Posts Tagged ‘korku’

Arş’ı Titreten Çığlıklar

Herkul | | KIRIK TESTI

Biz, Cenâb-ı Hakk’ı tanımamız, O’nu tasdik etmemiz ve imanımız sayesinde, bu dünyayı bir zikirhâne, bir eğitim alanı ve bir imtihan meydanı gibi görürüz. İrademizin yetersiz kaldığı noktada, Allah Teâlâ’nın sonsuz iradesine dayanır; üstesinden gelemeyeceğimiz konularda O’nun kudretine itimat ederiz. Dolayısıyla, kendi acizliğimize rağmen Hakk’ın kudretiyle güçlü olur; fakr u zaruret içinde bulunduğumuz anlarda bile O’nun servetiyle zenginleşiriz. Şu dünyadaki bütün doğumları askerlik vazifesine başlama, ölümleri de askerlikten terhis olma sayarız. Bundan dolayı da bizim nazarımızda kâinattaki herkes ve her şey birer vazifeli memurdur ve her ses birer zikir, tesbih ve şükür nağmesidir.

   “İman hem nurdur, hem kuvvettir.”

Eserlerinde sürekli bu hakikati ifade eden Hazreti Üstad, “İman hem nurdur, hem kuvvettir. Hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikâtından kurtulabilir.” der. Evet, kâinata iman nuruyla baktığımız sürece, bizim nazarımızda dünya karanlık değildir. Varlık ve eşyanın ifade ettiği manalar açıktır. Mahlukâtın çehresindeki her şeyi çok rahatlıkla okuyabilir; kendi varlığımızın ifade ettiği hakikatleri kolayca anlayabiliriz. Dünyanın ve insanlığın akıbeti mevzuunda da inanç ve kanaatlerimiz nettir; ebedî yokluk olmadığını; Cennet ya da Cehennem’le noktalanan bir yolculukta bulunduğumuzu; Cennet ve Cehennem’in de, belli ölçüde ve şart-ı âdi planında insanların iradelerine bağlandığını; iradesinin hakkını verenlerin –Allah’ın inayetiyle– Cennet’e, hevâ ve heveslerine yenilenlerin de –adl-i ilahîyle– Cehennem’e sevk edileceğini söyleyebiliriz. Sahabe Efendilerimizden Hârise b. Mâlik el-Ensârî’nin “Şimdi Rabbimin arşını ayan-beyan görür gibiyim. Sanki şu an Cennet ehlinin birbiriyle ziyaretleşmelerini görmekteyim. Âdetâ Cehennem’liklerin çığlıklarını duyuyorum.” dediği gibi diyemesek de; Cehennem’dekilerin gulgulelerini (bağrışıp çağrışma, velvele) ve Cennet ehlinin şevk ü târab içinde neşeli seslerini duyamasak da, bunların bir hakikat olduğuna biz de inanıyoruz. Belki bazen kendimizi az sıksak Cehennem’in velvelesini duyacak gibi oluyor; bir yarım adım daha atsak Cennet koridoruna gireceğimiz hissine kapılıyoruz; yani, Cennet ve Cehennem’i çok yakınımızda biliyor ve varlıklarına kat’i iman ediyoruz. Belli ölçüde bütün varlığın mâhiyetini okuyor ve her şeyin O’na delalet ettiğini görüyoruz. Bu da, içinde bulunduğumuz anı nurlandırdığı gibi gelecek adına da ufkumuzu aydınlatıyor; hiçbir şey bizim için müphem ve muğlak kalmıyor.

Ayrıca, O’nun gönderdiği rehberler sayesinde vazife ve sorumluluklarımız da artık bâriz ve beyyin; onlar da bir aydınlık içinde. Namaz kıldığımız zaman ne yaptığımızı biliyoruz. Onu mü’minin miracı, kalblerin nuru ve sefine-i dinin dümeni olarak görüyoruz. Onunla Allah’a yaklaştığımıza ve başımızı yere koyduğumuz an O’na en yakın hâle geldiğimize inanıyoruz. Oruç tuttuğumuz zaman, “Oruç benim içindir; sevabını da bizzat ben veririm.” vaad-i sübhânîsiyle ümitleniyor; sevabını sadece Allah’tan bekliyor ve mükafâtını alacağımız hususunda da asla şüpheye düşmüyoruz. Hacca giderken, yeniden bir doğuş ve diriliş yaşama, günahların ağırlığını Arafat’ta döküp yüklerden kurtularak geri dönme duygularıyla dopdolu olarak yola koyuluyor ve Rahman’ın misafirlerinin mutlaka misafirperverlik göreceklerine itimad ediyoruz. İşte bütün bu inanç, ümit ve uhrevî beklentiler, hem sorumluluklarımız, hem mesuliyetlerimiz ve hem de umduğumuz mükafâtlar adına bize gayet açık, oldukça net ve çok güzel manalar fısıldıyor. Bunlar sayesinde, Bediüzzaman Hazretleri’nin ifade ettiği, “İman bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise, mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.” hakikatini vicdanlarımızda duyuyoruz. O tûbâ-i Cennet çekirdeği sayesindedir ki, gam ve keder sâikleriyle kuşatıldığımız zamanlarda bile hep huzur içindeyiz ve asla ne devamlı gam çekiyor ne de kederin süreklisini biliyoruz. Bazı anlarda gam ve keder tatsak bile, hemen Allah’ı zikrediyor, O’nun güç ve kuvvetine dayanıyor, ilahî merhamete sığınıyoruz. Böylece sıkıntıların arka yüzündeki uhrevî güzellikleri görerek elemleri lezzetlere çeviriyor ve korku, endişe, gam ve kederleri “hüzn-ü mukaddes” renkleriyle beziyoruz.

   Mukaddes Hüzün

Tabiî ki, inanan bir insan da bazı korkular yaşayabilir, bazen bir kısım endişelerin ağına düşebilir. Fakat, onun korku ve endişeleri dünyevîlikten çok uzaktır ve mukaddes bir hüzün çerçevesindedir. Çünkü, o korku ve endişelerin arkasında, mücerred, kuru bir imana güvenmeme duygusu ve imanı daha sağlam bir teminat altına alma ihtiyacı vardır. İnsanın kendi ameline güvenmemesi, imanını koruma altına almak için emin yollar araması ve her an düşebileceği endişesiyle Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine iltica etmesi de yine imandan kaynaklanan bir hâldir. Eğer iman etmişseniz, mutlaka Cennet’i ümit edecek ve Cemâlullah arzusuyla öteleri gözleyeceksiniz. Aynı zamanda, “Allah korusun, attığımız yanlış bir adımdan ötürü ya Cennet kapısından geriye dönersek ne olur bizim halimiz? Müslüman doğduk, Müslüman yaşadık; fakat, hafizanallah, ya devrilir gider ve hayatın sonunda bir çukura yuvarlanırsak ne yaparız?” şeklinde endişeler de duyacaksınız. İşte, ahiret hesabına böyle bir korku ve endişe içinde olma da imanın gereğidir. Bir insan, burada kendini rahat hissediyor, “Buldum, erdim, kurtuldum” diyorsa, onun akıbetinden endişe edilir. Fakat, ebedî hayat adına hâlinden endişe duyuyor, ahiret korkularını burada yaşıyorsa, ötede endişelerden âzâde hâle gelir. Nitekim, Cenâb-ı Allah, bir kudsî hadiste “İki korkuyu ve iki emniyeti bir arada vermem.” buyurmaktadır. Evet, dünyada ahiretinden endişe etmeyen ve öteler için hazırlık yapmayanlar, orada korkularla kıvranacak; burada havf (korku) içinde yaşayanlarsa, ahirette emniyet ve huzur içinde olacaklardır.

Bir insanın, ahiret hesabına korkması ve kendi akıbetinden endişe etmesi çok önemlidir. Çünkü bu endişe, onu Allah’a yönelmeye ve günahlara karşı tavır almaya sevkeder; gelecekte tehlikeli hallere maruz kalmaması için, teyakkuza geçmesini ve uyanık olmasını sağlar. Akıbetinden endişe etmeyen gafillerin halini, Kur’an-ı Kerim şöyle anlatır: “Binasını, Allah’a karşı gelmekten sakınma ve O’nun rızasını kazanma temelleri üzerine kuran kimse mi hayırlıdır; yoksa yapısını, yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurarak onunla beraber Cehenneme yuvarlanan mı? Allah zalimler gürûhuna hidâyet etmez, onları umduklarına eriştirmez.” (Tevbe, 9/109) Bu âyette geçen “cüruf” kelimesi, her an yıkılmaya hazır bir yar demektir. İşte ameline güvenen ve akıbetinden endişe etmeyen insanların imanı –şayet varsa– tıpkı sel sularının dere kenarında biriktirdiği toprak üzerine yapılan ev gibidir ve onun yıkılması an meselesidir. 

Hak dostları “hayatta iken havf kapısını ardına kadar açık bırakmak ve ölüm zamanı da recâya yapışmak” gerektiğini söylerler. Mü’minler, Allah’tan, Kıyamet gününün dehşetinden, Cehennem azabından ömür boyu korkmalıdırlar. Fakat, bu korku onları pasifliğe, hareketsizliğe, ümitsizlik ve karamsarlığa itmemelidir. Aksine onları, korkunun sebeplerini ortadan kaldıracak tutum ve davranışlara yöneltmelidir.

Aslında Kur’ân-ı Kerîm, gönüllerimize bütün bir hayat boyu âkıbet-endiş olma duygusunu aşılar ve ayaklarımızı her zaman yere sağlam basmamızı hatırlatır. Cenâb-ı Hak, bizim için çok defa havfı bir kamçı olarak kullanır. Nasıl, annesi tarafından azarlanan çocuk yine onun şefkatli kucağına koşuyorsa; korku ve endişeler de bizi ilâhî rahmetin enginliklerine yöneltir ve Allah’a sığınma duygularımızı tetikler. Ayrıca, sadece Cenâb-ı Hak’tan korkup yalnızca ahiretinden endişe eden bir vicdan, başkalarından korkma ve dünyevî endişelerle titreme belasından da kurtulmuş olur. “Eğer gerçek mü’minler iseniz, onlardan korkmayın, Benden korkun!” (Âl-i İmrân, 3/175) mealindeki ayet-i kerime de, insan mahiyetindeki korku hissinin sağa-sola dağıtılmamasını ve dağınıklığa düşülmemesini vurgular.

Dahası, korku ve ahiret endişesinin derecesi imanın derecesini de gösterir. “Rab’lerine döneceklerine inandıklarından kalbleri titreyenler, O’nun yolunda mallarını harcayanlar, evet, işte onlardır hayırlara koşanlar ve o işlerde öne geçenler!” (Mü’minûn sûresi, 23/60) meâlindeki âyet münasebetiyle, Hazreti Aişe validemiz buyurur ki: “Bu âyet nâzil olunca ‘âyette zikredilenler, zina etme, hırsızlık yapma, içki içme gibi haramları irtikap edenler midir?’ diye Rasûlullah’a sordum. Allah Rasûlü, ‘Hayır yâ Âişe, âyette anlatılanlar, namaz kılıp, oruç tutup sadaka verdiği halde, kabul olup olmadığı endişesiyle tir tir titreyenlerdir.’ buyurdular.” Bu hadis-i şerifte de görüleceği üzere, hakiki mü’minler hayır ve hasenât adına koşar durur, daima salih amellerde bulunurlar ama amellerinin kabul olup olmadığı hususunda da sürekli endişe yaşar; yapıp ettiklerine asla güvenmezler. Şu kadar var ki, bu endişe onları ye’se atmaz, bilakis, daha çok gayret göstermeye, hayır ardında daha fazla koşturmaya sevk eder.

Bu itibarla bütün mü’minler, her durumda havf ve recâ dengesini gözetmelidirler ki, lâubaliliğe düşmesinler ve kazanç yolunu hüsranlarla karartmasınlar. Bir Hak dostu bu konuda ne hoş söyler:

“Korku öğret nefsine ey salikâ

Ol korkuyla gele nefsine bükâ;

Öyle korkmalı ki Huda’dan nefs-i dûn,

Havf-ı Hak’tan ola dem be dem zebûn.

Lâubali olmasın nefs-i denî

Sevk eder serbestliğe her dem seni.

Ehl-i iman lâubali söylemez

Terk-i teklife cesaret eylemez.

Havf-ı Hakk’a ol mülâzim dâimâ,

Kalbde olsun her an irfan rûnüma.”

   Tevbe Kapısı ve Ümit

Buraya kadar anlattıklarımızdan ayrı olarak, bir de işlenen günahlardan, kalbin tatminsizliğinden, ibadetlerle beslenememeden, arkadaşsızlıktan, okuma ve tefekkür adına boş bulunmaktan, meşguliyetsizlikten ve dine hizmet etmemekten kaynaklanan bazı sıkıntı, hafakan ve bunalım halleri vardır ki, bunlar insan gönlünde şeytanın her zaman nüfuz edebileceği gedikler açarlar. Şeytan, daha ziyade böyle âtıl insanlara, gevşeklik ve tembellik içinde miskin miskin oturanlara hücum eder. İşte bir insan, şeytanın hücumlarına yenik düşmüş ve kendini büyük günahlara salmışsa, kumar oynuyor, içki içiyor, sürekli hevâ ve heves peşinde koşuyorsa; fakat, yer yer aklı başına geliyor ve “Ne olacak benim hâlim?” diyor ve pişmanlık da izhar ediyorsa, ona da diyeceğimiz bazı şeyler vardır: Her şeyden önce, Allah’ın rahmeti çok geniştir; O, “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” (A’raf, 7/156) buyurmakta ve bir kudsî hadiste ilâhî rahmetin her zaman gazabın önünde bulunduğunu ifade etmektedir. Ötede, şeytanların bile ümit ve beklentiye kapılacağı böyle engin bir rahmete karşı lâkayt kalmak, hatta o rahmetin mevcudiyetini inkâr mânâsına gelecek şekilde ümit hissini yitirip ye’se kapılmak büyük bir günahtır.

