adına ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Dolayısıyla size, realiteleri hesaba katarak her şeye rağmen bu yolda yürümek düşüyor.

   Allah gaye, insan yolcu ve yollar mahlûkatın solukları sayısınca; istidat, kabiliyet ve karakterlerin farklılığından, zaman, mizaç ve meşreplerin tenevvüünden meydana gelmiş bir sürü -muhkemât testli- yol, yöntem ve sistem var.

Belki yaşlılar, bu meselede sonuca varmayı görmeyebilirler; zaten çoğu da görmek istemez. Partaldan insanlarız, revaçta değiliz; zaten revaca da yok merakımız. Biz, burası için yaratılmadığımızın, burada muvakkaten kaldığımızın farkındayız. Nasıl buyuruyor İnsanlığın İftihar Tablosu: مَا لِي وَمَا لِلدُّنْيَا، مَا أَنَا إِلَّا كَرَاكِبٍ اسْتَظَلَّ تَحْتَ شَجَرَةٍ ثُمَّ رَاحَ فَتَرَكَهَا “Ne alakam var Benim dünya ile? Benim halim tıpkı önemli bir yere giderken, muvakkaten bir ağacın altında istirahat etmek isteyen insan gibi. Sonra kalkar, merkûbuna (bineceği şeye, binitine) biner, gideceği yere azm-ı râh eder, yürür!..” Yolumuz bu bizim… Ama mutlaka o bayrağın dalgalanması, o şehbalin her yerde diyeceği şeyi demesi, ifade edeceği şeyi ifade etmesi, tâbir-i diğerle nâm-ı celîl-i İlahînin ve nâm-ı celîl-i Muhammedî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem), yani “Lâ ilâhe illallah, Muhammedun Rasûlullah” hakikatinin her yerde duyulması ve tanınması…

“Kabul”, ayrı bir meziyettir; o, meziyetler üstü meziyettir. Bir yönüyle ona karşı saygılı olmak, ikinci derecede bir meziyettir. “Yahu bu da olabilir!” demek, üçüncü derecede bir meziyettir. “Varsın o da olsun, biz onunla da geçiniriz!”; bu da dördüncü derecede bir meziyettir. Bu gayret, bu himmet, bu cehd ile bunlardan birine varılabilir. Hangisine varılırsa varılsın, Cenâb-ı Hak, hoşnud edilmiş olur, Cenâb-ı Hakk’ın rızasına mazhariyet kesbedilmiş olur. Bu açıdan da bu yolda yürümeye devam etmek lazım, yetimlikten, öksüzlükten sıyrılmak için…

O devr-i Risâletpenâhî’deki “isimsiz müsemmâ” diyebileceğimiz kalbî hayat, ruhî hayat, sırrî hayat… İnsanın iç dünyası, manevî anatomisi adına hayatını şekillendirmesi ve ona göre yaşaması… Daha sonra bunu tekyeler, zaviyeler, değişik ad ve unvanlar ile kendi aralarında paylaşmış, zamana göre, şartlara göre, konjonktüre göre “Şimdi şunu, şöyle yapmak lazım! Bunu böyle yapmak lazım!” demişler. Gün gelmiş, kimisi, Hazreti İbrahim Hakkı gibi, “Az ye, az uyu, az iç!..  / Ten mezbelesinden vazgeç!.. / Dil gülşenine göç!.. / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler.” demiş. Kimisi -Emir Buhârî gibi- “Der tarîk-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk / Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk.” demiş. Kimisi de -Çağın Sözcüsü gibi- “Der tarîk-ı acz-mendî lâzım âmed çâr çiz / Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak ey aziz!” demiş.

Ve bunları beşlere, onlara, yirmilere çıkarabilirsiniz. Çünkü her zamanın kendine göre şartları vardır; her devirde bilgi birikiminin -bir yönüyle- o türden, o seviyeden bir ders almaya ihtiyacı vardır. Bir dönemde çok küçük şeyler yetiyordu belki insanlara. Fakat belli bir dönemde nefisler kabardığından dolayı, Muhammed Bahâuddin Nakşibendi hazretleri, dört şeyi terk etmek gerektiğini söylemiş. Biraz evvel Farsça onun dediği şeyi hatırlattım; o tarikatın esasıdır; o nefse bakan yönüyle dünyayı da, ukbâyı da, kendini de ve terk mülahazasını da kafadan silip atarak Hakk’a teveccühü salıklar. Dört şeyi terk etmek lazımdır: Dünyayı terk etmek; ahireti de terk etmek lazım…

Sadece Cenâb-ı Hakk’ın cemâline hasr-ı himmet edenler, esasen, Cennet’i de görmezler. Zannediyorum Cennet’e koysanız, O’nu görmüş iseler şayet, ne çağlayan ırmaklardan haberleri olur; ne onlara el işareti, ayak işareti, göz işareti yapan Hurîlerden haberdar olurlar; ne cilası, boyası bambaşka, baş döndürücü olan saraylardan, villalardan haberleri olur!.. Öyle bir güzelliğe meftun olur, kendilerinden geçer ve onun sermestisini yaşarlar ki, o anda ne derseniz deyiniz onlara, onlar, “Allah, Billah, Lillah, İlallah, Ma’allah, Anillah!” der dururlar sürekli. Seyr u sülûkta değişik merâtibi ifade etme adına, bunlar, farklı karakollar veya benzin istasyonları… Her birisinde insan, değişik bir donanımla bir ilerisine gider. Bir ilerisine gitmek için de bu defa hangisi uygunsa onu alır.

Ama öyle bir zaman geliyor ki, insanlar, hakikaten enâniyetleri adına çok ileriye gidiyorlar. Çağın Sözcüsü’nün dediği gibi, bu çağ, bir enâniyet çağı; bilerek, dünya hayatının âhiret hayatına tercih edildiği bir çağ. Âdetâ ahiret görülmüyor; dünya, değişik sütreleriyle, seralarıyla öte tarafı görünmez kılıyor; insanların gözlerinin önünde sütre sütre üstüne, sera sera üstüne oluşturmak suretiyle, o tarafı görmeye mâni oluyor. Onun için diyor: Çağ -bir yönüyle- bilerek dünya hayatını, âhiret hayatına tercih edenlerin asrı… Öyle ise, acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak istiyor bu çağ. İnsan, kendini âciz görecek; çünkü çağ, enâniyet asrı.

   Bizim cehd ve gayretlerimiz ile Cenâb-ı Hakk’ın şimdiye kadar lütfettiği nimetler arasında katiyen bir kozalite söz konusu değil, her şey O’ndan; öyleyse, insî-cinnî şeytanların yol kesme gayretlerini bir realite olarak kabul etmeli ve Allah’a sığınarak hiç durmadan yürümeli!..

Aslında pratik hayatta da cehd ve gayretlerimiz ile o cehd ve gayretlere terettüp eden şeylere baktığımız zaman, kozalite mülahazası ile, sebep-sonuç arasında bir münasebet görülmüyor. Sizin arkadaşlarınız, çiçeği burnunda, üniversiteden yeni mezun olarak dünyanın dört bir yanına dağıldılar. Ellerine birer çanta alıp gittiler. Gittikleri yerlerde ev kirası verecek imkânları bile yoktu. Gidecekleri yerin coğrafyasını bilmiyorlardı: “Nerede, falan yer nerede? Tayvan nerede, Tayland nerede, Çin nerede? Orta Asya’da, falan memleket nerede, filan memleket nerede?!.” Bilmeden gittiler; hava meydanında sordular, “Bu uçak, nereye kalkıyor?” Eğer kendi gidecekleri yer ise, bindiler uçağa, gittiler oraya… Cenâb-ı Hak, gönüllere “vüdd” sevgi, hüsn-i kabul vaz’ etmişti; gittikleri hiçbir yerde tersyüz edilmediler. Herkes gönül kapılarını onlara açtı. Dünyada yüz yetmiş küsur ülkede herkes sinesini, bağrını açtı; “Hoş geldiniz, safâ geldiniz ama -bir yönüyle- sizden şikâyetçiyiz, biraz geç kaldınız! Daha evvel niye gelmediniz?!” dedi.

Ee gelemezdik ki!.. Zira orada bir diktatörlük vardı; “İlle dediğim dedik!” diyordu, “Bana bey’at edeceksin!” diyordu, günümüzde olduğu gibi, “Yoksa sizi sürgün yaparız! Ya sürgün ederiz, ya hapse atarız!” diyordu. Ne kadar benziyor değil mi?!. Dolayısıyla o şer sistemi yıkılınca, bir yönüyle sizin de otağınızı kurabileceğiniz “sulh adacıkları” oluştu, ütopyadan dünyalar kuruldu. Çevreden bakıp görünce, “Yahu bize niye gelmiyorsunuz; bize niye gelmiyorsunuz?!” dediler. Dinleri ne olursa olsun; değişik mezhepleri ile Hıristiyanlar, değişik versiyonları ile Budistler, Brahmanistler, değişik versiyonları ile Şintoistler… Hepsi kapılarını kale kapıları gibi ardına kadar açtılar, “Buyurun!” ettiler, evlerinin anahtarlarını verdiler.

Size oralarda hizmet etme imkânı doğdu; kendi enginliklerinizi sergilediniz; Kitap Fuarı yapıyor gibi, “Düşünce Fuarı” yaptınız, düşüncelerinizi sergilediniz. Bir yerde Müslümanlık adına onun dırahşan çehresini karartan insanlara karşılık siz de stantlar açtınız. Meydanlarda açıktan açığa insanların kellelerini alan ve ona da “Müslümanlık!” diyen insanların İslam’ın dırahşan çehresini karartmasına mukabil, sergilediğiniz düşünce dünyanızın sergileri, kendi gönül dünyanızın sergileri, o fuarlara giren insanları hayran bıraktı; “Yahu bunlar böyle ise, o iş bizim bildiğimiz gibi değilmiş… IŞİD değilmiş, çaşıt değilmiş, casus değilmiş, bilmem ne Haram değilmiş, ne Murabıt değilmiş… Değilmiş, değilmiş; çok farklıymış bu mesele!” dediler ve en azından bir tereddüt yaşamaya başladılar.

Zamanla sizin nabzını tuttular, kalbinizi dinlediler; âletler koydular, dimağ âletini koydular, fikir âletini koydular, dinlediler. Ritimde değişiklik yok, hep “di-di-da-dıt, da-da-dıt.. di-di-da-dıt, da-da-dıt” atıyor. “Vallahi bunlar doğru söylüyorlar!” dediler ve dolayısıyla da birden bire “bir”ler, “yüz”lere ulaştı Allah’ın izni-inayetiyle.

Ee şeytan boş durur mu? Kendisinin emrine âmâde/teşne, onun tasmalı kulları, halâyıkı -değişik yerlerde, bazen serkârlar da dâhil- şeytanın dediğinin arkasından sürüklendiler: “Bunu bizim yıkmamız lazım! Yoksa bütün dünya bu doğruluğa uyanacak! O zaman bizim hikmet-i vücudumuz kalmayacak. Oysaki çok eski zamanlardan beri, zaman üstü zamandan beri biz bu işi yapıyoruz. Onu gökte başlattık, hem de Safiyyullah (Âdem aleyhisselam) ile başlattık bu işi. Bunlara dünyayı bırakmamamız lazım! Dünya, inanmış bu insanlara bırakılacak hakir bir yer değildir! Şeytanî yaldızlar ile yaldızlanması lazım bunun; şeytanî insibağ ile münsebiğ olması lazım!” Kendi avenelerine, hempalarına, boynu tasmalı halayıklarına birer fırça verdiler, “Bu (tahripkâr) düşünce boyalarını çalın her yere!” dediler, verdiler ve dediler, verdiler ve dediler… Dolayısıyla birileri takıldı sizin arkanıza; yaptığınız şeyleri yıkmaya durdu, fitne ve fesat uyardılar. “Olmuyor! En iyisi mi ben bunları kapkaranlık bir şey ilan edeyim: Maşerî vicdanda onlara karşı (mevcut) güveni sarsayım ben; ayrıştırayım, ‘Onlar, bu toplumun düşmanıdır!’ diyeyim.” dediler avenelerine, hempalarına.

Dün ayrı bir strateji, ayrı bir plan; bugün ayrı bir strateji, ayrı bir plan… Yarın başka türlü bir plan yapacaklarını gösteriyor bu. Dün yaptıkları, yarın farklı şekilde yapacaklarının en inandırıcı referansıdır. Değişmeden, hep şeytanî plan ve projeler ile ön kesmeye çalışacaklar. Bağışlayın, o meret de çok profesyonel birisi, duayen… Tâ gökte bile oyununu oynamış; melekler içinde oyununu oynamış, insan ne olacak buna karşı?!. Evet, “umûr-i hayriyenin muzır mânileri olur; şeytan, bu hizmetin hâdimleri ile çok uğraşır.” diyor Sâhib-i zaman, Hazreti Sâhib-kıran. Öyle ise bunu bir realite olarak görmek lazımdır.

   Allah, ne sizi yüzüstü bırakır ne de bu seviyeye getirdiği hayırlı hizmetleri akamete uğratır; yeter ki siz dağınıklığa düşmeyin, meşveretten vazgeçmeyin ve Kur’ânî makuliyet istikametindeki gayretlerinizi eksiltmeyin.

Ne var ki, burada bir şeyi daha min gayr-ı haddin arz etmek istiyorum; istidradî (antrparantez) de sayabilirsiniz: Bu türlü şeyleri alabildiğine tasvir ederek sâfî düşünceleri, sâfî zihinleri kirletmemek lazım. İcmâlen meseleyi bilmeli… Şeytan bir oyun oynuyor burada… Bu oyun “künde” ise, kündeye göre kendinizi hazırlarsınız; bu oyun bir “el-ense” ise, el-enseye göre kendinizi hazırlarsınız; bir “paçadan kapma” ise, ona göre kendinizi hazırlarsınız. -Kırkpınar’ı seyrettiğimden dolayı, biraz o terminolojiye göre konuştum, kusura bakmayın.- Ona göre kendinizi hazırlarsınız ve bu olumsuzluklar sarmalından dışarıya çıkmaya çalışırsınız. Dünden bugüne bunu devam ettire geldiniz ve çok önemli hayırlara vesile oldunuz, çok önemli şeyleri inkişaf ettirdiniz. Bunu daha ileriye götürmek için Allah’ın izni-inayetiyle, sadece kendi meselelerinizle meşgul olursunuz. Oturur-kalkar “ortak akıl”a müracaat edersiniz.

Hazreti Sahib-i Zîşân’ın -Rasûl-i Ekrem’i kastediyorum, sallallâhu aleyhi ve sellem- buyurduğu gibi, مَا عَالَ مَنِ اقْتَصَدَ، وَمَا خَابَ مَنِ اسْتَشَارَ “İktisat yapan, fakr u zarurete düşmez. İstişare eden de haybet ve zarar yaşamaz.” Evet, iktisat yapan, fakr u zaruretin kirli yüzünü görmez. İstişare eden de hiçbir zaman sürçmeye, teklemeye, yığılıp yerde kalmaya maruz kalmaz, haybet yaşamaz! Meşveret, meşveret, meşveret… Sahabe-i kiramı takdir sadedinde, Şûrâ Sûresi’nde, وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ “… Onların işleri kendi aralarında şûrâ iledir.” (Şûrâ, 42/38) deniyor. Değişik faziletler sıralanıyor ve sonunda da “Onlar, kendi aralarında her şeylerini meşverete bağlı, meşveret yörüngeli götürüyorlar.” deniyor; “Onlar öyle babayiğit, öyle kâmet-i bâlâ insanlar…” deniyor.

Bu açıdan da oturup-kalkıp hep kendi plan ve projelerimizi bu şartlar altında nasıl realize edebileceğimizi düşünüp konuşmalıyız. Zannediyorum ona bakmamız lazım. Çünkü yine Hazreti Pîr’e ait bir sözdür: “Her zamanın ayrı bir hükmü vardır.” Değişmeye müsait meselelerde, Kur’an’ın temel disiplinlerine aykırı olmamak, Sünnet-i Sahîha’ya aykırı olmamak, Müçtehidîn-i ızâm hazerâtının o mevzuda selametli içtihatlarına aykırı olmamak kaydıyla, her zamanın ayrı bir hükmü vardır. “Şimdi konum, nasıl hareket etmeyi, neler düşünmeyi gerektiriyor? Bu problemler sarmalından nasıl sıyrılırız, nasıl çıkarız? Bugüne kadar Allah’ın izniyle getirilen bu işi, bundan sonra nasıl ileriye götürürüz?” Hep bu meseleleri mülahaza ve mütalaaya almalıyız.

Biz, bu mevzuda isabetli bir adım attığımız zaman, Allah’tan tevfîk bekleyebiliriz. Biraz evvel dediğim gibi, şu âna kadar yapılan şeylerde zaten, tenâsüb-i illiyet prensibine göre, sebep-sonuç arası bir münasebet yok. Allah’ın size yaptırdığı şeyde, tenâsüb-i illiyet -Frenkçe ifadesi, “Kozalite” prensibine göre, sebep-sonuç arasında hiç münasebet yok! Çiçeği burnunda delikanlılar… Tecrübeleri yok… İlk gidenler kuralarını çekti gittiler, yirmi tane mi, otuz tane mi? Ertesi defa külahın içi almayacak kadar kura olduğundan dolayı, “Yahu makine ile yapalım bu işi!” filan dendi. Daha sonra, daha başka şeyler ile… Sonra bir güzergâh haline, bir şehrâh haline geldi ki, artık sizin varlığınız yokluğunuz önemli değil… Muhâsibî ifadesi ile “Kur’ânî makuliyet” içinde bir araya gelindi. “Yahu bu güzel bir şey imiş! Kur’an mantığı da bunun, bu meselenin böyle olmasını iktiza ediyor!” dediler. -Hazret, “Kur’an Mantığı” diyor, “Kur’anî makuliyet”.- Kur’an mantığı çerçevesinde sistemler kurdular; dünyanın dört bir yanına açıldılar. Şaşılacak bir şey… Ama biz farkına varmadan, zannettik ki, “Biz yapıyoruz!..” İnşaallah siz öyle dememişsinizdir, ağabeyleriniz de öyle dememişlerdir. Belli; işin büyüklüğü ile bizim sa’y ve gayretlerimiz arasında tam bir münasebet yok. Mesela, Kıtmîr kendi açısından dese: “Benim ayak bağı olmam, filan ile bu meselenin telif edilmesi mümkün değil!..” Mümkün değil bu!..

Şimdi, belli bir dönemde Cenâb-ı Hak, böyle tenâsüb-i illiyet prensiplerini aşkın şekilde size engin eltâf-ı Sübhâniyede bulunmuş ise, sağanak sağanak başınızdan aşağıya zaferler yağdırmış ise, bu iş bu seviyeye geldikten sonra, ne sizi yüzüstü bırakır, ne de yapılan bu işleri olduğu yerde bırakır. Ama murâd-ı Sübhânî, daha başka şekilde, daha başka renk ve desende, dünyaya kendinizi bir farklılık içinde, bir kere daha ifade etmeniz yönünde demek ki; bunun adına sizi tohumlar gibi dünyanın dört bir yanına cebrî hicret ile saçtı-savurdu. Dedi ki: Bulunduğunuz ülkede birer tohumdunuz siz, bir tane… Ama gittiğiniz yerde toprağın kuvve-i inbâtiyesine göre, yani gönüllerin size açılmasına göre, toprağa kendinizi atacaksınız; orada -fenâ-fillah, bekâ billah, maallah- çürüyeceksiniz Allah yolunda. Siz çürüyeceksiniz ama bir başak meydana gelecek. Bu defa lâakall on tane olacaksınız. Bir gidecek, yerinizi on tane alacak. Bazen de Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle, on tane başak olacak, her başakta on dane olunca, bu defa “bir”, “yüz”e yükselecek. Allah’ın lütfu çok engin; rahmeti, gazabına sebkat etmiş ve her şeyden vâsi’; isterse bin tane yapar.

   Şimdilerde çektiğiniz çile ve ızdırapları ileride ve ahirette birer fıkra gibi tebessümle anlatacaksınız; belki de maruz kaldığınız mazlumiyet ve mağduriyetlere karşı sabrınız sayesinde Ashâb-ı kiramın Cennet sofralarında yer alacaksınız.

Bu açıdan da şimdiye kadar bu işi Kendi inayet, kudret, riayet ve kilâeti ile devam ettirdi; aynı zamanda hırz u sıyâneti ile -“hırz” koruma demek, “sıyânet” de koruma demek- düşmanlarınıza karşı size yardım etmek suretiyle, sizi öyle bir noktaya ulaştırdı ki!.. Bugüne kadar size yaptırdığı şeyler, gelecekte daha büyüğünü yaptırmak için en inandırıcı referansıdır. Hiç sekmediniz, hiç sürçmediniz, hiç yüzüstü düşmediniz. Tekme yediniz, sarsıldınız; balyoz yediniz, onun şokunu yaşadınız. Fakat bunların olmadığı hiçbir dönem yoktur ki!..

İnsanlığın İftihar Tablosu bile çend defa başından balyoz yemiş ama sarsılmamış Allah’ın izni-inâyetiyle, şikâyet etmemiş. Şikâyet etmeye bâdi olan faktörler karşısında bile “Elhamdülillah!” demiş. Çağın Sözcüsü de اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ diyerek nefes alıp vermiş: “Küfür ve dalalet müstesna, O’ndan gelen her şeye hamd ü senâ olsun!” “Hoştur bana Senden gelen / Yâ hil’at u yahut kefen // Yâ taze gül yahut diken / Lütfun da hoş, kahrın da hoş!” Bu mülahaza içinde, yediğiniz balyozların acısını -zannediyorum- unutacak ve ileride onları adeta birer fıkra gibi anlatacaksınız.

Şimdiye kadar 27 Mayıs görmüş olanlar olarak, 12 Mart görmüş olanlar olarak, Haziran görmüş olanlar olarak… Bir de ne vardı? Aralık filan mı vardı? Aralık da vardı galiba. Bir de Temmuz vardı. Temmuz görmüş olanlar olarak… Ayların çoğu kirlenmiş; onların arındırılmasını Allah (celle celâluhu) size bırakmış. İmam Şâfiî hazretlerinin, takdir edip sürekli bu kirli takkeme sorguç yapacağım bir sözü var: “Seleften Allah ebediyen razı olsun; halefe ne kadar çok yapacak iş bırakmışlar!” Ee Cenâb-ı Hak, size o kadar çok iş bırakmasaydı, onlar ile beraber nasıl Cennet’e girecektiniz ki?!. Hazreti Ebu Bekir ile beraber nasıl olacaktınız ki?!. Şimdi hanginize sorsam, zannediyorum, “Ben de varım, ben de varım, ben de varım!” dersiniz. Hanginiz Hazreti Ebu Bekir ile beraber aynı sofraya oturmayı istemezsiniz? Hanginiz Hazreti Ömer ile, Hazreti Osman ile, Hazreti Ali ile, tâife-i nisadan Hazreti Hadîce-i Kübrâ ile, Âişe-i Sıddîkâ ile, Hazreti Hafsa ile aynı sofraya oturmayı istemezsiniz?!. Bin canımız olsa fedâ olsun, teşneyiz o işe!.. Siz o işe teşne olduğunuz sürece, emre âmâde bulunduğunuz sürece, inanın, Allah bütün gönülleri sizin diyeceğiniz/edeceğiniz şeylere teşne haline getirecek, âmâde kılacak.. kulaklar, sizin için açılacak, semâvî sesleri dinliyor gibi dinleyecek.. ve aynı zamanda Allah basiretinizi açacak; selef-i sâlihînin tekvinî emirleri okuduğu, eşya ve hadiseleri hallaç ettiği gibi size de ettirecek, Allah’ın izni-inayetiyle, “Yahu, aradığımız, meğerse bu imiş!” diyeceksiniz.

İşin başlangıcına dönelim: Aynı zamanda böylece yetimlikten, öksüzlükten siz ve milletiniz -Millet-i İslâmiye- kurtulmuş olacaksınız. Bugün sizin dünyanızda görülen o karalamalar hadisesi, Allah’ın izni-inayetiyle unutulacak. Şimdi o geçmişte olan belâ ve musibetleri gülerek, birer fıkra gibi anlattığınız şekilde bugünleri de anlatacaksınız. “12 Mart’ta, hapishanede arkadaşlar ile şunları konuşuyorduk!” diye… Ee hapishane, kendine göre psikozu var, insanın moralini bozuyor. Gardiyan geliyor; bağışlayın, “Lan, kalkın ayağa!” diyor.

Mesela, bir tek örneğini söyleyeyim: Zehirli yumurtadan zehirlenmişim. Götürmüşler dışarıya; araba/cankurtaran gelmemiş. Dönüp bir daha içeriye getirmişler; “Ölürse, koğuşta ölsün!” demişler. Sonra rahmetli Osman hoca yardım etmiş. Benim çok sevdiğim bir arkadaş idi, geçen de oğlu buradaydı. Bana diyordu ki: “Ben istifrağ ettirdim de seni, sen kurtuldun!” Gardiyan geldi sabah; zannediyorum, o ayağı ile dürttü beni, “Lan hoca! Dün, geberiyordun!” dedi. Evet, bu denen/edilen şeyler, sizin toplum içindeki konumunuza karşı da saygısızlıktır ve çok ciddî moral bozukluğuna sebebiyet verir. Ama şimdi bunları anlatırken, gördüğünüz gibi dudaklarınız geriye gidiyor, gülerek anlatıyorsunuz; birer fıkra gibi, tatlı fıkra gibi anlatıyorsunuz, üstûre gibi anlatıyorsunuz. Bir gün gelecek, Şubat’ı da öyle anlatacaksınız; Aralık’ı da öyle anlatacaksınız; Temmuz zift karalamasını da öyle anlatacaksınız, Allah’ın izni-inayeti ile..

Âkıbet bu ise, bence gözlerimizi o âkıbete, öyle bir sonuca dikerek, o hususa konsantre olalım; başka şeylere çok girmeyelim. Dağılmayalım, nöron kirliliğine girmeyelim, kirli şeyleri bahis-mevzuu yapmayalım! Bilmiyorum daha açık konuşmam yakışıksız kalır mı? Efendim, etrafa zift püskürten gazeteleri, elden geldiğince takip etmeyelim. Bazen Hizmet’e/Hareket’e dokunacak şeyler veya o mevzuda doğrulup bir şey yapmamız gereken hususlar olabiliyor. Onlarda bir-iki insanın o işe bakmasında mahzur olmayabilir. Fakat herkesin, birinci meseleymiş gibi o mevzuya yoğunlaşması, zihin kirliliğinden başka bir şeye yaramaz.

İyileri, iyilikle alkışlayın!.. İnanmış gönüllere karşı mürüvvetli olun!.. İnançsızlara öyle yumuşak yanaşın ki, kinleri-nefretleri eriyip gitsin!.. Ve soluklarınızda daima Mesih olunuz!..

Mercûh, râcihe bir hususta tereccüh edebilir. Âhirzamanda Muhammedî ruh (sallallâhu aleyhi ve sellem)… Bir yönüyle sağ tarafına bir tokat vururlar ise, dön; hınçlarını ayakları altına alsınlar diye, bir de sol tarafına bir tokat vursunlar. Sizin Yunus’unuzun diliyle ifade edecek olursak:

“Dövene elsiz gerek,

Sövene dilsiz gerek,

Derviş gönülsüz gerek,

Sen, derviş olamazsın!..”

***

“Dervişlik dedikleri,

Hırka değil, taç değil,

Gönlün derviş eyleyen,

Hırkaya muhtaç değil!”

Siz, öyle birer dervişsiniz.. ne taç istersiniz, ne de hırka istersiniz.. yaptığınız şeyi yapar, gidersiniz… Siz, tohum atarsınız, kim hasat ederse etsin; önemli değil.. onu kendiniz yapmış gibi kabullenir, saygı ile karşılarsınız. Şeytanın avenesinin hasetten çatladıkları gibi bir duruma -hâşâ ve kellâ- düşmezsiniz, Allah’ın izni-inayetiyle.

“Hizmet varsa şayet, değer az daha yaşamaya / Şimdilerde göz ağrım, sırf O’nun bilinmesi.” Senelerce evvel Kıtmîr söylemiş bu sözü; birisi size tekrar ediyor. Vesselam.

Hicret ve Cihâd-ı Ekber

Herkul | | BAMTELI

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücâhede edenlere elbette muvaffakiyet yollarımızı gösteririz.”

Pek çoğu itibarıyla bu arkadaşlar, kendi ülkelerinde/vatanlarında, toprağını tûtiyâ gibi gözlerine sürmek istedikleri kendi yurtlarında/yuvalarında kendilerine yaşama hakkı verilmediğinden, kendi ülkelerini terk edip başka yerlere “cebrî hicret” etmiş arkadaşlar. Bazıları da daha önceden “ihtiyârî” olarak böyle bir hicreti yapmış, Avrupa ülkeleri, Amerika dâhil dünyanın değişik yerlerine açılmış insanlar… Olup biten şeyler olup biteceği, en son o senaryo realize edileceği âna kadar, arkadaşlar, ihtiyarî olarak, kendileri isteyerek, hür iradeleri ile dünyanın değişik yerlerine hicret ediyorlardı. Daha sonra cebrî hicretler başladı.

Kur’an-ı Kerim’de, bu hicrete delâlet eden çok âyet var: وَالَّذِينَ هَاجَرُوا، وَالَّذِينَ هَاجَرُوا Bazı yerlerde, وَجَاهَدُوا diyor. Hatta bir sûrede iki defa, hemen hemen bir iki kelime farklılığı ile geçiyor: “Hicret ettiler, yurtlarını/yuvalarını terk ettiler ve aynı zamanda orada kendilerini cihâda verdiler, mücâhedeye verdiler.” deniyor.

Evet, “cihâd” kelimesini dillendirdiğimiz zaman, insanın aklına sadece “karşısına çıkan düşman ile savaş” meselesi geliyor. Bu, radikalizmin kullandığı bir malzeme ve başkalarının da gelip gelip hep ona takıldığı bir mesele… Oysaki mesele, siyakı ile, sibakı ile ele alındığı zaman onların anladıkları gibi değil.

Hicret ettiler, göç ettiler, yurtlarını/yuvalarını terk ettiler; ondan sonra da mücâhedede bulundular… وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَإِنَّ اللهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ buyuruluyor ayet-i kerimede; “Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücâhede edenlere elbette muvaffakiyet yollarımızı gösteririz. Muhakkak ki Allah iyi davranan ihsan ehliyle beraberdir.” (Ankebût, 29/69) فِينَا deniyor; “Allah için, lillâh, livechillâh, li-rızâillah, li-şe’nillah ve li-hukuki Rasûlillah.” diyeyim ben. وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا Hizmet etme adına onlara yol yol üstüne, yollar yöntemler lütfettik…

Bir yol değil; değişik ülkelerin farklı kültür ortamlarına göre Allah (celle celâluhu) onları istihdam etti orada, farklı yöntemler kullandılar. Bir yol; temel disiplinler açısından çizgi korundu; Peygamberler güzergâhına riayet edilmeye çalışıldı. Fakat oradaki şartlar, konjonktür, küçük farklılıklar, nüans ve üslup farklılıkları ile farklı yollar… Esas/usûl değil, üslup farklılıklarıyla, “Değişik yollar/yöntemler hidayet ettik!” diyor Allah (celle celâluhu).