İnsan, hayatının son dakikasında bile olsa, o tek dakikayı değerlendirip Allah’a dönebilir, O’na yönelip kurtulabilir. Dolayısıyla, endişeleri deşeleyecek hadiseler ve günahlar karşısında ye’se düşmek ve karamsarlığa kapılmak değil, recâ duygusuyla tevbeye ve salih amellere yapışmaktır esas olan. Bir Müslüman, Allah’ın engin rahmeti varken asla ye’se düşmez; Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine teveccüh ederek, yitirdiği şeyleri bulmaya ve kaçırdıklarını telafi etmeye bakar. Evet, sizi korku ve endişeye atan sâikler nelerse onları düşünüp çareler aramanız lazım. Neden korkuyorsunuz veya sizi ye’se doğru iten şeyler nelerdir? “Ben mahvoldum, battım, işim bitti benim; beni kaldırıp partal bir eşya gibi Cehennemin bir gayyasına savururlar artık!” diye düşünürken, neye binaen bu türlü mülahazalara dalıyorsunuz? İşte, evvela Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini, merhametinin enginliğini ve O’nun hakkındaki recânızı gözlerinize sağlam bir gözlük gibi geçirmeli; sonra da sizi endişelendiren şeyler nelerse onları tesbit etmeli ve onların çaresini aramalısınız. Gözlerinize hakim olamamak mı korkutuyor sizi? O zaman gözlerinizi haram nazarlardan korumaya bakmalısınız. İki çeneniz arasından dökülen şeyler mi karartıyor ahiretinizi? Öyleyse, dudaklarınızı sadece hayır için açmalısınız. Hevâ ve hevesinize düşkünlüğünüz mü matlaştırıyor akıbetinizi? O halde keyif ve lezzeti helal dairesinde aramalı ve yapıp ettiğiniz her şeye helal vizesi sormalısınız. Yani, korku ve endişeler, sizi sizinle yüzleşmeye sevk etmeli. Kendi hayatınızın muhasebesini yapmalısınız. Perişan hallerinize bakmalı, kırılan noktalarınızı onarmalı, çatlayan yanlarınızı sarmalı ve eksiklerinizi telafi etmeye çalışmalısınız. Aslında, tevbe de bir manada, tıpkı sehiv secdesi gibidir. Sehiv secdesi, namazdaki bir ihmal, bir terk ve bir yanılmaya karşı “cebren linnoksan”dır, yani, ondaki eksiği, gediği sarma, pansuman yapma demektir. Tevbe de, insanın şahsî hayatındaki hatalara karşı cebren linnoksandır. O da bir sargıdır; kırığı ve çatlağı sarma, bir yönüyle, kulluk anlayışını yeniden cilalama manasına gelir.

Diğer taraftan, hakikaten günahlardan ürküyor, onların öldürücülüğüne inanıyor ve akıbetinizden endişe ediyorsanız, hemen bir tevbe kurnasına koşmanız ve o günahlara tekrar dönmemek için elinizden gelen her şeyi yapmanız icap eder. Aksine, insanın tevbesiz ve amelsiz af beklemesi veya ömrünü günah vadilerinde geçirdiği halde, Cennet’ten dem vurması, yalancı bir recâ, boş bir kuruntu ve Allah’a karşı da bir saygısızlıktır.

Bu açıdan, bir insan, çok büyük hata ve günahlar işlese, -Allah korusun- adam öldürse, zina etse, içki içse bile, bütün bunlarla ye’se düşeceğine, hemen kendisini Cenâb-ı Hakk’ın rahmet deryasına salmalı ve tevbeye sığınmalıdır. Allah Teâlâ, her insana, onun irfan ve idrak seviyesine göre Kendisine yönelme merdiveni uzatmış; kulları için tevbe, inâbe ve evbe basamakları kurmuştur. Bir kudsî hadiste, “Ey âdemoğlu, Bana dua eder ve Benden affını istersen, günahın ne kadar çok olursa olsun onu affederim. Ey insan, günahların ufukları tutacak kadar çoğalsa ama sen yine istiğfar etsen, onun çokluğuna bakmadan günahlarını bağışlarım. Ey âdemoğlu, dünya dolusu hatayla da olsa bana ortak koşmadan huzuruma gelirsen, Ben de dünyayı dolduracak kadar mağfiretle sana muamele ederim.” buyurmuştur. Öyleyse, bir kulun günahı ne olursa olsun, ona düşen, yaptığı şeylere bir daha dönmemek, günahlardan uzak durmaya azm ü cezm ü kast eylemek ve bu kararında sağlam durmaya çalışmaktır. Nitekim, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) haber vermişlerdir ki, bir insan yüz defa tevbesini bozmuş olsa bile, “Allah’ım, ben yine düştüm; günahımı bağışla, beni affet..” diyerek ve o çirkinliklere dönmeme hususunda kesin karar vererek bir kere daha tevbe etse, Allah onun tevbesini yüzbirinci defa da kabul eder. Evet bu hususta önemli olan, “Hem endişe, hem de ümit ile O’na yalvarın. Muhakkak ki Allah’ın rahmeti iyi kimselere yakındır.” (Ârâf, 7/56) mealindeki ayete uygun bir şekilde endişe duygusunu ümitle dengeleyerek O’na yalvarmaktır; “Kullarım Beni senden soracak olurlarsa, bilsinler ki Ben pek yakınım. Bana dua edenin duasına icabet ederim. Öyleyse onlar da dâvetime icabet etsin ve Bana hakkıyla inansınlar ki doğru yolda yürüyerek selâmete ersinler.” (Bakara, 2/186) ilahî beyanına itimad ederek O’na yönelmek ve O’nun icabet edeceğine de katî inanmaktır.

Tevbenin kabul edilmesi için, gönülden pişmanlık duymak, eski hataları ürpertiyle ve büyük bir mahcubiyetle hatırlamak, ruhta meydana gelen boşlukları istiğfarla, ibadet ü tâatla doldurmak, Allah rızasına götüren yollar dışında geçen hayat için âh ü enîn edip ağlamak ve her türlü haksızlığı gidermeye çalışmak önemli hususlardır. Kul hakkı varsa onu gidermek, gıybet, haset ve su-i zan edilmişse, onlardan dolayı hakkı geçen insanlara meseleyi anlatıp haklarını helal ettirmek tevbenin mühim bir yanını teşkil eder.

Bu açıdan, “Ben günah işledim/işliyorum; dolayısıyla, artık kurtulabileceğime dair zerre kadar ümidim kalmadı” şeklindeki mülahazalar inanan bir gönlün düşünceleri olamaz. Şahsen, özellikle bazı anlarda akıbetimden çok korktuğum halde, ümitsizlik ve ye’se asla düşmedim; bundan sonra da düşmeyeceğim kanaatini taşıyorum. Çünkü, iğne deliği kadar bir aralıktan sızacak olan rahmet-i ilahiyenin bana da yeteceğine ve şu aciz kulu da zâyi etmeyeceğine inanıyorum. Yapmam gereken tek şey olduğunu zannediyorum; o da, eğer üzerimde bazı haklar olduğu hususunda gerçekten endişe duyuyorsam ve onlar o iğnenin deliğini de kapatacak gibi duruyorsa önümde, hemen onları ödemeye bakmalıyım; varsa hakkını yediğim bir insan ya da gıyabında olumsuz bazı şeyler söylediğim bir kimse, gitmeli, elini ayağını öpmeli, yalvarmalı ve “Ne olur, hakkını helal et” demeliyim. Böyle bir tevbe yolu varken ve Allah Yegâne Merhametli iken ne diye ye’se düşeyim? Ye’sin babası şeytanken, neden kendimi onun acımasız kollarına bırakayım? Hayır, M. Akif gibi, “Azmiyle, ümîdiyle yaşar hep yaşayanlar / Me’yûs olan rûhunu, vicdânını bağlar!” demeli; ayağa kalkıp doğrulmalı, elime tevbe baltasını alarak bütün günahların başını kırmalıyım.

   Tevbe etmek, sadece bazı kelimeleri söylemekle mi olur; yoksa, tevbe maksadıyla namaz kılmak, Kur’an okumak ve bir istiğfar duası yapmak da söz konusu mudur?

Aslında, tevbenin özü pişmanlıktır; tevbe etmek, içten nedâmet duyma, hata ve günahlardan dolayı gerçekten pişman olma demektir. Pişmanlık tevbedeki manadır. Fakat, manaların da bir kalıbı olur ve onların kalıbı da sözlerdir, lafızlardır. Bundan dolayı “El-elfâzu kavâlibu’l-meâni; lafızlar, manaların kalıplarıdır” denmiştir. Mesela; Cenâb-ı Hakk’a değişik şekillerde teveccüh etmek mümkündür; önemli olan O’na yönelme ve huşûdur. Fakat, namaz bu teveccüh için güzel bir kalıptır. Teveccüh o işin ruh ve manası; niyet, iftitah tekbiri, kıyam, kıraat, rükû ve sücûd ise o yönelmenin şeklidir. Şekil sadece kuru bir kalıp değildir; onun manaya kattığı ayrı bir derinlik vardır. İşte tevbenin de, bir özü ve manası olduğu gibi bir kalıbı da bulunur. Onun kalıbı da, öncelikle istiğfar ve dualardır. Özellikle, Şeddad bin Evs’den (radıyallahu anh) rivayet edilen hadisin “Seyyidü’l-İstiğfar” olarak anılan şu kısmı tevbe için önemli bir kalıptır: “Allâhümme ente Rabbî. Lâ ilâhe illâ ente halaktenî ve ene abdüke ve ene alâ ahdike ve va’dike me’steta’tü, eûzü bike min şerri mâ sana’tü, ebûü leke bi ni’metike aleyye ve ebûü leke bi zenbî fağfirlî fe innehû lâ yağfiru’z-zünûbe illâ ente – Allahım! Sen benim Rabbimsin. Senden başka ilâh yoktur. Beni Sen yarattın ve ben Senin kulunum. İman ve ubûdiyetimde gücüm yettiği kadar Senin ahd ü misâkın üzereyim. Yâ Rabbi! Yaptıklarımın şerrinden Sana sığınırım. Senin bana in’âm ve ihsan buyurduğun nimetleri ikrar ve i’tirâf ettiğim gibi kendi kusur ve günâhlarımı da i’tirâf ediyorum. Rabbim! Sen beni afv ü mağfiret eyle. Zîra, Senden başkası günâhları afv ü mağfiret edemez, yegâne Gafûr Sensin.” Bu duayı her sabah dört kere söylemek sünnet olduğuna göre, demek ki, tevbeyi kelimelerle dile getirmenin de kendine has bir önemi var.

Ayrıca, bir kısım rivayetlerde, günahlarına tevbe etmek isteyen insanın iki rekat namaz kılmasının mendub bir nafile ibadet olduğu da anlatılmaktadır. Bu namaza bazıları “tevbe namazı”, bazıları da “istiğfar namazı” demiş olsa bile, onun ismi de, o namazı kılacak insanın tevbesinin seviyesine göre değişebilir. Allah’ın emirlerine muhalefetin kalbde burkuntular hâlinde hissedilmesi ve ferdin, günahını idrak şuuruyla Hakk kapısına yönelmesi neticesinde kılınan namaza “tevbe namazı”; huzurda bulunma âdâbına aykırı her davranış ve her düşünceden sonra, büyük-küçük her gaflet karşısında Allah’ın rahmetine sığınma niyetiyle kılınana “inâbe namazı” ve mâsivayla alâkalı her şeyi gönülden söküp atma ve kalbi O’ndan başka her şeye kapama cehdiyle eda edilene de “evbe namazı” denebilir. Hazreti Ali (radiyallahu anh), Ebu Bekir Efendimizin şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), “Günah işleyen bir adam, hemen (sünnet ve âdâbına dikkat ederek) güzelce abdest alır, sonra iki rekat namaz kılar ve günahının mağrifetini Allah’tan dilerse, Allah ona mağrifet eder.” buyurdu. Sonra Rasûlullah şu ayeti okudu: “Onlar, çirkin bir iş yaptıklarında veya kendi nefislerine zulmettiklerinde, peşinden hemen Allah’ı anar, günahlarının affedilmesini dilerler. Zaten günahları Allah’tan başka kim affedebilir ki? Bir de onlar, bile bile işledikleri günahlarda ısrar etmez, o günahları sürdürmezler.” (Âl-i İmran, 3/135).

Bu namazda okunacak sure ya da ayetlerle alâkalı bir tayin yapılmamıştır. Fakat, Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) hâcet namazında ve sabah namazının sünnetinde, genel olarak, Kâfirun ve İhlas surelerini tavsiye etmişlerdir. Bu tavsiyeye saygılı olma ve onu uygulamanın yanı başında, şahsen içimde tevbe duygusunu coşturacak ayetler okumayı tercih ettiğim zamanlar da oluyor. Mesela, bazen ilk rekatta, “De ki: “Ey mülk ve hakimiyet sahibi Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden onu çeker alırsın. Dilediğini aziz, dilediğini zelil kılarsın. Her türlü hayır yalnız Senin elindedir. Sen elbette her şeye kâdirsin.” (Âl-i İmran, 3/26) mealindeki ayeti ihtiva eden bir bölümü; ikinci rek’atta da, “De ki: Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah dilerse bütün günahları mağfiret eder. Çünkü O, Gafûr ve Rahîm’dir.” (Zümer, 39/53) mealindeki ayetin de yer aldığı kısmı okuyorum.

Fakat, Kâfirun ve İhlas surelerinin ayrı önemi vardır. Bunların biri Tevhid-i Ubudiyetten, diğeri de Tevhid-i Uluhiyetten bahsetmektedir. Bu açıdan, onları okuyarak iki rekat namaz kılma tevbenin ruhuna daha da uygundur. Namazdan sonra ise, “Estağfirullâhe’l-Azîm el-Kerim ellezî lâ ilâhe illâ Hüve’l Hayyu’l-Kayyûm – Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan, bizâtihî var olup başkasına muhtaç bulunmayan, her şeyin varlık ve bekâsını kudret elinde tutan, hayat sahibi Hayy u Kayyum ve yegâne kerem sahibi yüce Allah’tan bağışlanmamı dilerim” deyip başı yere koymak ve “Yâ Hayyu yâ Kayyûm bi rahmetike esteğîsü, eslihlî şe’ni külleh ve lâtekilni ilâ nefsi tarfete ayn – Ey Hayy u Kayyum, Senin rahmetine sığınıyorum. Benim her hâlimi ıslah eyle, göz açıp kapayıncaya kadar da olsa beni nefsimle başbaşa bırakma!” diyerek Rahman u Rahîm’den afv ve merhamet dilenmek gerekir. Dua ve zikir kitaplarında, yoruluncaya kadar “Ya Hayyu ya Kayyum…” diye inlemenin; lafızlara manayı, ses ve soluğa da kalb heyecanlarını katarak, hatta kalbin rikkat ve inceliğini gözyaşlarıyla konuşturarak söylemenin fazileti üzerinde durulur. O hâl üzere içini dökme, sızlanma, ağlama, nedametini tam ortaya koyma ve hem hâl hem de sözle “tevbeler tevbesi” deme tavsiye edilir. Peki, neye karşı böyle bir tevbe?!. Küçücük bir bakmaya, minnacık bir lokmaya, ufacık bir kelimeciğe, anlık bir öpmeciğe ve yalan bir sözcüğe bunlardan birine, ya da herbirine öyle pişmanlık duyma ve ölesiye ağlama ki, değil birisini, bin tanesini götürebilecek çağlayanlar meydana getirerek, hepsini silip temizlemeye çalışma işte asıl tevbe!..

   “Bu yakıcı iniltinin sahibi kim?!.”

Tevbenin şartlarına riayet etseler de, meseleyi sadece kalıbıyla ortaya koyanlar, boş iş mi yapmış sayılırlar? Hâşâ ve kellâ!.. Allah için yapılan hiçbir şey O’nun nezdinde karşılıksız kalmaz. Ancak tevbeden tevbeye fark vardır. Tevbe adına ortaya konan her söz ve davranış da, insanların niyet derinliği, iç enginliği ve huşû seviyesine göre değerlendirilir. Bunlar birer derinliktir ve pişmanlık iniltilerini bu derinliklerle sunmanın, tevbeye ayrı bir değer kazandırması söz konusudur. Bazen gönlünüzün en sırlı yerinden gelen bir inleme vesilesiyle bütün hata ve günahlarınızı temizler Allah Teâlâ. Samimi bir niyazınız giderir bütün günah lekelerini. Malumunuz, bir gün, Yunus bin Mettâ (aleyhisselam) öyle bir inler ki, tâ Arş-ı âzamı ihtizaza getirir. Melekler “Bu yakıcı iniltinin sahibi kim Ya Rabb!” diye sorarlar; “Bizim Yunus” cevabını alınca da, “Şu yanıp yakılan, içli içli dua eden Yunus mu?” demekten kendilerini alamazlar. Evet o, içli içli dua eden Yunus Nebî’dir; Arş’ı titreten de onun yakarışlarıdır.

İşte öyle bir inleme ve ağlama bütün günahları yuyup yıkamaya vesile olabilir. Fakat, sizin yakarışınız kendi kendinize olmalı; sesinizi ancak siz duymalısınız ve sadece Allah’a duyurmayı düşünmelisiniz. Çünkü biz bir nebî gibi masum ve masûn değiliz; görülme, duyulma ve bilinme neticesinde devrilebiliriz. Öyleyse âh u eninlerinizi ne şeytana duyurun ne de meleklere. Çığlıklarınız kalbinizden yükselsin ama yine kalbinize insin. Kalbiniz bütünüyle bir bamteli olsun; duygularınız da bir mızrab gönlünüzün sesi feryat gibi yükselsin, fakat sinenizin çeperlerini aşıp ağyara ulaşmasın, yine gönlünüzde boğulsun. Kıskanın içinizin samimiyetini; meleklere bile duyurmayın Allah’a adadığınız ses ve soluklarınızı. Rabbinizle aranızdaki sırlar hakkında çok kıskanç olun; O’ndan başka kimseye bildirmeyin, duyurmayın. O ince tavırlarınız, derin bakışlarınız ve içinizdeki derd u ızdırabınız başkalarının bulunduğu yerlerde de dökülüp saçılıyorsa ama siz farkında değilseniz, o tabiî dökülüşten dolayı muaheze olmazsınız. Fakat, duyurmama ve göstermeme iradeniz dahilinde ise, çok kıskanç olun sırlarınızı ortaya dökmeme hususunda. Rabbinizle aranızdaki sırlar sizin namusunuzdur; onları orada-burada açığa vurmak suretiyle namusunuzu fâş etmeyin.

Bamteli: KAZANMA KUŞAĞINDAYKEN KORKU, İFTİRA ve GIYBET

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Duygu ve düşünce zehirlenmesine mübtelâ olan kimseler, hiçbir mahzur görmeden gıybet ve iftira edip duruyorlar; bazen korku bazen de atf-ı cürüm marazıyla başkaları da onlara iştirak ediyorlar.

Kritik bir dönemde yaşadığımızdan dolayı, bazılarımız, bazıları, belki epey insan, işin içinden sıyrılmak için arkadaşlarının aleyhinde konuştular, olmayacak şeyler söylediler. Önlerine yazılıp konan kâğıtlara imza atma mecburiyetinde bırakıldılar. (Zalimler onlara) “hücre” dediler, “sopa” dediler, “ilaç içirme” dediler, “Bu kâğıda imza atma…” dediler. Bu mevzuda tercihini yanlış yapanlar oldu. (Masumlara iftira atma yerine, her şeye rağmen) tercih edilmesi gerekli olan, “hücre” idi, belki “ilaç” idi, belki “dövülme” idi, “ağzın-burnun kırılması” idi, “kafanın yarılması” idi. Bunlar, o tercihi doğru yapana sevap kazandırırdı. Ama bir mü’minin aleyhinde konuşma, yazılan yalanı imza etme, iftira idi, bühtan idi, günah-ı kebâir idi.

Bunu bilerek yaptı ise, yapmada da mahzur görmüyorsa, zavallı -farkına varmadan- İslam yolunda (!) kâfir oldu. Çünkü, günah-ı kebâir, tevbe ile zâil olur; fakat insan yaptığı günahı, gıybeti, iftirayı, bühtanı, bir mahzursuz şeymiş gibi görüyor, hem de böyle sürekli tekrar edip duruyorsa, bunu “mahzursuz” kabul ediyorsa; beş vakit namaza beş de ilave etse, on vakit namaz kılsa, yine kâfir, yine kâfir, yine kâfirdir!.. Ve küfür, insanın o âna kadar yaptığı amelleri alır-götürür. O esnada ölse, öbür tarafa taşıyacağı hiçbir sâlih amel yoktur.

Böyle kritik bir dönemde “atf-ı cürüm” -hukukta geçen bir tabir- çok olur. Bazı insanlarda, başkalarını suçlamak suretiyle işin içinden sıyrılma gibi bir “kompleks” vardır: Atf-ı cürüm… “Birini karalarsak, biz, işin içinden sıyrılırız!” Hasımlar da -esasen- onu istemektedirler. Hafizanallah, böyle bir dönemde “gıybet” çok olur. Hele bir de hususî, kendini gıybete adamış, zift bir medya varsa!.. Bunların radyoaktif tesiri bütün topluma sirayet eder. “Alfa”sı olmasa “Beta”sı; “Beta”sı olmasa “Gama”sı; bütün kalbleri ifsat eder, kirletir, farkına varmadan. Bir yalan -böyle- herkes tarafından konuşuluyorsa, kahvedekinin mevzuu olmuşsa, lokaldekinin mevzuu olmuşsa, pastanedekinin mevzuu olmuşsa, hatta camide şadırvan başında namazı bekleyenin mevzuu olmuşsa, hafizanallah “Falanlar, filanlar, hainler, alçaklar, bayağılar!” diyorlarsa, hiç farkına varmadan toplum, bunları mahzursuz görmeye başlar, işlene-işlene ahvâl-i âdiyeden bir hal alır. Ve dolayısıyla topyekûn toplum, zehirlenmiş olur. Buna “duygu zehirlenmesi”, “düşünce zehirlenmesi” denir.

Böyle zehirlenen birinin Allah ile münasebetinden söz edilemez, Rasûlullah ile münasebetinden söz edilemez. O söz edenler de esasen, Makyavelistlerdir. Mesela “İslam!” derler, fakat onu kullanırlar. Ama iyi bilirler onun prim yapacağını. Biliyor musunuz Lenin ve Trocki, daha sonra da Stalin neyi kullandılar? Karl Marks ve Engels’in “Sermaye ve emek arasındaki mücadele” teorilerini kullandılar, kendi dünyalarında; çünkü toplum ona karşı duyarlı hale gelmişti. “Biz, emek verip de arzu ettiği kadar bir şey elde edemeyen insanları harekete geçirirsek şayet; diğerlerinin aleyhinde olur!” dediler. Bir Ortodoks dünyada bu, geçerli bir “materyal” idi. Onlar, Makyavelist bir mülahaza ile hedefe ulaşmak için bu materyali değerlendirdiler.

   Nifak ehli Makyavelistler, günümüzde dinin ve İslâmî değerlerin halk nezdinde prim yaptığını düşünerek mukaddesâtı dünyevî emelleri için birer meta gibi kullandılar/kullanıyorlar.

Onlar Müslümanlığı bilmiyorlardı ama bir gün dünyanın bir yerinde şayet nifak, mesela başkalarını aldatma, kandırma, olmadığı gibi görünme geçerli bir madde olsa, bu defa işin serkârları o argümanı değerlendirirler. Bir yerde toplumda az buçuk İslamî duygular gelişmişse, şöyle-böyle câmilerde cemaatin sayısı artmışsa… Bir zaman artmıştı; şimdi azalıyor, “Yüzde kırklardan yüzde yirmilere düşmüş!” diyorlar. “Uyuşturucu da ilk mektep talebelerine kadar inmiş!” diyorlar. Fakat o his, sönmemiştir; o uyuşturucuyu kullanmış, yerde kıvrım kıvrım kıvranan insana sorsan, “Ben Müslümanım!” der yine; meyhaneden çıkana sorsan, “Ben Müslümanım!” der; namaz kılmayan birine sorsan, caminin önünden geçiyor, “Ben Müslümanım!” der. Bu duygu değer kazandırdığından dolayı, bazıları onu suiistimal ederler.

Evet, bir dönemde sa’y ve sermaye değerlendirildi; Avrupa’da asırlarca sosyal mücadelelerin arkasında bu vardı. Bu mücadele, Karl Marks’ı ve Engels’i harekete geçirdi, “Das Capital” (Kapital) böyle yazıldı ve bunu daha sonrakiler yine “sa’y ve sermaye” meselesi olarak değerlendirdiler. Bir gün Müslümanlık bir yönüyle, şeklen, sûreten, herkesin benimsediği bir şey ise şayet, bu defa o Makyavelistler, hedeflerine ulaşmak için onu kullanırlar. Makyavelist yerine münafıklar da denebilir; böyleleri münafıktır zaten ve münafık, kâfirden daha şiddetlidir. Ve onların yaptıkları bu nifaka dinî kılıflar, kalıplar bulan, mesela rüşvete “hediye” diyen, mesela iftira etmeye, bühtanda bulunmaya اَلْحَرْبُ خُدْعَةٌ beyanını mesnet edinip “Bu, bir savaştır, savaşta da esas, ayak oyunu câizdir!” falan diyen insanlar, onların küfrüne iştirak ediyor demektir.

Öylelerinin cenaze namazları kılınmaz. Onlar için el açıp mezarlarının başında, musallanın başında dua etseniz, öbür tarafta Allah, size hesabını sorar; ilahiyatçı da olsa, imam da olsa, müezzin de olsa, Diyanet İşleri Başkanı da olsa, Allah, hesabını sorar. Neden?!. Çünkü münafığın rüşvetine sen, “hediye” dedin; yalanına “hud’a” dedin; aldatmasına, ayak oyununa اَلْحَرْبُ خُدْعَةٌ dedin. Bir yönüyle haramı, gayr-ı meşruyu, Makyavelist bir mülahaza ile “meşru” göstermek suretiyle, sen o sürülerin kafalarını bozdun; bilmem neyin arkasından sürüklenip giden koyun sürüsü gibi, arkasından sürüklenip gittiler.

Evet, bugün, “Yalan, râiç; hıyanet, mültezem; her yerde Hak meçhul / Ne tüyler ürperir yâ Rab, ne korkunç inkılap olmuş / Ne din kalmış, ne iman; din, harap; iman, serap olmuş!” Haçlı, geldiği zaman, “gâvur” diyordun sen. Ona karşı ya Kılıçarslan’ın, ya Alparslan’ın, ya Melik Şah’ın, ya Nureddin-i Zengi’nin veya Şîrgûh’un arkasında kenetleniyordun; duygu-düşünce birliği içinde onlara karşı savaş veriyordun. Belli idi düşman, sen de belli idin; senin bir çizgin vardı, kırmızı çizgin; onların da kırmızı çizgileri vardı; tehlike daha az idi. Ve aynı zamanda onlar, günümüzün bazı münafıklarının yaptığı gibi karıyı kocadan ayırmıyorlardı; evladı, annesinden-babasından ayırmıyorlardı; yuvaları, yetim bırakmıyorlardı; hiçbir şeyden haberi olmayan masum insanlar, çok küçük nispetlere bağlanarak zulme uğratılmıyordu. “Aynı telefon sistemini kullanmışsın!” diye zulme maruz kalma… İnanın ne Arslan Yürekli Richard, ne Topal Philip, ne Friedrich Barbarossa, bu türlü zulümleri irtikâp etmediler! Öyle zulümler irtikâp edildi ki, hafizanallah, Ebu Cehil yapmamıştı bunu, Amnofis yapmamıştı bunu! Bunları Müslüman bilerek arkalarından gitme, hafizanallah, öbür tarafta kâfirler ile haşr ü neşr olma gibi bir şey getirir.

   “Kiminiz kiminizi gıybet etmesin. Hiç sizden biriniz, ölmüş kardeşinin cesedini dişlemekten hoşlanır mı?”