   “Cihâd-ı asgardan cihâd-ı ekbere dönüyoruz!”

Şimdi (Kur’an’daki “Cihâd” kavramında sadece) gittiğiniz yerde dal-kılıç, millete karşı maddî mücadele etmenizden bahsedilmiyor, gördüğünüz gibi… Meseleye derinlemesine baktığınız zaman, delâletin hiçbir çeşidi ile ona delalet etmediği görülüyor. Ama cihâdda aynı zamanda o mesele de söz konusu; ona “maddî cihâd” deniyor. İnsanlığın İftihar Tablosu da böyle bir cihâddan döndüğü zaman, “Cihâd-ı asgardan cihâd-ı ekbere dönüyoruz!” buyuruyor.

Ona (maddî mücadele ve harbe) “cihâd-ı asgar” diyor. O (cihâd-ı asgar), kendine mahsus bir kısım şartlar muvacehesinde tahakkuk ediyor. O, insanın “Usûl-i hamse” dediğimiz şeyleri, nefsini, neslini, ülkesini koruması adına, başkalarına karşı, muhakkak veya kaviyyü’l-ihtimal olan bir kısım hadiseler karşısında başvurduğu bir yöntemdir. Buna Abdurrahman Azzam “tedâfuî savaş” diyor; bu sözüyle -esasen- meseleye itiraz edilmeyecek şekilde bir çözüm, bir yorum getiriyor; tedâfuî, yani esas “müdafaa savaşları” bunlar. Ya mutlak, size karşı yola çıkmışlardır; mesela, Roma’dan kalkmış tâ Ürdün’e kadar gelmişlerdir, geleceklerdir, gelme ihtimalleri vardır. Yermük ve Tebük, o mülahazalar ile gerçekleşmiştir. Bir dönemde Ebrehe’nin ordusunun geldiği gibi ki Persler onları/Habeşleri tahrik etmişlerdir. Belli bir dönemde daha sistematik olarak gelmeyi planlıyorlar Müslümanlar üzerine, tamamen yok etmeye niyetlenerek. Evet, ya öyle muhakkak bir karşılaşmaya veya böyle kaviyyü’l-ihtimal bir karşılaşmaya karşı biraz evvel işaret ettiğim şeyleri (usûl-i hamseyi) müdafaa adına tedâfuî savaşlar…

Ama bu, bir, arada bir cereyan ettiğinden dolayı; iki, belli şartlara bağlı olduğundan dolayı; üçüncüsü, burada bu işin içine nefis de karışabildiğinden, “küçük cihâd” olarak adlandırılmış. Bazen, ganimet elde eder insan, kahraman olur, gazi olarak geriye döner… Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) toptan, hepsini birden nazar-ı itibara alarak “cihâd-ı asgar” diyor; “Küçük cihâd… Ondan, büyük cihâda dönüyoruz.”

Bir: O küçük cihâdın ruhlarımıza şöyle-böyle bıraktığı izleri silme adına, nöronlarımızda bıraktığı izleri, tozu-toprağı silme adına… Hâşâ sahabînin dimağında, nöronlarında, hipofiz bezinde, Talamus bezinde böyle bir kirlenme olmaz. Ama Kur’an-ı Kerim’in bu mevzudaki ifadeleri, kıyamete kadar gelecek insanlara göre olduğundan, Efendimiz’in ifadeleri kıyamete kadar gelecek insanları nazara alarak ona göre hitap olduğundan dolayı, meseleyi “ashâb” çerçevesinde ele almamak lazım.

Şimdi öyle bir cihâddan döndüğü zaman, insanlar ganimet ile dönüyorlar; belki bazıları yeni İslamiyet’e girmiş, henüz o işin âdâb u erkânını tam bilemiyorlar. Bunların zihinlerinde de hafif, tahayyülî bir kısım toz-duman olabilir. Bu, küçük bir şey… Esasen bundan büyük bir şey vardır: Burada alınan bu şeyler var ise, toz-duman var ise, hayal kirlenmesi var ise, nöronlara bulaşan bir şey var ise, esasen bunlardan arınma mevzuu… Ona da Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “cihâd-ı ekber” diyor; “büyük cihâd” diyor. O, insanın nefsine karşı, hevâsına karşı, şeytanına karşı, şeytanın şerarelerine karşı, sinyallerine karşı…

   “Baksana kendi hevâ ve hevesini ilah edinen, ilmi olduğu halde Allah’ın kendisini şaşırtıp, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözlerine de perde çektiği kimsenin haline!..”

O, belli sinyaller gönderir, şifre çözücü gibi; nefis de onu çözer. İnsanın hevâ-i nefsine de uygun gelir o, hiç farkına varmadan. مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ “Nefsini/hevâsını ilah ittihaz etti.” sözü ile ifade ediyor onu Kur’ân, neûzubillah. Ne demek bu? O (nefis, hevâ-i nefis) ne diyor ise, onu yapıyor insan: “Eğil!”, eğiliyor.. “Kalk!”, kalkıyor.. “Yat!”, yatıyor.. “Rükûa var!”, varıyor.. “Secdeye var!”, varıyor… Hevâsı ne diyor ise, onu yapıyor, hevâ-i nefsi ilah ittihaz eden…

 Ağızlar, her ne kadar لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ dese de, tavırlar ve davranışlar o mevzuda hangi heyecan ile mızrap yemiş ise, onun gereğini yerine getiriyorlar. Hangi duygu, hangi düşüncenin mızrabını yemiş ise şayet… “Dil” değil esasen; esas “dil” dediğimiz, Farsçada “gönül”dür. Meseleler, bir yönüyle “gönül”den çıkıp “dil-dudak” arasına gelince, biz de ona en uygun bir kelime bulmuş, “dil” demişiz; Arapça’da karşılığı “lisan”. Esprisi bu, meselenin…

Efendimiz’in “cihâd-ı ekber” dediği şey, insanın nefsine karşı, hevâsına karşı, şeytanın sinyallerine/şerarelerine karşı, hafizanallah, halkın takdir etmesine karşı, alkışlamasına karşı, dünyanın câzibedâr güzelliklerine karşı, hezâfirine karşı, tûl-i emele karşı, tevehhüm-i ebediyete karşı, dünyada ebedî kalacakmışçasına, bilerek dünyayı âhirete tercih etmesine karşı…

İnsan sürekli iç kontrol ile kendisini zapturapt altına almaz ise şayet, kaybeder; o savaşta kaybeder insan… Dolayısıyla bu, süreklidir; çünkü insan, her gün bir şey ile karşılaşır. Bir yerde takdire bahis mevzuu olan bir konu ile karşılaşır.. bir yerde bir alkış ile karşılaşır.. bir yerde bir makam ile karşılaşır; bir paye ile karşılaşır.. bir yerde “Ona elini sürdüğün zaman ibadet sayılır!” takdiri ile karşılaşır.. bir yerde “Allah’ın bütün evsâfını câmî bir zât-ı mümtaz (!)” takdiri ile karşılaşır… Hiç farkına varmadan, bu şeytan sinyalleri karşısında mağlup olur; o zavallı, Peygamberler güzergâhında düşe-kalka yürüyordur fakat farkında değildir. “İslam!” diyordur fakat deyişi -esasen- kalbin yediği bir mızrap ile bir ses değildir, bir soluk değildir; dile-dudağa emanet, gayet yavan, gayet zayıf, sadece güftügû’dan ibarettir… Güftügû, dedikodu demektir. Dedikodu Müslümanlığı…

Bu itibarla, bu, sürekli olduğundan, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bundaki başarıyı, öbüründeki başarıdan çok daha büyük görüyor ve o başarıya göre buna “cihâd-ı ekber” diyor.

   Hakk’a adanmış ruhlar, haritadaki konumunu dahi bilmedikleri yerlere irâdî hicret ile gittiler; gittiler ve “cihâd-ı ekber” yörüngesinde, hal ve temsil kanatlarıyla mücâhede ettiler.

Şimdi, arkadaşların durumları, işte böyle bir “cihâd” durumu… Allah (celle celâluhu), bir dönemde iradî olarak hicret ile onları tavzif etti. Bazıları da arkada kaldılar, onları desteklediler; kuvve-i maneviyelerini desteklediler, imkân açısından desteklediler, “Gidin, yolunuz açık olsun!” dediler, yollarına su serptiler, “Gitsinler, dönsünler, gelsinler!” dediler. Böyle karşılıklı “teâvün” oldu, “tesânüd” oldu, bir yönüyle “mesâînin tanzimi” oldu, Allah’ın izni-inayetiyle. Cenâb-ı Hak da bu vifâk ve ittifaka çok engin tevfîklerde, muvaffakiyetlerde bulundu. İslam’ın güzelliklerini hâl ile ve temsil ile başkalarının ruhlarına da nefh etme.. âdetâ bir sûr ile üflüyor gibi.. sûr değil, Mevlânâ’nın “ney”i ile seslendiriyor gibi tatlı tatlı nağmeler ile… Yerinde “Sabâ” ile, yerinde “Uşşâk” ile, yerinde “Hüzzâm” ile, yerinde “Rast” ile, yerinde “Hicaz” ile… “Burada bu gider, burada bu gider, burada bu gider!” dediler. Mizaçlara göre, mezâklara göre, kültür ortamlarına göre, Allah’ın izni ve inayeti ile, hâl ve temsil diliyle anlatacaklarını anlattılar.

Şimdi elektronik tabloya yansıdığı gibi, لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا Sevr sultanlığında… “Tasalanmayın, Allah, bizimle beraber!” Allah, beraber olduğunu gösterdi, hissettirdi. Öyle yerlere gittiler ki, o yer ile alakalı bir seminer dersi almamışlardı. Nereye? Zannediyorum haritayı önlerine koysaydınız: “Gideceğin şu yerin nerede olduğunu hemen, derinlemesine çok düşünmeden, parmağınla bana işaretle, ben de sana Nobel ödülü vadediyorum!” deseydiniz, bilemezlerdi. Sordular, gidip havaalanına, sordular; “Falan yere nereden gidiliyor, nasıl gidiliyor; uçak oraya gidiyor mu?!” falan… Öyle gittiler oraya. Ve giderken beş kuruşları yoktu. Belki sermaye olarak sadece karakterlerini, temsil güçlerini, hâl güçlerini ortaya koydular, Allah’ın izni-inayeti ile.

Cenâb-ı Hak da kale kapıları gibi kalblerin kapılarını açtı onlara. Hiçbir devlete müyesser olmayacak şekilde onlara hizmet ettirdi. Allah’ın izniyle, hâlâ da devam ediyor; onca tahribata rağmen devam ediyor. Evet, Cenâb-ı Hakk’a dua ve niyazda bulunalım -antrparantez- Cenâb-ı Hak, kıyamete kadar devam ettirsin. Çünkü o devamı işaretleyen, aynı zamanda gayb-bîn gözüyle görüp olacağını haber veren veyahut da bir hedef olarak gösteren Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm idi, sallallâhu aleyhi ve sellem: “Benim adım, güneşin doğup-battığı her yere gidecek.” diyor. Gecenin bitmediği, gündüzün bitmediği yerleri düşünün; penguenlerin dünyasından Kuzeyde bilmem nereye kadar… “Nerede Güneş doğup-batıyor ise, oraya kadar Benim nâmım ulaşacak!..” diyor.

Cenâb-ı Hak, onu çok kısa zamanda lütfetti, yaptırdı, biiznillah, biinâyetillah. Fakat o meselenin mahiyet-i nefsü’l-emriyesini bilmeyen nadanlar… “Nâdanlar, eder sohbet-i nâdan ile telezzüz / Divânelerin hemdemi, divâne gerektir.” “Sohbet-i nâdân, alâmet-i nâdânist.” Sâdî diyor, Gülistan’ında. Öyle, nâdanlar ile arkadaş olmak, onlar ile düşüp-kalkmak, arkalarından sürüklenmek; bu, cahillik alametidir.

Evet, arkadaşlarınız gittikleri her yerde -böyle- manevî cihâd ile mücâhede ettiler. Bir kere daha tekrar edeyim: “Cihâd” dediğimiz zaman, bir, maddî cihâd; biraz evvel arz ettiğim gibi, usûl-i hamsenin -“Hürriyet”i de ilave eden Usûlcüler var, “usûl-i sitte” olur o zaman.- muhakkak tehlikeler karşısında korunması, onlara karşı verilen savaşta maddî mukabelede bulunulmasıdır ki, buna “cihâd-ı asgar” deniyor. Fakat “cihâd-ı ekber”e gelince, o, devam ve temâdî ediyor. Bunun devam ve temâdîsi de insanın kendini sürekli iç kontrolüne tâbî tutması, kendi ile yüzleşmesi; sürekli -son yazılarda anlatıldığı üzere- kendiyle yüzleşmesi.. bir yönüyle, Allah ile münasebetini tekrar ber-tekrar gözden geçirmesi.. kendisini İslam’ın temel disiplinleri ile birkaç defa her gün test etmesi.. “Allah ile münasebetim nerede, acaba Ben nerede duruyorum? Nerede durmam lazım geldiği halde, şimdi neredeyim?” demesi… Bütün bunları, hem de kendini gördüğü yerin de birkaç adım gerisinde olarak kendini mütalaaya alıp gözden geçirmesi… Mesela, Cenâb-ı Hak, bir yere götürmüştür; bir el işareti ile kocaman bir belde, nûr-i iman ile tenevvür etmiştir. Fakat birkaç adım geriye çekilerek, “Ben olmasaydım, herhalde bu mesele çok daha ileriye gidecek idi!” mülahazasına bağlı, “Bir yönüyle bu mesele, bana bağlı gittiğinden dolayı, bana ait takılmalardan ötürü, takılma oldu!” demesi…

   Hicret, Mücâhede ve Sabır… Ah bunu bir bilselerdi!..

Evet, وَالَّذِينَ هَاجَرُوا فِي اللهِ مِنْ بَعْدِ مَا ظُلِمُوا لَنُبَوِّئَنَّهُمْ فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَلَأَجْرُ اْلآخِرَةِ أَكْبَرُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ * اَلَّذِينَ صَبَرُوا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ “(Bulundukları yerde inançlarından dolayı) zulme maruz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri elbette dünyada güzel bir şekilde yerleştirir, onlara güzellikler hazırlarız. Âhiret’te verilecek mükâfat ise şüphesiz daha büyüktür. Ah, (insanlar) bunu bir bilselerdi!.. O muhacirler, (inançlarından dolayı başlarına gelenlere) sabretmişlerdir ve ancak Rabbilerine dayanıp güvenmektedirler.” (Nahl, 16/41-42) Bakın, diyor ki: Zulme uğradıktan sonra bunlar, hicret ettiler. لَنُبَوِّئَنَّهُمْ فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً Dünyada, Biz, onlara mutlaka güzellikler hazırlayacağız. Ama onun ile yetinmeyecek sadece, وَلَأَجْرُ اْلآخِرَةِ أَكْبَرُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ Âhiretin ecrine gelince, o, çok daha büyük!..

Aynı sûredeki ilgili ikinci ayette ise -Zannediyorum yukarıdaki ayetten birkaç sayfa sonra, Nahl sûresinde.- diyor ki: ثُمَّ إِنَّ رَبَّكَ لِلَّذِينَ هَاجَرُوا مِنْ بَعْدِ مَا فُتِنُوا ثُمَّ جَاهَدُوا وَصَبَرُوا إِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحِيمٌ “Buna karşılık, şüphesiz ki senin Rabbin, imanlarından dolayı mihnet ve işkenceye, zulme ve baskıya maruz kalan ve nihayet hicret eden, ardından Allah yolunda mücâhede eden, çalışıp didinen ve sabredenlerle beraberdir. Evet Rabbin, onların bütün bu güzel davranışlarına karşılık olarak elbette günahları çok bağışlayandır, (bilhassa mü’min kullarına karşı) hususî merhameti pek bol olandır.” (Nahl, 16/110)

İmtihana tâbi tutuldular, bundan dolayı hicret ettiler; imtihana tâbi tutuldular, cebrî hicrete maruz kaldılar. Ama gittikleri yerde boş durmadılar; mücâhedede bulundular, manevi mücâhede ile gönüllere otağlar kurdular. Allah (celle celâluhu) kalblere vüdd vaz’ etti. Cibril, bütün gök ehline duyurdu: “Allah, falanları seviyor, siz de sevin!” Efendimiz buyuruyor. Sonra Cenâb-ı Hak, onlara yeryüzünde gönüllerde alaka, sevgi ve vüdd vaz’ etti. Sonra gittikleri yerlerde sıkıntılara maruz kaldılar: Kamp sıkıntısı çektiler.. vize sıkıntısı çektiler.. geçim sıkıntısı çektiler.. muâvenetlere muhtaç oldular.. himmetlere muhtaç oldular… Ama dişlerini sıkıp “aktif sabır” içinde sabrettiler. اَلصَّبْرُ مِفْتَاحُ الْفَرَجِ “Sabır, kurtuluşun sihirli anahtarıdır.” Sabrettiler, şikâyet etmediler…

Buna bir şey ilave ediyoruz: Aktif Sabır. Durağanlığa kendilerini salarak değil; o, insanı dağılmaya götürür, saçılmaya ve savrulmaya götürür. Hareket halinde sabır… “Ben, buradayım; şartlar, ne yapmama müsait? Konjonktür, bana ne kadar müsaade ediyor, vize veriyor?” Ona göre… إِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحِيمٌ Bundan sonra artık, şüphesiz Senin Rabbin… Hem de Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nâm-ı celiline izafe edilerek… Muhatap olarak O’nu alarak: “Senin Rabbin…” Yani, Kendi ufkun itibarıyla, nâ-kâbil-i idrak; o nâ-kâbil-i idrak Zât-ı Baht var ya!.. O, لاَ تُدْرِكُهُ اْلأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ var ya!.. İşte o Senin tam bildiğin, başkalarının bilemediği Zât var ya!.. O, Senin Rabbin, مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحِيمٌ Bütün bunlardan sonra… Bir de “Lâm-ı Te’kîd” var; لَغَفُورٌ رَحِيمٌ Günahları yarlıgayıcı… Mübalağa kipi ile; günahları yarlıgamada eşi-menendi yok!.. Bir de Rahîm; merhamet etmede de eşi-menendi yok!.. 

Hususiyle bu “Rahîm” kelimesi, رَحْمَنُ الدُّنْيَا، رَحِيمُ اْلآخِرَةِ denmesi de gösteriyor ki, kemâli ile âhirette tecelli ediyor; Cennet şeklinde, ırmaklar şeklinde, Hûriler şeklinde, Gılmanlar şeklinde… Ama zannediyorum, sizler, Hazreti Mevlânâ, Yunus Emre ve Hacı Bektaş gibi kimselerin mülahazasıyla, estağfirullah, daha arkalara giderek, anamız, büyük anamız Râbia Adeviyye mülahazasıyla -Ne kadar saygı duyduğumu zannediyorum kendisi bile bilmiyordur, Rabia validemize ne kadar saygı duyduğumu!..- “Ne helva, ne selva; illa Rü’yet-i Mevlâ!” dersiniz. Zannediyorum, ne Cennet’in ırmakları, ne köşkleri, ne villaları… Ama onlar, Allah tarafından birer atâya olduğundan dolayı, “Veren”in (celle celâluhu) hatırına, tahdîs-i nimet kabilinden kabul edilir. “Yâ Rabbi! Bundan dolayı da teşekkür ederiz, fakat gönlümüzü kaptırdığımız şey bizim, başkaydı; o da Senin cemâl-i bâ-kemâlini müşahede etmek!..”

Cennet’in binlerce sene hayatı, bir dakikasına mukabil gelmeyen Cemâl-i bâ-kemâlini müşahede etmek… Dünyada, ukbâda, bütün sistemlerde, trilyonlarca sistemde, Senin serpiştirilmiş güzelliklerinin hepsini bir anda müşahede etmek… Bu, öyle bir şey ki, gördükleri zaman, bayılacaklar… Çok tekrar ettiğim gibi, فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ * فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ اْلاِعْتِزَالِ “Gördükleri zaman onlar, Cennet nimetlerini unutacaklar. Yazıklar olsun o ehl-i İ’tizâl’e ki, görmeyi inkâr ediyorlar. Yuf olsun onlara!” diyor, Bed’ü’l-Emâlî’de. Evet, şimdi bunlara dilbeste olmuş, Allah’ın izni-inayetiyle, yürüdüğü yolda yürüyor ve yaptığı o manevî cihâdı da yapıyor. Öyle birine karşı, bu ayette de ifade buyrulduğu gibi, Allah, Gafûr’dur, Rahîmiyeti ile orada tecelli edecektir.

   Burada çektikleriniz ötede tatlı birer menkıbeye dönüşecek; gözlerinizin görmediği, kulaklarınızın duymadığı ve akıllarınızın alamayacağı güzellikler içinde o menkıbeleri birbirinize anlatıp sohbet edeceksiniz.

O, Kendisi ifade buyurduğu gibi, bir kudsî hadiste de -O Kudsî hadise tercüman olan Zât’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) da canımız kurban olsun!- Allah şöyle buyuruyor: أَعْدَدْتُ لِعِبَادِي الصَّالِحِينَ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ، وَلَا أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلَا خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Salih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insan kalbinin de tasavvur edemediği nimetler hazırladım.” Sâlih kullarıma… Yaptığı her şeyi arızasız, gıllügışsız, içine bir şey bulaştırmadan; şöhret, nam, nişan, dünyevî ad, istikbal, yaşama zevki, bohemlik duygusu, rahat hissi, dünyayı bilerek âhirete tercih etme duygusu bulaştırmadan yapan… Bütün bunları elinin tersiyle itmiş; hep neye tâlip olacak ise şayet, ona olmuş. Bunların hepsini terk etmiş; bir yönüyle, “Tâlî şeyler bunlar, benim için!” demiş. أَعْدَدْتُ لِعِبَادِي الصَّالِحِينَ Sâlih kullarıma… Arızasız, kusursuz…

“İbadet” mi, “Ubudiyet” mi, yoksa “Ubûdet” mi? Cenâb-ı Hak, o zirveyi (ubûdet zirvesini) cümleye müyesser kılsın. O yolda olanlar, “Ben oraya ulaşacağım!” diye o niyet ile yürüyorlar ise, Allah, onunla mükâfatlandırır. Niyeti sağlam tutmak lazım; o niyete göre adım atmak lazım. O ufku yakalama adına kanatlanmak, üveyikler gibi kanatlanmak, ona doğru yürümek lazım!.. أَعْدَدْتُ لِعِبَادِي الصَّالِحِينَ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ Hiç göz, görmemiş… وَلَا أُذُنٌ سَمِعَتْ Kulak işitmemiş… وَلَا خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ Hiç kimsenin de tahayyül, tasavvur dünyasına gelecek gibi değil; insanın tahayyül edeceği, aklına geleceği gibi şeyler değil bunlar. Ben, sâlih kullarıma onları hazırladım.

Şimdi o salah korunduğu takdirde, tamamen her şey O’nun için yapıldığı takdirde, Allah (celle celâluhu) öyle şeyler lütfediyor ki, zannediyorum burada çekilen şeyler, o sıkıntılar, hani o imtihanlar, o iptilalar filan, öbür tarafta -Kur’an-ı Kerim’in başka bir ayeti ile ifade ettiği gibi- karşılıklı koltuklarda oturup anlatacakları menkıbelere dönüşüyor. Bizim geçmişte olan şeyleri anlattığımız gibi…

Ben 27 Mayıs’ı da gördüm, onun tokadını yedim; 12 Mart’ı gördüm, onun da tekmesini yedim; 12 Eylül’ü gördüm, onun çift tekmesini (çiftesini) yedim; 28 Şubat’ın hem tekmesini hem yumruğunu yedim. Fakat şimdi oturmuş bunları birer menkıbe gibi anlatıyoruz; rahat, Bedir’i anlattığımız gibi, bilmem nerede Ukbe İbn Âmir’in zaferini anlattığımız gibi, Perslere karşı zaferini anlattığımız gibi anlatıyoruz. Dudaklarımız ister istemez geriye gidiyor, meseleler artık bir menkıbe durumuna düşmüş gibi oluyor. Dolayısıyla bugün bu çekilen şeyler, Hak yolunda olanlar için, öbür tarafta insanların karşılıklı birbirine anlatacağı menkıbeler haline gelecek. Ve sonra dönüp bakacaklar: “Bu işleri bize yapan insanlar acaba neredeler?”

İnşaallah öbür tarafa (Cehennem’e) gitmezler; inşaallah, Araf’ta da kalmazlar. Orası da ayrı bir şey: Bir oraya bakma, bir beri tarafa bakma. Onun hakkında farklı yorumlar var: Sonradan girenler… Önce girememişler demek. Ama o tarafı da görüyorlar, bu tarafı da görüyorlar. Öbür tarafa bakınca, endişe ile titriyorlar; beri tarafa bakınca da sevinçle, inşirah içinde şahlanıyorlar. “Allah’ım, Allah’ım, Allah’ım!” diyorlar. اَللَّهُمَّ أَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ مَعَ اْلأَبْرَارِ، بِشَفَاعَةِ نَبِيِّكَ الْمُخْتَارِ، وَآلِهِ اْلأَطْهَارِ، وَأَصْحَابِهِ وَأَتْبَاعِهِ وَأَتْبَاعِ أَتْبَاعِهِ اْلأَخْيَارِ “Allah’ım, ebrâr diye bilinen iyi ve hayırlı kullarınla beraber bizi de Cennet’ine dâhil eyle, seçkinlerden seçkin Peygamber’inin şefaatiyle, O’nun tertemiz aile fertleri, ashâbı, onları takip edenler ve sonrakiler arasında adım adım onların izinden gidenler hürmetine.”

   “Dünyayı kesben değil; kalben terk etmek lazım!”

Dünya, bundan ibaret: “Çeşm-i ibretle nazar kıl, dünya bir misafirhanedir / Bir mukim âdem bulunmaz ne acîb kâşanedir / Bir kefendir âkıbet sermayesi şâh u geda / Bes, buna mağrur olan Mecnun değil de ya nedir?” Bırakın birileri saraylarda mecnunluk yaşasınlar, villalarda mecnunluk yaşasınlar, filoları olmakla mecnunluk yaşasınlar! Bence “akıllıca” yaşamak, tamamen öbür âleme kilitlenmektedir.

Ha, Cenâb-ı Hak, dünyada da dünyevilikler ihsan edebilir size. Ticaret yapıyorsunuzdur, zenginlik verebilir. Hazreti Osman’a vermiş, Abdurrahman İbn Avf’a vermiş. Radıyallahu anhüma; ikisinden de Allah, trilyon defa, katrilyon defa razı olsun, Allah razı olsun!.. Ama vermesi gerektiği bir yerde, lazım olduğu bir yerde -öyle diyorlar- beş yüz tane deveyi yükü ile vermiş. Beş yüz değil mi?!. Evet, yüküyle vermiş. Bu ne demek, biliyor musunuz? Günümüzde başları döndüren o zırhlı arabalar var ya; işte onların beş yüz tanesini birden verecek kadar… Kalbi o kadar açık; içine o kadar sokmamış o meseleleri, o kadar dışında dönmüş, o kadar meselenin emanetçisi gibi bakmış. Hazreti Pîr de bu meseleyi -anahtar ifadelerden bir ifadedir- şöyle vurgular: “Dünyayı kesben değil; kalben terk etmek lazım!”

Abdurrahman İbn Avf, Hazreti Osman ölçüsünde… İhtimal… Aşere-i Mübeşşere’den; hâşâ bir tırnağı olamam ben. Cenâb-ı Hak lütfetse, ben de onların arkasından kuyruk sallayarak bir fino gibi gitsem!.. Başımı -çok rahatlıkla- ayaklarının altına koyarım Abdurrahman İbn Avf’ın!.. Ama İnsanlığın İftihar Tablosu buyuruyor ki: “Abdurrahman İbn Avf’ı, Cennet’e sürüklenerek girerken gördüm.” “Sonradan giriyor.” diyor, servetinden dolayı… Bunu duyunca Hazret, bütün servetini Allah yolunda infak ediyor. Demek hiç gönlüne girmemiş onun.

Şimdi bu açıdan, meşru dairede kazanılan şeyler, verileceği yerde rahatlıkla verilmeli!.. Sizin insanınız, yani kardeşleriniz, o Anadolu’nun mübarek insanı, kafaları bozulacağı âna kadar… Değişik yerlerde, hiç anlamayan insanlar bile cömertlik sergilediler. Adını vermeyeceğim; anlamayan, bu işlerden anlamayan biri vardı. O dönemde herkesin kapısına gittik, tek bir yerde olumsuz bir tavır görmedik. Çok farklı insanları, ateist, deist, materyalist, pozitivist, bilmem ne, herkesi ziyaret ettik; hiç olumsuz bir tavır ile karşılaşmadık. Yine bu duyguya yakın birisinin yanına gitmiştik. Daha o zamanlar beş-altı tane okul vardı. Ben, onların nasıl yapıldıklarını anlatınca, öyle şahlandı ki adam, “Yahu, hocam, bir tane de ben yapayım!” dedi.

   Hizmetlerin “Kur’ânî Makuliyet” etrafında toplanmış adanmış ruhlarca yapıldığını göremeyen basar ve basiret mahrumları “Milyarlara hükmediyor!” diyorlardı; keşke anlayabilselerdi!..

Farkında değil bu insanlar!.. Yok bilmem Cemaat bir şey yapmış da!.. Yok, Kıtmîr, milyarlar ile meşgul oluyormuş da!.. Kıtmîr’in kitaplarının telifinden gelenden başka şeyi yok; emekli maaşı bile almıyor. Vaizlik… Vaaz etmediğim dönemde, emekli maaşımı almadım; bir fakire veriyordum ben onu. Çünkü vaaz ederken bile sorarak maaş aldım. Çünkü vaaz etme, esas, emr-i bi’l-ma’ruf nehyi ani’l-münkerdir; dolayısıyla şüphelendim. İmamlık yapıyordum. Fukahâ, müteahhirîn ulema, imamlıkta maaş almayı tecviz etmişler; fakat ben vaizlikte maaş almayı tecviz edene rastlamadım. On yedi, on sekiz yaşında iken, vaizlik-müftülük imtihanını kazanmıştım. Askerliğimden üç sene evvel Edirne’ye gitmiştim, o imtihanı kazanmış olarak gitmiştim.