Benim esas meselem: İftira ve bühtanın bir hastalık haline gelmesi, Mü’minlerin arasına bile sirayet etmesi… Bakın!.. “Acaba ne yanlış yaptık ki biz -falanların yanlışı- bugün bu iş başımıza geldi? Ali’nin yanlışı, Veli’nin yanlışı, Osman’ın yanlışı!.. Acaba bir kısım kimselere bir kemik atsaydık, bu şeyler başımıza gelir miydi? Acaba bir yerde bu okula adlarını ve namlarını verseydik, bu iş başımıza gelir miydi?” demek suretiyle atf-ı cürümde bulunma… Ve bu işin önde gidenlerine gıybette bulunma, iftira etme…

-Bir türüyle/yönüyle- gıybet, zinadan eşeddir ve gıybet, günah-ı kebâir arasında sayılmıştır. Kur’an, lisân-ı nezihi ile “kardeşinin etini yeme” diyor; o lisân-ı nezihine rağmen böyle ifade ediyor, demek ki başka şey muktezâ-i zâhire mutabık değil; onun için Kur’an onu bir çeşit “yamyamlaşma” olarak beyan ediyor: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اجْتَنِبُوا كَثِيرًا مِنَ الظَّنِّ إِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ إِثْمٌ وَلاَ تَجَسَّسُوا وَلاَ يَغْتَبْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا أَيُحِبُّ أَحَدُكُمْ أَنْ يَأْكُلَ لَحْمَ أَخِيهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ وَاتَّقُوا اللهَ إِنَّ اللهَ تَوَّابٌ رَحِيمٌ “Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hâllerini araştırmayın. Kiminiz kiminizi gıybet etmesin. Hiç sizden biriniz, ölmüş kardeşinin cesedini dişlemekten hoşlanır mı? İşte bundan hemen tiksindiniz! Öyleyse Allah’ın azabından korkun da bu çirkin işten kendinizi koruyun. Allah Tevvâb’dır, Rahîm’dir (tövbeleri kabul eder, merhamet ve ihsanı boldur).” (Hucurât, 49/12)

Şimdi o işin radyoaktif tesiri, onun gaması şuursuz kitlelere aksedince, onlar da oturup-kalktıkları her yerde “Biraz da biz gıybet edelim!” falan diyorlar ve candan kardeşlerini suçlamaya başlıyorlar. Onu icat eden, üreten, sistemini uygun ortaya koyan, belli argümanlar ile ifade eden insanlar, tesir ediyorlar kahvedekine, lokaldekine, pastanedekine, camidekine, şadırvan başında kollarını sıvamış abdest alana, ezana icabet edene, “Allahu Ekber!” dendiği zaman “Allahu Ekber” diyene… O da geliyor, gama tesiri ile sirayet ediyor, hiç farkına varmadan kalb ölüyor; ruh, felç oluyor; sır kapısı kapanıyor; Allah ile münasebet, kesiliyor. “Mezar-ı müteharrik bedbaht” haline geliyorlar; hareket eden ölüler haline geliyorlar.

Zira bir insanın hayatiyeti, kalbî ve ruhî hayatı ile alakalıdır. Kalbî ve ruhî hayatı olmayana “diri” denemez. Onun için Hazret, “Madem dünya hayatı ve cismanî yaşayış ve hayvanî hayat böyledir; hayvaniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir.” diyor. Demek ki kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselmek, ancak kalben ve ruhen diri olmaya bağlı. Zehirlenmiş insanlar, Makyavelistlerin etrafa saçtığı zehirler ile zehirlenmiş insanlar, ölü sayılırlar; mezar-ı müteharrik, hareket eden ölüler, demektir. Bunların tek bir şeye istihkakları vardır; Allah kabul ederse, başlarında durup elleri kaldırıp ruhlarına birer Fatiha okumaya! Ölmüş demektir o camileri lebalep dolduran insanlar, eğer böyle zehirlenmişler ise; bunlar, bütünüyle ölmüş demektir, hafizanallah…

Bu, İslam dünyasının -İs-lam Dün-ya-sı-nın, hususiyle “zirve” seviyede bazı İslam dünyasının- hastalığı haline gelmiştir, marazı haline gelmiştir. “Ed-dâ’ul-‘udâl” (اَلدَّاءُ الْعُضَالُ) diyor Araplar, “onulmaz bir dert”, metastaz yapmış bir kanser, bir veba, bir tâûn; yakaladığını alıp götürüyor. Nereye götürüyor? “Kalb”sizliğe, “ruh”suzluğa, “sır”sızlığa, “hafâ” gaybûbetine, “ahfâ” gaybûbetine, Allah bilmezliğe, Peygamber bilmezliğe götürüyor, hafizanallah!..

Öyle bir durumda dilimizi tutmak, -belki- gıybet ve iftiraya girenlere “Sus! Allah, dilini kurutsun senin! Mü’min kardeşinin aleyhinde konuşma!” demek düşer bize. Kendini hizmete adamış insanlara gıybet ve iftiraya karşı tavır almak düşer.

   Sadece bir insanın celbi/iadesi için, bir tanesine -hem de ekonomik krizdeki bir millettin hakkı olan- on beş milyon doları teklif etmişler; bu denâeti Amnofis bile yapmamıştır!..

Bu güne kadar, Cenâb-ı Hak sizi çok şeylere muvaffak kılmış; kimse kendinden bilmesin onu!.. كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ “Hepsi Allah’tan!” O’na binlerce hamd u senâlar olsun ki, sizi/bizi, çoğumuzu böyle hayırlı hizmette, aklımız ermediği halde, istihdam buyurdu. Başka yerlerde istihdam buyurabilirdi; bir yerde bir çıraklık, bir yerde bir amelelik verebilirdi. Öyle değil; i’lâ-ı kelimetullahta istihdam buyurdu. Siz, diliyordunuz, dileniyordunuz ve istiyordunuz: اَللَّهُمَّ أَعْلِ كَلِمَةَ اللهِ “Allah’ım, zatında yüce olan adını, Hak kelamını, İslam dinini bugün de dünyanın her bir köşesinde bir kere daha yücelt; hakkı-hakikati bütün gönüllere duyur. Allahım,” diyor muydunuz, demiyor muydunuz? اَللَّهُمَّ أَعْلِ كَلِمَةَ اللهِ فِي كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ وَفِي كُلِّ نَوَاحِي الْحَيَاةِ Dünyanın dört bir yanında, hayatın bütün birimlerinde, “mine’l-bâb ile’l-mihrâb”, köy muhtarlığından zirvedeki insana (serkâra) kadar… وَاسْتَخْدِمْنَا فِي هَذَا الشَّأْنِ “Ve bizi bu işte istihdam buyur!” وَضَعْ لَنَا الْوُدَّ بَيْنَ عِبَادِكَ “Kulların arasında da bu işi kabullenmeleri, hüsnükabul göstermeleri için bize vüdd vaz’ et!” Arzda, semada, uğradığımız herkes, gönlünü açsın!..

Açtılar mı, açmadılar mı? Dünyanın yüz yetmiş ülkesinde, millet, yirmi sene, yirmi beş sene, otuz seneye yakın, bağrını size açtı mı, açmadı mı?!. Hiçbir şüphe onlarda olmadı. Nabzınızı tuttular, kalbinizi dinlediler, hep istikamet solukları aldılar. Allah, yaptı… Siz istediniz bunu; Allah da yaptı. Doğru bir yolda yürüyordunuz; yapılması gerekli olan şey, o idi. Yeryüzünde bir dikili taşınız olmayacaktı.. bir zırhlı araba derdiniz olmayacaktı.. bir villa derdiniz olmayacaktı.. arkasında-önünde arabaların koşturduğu bir insan olmayacaktınız… Bunları hiç istemediniz. İstediğiniz bir şey vardı: Allah’ın nâm-ı celîli dünyanın dört bir yanında bayrak gibi dalgalansın! Nâm-ı celîl-i Muhammedî, dünyanın dört bir yanında bayrak gibi dalgalansın! Onun gösterdiği o hedef, tahakkuk etsin: “Adım, güneşin doğup-battığı her yere gidecektir!” Siz, bunu istiyordunuz; Allah da belli ölçüde bunu verdi. Bundan sonra o meseleyi tamamlama istikametinde gayret ortaya koyacaksınız!..

Nefsini, aklını, mantığını şeytana kaptırmış, tahripkâr insanlar da yapılanları yıkmaya çalışacaklar, yıkmak için ellerinden gelen her şeyi yapacaklar. Düşünün: Sadece bir insanın celbi/iadesi için, bir tanesine on beş milyon dolar teklif eden bir mantık!.. Amnofis, bunu yapmamıştır! Ve bunu yapanın, kâfir olmasında şüphe yoktur; inanın! Bir insanın iadesi için milletin parasını, milletten topladıkları parayı, ekonomik krizlerin yaşandığı bir dönemde harcıyorlar; tek bir adamın iadesi için “Al sana bunu, yap onu! Uçağın düşerse, onu da karşılamaya âmâde bulunuyoruz!” diyorlar. Burada, mahkemede bu meseleler görüşülüyor. Milletimiz, hiçbir zaman bu ölçüde rezalete maruz kalmamıştır; hiçbir zaman, İstanbul’u işgal ettikleri zaman bile, bu ölçüde rezalete milletimiz maruz kalmamıştır.

   “Allah’ım! Gönüllerimize aşkını, iştiyâkını, Sana mülâki olma arzusunu koy; Nâm-ı Celîlini dünyanın dört bir yanında bütün insanlığa duyurma adına ölüp ölüp dirilelim!..”

Şimdi bunun radyoaktif tesirinin, size de sirayet etmesi gayet normal; sizden bazıları da farkına varmadan atf-ı cürümde bulunuyorlar. “Acaba başkalarını suçlarsak, biz de bu işin içinden sıyrılabilir miyiz?” diyorlar, farkına varmadan. Bazıları tazyik karşısında, bazıları da yapılan yanlışlıkları önde bu işi götüren insanlardan bilerek bu günahı işliyorlar. “Gıybet” gibi bir günah-ı kebâiri irtikâp etmek, “iftira” gibi bir günah-ı kebâiri irtikâp etmek… Hafizanallah!.. Bir yönüyle icraat-ı İlâhiyeye, bazılarını ortak koşmak suretiyle şirke düşme manasında…

Hatta “Falan-filan ölsün!..” diye büyü yapma… Yirmi defa, otuz defa bazı kimselerin ölmesi için o serkârlar büyü yaptılar. الإِشْرَاكُ بِاللَّهِ، وَالسِّحْرُ، وَقَتْلُ النَّفْسِ Günah-ı kebâir sayılırken, önce “Allah’a eş/ortak koşmak”. “Melekler, Allah’ın kızı!” demek, “Falanlar, şunlar!” demek; müşriktir bunu diyen. Ondan sonra “adam öldürmek”ten evvel geliyor “sihir”. Onu da mahzursuz görüyor, yirmi defa yapıyor, otuz defa yapıyor. İstemediği insan ölsün, meydan ona kalsın, dediği olsun, başka sesler kesilsin, diye. Hiç farkına varmadan, yaptığı şeyler ile kâfir oluyor; kâfirin arkasından giden de, başının çaresine baksın!

Siz, Allah’ın izni ve inâyetiyle, -müspet manada- başının çaresine bakan insanlarsınız. -Bakın elektronik tabloda da- o çıktı: اَللَّهُمَّ اِشْتِيَاقًا إِلَى لِقَائِكَ، وَإِلَى لِقَاءِ حَبِيبِكَ، تُغْنِينَا بِهِ عَنِ اشْتِيَاقِ مَا سِوَاكَ Allah’ım! Aşkını, iştiyakını, Sana mülâki olma arzusunu bizi delirtircesine gönüllerimize at! Nâm-ı Celîlini dünyanın dört bir yanında bütün insanlığa duyurma adına ölelim, ölelim, dirilelim! Ölelim, ölelim, dirilelim!.. Ölelim, ölelim, dirilelim!..

Varsın başkaları sizin yapmak istediğiniz şeyleri yıkmaya çalışsınlar, bir hesap günü var! Her şey, bugünden ibaret değil; yarın var, öbür gün var, daha öbür gün var. Bir gün var ki, فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ * وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ Kim zerre kadar, atom ağırlığı hayır veya şer yapmışsa, onun karşılığını mutlaka görecektir. Onun için Allah’a gönül vermiş sizler, hiçbir şeyden endişe etmeyerek, gıybete tenezzül etmeyerek, bazılarını suçlamak suretiyle teselli olma sevdasına düşmeyerek, yürüdüğünüz yolda yürüyün Allah’ın izni ve inayetiyle. Dişinizi sıkıp “aktif sabır” ile, hareket halindeki sabır ile, kıpırdanma sabrı ile yürüyün “Şimdi ne yapılır? Şimdi ne yapılır? Şimdi ne yapılır?!” diyerek. Ayağıma zincir vurdular, ellerim var ya!.. Ellerime zincir vurdular, başımı hareket ettirmem var ya!.. Boynuma zincir vurdular, dilimi hareket ettirmek var ya!.. Dilime-ağzıma fermuar vurdular, gözlerimle, gözlerimin irisini oynatarak bir şey ifade etmek var ya!.. Hiçbir şey yoksa, sükût ile bir şey demek var ya!.. Buna kadar yolu var; mü’minin yolu, buraya kadar.

Ne yaparlarsa yapsınlar, yürünen bu isabetli yolda, Hak yolunda, Peygamberler yolunda, Hazreti Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali (radıyallâhu anhüm) yolunda, Allah (celle celâluhu) sâbit-kadem eylesin sizi! Bugüne kadar yürüttüğü, sâbit-kadem kıldığı gibi, Cenâb-ı Hak bundan sonra da en küçük bir kaymaya maruz bırakmasın!.. اَللَّهُمَّ مَتَانَةً، تُغْنِينَا بِهَا عَنِ الْيَأْسِ وَالذِّلَّةِ “Allah’ım! Bize öyle metânet-i tâmme ihsan eyle ki; her türlü zilletten, her türlü yeisten/ümitsizlikten halâs olalım/kurtulalım!” Allah, sizi sağlam yürekleriniz ile kıyamete kadar pâyidar eylesin!..