“Acaba vaiz olsam, emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münkerden maaş mı almış olurum? Yahu Allah’ın emrini emredeceksin, nehiylerini yasaklayacaksın, sonra da para alacaksın?!. Bu iş, bedava yapılır.” Sordum ben, Çağın Sözcüsü’nün önde gelen talebelerinden birisine sordum: “Ağabey!” dedim, “Bana vaizlik teklif ediyorlar ama ben bundan şüpheleniyorum!” Dedi ki: “Aynen senin gibi birisi geldi; Hazret-i Pîr-i mugân, Şem’i tâbân ve Ziyâ-i himmete dedi ki: ‘Efendimiz! Bana vaizlik teklif ediyorlar, yararlı olacağımdan bahsediyorlar. Ama ben, alacağım maaştan şüpheleniyorum. Emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker karşılığı maaş alınır mı?’ Buyurdular ki: ‘Ona ihtiyacın var ise, al onu. Ona ihtiyacın yok ise, aldığını başkalarına infak et!’” Kıtmîr de vaizlikten çekildiği zaman, bir fakir aileye veriyordu. Sağ olsun (!) bunlar geldiler; bunlar çok hayırhah olduklarından (!) dolayı, “Sen, vaaz etmekte maaş almayı tecviz etmiyordun; vaaz etmediğin bir dönemde onu başkalarına yedirmen de caiz değildir. Seni -böyle- bir günahtan kurtarmak için, o maaşı da kesiyoruz!” dediler. Efendim, işin doğrusu bu fıkha da bayılmamak mümkün değil (!)

“Milyarlara hükmediyor!” diyorlar. Aslında teşvik… “Kur’ânî Makuliyet”te bir araya gelme… Bu tabir kime ait biliyor musunuz? Tâbiîn dönemindeki el-Muhâsibî diye birisine; kılı kırk yararcasına yaşayan bir insana… Kılı kırk yardığı zaman bile “Yahu bunlardan, bu kırk tanesinden bir tanesini de yine kırka yarabilir miyim?” diyecek kadar ince yaşayan bir insana… Kılı kırk yarma değil, kırkta birini bile kırka yarma hesabı ile oturup kalkan birisine: el-Muhâsibî. Onun için günümüzdeki teologlar hoşlanmazlar ondan. Neden? Yaptığı teklifler öyle ağır ki, onun karşısında kendilerine “Müslüman!” diyemezler, ondan dolayı. Dolayısıyla “Onun kitapları okunmasın!” derler.

“Kur’ânî Mantık” etrafında insanlar, bir araya geliyorlar. Siz diyorsunuz ki: Günümüzde insanlığın çok önemli dertleri/problemleri var. Mesela, ilhad problemi var. Hal ile, temsil ile bu işi ortaya koyabilecek insan kahtından dolayı, insanlar inanca karşı uzak duruyorlar. Hele bir de günümüzdeki radikalleri görünce… IŞİD gibi; Allah ıslah eylesin!.. Boko-Haram gibi; Allah, ıslah eylesin!.. Murâbıtîn gibi; Allah ıslah eylesin!.. Onlara silah yardımı yapanları, dolayısıyla onların çizgisinde olanları da Allah ıslah eylesin!.. Bakın, ne kadar, Allah’ın ıslahına ihtiyacı olan insan var!..

Evet, materyalizme inhimak gibi problemler var. Düşünün belli bir boşluk değerlendirilerek, Marksizm, toplumun hayatına hâkim oldu; Leninizm, toplumun hayatına hâkim oldu… Daha çok farklı cereyanlar, toplumun hayatına hâkim oldu. Deizm, şimdi çok yaygın, Türkiye’de de yaygın; toplumun hayatına hâkim oldu. Bu, bir toplum için önemli bir problem. İnanç, çok önemli, insanı şahlandıran kanat; ona mukabil bunlar, o kanatları kıran, insanı felç eden faktörler, sebepler. Bunlara karşı makul yol nedir? Şayet insanları bu türlü dertlerden iyi reçetelerle uzaklaştırmak mümkün ise, onu uygulamalı!.. Metastaz yapmış kanser gibi, AIDS gibi olmuş bu problemleri izale etmenin yolu, şayet eğitim ise, eğitim yolu ile bu problemleri izale etmeli!..

İkinci bir problem nedir? İnsanların ihtilafı, birbirini yemeleri; canavarlar gibi, yamyamlar gibi birbirlerini yemeleri… Bu ihtilafa ve tefrikaya karşı, değişik yerlerde açacağınız okullar ile, siyahı, beyazı, turuncuyu yan yana getirerek, esasen, insanlık çapında kardeşlik düşüncesini tesis etme… Dünyanın problemlerini halletme adına yapılması gerekli olan bir şey de bu…

Diğer bir problem nedir? Cehalet… İnsanları, Allah’a doğru giderken, o güzergâhta, Peygamberler şehrâhında, düşe-kalka hale getiren faktörlerden bir tanesi de cehalettir. Bunu izâle etmenin yolu da yine “eğitim” yoludur.

Şimdi siz bunları anlattığınız zaman, “İhtilafa çâre… Cehalete çare… Fakirliğe çâre… Ve dolayısıyla ilhâda çare… Birbirini yemeye çare… Bunların hepsi, eğitim reçetesi ile, mektep reçetesi ile, aynı zamanda pozitif ilimler ile, size ait değerlerin hallaç edilerek beraber sunulması sayesinde, Allah’ın izniyle, zâil olacak!..” dediğiniz zaman, siz bunları söyleyince, el-âlem meseleyi makul buluyor. Muhâsibî’nin ifadesine göre “Kur’ânî Makuliyet”. Sünnetî Makuliyet, yani Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolunun makuliyeti çerçevesinde bir araya geliyor; herkes o istikamette saçılıyor, dökülüyor; dolayısıyla elinde-avucunda ne var ise, veriyor, Allah’ın izni-inayetiyle.

   “Kim gönül yıkar ise, iki cihan bedbahtı…”

Ve öyle oldu; öyle gelişmeler oldu. Gün geldi, dünyanın yüz yetmiş küsur ülkesinde bin dört yüz tane okul oldu. Bunu görmezlikten gelmek, hem “basar”sızlık, hem de “basiret”sizliktir, körlüktür.

Diğerini ifade etmek için ise, sözlüklerde, ansiklopedilerde kelime bulamıyorum ben. Bunu görmezlikten gelme değil, bunu yıkma cehdi içinde bulunma… Böyle canavarlığın, böyle bir şenaatin, böyle bir denâetin hangi isim ile anılacağını bilmiyorum. İsterseniz, “Diyanet İslam Ansiklopedisi” var, bilmem kaç cilt, otuz küsur cilt mi ne? Alın ona bakın. Bu tabloyu ifade edebilecek kelime bulamazsınız. “Vahşet” deseniz, “Yahu bana hakaret ediyorsunuz!” der. “Denâet” derseniz, “Yahu hakaret bu, benim için!” der. “Şenâat” deseniz, “Hakaret!..” “Şeytanî şerâre” deseniz, “Yahu hakaret bana!” der. Şeytan der ki “Yahu bunu bana nispet etmeyin. Benim yaptığım şeyler belli, sınırlıdır. Bunlar öyle şeyler ki, benim yapmayı planladığım şeyleri çoktan geçti.” Evet, böyle derler.

Kur’ânî makuliyet ile teessüs etmiş şeylere karşı “cihâd-ı asgar” ilan etmek ve bunu “Sevap kazanıyorum!” diye yapmak, “cihâd-ı ekber” hakikatinden habersiz nâdanların işidir. “Nâdanlar eder sohbet-i nâdânla telezzüz / Divânelerin hemdemi divane gerektir.”

Elektronik tabloya şu yansıdı: “Gönül Çalab’ın tahtı / Çalap, gönle baktı // Kim gönül yıktı ise…” Yunus Emre’nin ikinci mısraını değiştiriyorum biraz: “Kim gönül yıktı ise / O, iki cihan bedbahttı.”

Evet, yıkılan gönül sayısı ne kadar? “Kim gönül yıktı ise…” Şu anda ben kendi kafamda, böyle ihtimalî hesaplar ile kendime göre değerlendiriyorum; on beş milyon insanın gönlü kırılmış!.. Neden? Çünkü bir milyona yakın insan mağduriyet yaşıyor ise, annesi, babası, amcası, dayısı, teyzesi, halası, komşusu, akrabası, aynı masada oturduğu sınıf arkadaşı, öğretmeni/muallimi, talebesi… Biri, yirmi ile çarpacaksınız; bir milyon ise, yirmi milyon insanın içine sürekli kan damlıyor demektir.

Bu, öyle bir cinayettir ki, şeytan, öbür tarafta bu cinayeti gördüğü zaman -Zaten bazı yerlerde o kaçamak diyalektiğini yapıyor; Kur’ân-ı Kerim ifade ediyor.- diyecek ki: “Vallahi, billahi, tallahi; ben bunların hiç birini yapmamıştım!”

Bamteli: GURBET, HİCRET, ŞEHADET VE HİZMET

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Nice güzel insan dâussıla duygusuyla yaşadığı bir diyarda ya da iç içe gurbeti yudumladığı öz yurdunda bir garip olarak ahirete yürüdü; Allah, onları Ashâb-ı Bedir’le, şüheda-i Uhud’la beraber haşreylesin!..

Bir değil bir hayli insan, dünyanın değişik yerlerinde dâussıla duygusuyla yaşadığı bir dönemde ahirete yürüdü. Mübtelâ oldukları bir kısım hastalıkların -“kutsal hafakan” dediğimiz mukaddes hüzünlerin de sebebiyet vermesiyle- onulmaz hale gelmesi söz konusuydu. Hani bir falanı, falanı, falanı düşünün!.. Bir taraftan burunlarının kemiği dâussıla duygusuyla sızlarken, beri taraftan ruhlarının ufkuna, öbür dünyaya, ebedî âleme yürüyorlar; “dâr-ı fenâ”ya veda ediyor, “dâr-ı bekâ”ya teveccüh ediyorlar.

Çok kolay değil. Bir taraftan dünyadan ayrılma; bir taraftan bilemedikleri bir âleme gitme… Kabir köprüsünü nasıl geçeriz? Berzah hayatını nasıl aydınlık içinde yaşarız? Mizan’da durumumuz nasıl olur? Cenâb-ı Hak ne ferman eder; şu tarafa mı, bu tarafa mı? Terazinin kefeleri neyi, nasıl tartar? İnanıyorlar ise, bunlar, onların her zaman hesaplarında vardır; defterlerinin, düşünce defterlerinin başköşesini işgal eder inanan insanların.

Bir taraftan bu duygular… Bir taraftan da alışageldiğimiz şeyler var. Mesela, zannediyorum, nebî bile olsa, öbür âleme göçeceği an, alıştığı, arkadaşlık tesis ettiği, beraber yatıp-kalktığı, beraber yürüdüğü arkadaşlardan muvakkaten ayrılmanın hicranını ruhunda duyar. Bunu, Cenâb-ı Hak ile irtibatı en kavî olan Hazreti Sâdık u Masdûk (alâ nebiyyinâ elfu elfi salâtin) bile hissetmiştir; arkadaşlarından ayrılma hüznünü hissetmiştir.

Bir taraftan burnunun kemiklerini sızlatan, bu… Bir taraftan -bahsettiğim gibi- bunlar için, dâussıla: Alışageldiği yerler.. evi, alışageldiği yer.. sokağı, alışageldiği yer.. oturup-kalktığı, düşe-kalktığı komşuları, akrabaları.. varsa annesi-babası, yakını, evladı… Cüdâ düşmüş, ayrılığa maruz kalmışlar… Bütün bunları düşünerek öbür âleme gitmek, çok kolay değil, zor bir şeydir.

Bunca zor şeye şikâyet etmeden katlanılıyorsa, öbür tarafa giderken bile zihinler hala öbür taraf azığı ile meşgul ise, bunlar, Bedir’de şehit olmuş gibi, Uhud’da şehit olmuş gibi -zannediyorum, hüsnüzannım, kanaatim- sorgusuz-sualsiz gider, nezd-i Ulûhiyette hususî iltifata mazhar olurlar, inşaallah. O (bugün vefat haberini aldığımız) da inşaallah diğer arkadaşları gibi hususî iltifata mazhar olsun!..

Hatırladığım zaman, benim gözlerimi yaşartan, candan arkadaşlarım vardı. Onlar da -öyle- gurbette, ruhlarının ufkuna yürüdüler. Ülkelerine dönme imkânı verilmedi kendilerine. Metastaz yapmış bir kanser ile inlerken, “Dönsem, kendi yurdumda ölsem!” diyene bile, “Hayır, gelince içeriye atarız, işkence ederiz! Dediğimizi demezsen, sana haddini bildiririz!” falan dediler. (Bakınız: “Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!” https://youtu.be/dAsHlmd3i80) Bütün bunların hasretini derinlemesine, çok buudlarıyla içinde duyarak, çok derinlikleriyle içinde duyarak öbür tarafa yürümek, çok hafife alınacak şey değil.

Mekke’den hicret eden Ashâb-ı Kirâm’ı düşünün!.. Daha gider gitmez, Medine-i Münevvere’de, bir yandan dâussıla ve diğer yandan daha ikinci senede Bedir savaşı. Dâussıla sevdası ve savaş… Medine’ye henüz ısınıyor ve düşmanla öyle bir savaşa da yeni giriyor olmuşlar. Ve İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) ayağını sağlam yere basar hale gelmiş; gözlerinde ümit ışınları tüllenmeye başlamış. Böyle bir dönemde hayata veda etmeleri, insan olarak ağır gelir. İzzet Molla’nın ifadesiyle: “Ben usanmam -gözümün nuru- cefadan, amma / Ne de olmasa, cefadan usanır, candır bu!” Bir usanma hissettiklerini zannetmiyorum onların; fakat bir insan olarak, tekme yemiş gibi sarsılmamaları mümkün değil, sarsılır herkes.

   “Derd-i derunuma derman arardım / Dediler ki: Derttir dermanın senin / Dergâh-ı dildare kurban arardım / Dediler ki: Canın kurbandır senin.”

Bunun da kendine göre kazanımları vardır, Allah’ın izni ve inayetiyle. Onun için büyük bir Hak dostu, Dertten büyük dermân mı var / Bir sebeb-i gufrân mı var / Dert gibi bir kıymet mi var / Dertlileri, sever Rahman!..” diyor. İçinizde ne kadar, küme küme dertler var ise, deşeledikçe alttan yeni yeni ne kadar dert çıkıyor ise, sizi sıkacak, streslere/anguazlara sevk edecek ne kadar problem var ise, bunların hepsi, sizde dökülmesi gerekli olan bazı şeylerin dökülmesine vesile olur. Bunlar, insanı, arındıran kurnaların altında arınıyor, semadan inen yağmur, kar, dolu altında arınıyor gibi yapar. Bu son sözler ile Efendimiz’in mübarek duasına işarette bulunmak istedim: اَللَّهُمَّ نَقِّنِي مِنَ الْخَطَايَا كَمَا يُنَقَّى الثَّوْبُ الْأَبْيَضُ مِنَ الدَّنَسِ، وَاغْسِلْنِي مِنْ خَطَايَايَ بِالْمَاءِ وَالثَّلْجِ وَالْبَرَدِ “Allah’ım, beyaz elbisenin kirden arınması gibi beni de hatalarımdan temizle; beni karla, suyla ve dolu ile (yıkanmış elbise gibi) hatalarımdan arındır.” buyuruyor. İşte, musibetler öyle bir arınmaya vesile oluyorsa, bunu da severek karşılamak lazım.

Hepimiz, insanız; hepimizin şöyle-böyle kusurları olmuştur. Bazen bir zihin kirliliğine sebebiyet vermişizdir. Bazen gözlerimizden içeriye akan kirler olmuştur. Anlıyorsunuz ne demek olduğunu!.. Bazen kulaklarımızdan içeriye akan kirler olmuştur. Bazen kalbimizi kendi ritmine uyduran kirler olmuştur. Bazen bütün letâif-i insaniyemizi tesir altına alan kirler olmuştur, istemesek bile… Gerçek mü’mince yaşamada, rüyalarını bile bunlardan sıyânet etme esası vardır; hayallerini bile bunlardan koruma esası vardır. Bütün bunlar ile öbür âleme gidilirse, “Niye kendini saldın? Neden bu düşüncelere yol verdin? Neden kalbin/Latife-i Rabbâniyen için, şeytana açık olan kapıları ardına kadar açtın?!.” diye sorulabilir.