   “Neredeyse, soyadı Gülen olan hiç kimseyi dışarıda bırakmadılar; Hizmet ile alakası olmayan kimseleri bile sadece soyadından dolayı tutukladılar; seksen yaşındaki kadınların dahi peşine düştüler!..”

Başa dönüyorum: Sadece şahsını kurtarma adına yüz tane insanın adını veren insan oldu. Zaten böyle bir şey de yetiyordu: “Onu da tanıyorum!” “Tanıyorum!” demek yetiyordu. Mesela bir şey diyeyim: Neredeyse soyadı “Gülen” olan insanlardan, dışarıda kimse kalmadı. Evet, “Soyadın öyle olduğuna göre sen de Allahu A’lem öyle düşünüyorsun!” Ama ailem içinde -zannediyorum- hani sizin okuduğunuz, ettiğiniz şeylerin beş satırını bile okumamış olan insanlar vardır. Kadınları bile hapse atıyorlar. Seksen yaşındaki kadınlar bile gaybubet ediyorlar; “Aman Şeytanlar çarpar!” diye gaybubet ediyorlar. Öyle bir hal oldu. Hafizanallah, dolayısıyla bazıları sadece nefislerini düşünerek “Acaba böyle yaparak işin içinden sıyrılabilir miyiz?” dediler.

Antrparantez burada bir şey arz edeyim: Biraz evvel, İzmir’e gittiğim andan itibaren kahraman olarak tanıdığım, buradaki bazılarının da dedesi, telefon ile beni aradı. Onlar saklanıyorlar; ben onu teselli edeceğime, “Hocam, kurban olayım, bak hiç merak etmeyin, burada her şey yolunda gidiyor!” dedi bana. Üzüntümü ifade ettim; “Torununla alakalı burada bir şey oluyordu, sen yoktun içinde!” dedim. “Olsun be Hocam, olsun be Hocam!” diye cevap verdi. Elli sene evvel tanıdığım adam, gördüm ki zerre kadar değişmemiş, yarım adım geriye atmamış. Ve bunların dünyanın değişik yerlerinde binlercesi var, on binlercesi var; Allah’ın inayet ve izniyle; onlar başlattıkları o şeyi devam ettireceklerdir. Allah, sayılarını çoğaltsın! Allah, istikamette, devamda onları sâbit-kadem eylesin!..

Fakat herkes o karakterde olmayabiliyor; başına gelen musibetlerden sıyrılmak için “Daha kimi tanıyorsun?!” denince… Veya yazılı önüne koyuyorlar; “Biz, şundan da şüpheleniyoruz, falan sistemde telefon kullanmış, filan sistemde telefon kullanmış!” Yahu adamın ne konuştuğuna bakılır, Allah aşkına!.. Ne konuştuğu yok ortada, sadece sistemin kullanılması meselesi. “Öyle ise…” Karakuşî karar, “Derdest edin, götürün!” İşte böyle bir şeyden korkunca, elli tane, yoktan, masum insanın ismini alıyorlar.

İlaç içiriyorlar… Ve çokları öyle oldu, ilaç içirdi, konuşturdu, sonra götürdü ormanın içine attılar, “Ölsün!” diye. Hâlâ isminden bahsedilmeyen, üç sene evvel kimin kaçırdığı belli olmayan insanlar var! Dünyanın değişik yerlerinde hasım saydıkları insanları kaçırmak için, hususî uçaklar kiralayıp oradaki insanlara etek ile para döken hainler var, Nemrutlar var, Şeddâdlar var, Firavunlar var! Ve korkuyor, diğer insanlar da korkuyor… Size bugüne kadar yakın durmuş, dost çerçevesinde kalmış. Dolayısıyla bunların isim verdikleri de olmuştur.

Ama şunu samimiyetle söyleyeyim; bunların bütünün sayısı, “yüzde dört”e çıkmaz. Ee canım, o kadarı, İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) gören insanlar arasında da oldu; irtidat edenler oldu. Hatta Tuleyha gibi sahabî içinde bulunanlar, hatta daha sonra Müslümanlığını ilan eden Secâh gibi kadınlar; bunlar bile irtidat hadiselerine karıştı; sonra işin boş olduğunu anladı, döndü geldiler. Allah, günün münafık ve mürtedlerine de bu idrak ve bu anlayışı ihsan eylesin!..

   Kelamda bile israf yapmamak lazım; kelamda israfa girmeye ve gıybete düşmeye karşı korunmanın en önemli vesilesi sohbet-i Cânân’dır.

Gıybet ve iftira marazına karşı, bir kere pozitif olarak biz, oturup kalktığımız her yerde -nerede olursa olsun- sohbet-i Cânân yapmalıyız. Bazı arkadaşlarımız, bu işin -Allah’ın izniyle- uzmanı gibi. Ben kendimi katiyen o arkadaşlar seviyesinde bilemem! Evet, Nurları bilme mevzuunda; onlara haşiye nev’inden yazılmış şeyler mevzuunda bana ders verecek mahiyettedirler onlar. Gazete çıkaran arkadaşlar, mecmua çıkaran arkadaşlar vardır. Bu tatil günlerini değerlendirerek değişik yerlere gittiler ve moralize ettiler o arkadaşları; rehabilitasyona ihtiyacı olan insanları rehabilite ettiler. Şimdi birinci iş, seviyeli arkadaşların, ağzı laf yapan arkadaşların sohbet-i Cânân’da bulunmalarıdır.

Ağız, güzel şeyler söylemek için yapılmıştır. Buna “Her uzvu, ‘mâ hulika leh’inde kullanma” derdi eskiler; her uzuv, hangi şey için yaratılmış ise, o istikamette kullanılmalıdır. Oturduğumuz meclislerde, sohbet-i Cânân’ı yapabilecek insanlar, Sohbet-i Cânân yapmalıdırlar. Sohbet-i Cânân, bütün konuşmaların kâfiyesi, taçlandırılması olmalıdır. “Keşke sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihan / Sözümüz cümle heman kıssa-i cânân olsa!..” Konuşmalara mevzu olacak, Allah var iken, Efendimiz var iken, Hazreti Ebu Bekir var iken, Ömer var iken, Osman var iken, Ali var iken, Hasan var iken, Hüseyin var iken… -Allah, hepsinden binlerce defa razı olsun; milyonlarca salât ve selam İnsanlığın İftihar Tablosu’nun üzerine olsun, sallallâhu aleyhi ve sellem!..- Onları dillendirme var iken, gönüllerin onlara kilitlenmesini sağlamak var iken, motivasyonunu sağlamak var iken, başka şeyleri, israf-ı kelâm saymak lazım. Kelamda bile israf etmemek lazım.

Kelamda israfsızlık da, meseleyi sohbet-i Cânân’a bağlamak ve “Keşke sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihan!” demekle mümkündür. Ee canım, senin Allah gibi bir sevdiğin var, Peygamberimiz gibi sevdiğin var… Görmeyi ne kadar arzu ediyorum Hazreti Ebubekir’i, onun ayaklarının altına kaldırım taşı gibi başımı koyayım, “Ne güzel taştı bu!” filan desin o da, bana bu kadar sahip çıksın. Böyle sultanlarımız varken bizim, başka şeylerin arkasına düşmek, akılsızlıktır, deliliktir, cinnettir! Allah’ı arama, Allah’ı araştırma, Allah yolunda olma, Rasûlullah yolunda olma gibi cihanların hazineleriyle değiştirilmeyecek şeyler var iken, “Cennetin binlerce senesi, bir dakika rü’yet-i Cemâline mukabil gelmeyen” Cenâb-ı Hakk’ın Cemâline taleb var iken, bence o şeyler de ne oluyor ki?!. Elinin tersiyle rahatlıkla itebileceğine inanıyorum!.. Elinin tersiyle rahatlıkla itebileceğine inanıyorum!.. Bütün Türkiye’yi sana verseler, elinin tersiyle iteceğine inanıyorum.

   Tohumlar ve fideler gibi dünyanın dört bir yanına saçıldınız; yarın o tohumlar bire on başağa yürüyecek, o fideler de bire on çınarlar gibi boy atıp gelişecek!..

İkincisi, gıybet mevzuunda yazılmış eser var, eserler var. Onları okuyup okutarak gıybetin, iftiranın çirkinliği ve haram olduğu üzerinde durmak gerekiyor. Temel kaynaklara, Kitab’a ve Sünnet’e dayandırarak, o mevzuda yazılmış şerhlere, haşiyelere dayandırarak, onun ne büyük bir vebal olduğunu anlatmak lazım. İnsanı, dilinden asarlar; haksız yere biri hakkında gıybette bulunmuş, iftira etmiş ise, öbür tarafta insanı, dilinden asarlar, ağzına fermuar vururlar, hafizanallah; sonra da ellerini-kollarını bağlar, Gayya’ya atarlar. Buna meydan vermemek için, o mevzuda Allah tarafından gelen o Beyân-ı Sâdık’a, Hazreti Sâdık u Masdûk’un beyanına ve O’nun temsilcilerinin beyanına kulak vermek lazım. Bu suretle insanları, o türlü şeylerden -Allah’ın izni ve inayetiyle- uzaklaştırmak lazım. Buna eşedd-i ihtiyaç ile ihtiyacımız olduğunu vurgulayayım, bir kere daha.

Bir üçüncü husus; mâziye ve mesâibe kader açısından bakmak lazım. Geçmiş şeylere, اَلْخَيْرُ فِيمَا اخْتَارَهُ اللهُ sözüyle bakılır: “Hayır, Allah’ın ihtiyar buyurduğundadır!” وَعَسَى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسَى أَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ وَاللهُ يَعْلَمُ وَأَنْتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ “Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız da o şey hakkınızda hayırlıdır; bir şeyi seversiniz ama o şey ise hakkınızda şerlidir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara, 2/216) Belki şu anda ezâ-cefâ gibi görülen şeyler, sizin hakkınızda hayırlıdır. Çektiğiniz şeyler ile, varsa hatalarınız, bir arınma kurnasından geçmiş gibi, bunlar dökülür giderler. Allah huzuruna pîr u pâk olarak gidersiniz. Bela ve musibetlerin böyle bir yanı da vardır. اَلْخَيْرُ فِيمَا وَقَعَ “Her ne vukua gelmişse, hayır ondadır.” Hayır, nasıl vâki olmuşsa, ondadır; bilemezsiniz!..

Allah’ın takdiri açısından sizler, tohumlar gibi dünyanın dört bir yanına saçıldınız; fideler gibi dünyanın dört bir yanına dikildiniz. Yarın o tohumlar, bire on başağa yürüyecek; o fideler de bire on çınarlar gibi boy atıp gelişecek, Allah’ın izni ve inayetiyle. Ve Efendimiz’in size hedef olarak gösterdiği (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Adım, güneşin doğup-battığı her yere gidecektir!” gaye-i hayali gerçekleşecek. Bir gün karalarda ulaştığınız şeyleri aşacaksınız, Güney Kutup’ta penguenlerin bulunduğu yere ulaşacaksınız. Gidip onlara da diyeceksiniz, fısıldayacaksınız: “Haberiniz var mı? ‘Hazreti Muhammed’ (sallallâhu aleyhi ve sellem) diye bir Allah Rasûlü var! Biz, O’nun nâm-ı celîlini bir şehbal gibi dalgalandırmak üzere bu kar dünyasına da dikmeye geldik, Allah’ın izni ve inayetiyle!” Bunu demeye kadar yolunuz var. Bu yolda yürüdüğünüz takdirde, yolun yarısında bile Allah “Gel!” deyip huzuruna alsa sizi, oraya varmış gibi size muamele yapar. Oraya varmışların muamelesini yapar; çünkü “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır!”

اَللَّهُمَّ وَفِّقْنَا إِلَى مَا تُحِبُّ وَتَرْضَى * اَللَّهُمَّ عَفْوَكَ وَعَافِيَتَكَ وَرِضَاكَ * اَللَّهُمَّ إِلَى مَا تُحِبُّ وَتَرْضَى * وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلَّمَ

“Allah’ım bizi nefsin hoşuna giden değil, Senin razı olacağın, rıza ve hoşnutluğunu kazandıracak işlere muvaffak eyle. (Bizim talebimiz) affın, afiyetin ve rızandır Allah’ım, sevip hoşnut olduğun şeylere bizi hidayet buyur! Dualarımızın kabul edilmesine en büyük vesile olarak gördüğümüz Rasûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselam Efendimiz’e, temizlerden temiz nezihlerden nezih aile fertlerine ve ashabına salat ü selam eylemeni dergâh-ı uluhiyetinden diliyoruz Rabbimiz!..”

Bamteli: İBRET, GARİPLER VE KORKU

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

On sene evvel, on beş sene evvel, yirmi sene evvel, otuz sene evvel müzakerelerimizde şöyle bir şey konuşulmuştu: “Yunus Emre der ki: ‘Bu yol uzaktır / Menzili çoktur / Geçidi yoktur / Derin sular var.’ Siz de çok ciddi vefasızlıklar ile karşı karşıya kalacaksınız.”

   Kendini gaflete salmış zavallılar ne yaparlarsa yapsınlar, hakperest ruhlara düşen, fırtınaların geçici olduğuna inanmaları ve yerlerinde sağlam durmalarıdır.

Bu yolun cefâkeş yolcuları, bütün tarih boyu hep aynı şeylere maruz kalmışlardır. Alvarlı Efe Hazretleri’nin ifadesiyle,

“Bu dert meyhanesinde / Kimi gördün şaduman olmuş;

Bu gam-hane-i mihnette / Beladan kim emân bulmuş!

Bu bir devvâr-i gaddardır / Gözü gördüğünü hep yer

Ne şah-u ne geda bunda / Ne bir fert payidar olmuş.

Nice servi revan canlar / Nice gül yüzlü sultanlar,

Nice Hüsrev gibi hanlar / Bütün bu deryaya dalmış!

Hüner bir ibret almaktır / Hüner Hakk’a kul olmaktır;

Hüner irfanı bulmaktır / Bu gaflet âlemi almış.”