Fakat bu türlü kurnalardan geçince öbür tarafa -Türkçemizde ifade edilen şekliyle diyelim- “pîr u pâk” olarak gider insan. Zannediyorum, kabirde Münker-Nekir hazretleri gelince, bu adamın çehresine bakacaklar; Abdullah İbn Selâm’ın Rasûl-i Ekrem’in mübarek çehresine bakışı ile bakacaklar, önyargısız bakacaklar. Diyecekler ki: “Vallahi, buna soracak bir şey yok! Adam, tepeden tırnağa nurefşân bir mahiyet arz ediyor!”

Hani Hazreti Pîr şöyle ifade ediyor: Bu, bir menkıbe. Menkıbelerin aslına değil -diyorum hep- faslına bakılır, ifade ettiği mana önemlidir. Mollayı koyuyorlar kabre. Ders tedris esnasında, Hadis, Tefsir okuyor, Siyer vadilerinde dolaşıyor, duygu ve düşünce açısından İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) adım adım takip ediyor. Bû-Bekr u Ömer u Osman u Ali (radıyallâhu anhüm) nasıl yaşamışsa, kemâl-i hassasiyet ile onlara takılmış; “Acaba ne etsem ki ben onlara ulaşsam ve bir kaldırım taşı gibi başımı onların ayakları altına koysam!” diyor. İşte böyle bir iklim içinden ayrılıyor; kabre koyuyorlar. Münker-Nekir gelip soru soruyor: مَنْ رَبُّكَ “Senin Rabbin kimdir?” Tebessüm ediyor ilim talebesi; “مَنْ mübtedadır, رَبُّكَ onun haberidir.” diyor; Nahiv ilmince cevab veriyor, kendini medresede zannediyor. -Aksi de olabilir; mukaddem haber, muahhar mübteda; öyle de olabilir, ikisi de caiz Nahiv açısından.- “Men, mübteda; Rabbuke, onun haberidir; siz bana doğru soru sorun, bunlar basit şeyler!” diyor. “Vallahi buna diyecek bir şey yok!” deyip gidiyor Münker-Nekir. Zannediyorum, böyle defaatla arınma kurnalarından geçmiş insanlar, öbür tarafa bu şekilde geçiyorlar.

   Günümüzün karasevdalıları bir dönemde hasret ve hicran mülâhazalarına takılmadan, “gurbet” ve “yâd eller” demeden, hedef Hak rızası, “irâdî/ihtiyârî hicret” ile açıldılar dört bir yana!..

Bu cümleden olarak, dünden bugüne iki türlü hicret yaşanıyor. Birisi, “ihtiyarî hicret”. İhtiyârî hicret, nâm-ı Celîl-i Muhammedi’yi cihanın dört bir yanında duyurma ve rûh-i Revân-ı Muhammedî’nin şehbal açmasını sağlama mülahazası ile dünyanın dört bir yanına gönüllü gitmektir. Her şeylerini bir çantanın içine koymuş, gitmiş insanlar var. O gün, belki bazı şeylere takılmışlar ama saffetleri, temizlikleri, gönül aydınlıkları, yüksek gaye-i hayalleri, dünyevî bir talep peşinde olmamaları… Bunları gören insanlar, onlara bağırlarını açmışlar sonuna kadar, kale kapıları gibi; “Sinemize sandalyenizi atıp oturabilirsiniz!” demişler. Ve yirmi küsur sene, otuz seneye yakın süre zarfında, onlar, gittikleri yerlerde o bayrağı dalgalandırmaya çalışmışlar. Dünyanın en uzak yerlerine kadar gitmişler ama bitmemiş o mesele. Tâ Güney Kutbuna kadar gitme vardı, penguenlere anlatmak için. Kuzey Kutbuna gitmek vardı, oradaki -bağışlayın- boz ayılara anlatmak için. Onlara da “Mahlûksunuz fakat efdal-i mahlûk, eşref-i mahlûk Hazret-i Rûh-u Seyyidi’l-Enâm var. O hepimizin Efendisi’nin sizin için bile ifade ettiği bir mana vardır, bunu duyurmaya geldik size!” demeye kadar…

Belki kimisi de bu mülahaza ile çantasını eline almış, bu niyet ile yola çıkmış; hedefinde bu ufuk var, bu ufku yakalama var, bu gâye-i hayal var. Ama yolun bir yerine kadar ömrü vefa etmiş; dörtte birine, üçte birine kadar… Fakat Allah, niyetlere göre muamele yapar; tamamen onun o ufka varmış olması mülahazası ile ona muamelede bulunur. “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır!” beyanı Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait. إِنَّمَا الْأَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ، وَإِنَّمَا لِكُلِّ امْرِئٍ مَا نَوَى Buhari’nin ilk hadisi; seyyidinâ Hazreti Ömer rivayet ediyor. “Ameller, niyetlere göredir; kim, neyi niyet ediyorsa, Allah, onu verir!” Bazen hiçbir şey yapmayabilirsiniz, çantanızı elinize aldınız, arabaya bindiniz, bir trafik kazasında ruhunuzun ufkuna yürüdünüz; Cenâb-ı Hak, sizin hedefinize göre size muamele yapar. (Bakınız: وَمَنْ يُهَاجِرْ فِي سَبِيلِ اللهِ يَجِدْ فِي الْأَرْضِ مُرَاغَمًا كَثِيرًا وَسَعَةً وَمَنْ يَخْرُجْ مِنْ بَيْتِهِ مُهَاجِرًا إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ ثُمَّ يُدْرِكْهُ الْمَوْتُ فَقَدْ وَقَعَ أَجْرُهُ عَلَى اللهِ وَكَانَ اللهُ غَفُورًا رَحِيمًا “Kim Allah’a ve Rasûlü’ne kavuşma (ve onların rızası istikametinde) hicret için evinden çıkar da daha yolda iken ecel gelip kendini yakalarsa, hiç şüphesiz (o da mükâfatı hak etmiştir) onun (geçmiş günahlarını affetmek ve) mükâfatını vermek Allah’a aittir.)” (Nisâ, 4/100)

İşte belli bir dönemde böyle “ihtiyârî hicretler” oldu. Gönül rızası ile gittiler; coğrafyada yerlerini bilmedikleri yerlere gittiler. Gittiler, orada “Öğretmenlik yapacağız, rehberlik yapacağız, okul açacağız!” dediler. Fakat hırpânî binalar içinde okul nasıl açılır?!. Vakıa… Vakıadan bahsediyorum; orada birer ırgat gibi çalıştılar. Birisinin bir hatırasını -antrparantez- arz edeyim: Sevdiği insanlardan birisinin böyle bir yere gittiğini duyuyor. Ben de o zatı tanımıştım, tanıma şerefine ermiştim. Bir yönetim kurulu başkanı, zenginlerden birisi idi. Onun tanıdıklarından bir tanesi de bir yere gitmiş. Gittiği yerde de müdür olmuş. “Ben onu gittiği yerde, vazife başında bir göreyim!” diyor. Giriyor o binanın içine, soruyor “Falan nerede?!” diye. Diyorlar ki “İşte falan yerde!” Sorduğu kişi o müessesenin müdürü, başına da kâğıttan bir şey koymuş, elinde fırça, duvarları boyuyor. Onun gönlünü fethetmeye yetiyor bu, onu öyle görünce.

Bütün bunlar, göze alınarak gidildi. Bu “ihtiyarî bir hicret” idi. Mercûhun, râcihe tereccüh etmesi cihetiyle, hani bu bir yönüyle “râcih” bir mesele idi. Gün geldi, bu arkadaşlar, Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği şeyi yaptılar. Hiç kimse -ne de Kıtmîr- bu olup biten şeylerin onda birini kendine mal etmesin!.. Okulları açan, O (celle celâluhu) idi; gönüllerde size sevgi kapılarını açan, O idi. إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمَنُ وُدًّا “Rahmân, iman edip imanları istikametinde sağlam, doğru, yerinde ve ıslaha yönelik işler yapanlar için (gök ve yer ehlinin gönüllerinde) bir sevgi var edecektir (de onlar her tarafta kabul göreceklerdir.)” (Meryem, 19/96) İman edip sâlih amel yapanlara, yerde-gökte sevgi vaz’ edilir. Onlar, gittikleri her yerde hüsnükabul ile karşılanırlar. Yapan, O (celle celâluhu) idi; sevdiren, O idi; o binaları size verdiren, O idi. Bunu böyle bilen, böyle gören hiç kimse -zannediyorum- Cenâb-ı Hakk’ın eltâf-ı Sübhâniyesinin tezahürü olarak bize lütfettiği o eğitim müesseselerine sahip çıkmaz, hiç kimse de sahip çıkmasın!.. Allah’ın lütfettiği müesseselerde benim de bir hissem varmış gibi görünmeye ne hakkım var?!. Ve zannediyorum hiçbir arkadaşım, bu mülahazanın ötesinde-berisinde bir düşünceye sapmamıştır, Allah’ın izniyle. Sapsalardı, o geniş coğrafyada Cenâb-ı Hak, o imkânları vermezdi onlara.

   İslam dünyasında bazı yerler ve bir kısım dostlar imtihanı kaybettiler; ikiyüzlü kimselerin imanına kandı, kendi nesillerinin imdadına koşanları yüz üstü bıraktı ve hatta samimi Hak erlerini eşkıya ile pazarlık konusu yaptılar.

Böyle “ihtiyarî hicret” ile bu “göç”ü taçlandıran insanların, çok önemli hizmetlere vesile olmalarının yanı sıra, bir de karşılarına ifritten düşmanların çıkmasına ve onların yaptıkları şeyleri tahrip etmesine rağmen, hâlâ yerlerinde sâbit-kadem olmaları ve bu işi devam ettirmeleri, onlar için öyle yüksek bir pâyedir ki!.. Zannediyorum, gittikleri yerde hiçbirinin dikili bir taşı olmamıştır. Kendilerine güvenerek söylüyorum bunu. Ve zannediyorum “Vardır diyen insan, parmak kaldırsın!” desem, burada parmak kaldıracak bir insanın bulunacağına ihtimal vermiyorum. Çünkü giderken “lillâh, li-eclillah, li-vechillah” Hak rızası için gitmişlerdi. اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاق “Allah’ım, her amelimde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi ve Sana halis aşk u iştiyakla teveccühte bulunmayı istiyorum!..” deyip gitmişlerdi. Onların bu küçük adımlarına -kendilerine göre büyük adım ama sebepler açısından bu küçük adımlarına- Cenâb-ı Hak da başları döndüren eltâf-ı Sübhâniyede bulunmuştu; hem öyle bulunmuştu ki!..

Bugün bir kısım kimseler, onu tahrip için koşuyorlar. Tahrip çok kolaydır; böyle bir binayı bir tane çocuk, yerle bir edebilir. Ama böyle bir binanın yapılması… Şu bina, beş-altı senede, işte o fedakâr kardeşlerinizden birinin, bir yerde kazancıyla -müteahhitlik yapıyordu, onun kazancıyla- yapıldı. Parça parça gönderdi, beş-altı senede bitti; bildiğiniz, çoğunuzun bildiği bir kardeşiniz sizin. O da öyle hicret etmişti; şimdi bu defa da başka bir yere hicret etti; o hicreti değerlendirmeye. Bir zaman “ihtiyarî bir hicret” yapmıştı; şimdi de “ızdırârî/cebrî bir hicret”. Allah, bazılarına böyle iki hicretin sevabını birden lütfediyor.

Tamir çok zordur, tahrip çok kolaydır. Tahribe çalışıyorlar ama o çatlak seslerin müessir olduğu yerleri saymaya kalksanız, on tane yer ya vardır ya da yoktur. Fakat burada kemâl-i teessüf ile ifade edeyim ki, bazı İslam dünyası imtihanı kaybetti. İslam dünyasından bazı ülkeler, Kapadokya’daki insanların imanına inanarak kaybettiler; bu imtihanda kaybettiler. Bir gün, olup-biten şeylerin yanlış olduğunu anlayıp, nedâmet duyacak, “Keşke, keşke!” diyecekler; fakat şu anda yaptıkları tahribatın hesabını Allah soracak; “Niye şeytan ve şeytanın avenesine inandınız? Neden bu samimi arkadaşların samimiyetine güvenmediniz, onlara bel bağlamadınız?” diye soracaktır.

Evet, onlar, tamir için gitmişlerdi. Geçen gün bir arkadaş, bir yerden “cebrî bir çıkış” ile çıkmıştı, geldi buraya. Orada başından geçenleri anlattı, beni de ağlattı: “Beni ayırıyorlardı…” dedi. Almışlar kontrol altına… Birkaç yerde olduğu gibi, uçağa gizli bindiriyor, Türkiye’ye gönderiyor, içeriye aldırıyor ve tazyike maruz bırakıyorlar. İnsan kaçırma… “Haramîlik” denir buna. Ali Baba’nın eşkıyası, bunu yapmamıştır. O arkadaşı da kaçırıyorlar, fakat o ülkenin insanlarından, önde gelenlerinden birinin hanımı devreye giriyor, kontrol altına alıyor, sonra başka bir yere uçağa bindirip gönderiyor. Orayı demede bir beis görmüyorum: Dubai’ye gönderiliyor. Dubai’den de buraya geliyor: “Kurtulmama vesile olan şahıs bana dedi ki ayrılırken: ‘Ayrılın buradan! Yoksa sizi yine kaçırırlar!’ Çok ağladım, ‘Ne olur, hizmet ettiğim bu yerden beni ayırmayın!’ diye, ‘Burada hep kalmak istiyorum!’ dedim. Ama dediler ki, ‘Güven veremiyoruz size; bu adamlar, yine aynı kötülüğü yapar!’ -Endonezya’da olduğu gibi, Pakistan’da olduğu gibi, Fas’ta, Tunus’ta, Cezayir’de olduğu gibi.- ‘Tutar, eşkıyaya teslim ederler sizi! Eşkıyanın da ne yapacağı belli değil!..’ dediler.”

Çünkü zindanlarda ölen insanların sayısı belli değil. İşkenceden aklını kaybedenlerin sayısı belli değil. “Konuşturalım!” diye uyuşturucu verildiğinden, aklını kaybeden insanların sayısı belli değil. Kaçırılıp dağlarda işkenceye tabi tutulup sonra ormanın içine atılan insanların sayısı belli değil!.. Kendi ülkesine dâussıla duygusu ile burnunun kemikleri sızlaya sızlaya giden insanların başına bunlar geliyorsa…

Samimi duygular, samimi hisler, diyorlar ki: “Vallahi ne kadar dikkat etsek, sizi burada koruyamayız! En iyisi siz de ayrılın gidin!” Arkadaşımız, “Beni hizmet yerimden ayırmamaları için hıçkıra hıçkıra ağladım!” derken, yine benim yanımda da ağladı burada. Tabii her gün böyle bir şey gelince… Kıtmîr de çok hassas!.. Hani yanında toptan-tüfekten bahsedilince büzüşen çiçekler var ya!.. İşte onlar gibi, kalbimin birden bire ritmi değişiyor. Dün de öyle ritmi değişti, kendimi odama kapadım, “Sana inziva gerek!” dedim.