Hüsrev, İran’ın meşhur insanı olduğundan o zikredilmiş; sonra da söz kulluğa, irfana ve ibrete bağlanmış: Hüner bir ibret almaktır / Hüner Hakk’a kul olmaktır // Hüner irfanı bulmaktır / Bu gaflet âlemi almış.”

O gafletten sıyrılmanın yolu, otağı “hak” üzerine kurmak, “adalet” üzerine kurmaktır. Birileri otağını hakka kurmuşlara karşı olabilir; onları yıkıcı tavır ve davranışlar içinde -muvakkaten- bulunabilirler. Fakat bir gün maşerî vicdanın onların karşısına çıkıp “Bu bir soykırım, bu bir insana karşı saygısızlık, bu Allah’ın affetmeyeceği, küfür ölçüsünde bir günah!” diyeceği muhakkaktır. Daha şimdiden bazı yerlerde bu türlü mülahazalar, bu türlü düşünceler dillendirilmeye başlanmıştır. Bu olumsuzluklara karşı sâlim vicdan taşıyan insanlar, yavaş yavaş duygularını ifade etmeye başlamışlardır. Duygular, tavırlara dönüşür; yüzler, ekşimeye başlar; şiraze tanımayan, hizadan çıkan insanlar, hizaya gelmek lüzumunu duyarlar; varsa vicdanları, hâlâ ölmemişse insanlıkları, hizaya gelme duyguları içlerinde belirir. O açıdan da muvakkaten, gelip-geçici olan şu andaki hâl-i pür-melâl ile paniğe kapılmamalı!..

Başına bu türlü şeyler gelmedik Hak yolcusu kalmamıştır. Eğer ille de bu musibetlerden âzâde biri olsaydı, o, yüzü suyu hürmetine varlığın yaratıldığı İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) olurdu; Hazreti Nuh (aleyhisselam) olurdu; Hazreti İbrahim (aleyhisselam) olurdu!..

Birine yapmadıkları eziyet bırakmıyorlar; menkıbelerde geçtiği üzere, ip atıyorlar kendisine, sürüklüyorlar; Hazreti Nuh’u (aleyhisselam) düşünebilirsiniz. Birini ateşe atıyorlar; Allah (celle celâluhu) يَا نَارُ كُونِي بَرْدًا وَسَلاَمًا عَلَى إِبْرَاهِيمَ “Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve selâmet ol!” diyor. Hâşâ ve kellâ; o pâk dâmen, diyeceğim şeylerden bin fersah, hayır milyonlarca fersah uzaktır; birini bir eşkıya gibi takip ediyorlar; Nâsıralı Genç (Hz. İsa aleyhisselam). Bir başka yerde bakıyorsunuz, birinin arkasına takılmışlar; “Bunları her şeyleri ile yok etmek lazım; erkekleri yok etmeli, problem olmasınlar; kadınları bırakmalı, onlar da kullanılsınlar!” Evet, bugün de bir yerde kadınlara da ilişiyorlar, demek ondan daha şiddetli bir şey; çocukları ile beraber içeriye atıyorlar. Demek ki yapılan şeyler, Amnofis’in yaptığından daha şeni’, daha denî. Bu şenaat ve denaetler de kirli, şeni’ ve denî vicdanların -bir yönüyle- ortaya konmasından, realize edilmesinden başka bir şey değildir.

Amma, Hüner bir ibret almaktır / Hüner Hakk’a kul olmaktır // Hüner irfanı bulmaktır / Bu gaflet âlemi almış.” Onlar, varsın kendi gafletlerini yaşasınlar; bizim bu fırtınaların geçici olduğuna inanarak, durduğumuz doğru yerde dosdoğru durmamız lazım.

   Burada çekmenin neticesi “Kardeşlerime Selam!..” hitabına mazhariyet olacaksa, mazlumlar kazanıyor, çektirenler de kazanma kuşağında telafisi imkansız kayıplar yaşıyor demektir.

Peygamberler, Ashâb-ı kirâm ve selef-i sâlihîn efendilerimiz -Allah’ın salât ve selamı onların üzerine olsun.- melekler kadar azizdi ama Allah (celle celâluhu), bir yönüyle, onları da presletiyordu ve şunu gösteriyordu: Kudve (halkın uyup tâbi olduğu) insanlar, cemaatlere örnek olsun. Ben, sevdiklerimi böyle imtihan eder, onları böyle arındırır, öbür âleme hazırlarım. Sıratı rahatlıkla geçebilmek, mizanda terazinin sağ kefesinin ağır basmasını sağlamak, sonra Cennet’in kapılarını açık bulmak, Reyyân’dan içeriye yürümek ve Cemâlullah’ı müşahede şerefiyle şerefyâb olmak için o güzergâhın gerekleri bunlar. Âdetullaha nazar eylerseniz, göreceksiniz ki, bu değişmez. لاَ تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللهِ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ “Allah’ın bu hilkatini kimse değiştiremez. Gerçek ve kusursuz din budur.” (Rum, 30/30) Öteden beri devam edegelen sünnetullah budur; Allah dinine omuz verenler hakkında hep hüküm bu şekilde olmuştur veya onlar o dine mensubiyetlerinin karşısında hep bu türlü şeylere maruz kalmışlar ve hep çekmişlerdir.

Şayet “çekme” öyle güzel neticeleri size kazandırıyorsa, kazanan sizler oluyorsunuz. “Kazandım!” deyip kazanmış gibi görünen insanlar da hiç farkına varmadan kazanma kuşağında iç içe kayıplar yaşıyorlar; düz yolda, şehrâhta, değişik trafiklere sebebiyet veriyor, takılıp yollarda kalıyorlar. Hem de yollarda yüz üstü kalıyorlar. Ama sizin yüz üstü olmanız bile, bir yönüyle, O’na (celle celâluhu) kurbeti ifade ediyor, secde gibi bir şey oluyor. Çektiğiniz şeylerle, başınız yerde, hep O’na (celle celâluhu) karşı en yakın bir pozisyonda, en yakın bir durumda bulunuyor gibi oluyorsunuz, Allah’ın izni ve inayetiyle. Bu itibarla da kazanım içinde kazanımlara mazharsınız.

Hamdetmek lazım!.. Neden? Çünkü bir kere var olmakla nimete mazhar kılınma var. Sonra insan olmakla.. Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm’a ümmet olmakla.. ve bir de ya O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashâbı olma şerefiyle.. veya âhirzamanda O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashabının yolunda yürüme şerefiyle…

Dünyaya meyl-i muhabbette bulunmadan, sahabî yolunda gözünü kırpmadan yürüme… Sahabenin Bedir’e yürüdüğü gibi, Uhud’a yürüdüğü gibi, Hendek’te dimdik durduğu gibi… Evlerini/barklarını, hayvanların sırtında, çardak malzemesi olarak taşıyan, otağlarını bir cephede kuran ve orada iş bitince, yine yükleyip başka bir cepheye yönelen.. o günün imkanlarıyla atın, katırın sırtında tâ Ceziretü’l-Arab’dan kalkıp İstanbul önlerine kadar gelen.. Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) tebşirâtını almaya çalışan… O insanlar (radıyallahu anhüm) bütün dünyayı -Allah’ın izni ve inayetiyle- hizaya getirdiler, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın mânevî gücüyle, stratejileriyle, doğru yolda yürüdüklerinden dolayı Allah’ın inayetiyle, riayetiyle, kilâetiyle.

Sizin gibi bir avuç insana da Allah (celle celâluhu), bir yönüyle, farklı şekilde dünyanın dört bir yanına açılma imkânını bahşetti. “Eğitim” ile, “fakirlikle mücadele” adına, “ihtilafa karşı baş kaldırma”, insanları buluşturma, kucak kucağa getirme, muânaka yaptırma adına size türlü türlü muvaffakiyetler ihsan ediyor.

Dolayısıyla İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Arkadaşlarım!” diyor kendi dönemindekilere. Yol arkadaşı, kader arkadaşı, çekme arkadaşı, katlanma arkadaşı; neye katlanıyorsa, onlar da ona katlanıyorlar, O’nunla beraber.

Fakat size selam gönderirken de farklı bir iltifat ile gönderiyor; “Kardeşlerime selam!” diyor. Aradan bin dört yüz sene geçmiş olmasına rağmen… O lâl ü güher kelimelere canlarımız kurban olsun!.. “Kardeşlerime selam!” diyor. “Sahabî” bir aralık duraklıyor. Arkadaşları, yol arkadaşları, kader arkadaşları, ızdırap arkadaşları, sevinç arkadaşları, O’nun vesayetinde bulunma arkadaşları… Şâir Nâbî’nin (1641-1712) -bir hatibi tarif ederken dile getirdiği- şu sözle işaretlenen insanlar:

“Değildir hâle çıkmış cami içre kürsi-yi vâzâ / Gürûh-u encüme nûr ayetin tefsir eder mehtap!” (Gördüğünüz cami kürsüsünde nasihat eden bir vaiz değil, etrafına topladığı yıldızların ortasında bir mehtap gibi parıldayan, nur ayetini o nurlu topluluğa tefsir eden Nur İnsan.) O, öyle bir “Kamer-i Münir” ki, etrafında bir hâle oluşmuş. Kendisi (sallallâhu aleyhi ve sellem) de öyle diyor: أَصْحَابِي كَالنُّجُومِ بِأَيِّهِمُ اقْتَدَيْتُمْ اِهْتَدَيْتُمْ Benim ashâbım yıldızlar gibidir; hangisine uysanız, hidayeti bulursunuz.” “Sahabîlerim Benim, yıldızlar gibidir. Güneşin etrafında peyk gibi dönen yıldızlar, Samanyolu’nda belli yörüngelerde yüzen yıldızlar gibidir. Merkezde de Ben bulunuyorum!” demek istiyor. Bulunduran’a (celle celâluhu) da, Bulunan’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) da canlar kurban olsun!..

Evet, etrafındakiler (radıyallahu anhüm) o konumları adına soruyorlar: “Ya Rasûlallah! Biz, kardeşlerin değil miyiz?!.” Şöyle buyuruyor: “Sizler, arkadaşlarımsınız Benim; Benim kardeşlerim sonra gelecekler!” طُوبَى لِلْغُرَبَاءِ sözleriyle çerçevelenen “Gariplere müjdeler olsun!” اَلَّذِينَ يُصْلِحُونَ مَا أَفْسَدَهُ النَّاسُ Birilerinin, yeryüzünde fesat yaydığı bir dönemde.. kadın-erkek tefrik etmeden masum insanları derdest edip içeriye attığı bir dönemde.. hatta minnacık çocukları annesinden kopardığı veya yeni dünyaya gelmiş çocukları, kundağı içindeki çocukları, annesiyle beraber içeriye attığı bir dönemde.. öyle müfsidlerin hükümferma oldukları, zulümleri gözünüzün içine baka baka yaptıkları, ifsâdâtı yaygınca yapıp meşru gösterdikleri bir dönemde. Evet böyle bir dönemde, bütün müfsitlerin ifsâdâtına rağmen, zâlimlerin zulmüne rağmen, kâidlerin keydine rağmen, mâkirlerin mekrine rağmen, hâinlerin hıyanetine rağmen ıslahçı olan insanlar; işte onlar Benim kardeşlerim!.. اَلَّذِينَ يُصْلِحُونَ مَا أَفْسَدَهُ النَّاسُ İnsanların fesada verdikleri şeyleri derleyip-toparlayıp yeniden ıslah eden, deformasyonları yeniden forma koyan, dejenerasyonları yeniden -bir yönüyle- gözden geçiren, değişik pozitif reformlara tâbi tutarak her şeyi hüviyet-i asliyesine yeniden ircâ eden -Allah’ın izniyle- o bahtiyarlar, Benim kardeşlerim!..

Böyle olmaya can kurban!.. Neye mazhar olduğunuzun farkında mısınız?!. Neye maruz kaldıklarının farkındalar mı acaba?!. Birileri, değişik şeylere maruzlar; öyle maruzlar ki, maruz kaldıkları şeyin farkında değiller, düz yolda -bir yönüyle- sürüm sürümler.

   Haset gibi manevî hastalıklarla malul kimseler, bir çeşit soykırım, bir yok etme hamlesi ve bir bitirme hareketi sürdürüyorlar; sürdürüyor ve kendi yakın-uzak yarınlarını karartıyorlar.

Şunu da arz edeyim, antrparantez: Şöyle-böyle gayr-ı meşru yollarla elde ettikleri, kandırmaya bağlı elde ettikleri, biraz evvelki kelimelere ircâ edeyim, “keyd”e, “mekr”e, “hile”ye, “hud’a”ya dayanarak elde ettikleri şey, bir gün umulmadık şekilde ellerinden kaçacak korkusuyla her kötülüğü işliyorlar. Makyavelist mülahazalarla her türlü gayr-ı meşru vesileyi meşru sayan, hedefe ulaşmak için şeytanın istediği bütün argümanları kullanan bu bahtsızlar, hiç farkına varmadan kazanma kuşağında kaybediyorlar.

Oysa ellerindeki imkânları, pozitif istikamette, Peygamber yolunda, Allah’ın Kur’an ile ortaya koyduğu yolda, Hazreti Rasûl-i Zîşân’ın Sünnet ile şerh ve izah ettiği yolda, selef-i sâlihînin içtihatları ve icmâları ile tespit, tahkim ve takviye edip temkine bağladıkları yolda kullansalardı, o meseleleri iyi değerlendirebilselerdi, onlar da kazanabilirlerdi. Bütün imkânlar ellerinde, milletin hazineleri ellerinde… Böyle olduğu halde, onu bugün fesat yolunda kullanıyorlar; satılabilecek insanları peyliyor, sizin yirmi-otuz senede yaptığınız o şeylerin kapılarını kapamak istiyorlar. “Sedd-i ebvâb” (kapıları kapama) peşinde koşuyorlar: “Aman, bunlara kapıları kapayın, yüz vermeyin; bunlar teröristin tâ kendisidir!” deyip duruyorlar.

Bir antrparantez daha: Allah, teröristin belasını versin! Terörist olmayana “terörist” diyenin de Allah belasını versin!.. Evet, genel manada tel’ine ve bedduaya “âmin” demedik; tel’in ve bedduada da bulunmadık. Fakat hadiseler öyle ürpertici, öyle çirkin bir çizgide cereyan ediyor ki, insan farkına varmadan, denmemesi gerekli olan şeyleri söyleme mecburiyetinde kalıyor.