   Bir yanda, İslam dünyasından çokları zulme göz yumup ortak olurken, diğer tarafta insanlığını ortaya koyan ve “cebrî hicret” muhacirlerine kol kanat açan kimseler var; insanca davrananların civanmertlikleri katiyen boşa gitmeyecektir!..

Şimdi de “cebrî hicret” zamanı. Belli bir dönemde gidilmeyen yerlere, arkadaşlarımız hicret ettiler. Mazlumiyet, mağduriyet, hal ve temsil dili ile… Öyle bir lisan ki, bütün dünya duydu; çoğunuzu ismiyle, resmiyle, konumuyla ezberledi. Ve ciddî bir güven duygusu ile, istintak zeminlerine aldı, “Yahu konuşun Allah aşkına; başınıza gelen nedir?!” falan dediler. “Size ne yapabiliriz?” O mahrumiyeti, mağduriyeti görünce, ceplerinden çıkardı, evlerinin anahtarlarını verdiler. Verecekleri anahtar yok ise, “Siz bir yerde bir ev tutun, kirasını biz veririz!” dediler. Bunu Almanya da yaptı, Kanada da yaptı, kısmen Fransa da yaptı, Amerika da yaptı, yaptı; değişik yerler yaptılar. İslam dünyası ise yattı, büyük çoğunluğu itibarıyla, bu mevzuda. “Yapan”ın yanında “yatmak” ne kadar ayıptır!..

Biri yapıyor. O birinde sizin inandığınız çerçevede inanılması gerekli olan şeylere inanma yok; fakat “mü’min sıfatı” var. إِنَّ اللَّهَ لَا يَنْظُرُ إِلَى صُوَرِكُمْ، وَلَكِنْ يَنْظُرُ إِلَى قُلُوبِكُمْ وَأَعْمَالِكُمْ Allah, sizin şekillerinize, kimliğinize -“Türk”üm! “Kürd”üm! “Arnavut”um! “Boşnak”ım! “Laz”ım! “Gürcü”yüm! Bilmem neyim!.. demenize- değil, kalbinize bakar, oradaki insanlığınıza bakar, inancınıza bakar. Hazreti Pîr diyor ki: “Her mü’minin her sıfatı mü’min olmadığı gibi, her falanın da her sıfatı kâfir değildir!” Mü’min sıfatı… Ve bir fetret dönemi olması itibarıyla, Müslümanlığı hakkıyla temsil eden, hal dili ile anlatan insanların olmadığı, kâmil mü’min kahtının (kıtlığının) yaşandığı bir dönemde, öbür âlemde Allah’ın onlara nasıl muamele yapacağını, bugün söylemek, zordur; bağışlayın, atmasyon olur, belli değil.

Ebu Tâlib, لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ dememişti. Ama İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) hep göğsünü germiş, O’nu korumuş, kalkan gibi olmuştu. Hazreti Pîr’in ifadesine göre, “… Makbul bir iman getirmemesi üzerine Cehennem’e gitse de, yine Cehennem içinde bir nevi hususî Cennet’i, onun hasenatına mükâfaten halk edebilir. Kışta bazı yerde baharı halk ettiği ve zindanda -uyku vasıtasıyla- bazı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi, hususî Cehennem’i, hususî bir nevi Cennet’e çevirebilir.” لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ demediğinden, koyar bir yere, öyle demeyenlerin yerine koyar; fakat orada ona bir Cennet hayatı yaşatır!..

Hani Kıtmîr’in düşüncesi, Hazreti Ebu Bekir’in düşüncesidir: Mekke fethini müteakip babası Ebu Kuhâfe’nin elinden tutup Efendimiz’e getirdiğinde ağladı hıçkıra hıçkıra. “Niye ağlıyorsun?” sorusu karsısında dedi ki: “Babamın yerine, Ebu Tâlib’in getirilmesini ne kadar arzu ederdim?!.” Sultanım! Bir o kadar da benden al! Benim Efendim’e sahip çıkan, geçtiği yoldan bir dikeni kaldırıp atan kimseye bile canım feda olsun!..

Evet, birileri böyle, bağırlarını açıyor, size sahip çıkıyor, “Aman gelin!” diyor. Hatta şimdilerde diyorlar ki: “Konumunuz itibarıyla, şurada çalışabilirsiniz. Hukuk eğitimi mi gördünüz? Şu süreçten geçtikten sonra, burada siz, uzmanı olduğunuz o alanda vazifenizi yapabilirsiniz! İş mi yapıyorsunuz, biri ile şurada başbaşa verince, şu işi yapabilirsiniz!” Böyle demek suretiyle… Mekke’de, mü’minlerin kaybettiklerine mukabil, Medine’deki Müslümanların, sinelerini açıp, bağ ve bahçelerine onları ortak yapmaları gibi, her yer, bir “muhâcer” yeri oldu ve giden muhacirler, orada âdeta bir Ensar muamelesi gördü. Bağırlarını açtılar. Kafaları karıştırılanların dışında herkes, bağrını açtı, onlara “Hoş geldiniz, safâ geldiniz!” dedi, hoş-âmedîde bulundu.

Bunlar, boşa gitmez. Başkaları ne iddiada bulunursa bulunsun; “Müslümanlık!” desin, ara sıra abdestli-abdestsiz camiye gitsin, Müslümanlığa ait değerleri -esas- dünyevî ve siyasî saltanatı için birer “argüman” olarak kullansın. Bunlar, yalancılık vadilerinde akan kirli mâîler gibi akıp gidecek; fakat insanca davranan kimseler, insanlıklarının mükâfatını mutlaka öbür âlemde göreceklerdir.

   Bu dönemde dünya sizi duydu; bir tanıma, bir saygı, bir merak ve aynı zamanda bir kafa karışıklığı var; şimdi size özellikle hal ve temsil diliyle hakikatleri anlatmak düşüyor.

“Cebrî hicret”in karşılığında da madem dünya sizi duydu, tanıdı… Mesela, bir Kıtmîr ile tanışıklık… Hesap edin!.. Ha, bunu söylemeden hicap duyuyorum, nefsim adına da söylemiyorum. Bütün meziyetim ne, biliyor musunuz? Sizin gibi nurefşân bir cemaatin içinde bulunmak. Ulûfe-i şahaneleri oluyor ya hani padişahların, burada… Mahşerde kendimi sizin saflarınızın arkasında hissediyorum. Size Cenâb-ı Hak diyor ki: “Haydi, hepiniz girebilirsiniz, köprüyü geçtiniz!” Ben de geliyorum; geçerken orada, bana bir de tokat aşk ediliyor, “Yaramaz, sen de geç!” deniyor. Kendime hep öyle baktım.

Şimdi birileri sizi “terörist” (!) ilan ediyor. Ben, hayatımda bilerek -yemin ederim- bir karıncaya basmadım, yemin ederim!.. Bir arının ölümü karşısında yarım saat ağladığımı yakın arkadaşlarım bilirler. Öldü; bal peteği üzerine koydum, yemiyor; su döktüm, baktım yine yemiyor. Oturdum bir kenarda, hıçkıra hıçkıra ağladım. Bir canlı; tabiatın bir parçası; ekosistem adına çok önemlidir. Hıçkıra hıçkıra ağladım. Ruhum, bu!.. Hiç birinizi bu duygunun, bu düşüncenin dışında göremem. Belki bana dersiniz ki, “Sizin yaptığınız o şeyler çok küçük şeyler; biz daha âlâsını yapıyoruz bu meselenin, Allah’ın izniyle!” Ama bu ruhu, bu anlayışı, bu düşünceyi taşıyan insanlara “terörist” (!) diyorlar. Fakat Almanya’ya giden, Amerika’ya ilticaya eden, Kanada’ya giden insanlar, gelip Kıtmîr’in yanında duruyorlar, fotoğraf çektiriyorlar. “Referans” diyorlar; “Demek ki sen de bu cemaat, bu hareket içindeymişsin!” falan… Belki bazı yerlerde imtihan ediyorlar: “Son sohbetlerinde Kıtmîr ne konuşmuştu, ne demişti?” O konuşmayı söyleyene “Sen geç, bitti senin işin!” diyorlar. Birileri, yerin dibine batırırken, başka birileri, başlarına taç yapıyor. Bunlar, boşa gitmeyecektir.

Şimdi böyle bir tanıma var, bir saygı duyma var ve çok ciddî bir merak var. Ve aynı zamanda bir kafa karışıklığı da var. Her insanda şöyle-böyle bir paranoya duygusu vardır. Ama şimdi reklam ile yapılması imkânsız olan böyle bir duyurma da söz konusu. Trilyon verseydiniz, reklam ile kendinizi bu ölçüde duyuramazdınız. Penguenlere kadar herkes duymuştur bunu; bağışlayın, boz ayılara kadar hepsi duymuştur bunu. Şimdi onlar merak ile sizin üzerinize eğildiğine göre, size, sizin değerlerinizi hâl ve temsil diliyle anlatmak kalıyor. Böyle bir fırsat!.. Öyle bir fırsat ki, Allah’ın fırsatı… “Bir insanın hidayetine vesile olma,” imana doğru ona bir “adım” attırma, “yığın yığın koyunlardan, koyun sürülerinden daha hayırlıdır.” Bu, sıhhatli hadis; zayıf hadiste, “…üzerine güneşin doğup-battığı her şeyden hayırlıdır.”

İslam’a doğru bir adım attırmak… Biri, dörtte dörtlük olur, tam sizin gibi. Çok, sayıları… Misyonerlik yapmıyorsunuz; hâlinizi, temsilinizi ortaya koyunca, “Yahu ne güzel şeymiş, niye biz şimdiye kadar bunu duymadık? Neden buna karşı alakasız kaldık?!.” falan diyorlar. Bazıları da diyorlar ki -mesela- “Yahu bunu da bizimkinin yanında kabul edelim!” İsevî ve aynı zamanda Müslüman!.. Böyle diyen, çok; Fakir de değişik kimselere -bu mevzuda- rastladım. Hazreti Pîr de buna işaret ediyor. Bu da ikinci bir adım, ikinci derecede bir adım oluyor. Birileri de sizin o güzel hal ve temsillerinize bakarak diyorlar ki: “Dünya sulhu-salâhı adına bir şey olacaksa, bu insanlar ile omuz omuza vermek suretiyle bu büyük proje gerçekleştirilebilir!” Bu da bir kazanım. Birileri ise diyorlar ki, dördüncü derecede, belki en uzak olanlar: “Vallahi, tepelerine balyoz ile vursanız, problem olacağa benzemiyorlar bunlar! Dolayısıyla cihanın sulhu-salâhı adına, bunlara ihtiyaç var!” Ve bütün bunlar, nezd-i Ulûhiyette kıymet ifade eden, Allah’a doğru yaklaşma adına çok önemli faktörlerdir.

   Takibe uğrayan, hapse atılan, hicrete zorlanan ve gurbet içinde gurbetlere maruz bırakılan Hak erleri ağaçlardan ders almış gibi davranıyorlar; şiddetli fırtınalar karşısında devrilmemek için, din ü takvada daha bir derinleşiyorlar.

Şimdi, “cebrî hicret”i bu istikamette değerlendirme çok önemlidir, Allah’ın izni ve inayetiyle. Allah, sizi duyurdu; “hareket” diye duyurdu, “cemaat” diye duyurdu. Sizin o mevzuda da bir iddianız yoktu. Kıtmîr, bu meseleyi ifade ederken, Hazreti Muhâsibî’nin ifadesiyle anlattım. Hazret, Allah ile irtibatı açısından “fenâ-fillah, bekâ-billah/maallah/anillah” ufkunun âbide kahramanlarındandır. Muhasebe mevzuundaki değerlendirmeleri hakkında günümüzdeki teologlar, “Okutulmasın! İnsanın Müslümanlık adına ümidini baltalıyor!” diyorlar. Öyle derindir; aklından geçen şeyleri bile günah sayıyor. O, “Kur’ânî makuliyet” tabirini koyuyor ortaya. Kur’ânî makuliyet… Hareket, hiç kimsenin babasının malı değil. Ben “Bu işte, üç tane insan, benim dediğim ile oldu!” falan diyemem. Fakat Allah’ın lütfedip ortaya attığı bu Hizmet felsefesi, Hizmet düşüncesi, meselenin makuliyeti, Kur’ânî makuliyet, İslamî makuliyet; işte onun etrafında bir araya gelen insanlar… Hareket, bu; cemaat de bu!

Hiç kimse bir cemaat olma iddiasında değildi. “Bu hareketin adamlarıyız!” Böyle bir aidiyet mülahazasına da girmemişlerdi. Çünkü onlar biliyorlar ki, aidiyet mülahazası içine girmek, enâniyet-i şahsiyeyi tetikleyen, büyüten, abartan bir faktördür. Benlikten uzak durmanın yollarından bir tanesi de, bir yere, bir güce, bir kuvvete dayanmamadır. Esasen, biz, sadece Allah’a dayanmışızdır. لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ، كَنْزٌ مِنْ كُنُوزِ الْجَنَّةِ Cennet malzemelerinden, silahlarından, gücünden, kuvvetinden bir güç, bir kuvvettir: Lâ havle ve-lâ kuvvete illâ billah!” اَللَّهُمَّ أَيِّدْنَا بِحَوْلِكَ وَقُوَّتِكَ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ، يَا ذَا الْجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ “Allah’ım!.. Ey Erhamürrâhimîn, ey İzzet ve Celâl Sahibi Rabbim. Bizi havl ve kuvvetinle destekleyip te’yîd buyur.” Böyle bir duygu etrafında bir araya gelmiş insanlar, meselenin makuliyetine binaen. Hiç kimseye sormamışlar, hiç kimse ortaya bir şey koymamış; “Bir yerde de ben bir okul yapayım!” demiş, gitmiş, okul yapmış; “Öğretmeniniz var mı? Verin buraya!” demişler.

Fakat şimdi bunlar, bir yönüyle, birilerine muhalif bir cephe gibi adım adım takibe tabi tutulmuş; yakalandıkları yerlerde derdest ediliyor, çilehanelere atılıyorlar. Bununla beraber, Cenâb-ı Hakk’ın âfât, mesâib ve belâları karşısında, ağaçlardan ders almış gibi davranıyorlar. Büyük bir zatın ifadesi: “Eğer Allah’ın gazabından korkuyorsan, emirlerine sımsıkı sarıl! Ağaçlar, değişik fırtınalar karşısında devrilmemek için, yerin derinliklerine doğru sürekli kök salar dururlar!” diyor. Allah’ın azabından, belâ ve musibetinden korkuyorsan, şeriatın, dinin emirlerine sımsıkı sarıl; Allah’a tevekkül, teslim, tefviz ve sikada bulun! Ağaç, şiddetli fırtınalar karşısında, devrilmemek için, yerin derinliklerine doğru kök salar. Onlar da imanın derinliklerine öyle kök salmışlar ki, Allah’ın izni ve inayetiyle, “Allah’a binlerce hamd u senâ olsun!” mesajını gönderiyorlar: “Teheccüd namazını kılamıyorduk, kılıyoruz elhamdülillah! Beş günde bir hatim yapıyoruz. Namazlarımızı hep cemaat ile kılıyoruz. Tesbihât’ta kusur yapmıyoruz. Elimizden geldiğince bize ulaşıyorsa şayet, müzakereli şeyler yapıyoruz!..” diyorlar. Çok sağlam bir moral ile dimdik duruyorlar, Allah’ın izni ve inayetiyle.