Yaptığınızın -Allah’ın size yaptırdığının- onda birini, o geniş imkânları ile yapamadılar. Bakın; vallahi yapamadılar, billahi yapamadılar, tallahi yapamadılar! Pozitif şeyleri yapmak şöyle dursun, bütün imkânlarını kullandılar yapılan şeyleri yıkmak için. Belki onun da ancak onda birinde birer gedik meydana getirebildiler. Kendi burunları kırılma pahasına, haysiyetleri/şerefleri ayakaltına alınma pahasına… Dünya insanlarına şunu söylettiler: “O ülkede yapılan şeyler, tamamen bir insanlık kıyımı, bir yönüyle bir soykırım, bir yok etme hamlesi ve hareketidir!” Gelecekte bu sesler, sesler korosu haline gelecek bütün dünyada, kulakları çınlatacak şekilde, onların içine ürperti salacak şekilde, Allah’ın izni ve inayetiyle; hiç tereddüdünüz olmasın!..

Tevhîdnâme’den: اَللَّهُمَّ مَجْدًا وَشَرَفًا، تُغْنِينَا بِهِمَا عَنْ تَمْجِيدِ وَتَشْرِيفِ مَنْ سِوَاكَ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ “Allah’ım! Öyle bir mecd, öyle bir şeref, öyle bir onur bize ver ki, başkalarının bize vereceği/edeceği hiçbir şey kalmasın; hepsinden bizi müstağnî kıl!” Müstağniyiz!.. El-etek öpmedik, kimseye dilencilik adına el uzatmadık, kimseden bir şey talep etmedik. Yalan söyledi ve dediler ki, “Ne istediler de vermedik!” Hiçbir şey istemedik, hiçbir şey de vermediler. Bize, Allah verdi; Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın yolunda yürüme verdi; Sahabe yolunda olma verdi. Verdiyse, Allah verdi. Allah’ın verdiğine sahip çıkmak… Hâşâ ve kellâ, kendilerini Allah’a eş-ortak koşmak demektir bu!.. Hiç farkına varmadan gırtlaklarına kadar şirke de girdiler. İşin doğrusu o kadar bunalmışlık içindeler ki, şirke girdiklerinin de farkında değiller.

   Korkuyu korkutmuş bir insanın sadâsı: “Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikate, başımız dahi feda olsun!..

Hazreti Bediüzzaman’ın “Hücûmât-ı Sitte” adlı risalesinde şeytanın altı hücumu anlatılıyor. Bunlardan bir tanesi de hiss-i havf ve buna bağlı olarak ehl-i dünyanın, korku damarından istifade etmesi. İşte Anglikan kilisesinin soru sormasına karşı meydan okuyuşu da, o korku hissinin kendisinde bulunmadığını ifade etmesi adına çok önem arz eder zannediyorum. Aynı çizgideki bir başka ifadesi de Denizli Mahkemesi’nde geçiyor: “Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikate, başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-ı Kur’âniyeye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler inşâallah!”

Böyle demek suretiyle, etrafındaki beş-on adam ile koskocaman mütemerrid güruhuna meydan okuyor; Sefiller’de olduğu gibi bir masumu -kendisini- adım adım takip eden eşkıyaya meydan okuyor. Onlar ise, “Al, seni şuraya koyalım, sesini keselim! Hayır, burada da sen sesini duyurmaya başladın; yine seni tanımayanların bulunduğu bir yere seni sürelim. Tehcir edelim seni, tahdid edelim; belli sınırlar, belli çerçeveler içine alalım, tesirini kıralım! Neşretmek istediğin envârı neşretmene engel olalım!” diyorlar.

Diyorlar ama bir yönüyle, يُرِيدُونَ أَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَيَأْبَى اللهُ إِلاَّ أَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ “Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek isterler. Allah ise, nurunu tam parlatmaktan başka bir şeye razı olmaz. Kâfirler isterse hoşlanmasınlar!” (Tevbe, 9/32) وَلَوْ كَرِهَ الْفَاسِقُونَ، وَلَوْ كَرِهَ الْمُنَافِقُونَ، وَلَوْ كَرِهَ الظَّالِمُونَ، وَلَوْ كَرِهَ السِّيَاسِيُّونَ “Fâsıklar kerih görüp istemese de, münafıklar istemese de, zalimler istemese de, politikacılar istemese de!..” Evet, bu bir kâfir sıfatı olduğundan dolayı, mesele sıfatlara bağlanmış. Ayette -sadece- zirveyi tutanlar zikrediliyor ama dolayısıyla o sıfatı taşıyan herkes orada kastedilebilir. Her kim o meşaleyi söndürmek istiyorsa, o da ayetin manasına dâhildir.

Siz, meşaleniz ile başkalarının meşalesini/mumunu tutuşturmaya çalışıyorsunuz. Elinizdeki mumu o istikamette eritiyorsunuz. Hazreti Mevlana felsefesiyle, “Başkalarının mumlarını tutuşturmakla, onları bir yönüyle ışığa ulaştırmakla, sizin mumunuz ışığından hiçbir şey kaybetmez!” Siz, bu mülahazayla, bir cehd ü gayret içinde, hiç durmadan oradan oraya, soluk soluğa bir küheylan gibi koşuyorsunuz. Fakat birileri de onu söndürmeye çalışıyorlar/çalışacaklar. İşte, Hazreti Bediüzzaman’ın az önce zikredilen sözlerinde kendi dönemdeki benzer şerirlere karşı böyle yiğitçe bir meydan okuma mevzuu var.

Esasen Allah’a (celle celâluhu) kul olan ve mehâfetini Allah’a bağlayan bir insan, başka hiçbir şeyden korkmaz.

“Ne irfandır veren ahlaka yükseklik, ne vicdandır,

Fazilet hissi insanlarda, Allah korkusundandır.

Yüreklerden silinsin -farz edelim- havfı Yezdân’ın,

Ne irfanın kalır tesiri katiyen, ne vicdanın.

Hayat, artık behâimdir; hayır, ondan da alçaktır…” diyor Mehmet Akif, makamı cennet olsun!.. Ne “irfan”, ne “vicdan”; fazilet hissi insanlarda, Allah korkusundan… İsterseniz “Mehâbetullah’tan” diyebilirsiniz.

Kur’an-ı Kerim, إِنَّمَا يَخْشَى اللهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاءُ “Gerçek şu ki, kulları içinde, Allah karşısında, ancak âlimler saygıyla ürperir.” (Fâtır, 35/28) diyor. İn’amullah’ın bu mevzudaki mülahazasını ve hatırasını hatırlayacaksınız: Çağın büyük filozofu karşısında, إِنَّمَا يَخْشَى اللهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاءُ ayetini okuyunca, Sir James Jeans, “Bunu, -Hazreti- Muhammed mi söylüyor? Bu O’nun sözü ise, O, hak peygamberdir!” diyor. Bilenler ancak, Allah’tan korkar ve O’na karşı hiss-i mehâfet, hiss-i mehâbet taşırlar!..

   Allah mehâbetiyle dolu bulunmayan kimse elli çeşit korkuya mübtelâ olur; bin türlü puta kölelikten kurtulmanın tek yolu Allah’a kulluktur.

Bir insan, Allah’tan korkuyorsa, elli türlü korkma faktöründen kurtulmuş olur. Fakat insan, Cenâb-ı Hakk’a öyle bir “mehâbet” hissi ile, öyle bir “mehâfet” hissi ile yönelmemişse, akrepten korkar, yılandan korkar, tilkiden korkar, tavşandan korkar, elde ettiği şeyin gitmesinden korkar, önünün kesilmesinden korkar, saltanatının elden gitmesinden korkar, filolarının batmasından korkar, villalarının yıkılmasından korkar; korkar oğlu korkar!.. Elli türlü, yüz türlü şeyden korkar!.. Ve korktuklarına kul olur. Bin türlü şeye kul olur. Bin türlü şeye kul olmaktan sıyrılmanın tek yolu vardır: Çağın büyük müfessirlerinden birinin dediği gibi, o yol, Allah’a kulluktan geçer: Bin türlü şeye kul olmaktan kurtulmanın yolu, Allah’a kulluktan geçer!.. Allah’a kul olunca, elli türlü şeye kul olmaktan kurtulmuş olursunuz. Öyle diyor, “Kur’an’ın Gölgesinde” öyle diyor.

Bu açıdan bir insan bütün benliğiyle Cenâb-ı Hakk’a bağlanmışsa.. hayatını hep “mehâfet” ve “mehâbet” hissiyle yaşıyorsa.. O’nun (celle celâluhu) “vaîd ve tehdid”leri karşısında tir tir titriyor, “vaad ve tebşir”leri karşısında da -bir yönüyle- tebessümle metafizik gerilime geçiyorsa.. “Gelse Celal’inden cefâ / Yahut Cemal’inden vefâ // İkisi de cana safâ / Lütfun da hoş, kahrın da hoş.” diyebiliyorsa… “Cihana geldiğim günden beri pek çok ezâ gördüm. / Ezildim bâr-ı gam altında, cefâ gördüm. // Değil bigânelerden, âşinâlardan belâ gördüm. / Vücudum âlem-i sıhhatte bîmâre dönmüştür.” sözleriyle anlatılan hal bile başına gelse, “Allah’a çok şükür; Cenâb-ı Hak, bir yönüyle, beni potalara koyuyor tortuyu, esası, özü birbirinden ayırmak için.” der, hamdeder. إِنَّ اللَّهَ لَيُجَرِّبُ أَحَدَكُمْ، كَمَا يُجَرِّبُ أَحَدُكُمْ ذَهَبَهُ بِالنَّارِ fehvasınca, “Sarrafın, altını, gümüşü tortudan, posadan ayırmak için, onu bir ameliyeye tâbi tuttuğu gibi, Allah, bizi böyle bir ameliyeye tâbi tutuyor!” der.

Böyle düşünen insanlar, gelen her şeyi hoş karşılarlar; ondan ne korkarlar ne de titrerler. Yoksa korkacakları, titreyecekleri o kadar çok şey vardır ki, titremekten bir türlü kurtulamazlar. Ehl-i dünyanın tir tir titrediği gibi… Zannediyorum uykuları kaçıyordur korkularından!..

   Ellerimi dua için kaldırdığım veya başımı secdeye koyduğum zaman, mazlum ve mağdurlar hesabına yalvarıp yakarmadan kendi dertlerime derman adına niyazda bulunursam, vefasızlık yapmış olurum!..

Evet, belki sizin-bizim de üzüntüden, muvakkaten yaptıkları ezâ ve cefadan uykumuz kaçıyordur. Canım o kadar da üzülmek lazım!.. Orada, zindana yeni konmuş bir kadını, kucağında yavrusuyla, gözyaşlarıyla onu öperken ve aynı zamanda bağrına basarken görüyor ve o tablo karşısında üzülmüyor, müteessir olmuyorsanız, insanlık adına çok şey kaybetmiş sayılırsınız. Elbette üzüleceksiniz!..

“Ben usanmam -gözümün nuru- cefadan amma / Ne kadar olsa, cefadan usanır, candır bu!” diyor İzzet Molla. Tekme yiyorsunuz; “Sarsılmam!..” Ne demek o?!. Şu kocaman binada bile üçünüz, dördünüz birden hızlı yürüdüğünüz zaman, o çelik konstrüksiyonlar tir tir titremeye başlıyor. Elbette sizde de bu kadar ihtizaz, bu kadar titreme olacaktır.

Fakat paniğe kapılmayacaksınız, ye’se düşmeyeceksiniz. Zira “Yeis, mâni-i her kemaldir!” O, bir kere önünüzü kesti mi, artık -Akif ifadesiyle- öyle bir bataklığa düşersiniz ki, bir daha düştüğünüz o bataklıktan çıkamazsınız, hafizanallah. “Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun / Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun! // Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar / Me’yûs olan ruhunu, vicdânını bağlar.”

Yine bir duayla noktalayalım: اَللَّهُمَّ نَصْرًا قَرِيبًا، وَفَتْحًا مُبِينًا فِي خِدْمَتِنَا، وَفِي حَرَكَتِنَا، وَفِي جَمَاعَتِنَا، وَفِي مُؤَسَّسَاتِنَا، وَفِي مَدَارِسِنَا، وَفي جَامِعَاتِنَا، وَفِي أَمْوَالِنَا، وَفِي أَمْلاَكِنَا؛ بِحَيْثُ مَا لاَ عَيْنٌ رَأَتْ، وَلاَ أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلاَ خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Allahım! Bir nusret-i karîb, yakın zamanda bir nusret Allahım! En yakın zamanda engin bir fütuhât; din-i Mübin-i İslam adına ve hafife alamayacağımız tarihî değerlerimizi dünyaya duyurma adına, engin bir fütuhât Allahım!.. Hizmet’imiz, hareketimiz, cemaatimiz, müesseselerimiz, okullarımız, üniversitelerimiz, mallarımız ve mülklerimiz için bir fetih ve nusret; ‘Kullarıma öyle sürpriz nimetler hazırladım ki, ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de insanın hatırına gelmiş!’ buyurduğun gibi, işte öyle sürpriz şekilde bir ferec ve mahreç ihsan eyle Allahım!..” Sürpriz olarak, Allah’ım, Sen “nasr-ı karîb” ve “feth-i mübîn” ihsan eyle!..

Niyaz ile, Cenâb-ı Hak’tan şahsım için şifa talep etmeden evvel bunu söylüyorum. Evvela o, sonra da kendi derdim adına Cenâb-ı Hakk’a niyazım… Evvela onu, evvela Ümmet-i Muhammed’in derdini dile getiriyorum. Çünkü, o Hizmet’i omuzlamış, belli bir istikâmete doğru koşan insanların maruz kaldıkları şeyleri ve Hizmet’i durdurmaya çalışan insanların yaptıkları şeyleri Cenâb-ı Hakk’ın durdurmasını talep etmeden, kendi dertlerime derman adına niyazda bulunursam, vefasızlık yapmış olurum!..