Burada bunu da antrparantez ifade edeyim: Cenâb-ı Hakk’ın size ve onlara o ekstradan lütfu olmasaydı, بِحَيْثُ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ، وَلاَ أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلاَ خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Gözlerin görmediği kulakların duymadığı ve insan aklının almayacağı bir şekilde” ihsanları olmasaydı, böyle sabit-kadem durulamazdı. Öbür tarafta hazırladığı şeyler adına, Kudsî Hadis ifade ediyor bunu; buradaki eltâf-ı Sübhâniye adına da denebilir: Gözün görmediği, kulağın işitmediği ve hiçbir kimsenin, -Jules Verne gibi tasavvur ve tahayyülü çok geniş insanların bile- aklına gelmeyen şeyleri, Allah, lütfediyor, adeta hayranlıktan bayıltıyor sizi.

Allah (celle celâluhu), onlara öyle bir moral veriyor ki orada; orayı Medrese-i Yûsufiye görüyorlar. Zâlimin işini kolaylaştırmak, zulümdür! Elden geldiğince onların kafasını karıştıracak şeyler yapmak lazım. Zaten kafaları karışıktır, gayr-ı meşru yollar ile elde ettikleri şeyleri “kaybedeceğiz” diye o işin korkulu rüyalarını görüyor ve paranoyaları ile o meseleyi genişlettikçe genişletiyor, kabir azabını çekiyor gibi çekiyorlardır. Kabre inançları var mı, yok mu; onu bilemem. Abdestsiz, camiye gidebilirler; fakat kabre, kabrin ötesine inanma, ayrı bir meseledir.

Bugün kabre koyduğunuz insan -bana öyle fısıldadılar- vefat ederken, “Çantama bakın, bir şey varsa, şurada kullanın!” demiş. İşte bu, sizin ruh dünyanıza ait şeylerin soluklarıdır. Zannediyorum, hanginizin gönlüne -bir yönüyle- bir dedektör ile girilse, aynı ses, aynı soluk alınacaktır, aynı şeyler dinlenecektir, Allah’ın izni ve inayetiyle.

Evet, işi uzattım ve kendime göre bazı şeyler mırıldandım; kusura bakmayın, beni affedin!.. Allah, sizi burada uzun ömür ile serfirâz kılsın! Hizmet-i İmaniye ve Kur’âniyede dâim kılsın! Nâm-ı Celîl-i Muhammedî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) dünyanın dört bir yanında şehbal açması istikametinde istihdam etsin, inşaallah. Ve iman ile öbür tarafa göçmeye muvaffak eylesin. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın Livâu’l-hamd’i altında, beşâşet içinde, bişâret içinde orada Cenâb-ı Hakk’ın çok farklı eltâfını bekleme şerefiyle şereflendirsin. Vesselam.

Bamteli: Hizmet’e Kumpas

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi haftanın Bamteli sohbetinde özetle şu hususları dile getirdi:

 Kirli tezgâh bir kere daha gündemde!..

*Birkaç sene önce medyaya düşen skandal bir belgede, ihbara dayalı “Işık Evleri” baskınlarında silah, mühimmat vb. materyal bulunması “sağlanarak” Gönüllüler Hareketi’nin “Silahlı Terör Örgütü” kapsamına aldırılması ve ayrıca, aynı aramalarda bazı yabancı servislere ait bir kısım objeler ele geçirilmiş gibi gösterilerek gizli irtibatların deşifre edilmiş olduğu izleniminin verilmesi gibi entrika planlarından bahsediliyordu. Son günlerde yine benzer komploların devreye sokulduğu görülüyor. Aslında, Hizmet gönüllülerinin -silah edinmek şöyle dursun- yanlarında çakı bile taşımayan, emniyet ve güven insanları olduklarını o iftiraları atanlar da biliyorlar. Fakat kendi kredileri tükendiği gibi Hizmet’in kredisini de bitirmek için o türlü kirli tezgâhlara başvuruyorlar.

*Şerli kimseler dünden bugüne hep benzer tuzakları ve iftiraları kullanmışlar. Hazreti Üstad’ın bu türlü entrikalara karşı kapısını hem içeriden sürgülediği hem de talebelerine dışarıdan kilitlettiği nakledilir. Ona iftira maksadıyla, bazı kimselere zorla “Onun için dükkândan içki aldım!” dedirtilmeye çalışıldığı anlatılır.

*İhtimal bugün onca mezalim karşısında dilsiz şeytan kesilen bazı kimselerin sükûtunun sebebi de öyle bir tuzağa düşmeleri ve şantajlara boyun eğmeleridir. Yoksa ihtimal hesaplarına göre, dünden bugüne tanıdığımız insanların bütününün birden dilsiz şeytan olmaları düşünülemez. Bari on tane insan çıkıp “Hayır, bu dediğiniz şeyler biraz fazla! ‘Paralel, haşhaşî, terör örgütü…’ Bunlar cinnet safsatası.” derdi. Demek ki, bazıları bugünleri çok önceden hesaplamış, hazırlıklarını buna göre yapmış ve şimdi insanların önlerine koydukları o dosyalarla onları susturuyorlar. İşte, birilerinin ağızlarına öyle fermuar vurdukları gibi sizi de itibarsızlaştırmak için her türlü entrikaya başvurabilirler.

 Hizmet, kastedilen manada bir örgüt değil, Kur’anî mantığa ve makuliyete bağlı gönüllüler hareketidir.

*Hizmet Hareketi’nde onların iddia ettikleri gibi bir irtibattan bahsedilemez. Bu harekete gönül veren insanlar, şucu bucu oldukları için değil, gördükleri Kur’anî mantığa ve yapılan işlerin makuliyetine inandıklarından dolayı her türlü fedakârlığa katlanarak vatana, millete ve insanlığa hizmet ediyorlar.

*Evet, bu hareketin sırrı, -cami cemaatinin namaz için bir araya gelmesindeki tabiîlik gibi- işin mantıkîliğinde ve makuliyetinde aranmalıdır. Kalbi aynı his ve heyecanlarla çarpan ve insanlığın imdadına koşmaya amade bulunan insanların, cehalet, fakirlik ve ihtilaf gibi hastalıklarla mücadele konusunda yapılan çağrılara topyekün icabet etmesinde aranmalıdır.

*Kur’anî mantığa ve makuliyete bağlı hareket eden Hizmet gönüllülerini itibarsızlaştırmak için “kuvvetli şüphe” diye bir hezeyan, cinnet hezeyanı uydurdular. Esasen modern hukuk müsaade etse ve bu hezeyan çizgisindeki mülahazaları seslendirenler psikiyatri kliniklerinde kontrolden geçirilseydi, o kimselerin %99,9’u tımarhanelere götürülürdü. Bütün iddialar tımarhanelik iddialar.

 Sizi zehirlemek için evlerinize kobralar salabilir; silah ve uyuşturucu bırakabilirler.

*İtibarlarını yitirmiş kimseler sizi de itibarsızlaştırma adına SS’lerini Hizmet gönüllülerinin evlerine veya yurtlarına gönderirler. Aramaya giren insanlar oraya bir tabanca koyabilirler; aramaya giren insanlar oraya uyuşturucu koyabilirler; aramaya giren insanlar oraya dağdaki bir eşkıyanın kitabını -sizin kitaplarınızın yanına- koyabilirler. Dolayısıyla orayla irtibatlandırmaya çalışırlar.

*Dünden bugüne zalimler kendileri gibi düşünmeyenlere boyun eğdirebilmek için her yolu denemişlerdir. Sahabeden Ammâr bin Yâsir’in gözleri önünde anne ve babası şehit edilmişti. Kendisi de ağır işkenceler altında hâlsiz kalmıştı. Müşriklerin Hazreti Ammâr’dan istedikleri, Peygamber Efendimiz’in aleyhinde konuşmasıydı. O, metanetini yitirmemişti fakat kurtuluş çaresi yoktu; ya öldürülecekti veya istedikleri şeyleri söyleyecekti. Hazreti Ammâr, Rasûlullah’a kavuşmak ve O’nunla aynı safta mücahede etmek için “diliyle” dininden vazgeçtiğini söyledi. Müşrikler de onu serbest bıraktılar. Hazreti Ammâr, o sözü kalben söylememişti ama yine de tir tir titriyordu. Hemen koşup hadiseyi Allah Rasûlü’ne anlattı. Efendimiz, “Kalbin nasıl?” deyince, o “Kalbim imanla doludur.” cevabını verdi. Bunun üzerine, İnsanlığın İftihar Tablosu şöyle buyurdu: “Ammar tepeden tırnağa imanla doludur. Şayet sana tekrar böyle işkenceler yaparlarsa, tekrar aynı taktikle ellerinden kurtulmanda bir mahzur yoktur.” Hazreti Ammâr’ın başına gelen bu hadise üzerine âyet-i kerime (Nahl Sûresi, 16/106) nazil oldu; kalbi imanla dolu olduğu hâlde inkâra zorlanan kimselere bir mesuliyetin olmadığı beyan edildi.

*Arkadaşlarımız çok temkinli olmalı. Hiç farkına varmadan sizi zehirlemek için her yere bir yılan sokabilirler. Zehirlemenin de türleri vardır. Sizi zehirlemek adına evlerinize kobralar salabilirler; silah veya uyuşturucu bırakabilirler. Kız evi ise, kız kıyafetinde erkek sokabilirler; erkek eviyse şayet, erkek kıyafetinde kız sokabilirler. Hepsini yapabilirler bunların; çünkü şu âna kadar yaptıkları yapacaklarının en inandırıcı referansını teşkil ediyor.

 Sabret anneciğim, sabret!..

*Burûc Sûresi’nde Ashâb-ı Uhdûd anlatılmaktadır. Onların kimler olduğu, ne zaman ve nerede yaşadığı hakkında çok değişik rivayetler vardır. Zaten Kur’an da bu hadiseyi yer, zaman ve fâillerini belirtmeden zikretmektedir. Anlaşıldığına göre, dönemin zalim kralı, Allah’a inananları dinlerinden çevirmek, kendi sapık anlayışına döndürmek için onlara eziyet ederdi. Tekili “hadd”, çoğulu “uhdûd” olarak adlandırılan uzunlamasına ve derin hendekler, çukurlar, kanallar kazdırmış ve içlerine büyük ateşler yaktırmıştı. Allah’a imanda ısrar edenleri işkenceden geçirtir, sonra da ateşe attırırdı. Zalim ve avenesi, insanlıktan öylesine uzaklaşmışlardı ki, hendeğin etrafına oturur yaptıkları bu vahşeti zevkle seyrederlerdi.

*Ashâb-ı Uhdûd, inananları ateş dolu hendeklere atıp cayır cayır yakarken, biri kucağında, ikisi de eteklerinden tutmuş üç çocuklu bir kadının getirildiği ve dininden dönmezse çocuklarıyla beraber ateşe atılmakla karşı karşıya bırakıldığı da rivayet edilir. Kahraman kadın imanı uğruna çocuklarıyla birlikte ölümü çoktan göze almıştır; işkencelere rağmen dinini terk etmez. Bunun üzerine önce büyük çocuğu, sonra diğeri gözlerinin önünde ateşe atılır. Yüreği parçalanan anne, gözyaşı yerine yanaklarından kan akıtır ama ilahi rızayı kazanmak uğruna sabreder. Sıra kendisine geldiğinde bir an tereddüt yaşar; çünkü kucağındaki masum yavrusunu düşünür. Annenin halinde imandan gelen bir vakar, metanet ve sükûnet vardır; fakat içinden kopan feryat, Arş-ı A’layı titretir. İşte o zaman Cenâb-ı Hakk kundaktaki bebeği konuşturur; “Sabret anneciğim sabret. Dininde sebat göster ve bırak kendini ateşe. Çünkü sen Hakk üzerinesin, Allah seninle beraber!..”

 İdam kaldırılmamış olsaydı, binlerce insanı sürgün edip haklarından mahrum bırakanlar, yüzlerce masumu hapse atanlar, onu da yaparlardı.

*Ashâb-ı Uhdûd, “Bizim gibi düşünmüyorsunuz!” diye kimi bulurlarsa -“kuvvetli şüphe”- hendeklere atıyorlar. Günümüzde de uluslararası hukuk bu meseleye az kapı aralasa aynı şey yapılır. Görüyorsunuz, “kuvvetli şüphe” diye evleri basıyor, “burs verdi, himmet etti, okul yaptı, üniversite açtı…” diye, insanları kadın erkek tefrik etmeden alıp derdest ediyorlar. Aylar, hatta seneler geçiyor, iddianame hazırlanmıyor. Farkı yok Ashâb-ı Uhdûd’dan. Demek ki, öyle bir şey tecviz edilseydi, uluslararası hukuk ona az kapı aralasaydı, onu da yapacaklardı. Turgut Özal’la kaldırılan idam kaldırılmasaydı, binlerce insanı sürgün edip haklarından mahrum bırakanlar ya da dışarı çıkma mecburiyetinde bırakanlar onu da yapacaklardı. Eğer idam meselesi hala canlı kalsaydı darağaçlarını görecektiniz belli bir dönemde gördüğünüz gibi.

*Bediüzzaman hazretleri, “Yalan bir lâfz-ı kâfirdir.” der. İnsan bir kere yalan söylerse, günah-ı kebâir işlemiş olur. Tevbe edince, Allah yarlığar onu, affeder. İki kere yaparsa, Allah affeder; elverir ki kendisine dönsün. Fakat şayet bu işi mahzursuz gibi yapıyorsa, o kâfir olur!.. Bile bile iftira ediyorsa, kâfir olur; bile bile isnatta bulunuyorsa, kâfir olur; isterse Müslüman geçinsin, kâfir olur. Kebâiri mahzursuz görmek küfürdür. Heyhat ki, bu açık hakikate rağmen, bugün zift medyası vasıtasıyla ısrarla her gün onlarca yalan ve iftira atılıyor. Saf kitleler de bu bühtanların günahına ortak ediliyor.

*Her şeye rağmen bizim önce Cenâb-ı Allah’a gönülden teveccüh etmemiz, namaz başta olmak üzere kulluğumuzu tastamam yapmaya çalışmamız lazım. Saniyen; sürekli temkin ve teyakkuzda bulunarak, bu tastamam kulluğa birilerinin başka şeyler bulaştırmasına da fırsat vermememiz lazım. Üçüncü olarak da bela ve musibetler ne kadar şiddetli gelirse gelsin, dişimizi sıkıp sabretmemiz lazım. Bela ve musibetlere karşı sabır, sabrın çok önemlilerindendir. Bizim de sabretmemiz lazım; Yâsir gibi, Sümeyye gibi, Ashâb-ı Uhdûd mazlumları gibi..

 Şu halde, aklını peynir ekmekle yemiş olanlar kimler?!.

*Dünyanın dört bir yanında Hizmet Hareketi’yle alakalı kitaplar telif ediliyor, makaleler yazılıyor, konferanslar veriliyor. Uluslararası Dil ve Kültür Festivali’ne dönüşmüş olan Türkçe Olimpiyatları bütün ülkelerde takdir topluyor. Bu sene de Amerika Birleşik Devletleri’nin Başkanı’ndan Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’ne kadar pek çok insan tebrik ve takdir mektupları gönderdiler.

*Güya yeryüzünün yaklaşık yüz yetmiş ülkesinden ve onca farklı kültürden binlerce insanın hepsi aklını peynirle yemiş; sadece size düşmanlık yapan bazı zalimler doğruyu görüyorlar. Bu meselenin aksi söz konusudur. Ve aklını peynirle yiyen kimseler çok yakın bir gelecekte yaptıkları utandırıcı şeylerle hacâlet içinde dize gelecekler ve acındırıcı bir bakışla yüzünüze bakacaklardır.

*Benim ricam olsun, o gün kollarından tutun, “Üzülme kardeşim, biz gönül koymadık!” deyin; sarılın onlara ve memnun etmeye çalışın. Bu, bizim karakterimizdir ve namusumuzu koruma hassasiyeti içinde karakterimizi koruruz.