Korku Marazı ve Hakta Sebât

Herkul | | KIRIK TESTI

Değerli kardeşlerim,

Mesleğimizde ihlâs-ı tâmmeden sonra en büyük esas, sebat ve metanettir. Ve o metanet cihetiyle şimdiye kadar çok vukuat var ki; öyleleri, herbiri yüze mukabil bu hizmet-i imaniyede muvaffak olmuş. Sıradan bir adam ve yirmi-otuz yaşında iken, altmış-yetmiş yaşındaki velilere tefevvuk etmişler var.

Madem biz böyle sarsılmaz ve en yüksek ve en büyük ve en ehemmiyetli ve fiat takdir edilmez derecede kıymetdar ve bütün dünyası, canı ve cananı pahasına verilse yine ucuz düşen bir hakikatın uğrunda ve yolunda çalışıyoruz; elbette bütün musibetlere ve sıkıntılara ve düşmanlara kemal-i metanetle mukabele etmemiz gerektir.

Hem belki karşımıza aldanmış veya aldatılmış bazı hocalar ve şeyhler ve zahirde müttakiler çıkartılır. Bunlara karşı vahdetimizi, tesanüdümüzü muhafaza edip onlar ile uğraşmamak lâzımdır, münakaşa etmemek gerektir.

Bu eski ve yeni iki Medrese-i Yusufiyedeki şiddetli imtihanda sarsılmayan ve dersinden vazgeçmeyen ve yakıcı çorbadan ağızları yandığı halde talebeliğini bırakmayan ve bu kadar tehacüme karşı kuvve-i maneviyesi kırılmayan zâtları ehl-i hakikat ve nesl-i âti alkışlayacakları gibi, melaike ve ruhanîler dahi alkışlıyorlar diye kanaatım var.

Bir vakit ihtiyar bir kadının sekiz oğlu varmış. Herbirisine mevcut sekiz ekmekten birer ekmek verdi, kendine kalmadı. Sonra, herbirisi ekmeğinin yarısını ona verdi. Onun ekmeği dört oldu; ötekiler yarıya indi. Kardeşlerim, ben de kırkınızın herbirinin musîbet hissesinin mânevî eleminin yarısını kendimde hissediyorum. Kendi şahsıma âit elemi, aldırmıyorum. Bir gün fazla muztar bulundum, “acaba hatamın cezâsı mıdır çekiyorum” diye geçmiş hâleti tetkik ettim. Gördüm ki, bu musîbeti kaynatmaya ve tahrik etmeye hiçbir cihette müdahalem olmadığını ve bilâkis kaçmak için mümkün tedbirleri istimâl ediyordum.

Demek, bu bir kazâ-yı İlâhîdir. Ve bil-iltizam bir seneden beri müfsidlerin tarafından aleyhimize ihzâr ediliyordu. Kaçınmak kàbil değildi. Alâküllihâl başımıza geçirecek idiler. Cenâb-ı Hakka yüz bin şükür ki, musîbeti yüzden bire indirdi. İşte bu hakîkata binaen “Senin yüzünden bu belâyı çektik” diye minnet etmeyiniz. Belki beni helâl ediniz. Ve bana dua ediniz.Hem birbirinizi tenkid etmeyiniz. Demeyiniz ki: “Sen böyle yapmasaydın, böyle olmayacaktı.”

Kardeşlerim!

İnsanda en mühim ve esaslı bir his, hiss-i havftır. Dessas zalimler, bu korku damarından çok istifade etmektedirler. Onunla, korkakları gemlendiriyorlar. Ehl-i dünyanın hafiyeleri ve ehl-i dalaletin propagandacıları, avamın ve bilhâssa ülemanın bu damarından çok istifade ediyorlar. Korkutuyorlar, evhamlarını tahrik ediyorlar.

İşte ey kardeşlerim! Eğer ehl-i ilhadın dalkavukları, sizi korkutmak ile kudsî cihad-ı manevînizden vazgeçirmek için size hücum etseler; onlara deyiniz: “Bizler إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ “Kur’an’ı azamet ve şanımıza yakışır bir şekilde Biz indirdik ve yine Onu koruyup kollayacak olan da Biziz Biz” ayetinin sırrıyla, Kur’anın kal’asındayız.  حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ etrafımızda çevrilmiş muhkem bir surdur.Binler ihtimalden bir ihtimal ile, şu kısa hayat-ı fâniyeye küçük bir zarar gelmesi korkusundan, hayat-ı ebediyemize yüzde yüz binler zarar verecek bir yola, bizi ihtiyarımızla sevkedemezsiniz!”

Hem yine onlara deyiniz ki: “Yüzbinler ihtimalden bir ihtimal değil, yüzden yüz ihtimal ile bir helâket bile gelse; zerre kadar aklımız varsa, korkup, hizmet-i imaniye ve Kur’aniye’yi bırakıp kaçmayacağız!”

Çünki mükerrer tecrübelerle görülmüş ve görülüyor ki: Büyük kardeşine veyahut üstadına tehlike zamanında ihanet edenlerin gelen bela, en evvel onların başında patlar. Hem merhametsizcesine onlara ceza verilmiş ve alçak nazarıyla bakılmış. Hem cesedi ölmüş, hem ruhu zillet içinde manen ölmüş. Onlara ceza verenler, kalblerinde bir merhamet hissetmemişler. Çünki derler: “Bunlar madem kendilerine sadık ve müşfik üstadlarına hain çıktılar; elbette çok alçaktırlar, merhamete değil tahkire lâyıktırlar.”

Hem ey kardeşlerim! Çoğunuz askerlik etmişsiniz. Etmeyenler de elbette işitmişlerdir. İşitmeyenler de benden işitsinler ki: “En ziyade yaralananlar, siperini bırakıp kaçanlardır. En az yara alanlar, siperinde sebat edenlerdir!” قُلْ إِنَّ الْمَوْتَ الَّذِي تَفِرُّونَ مِنْهُ فَإِنَّهُ مُلَاقِيكُمْ “Söyle onlara ki: Sizin kendisinden kaçıp durduğunuz ölüm var ya, işte o, sizin önünüze çıkıp sizi karşılayacak” ayet-i kerimesi mana-yı işarîsiyle gösteriyor ki: “Ölümden firar edip kaçanlar, kaçmalarıyla ölümü daha ziyade karşılıyorlar!”

O halde, madem şimdiye kadar ekseriyet-i mutlaka ile hizmet-i imaniye ve Kur’aniye’nin hadimleri, hizmetlerini her belâya, her derde bir çare, bir ilâç bulmuşlar. Ve bizler, her gün hizmet derecesinde, maişette kolaylık, kalbde ferahlık, sıkıntılara genişlik hissediyoruz, görüyoruz. Elbette bu dehşetli yeni belâlara, musibetlere karşı da, yine Hizmet-i İmaniye ve Kur’aniye’de daha çok hizmet etmekle mukabele etmemiz lâzımdır.

Bugün başımıza gelenler, gelecekte de katlanarak karşımıza çıkabilir.. ülke bir baştan bir başa mezaristan hâlini alabilir.. milletin azmi, ümidi tıpkı bir kefen gibi onun başına geçirilebilir.. ırmaklar Revân Nehri’ne, çöller Kerbelâ’ya, düşmanlar Şimir’e, aylar muharreme dönüşebilir.. kundaklamayı kundaklamalar takip edebilir.. dev yangınlar olabilir, yangınlar evlerimizin-barklarımızın yanında, beklentilerimizi, plânlarımızı da kül edebilir.. dostdüşman herkes bizi yalnız bırakabilir; yalnız bırakmaktan da öte hiç ummadığımız kimselerce arkadan hançerlenebiliriz. Evet, işte düşmanların böyle esirip köpürdüğü, dostların vefasızlık gösterip bizi bütün bütün terk ettiği durumlarda dahi kat’iyen teslim olmamalı, eğilmemeli; iman ve ümitlerimize dayanarak dimdik ayakta durmalı ve bir küheylan gibi hız kesmeden çatlayıncaya kadar koşmasını bilmeliyiz.

Hatta hâlihazırdaki fecâyi ve fezâyi şimdikinin kat katına ulaşsa.. etrafımız âh u efgân ile inlese.. çevremizdeki çığlıklar gidip tâ âsumana dayansa.. yaşanan ızdıraplar magmalar gibi köpürüp yüreklere vursa ve bütün bir millet çaresizlikle kıvranıp dursa.. düşünen başlar üzerinde kılıçlar kavisler çizse, beyinler balyozlarla ezilse.. dört bir yanda sadece zalimlerin “hayhuy”u duyulsa.. en canlı, en temiz vicdanları simsiyah bir yeis sarsa.. hanlar devrilip hânümanlar yerle bir olsa.. ay batsa, güneş sönse, nazarlarla beraber gönüller de karanlığa gömülse.. kuvvet gemi azıya alsa, hak kaba kuvvetin paletleri altında kalıp ezilse.. her yerde dişli dişini gösterip gezse, zayıf dilini tutup sessizlik murakabesine dalsa.. bütün mukavemetsiz ruhlar bir bir yıkılsa ve kalbzedeler üst üste devrilse… Her şeye rağmen biz duruşumuzu, tavrımızı değiştirmeden konumumuzun hakkını vermeli, yerimizde durmalı, herkesin başvuracağı bir güç, bir ümit kaynağı olmalı ve sönmeye yüz tutan bütün meş’aleleri yeniden tutuşturmaya çalışmalıyız. Allah’a inancımız tam ise, ümit, azim, kararlılık şiarımız olmalı; millete hizmet de vazifemiz.

Maâzallah, bir gün ülkede her şey alt-üst olsa, yığınlar gidip karanlıklara gömülse, yollar harap olup köprüler yıkılsa; hizmet-i imaniye ve Kur’aniye’nin hadimleri, paniklemeyi inanç ve iradelerine karşı saygısızlık sayarak yeis ve durgunluk içinde ölüm görüntüleri sergilemektense, başkalarının yaşama hislerini harekete geçirmek için uçma gayretlerinde bulunacak ve her hâlleriyle, yürüyebilene yolların açık olduğunu haykıracaklardır. Ben inanıyorum ki, bu azim kahramanlarına, bugün olmasa da yarın mutlaka bir inayet eli uzanacak.. yollarını kesen tipi-boran dinecek.. kar-buz eriyip gidecek ve çevrelerindeki birkaç asırlık o kupkuru çöller Cennetlere dönecek ve mutlaka talih onlara da gülecektir.

Şimdi eğer, yarınlarımızı düşünüyor ve dipdiri geleceğe varmayı düşlüyorsak, yolların yürünerek alınabileceğini ve zirvelere azim, irade ve plânlarla ulaşılabileceğini asla hatırdan çıkarmamalıyız. Ulaşılmaz gibi görünen zirveler şimdiye kadar defaatle aşıldı; defaatle yüksek tepeler azmin, iradenin ayaklarına yüz sürdü ve onlarda ulaşılmaz şahikalara ulaşma azmini coşturdu.

Aslında hangi devirde olursa olsun yürüdüğü yolun, yöneldiği gayenin ve dayanıp bel bağladığı kuvvetin farkında olanlar bu şuur ve kendi iç dinamikleri sayesinde tekrar tekrar o zirveleri aşmış ve o şahikalara ulaşmışlardır. Arz onların ayaklarının altında küçüldükçe küçülmüş, gökler onların irfanlarına sine açmış, mesafeler onların gayretlerine selâm durmuş ve karşılarına çıkan engeller de onları hedefe taşıyan birer köprü hâline gelmiştir.. evet bu babayiğitler karşısında karanlıklar her zaman bozgun yaşamış, musibetler rahmete inkılâp etmiş, sıkıntılar kurtuluş yolu olmuş, tazyikler de birer terakki rampası…

İşte böyle birinin bugününü bütün bütün yıksalar, o yönelir yarınlara ve yoluna o kulvarda devam eder; yarınlarını da yok etseler atını mahmuzlar ve öbür günlere koşar. Baş edemezler böyle biriyle ve edememeliler de. Zira o imanı, azmi, ümidi sayesinde, bozgunlar yaşadığı ya da yıkıldığı durumlarda bile hep bir başka muvaffakiyet ve zaferin projeleriyle serinlemiştir. Ve yine böyle biri, önünde kinlerin, nefretlerin kudurup durduğu, ufkunu üst üste karanlıkların sardığı anlarda bile asla ümitsizliğe düşmemiş ve paniğe kapılmamıştır. Zira o, ne sadece dün, ne bugün ne de yarındır. O bütün bu zamanların hepsine sözünü geçirme konumunda bir “sahibülvakt” ve bir “ibnüzzaman”dır. Bilir yaşadığı zamanın dilini, bildiği gibi dinin ruhunu, Kitab’ının esrarını. Görüldüğü ve hissedildiği her yerde hatırlatır Saadet Çağı’nın insanlarını. O, duyguları, düşünceleri, iffeti, ismeti, vefası, sadakati ve eğilip bükülme bilmeyen sağlam karakteriyle âdeta granitten bir âbide gibidir; çevresinde her şey üst üste devrilse –alimallah– tırnak kadar bir parçası dahi kopup düşmez.

Öyle ümit ediyoruz ki; işte bu sağlam karakter sayesinde, bugün olmasa da yarın mutlaka, hicranla yanan sinelerin hicranı dinecek, asırlardan beri iki büklüm yaşayanlar bellerini doğrultarak var olduklarını haykıracak, zulmetlere yenik ruhlar dirilip çevrelerini saran karanlıkları kovacak ve herkes olağanüstü bir gayret ve performansla kendi ruh ve mânâ köklerinin kılavuzluğunda bütün engelleri aşarak, özüyle bütünleşip talihinin zirvesine ulaşacaktır.

Ya Rabb! Zat-ı Ecell-i A’lan da şahittir ki bizler, evlerimizden ayrılıp kardeşlerimizin arasına gelirken, ayrılığımız karşısında üzülen analarımıza “Anacığım üzülme! Hatta bir gün öldüğümüz haberini alırsan bile üzülme! Ama içlerine gittiğimiz şu güzide arkadaşlarımızdan ayrıldığımızı duyarsan, işte o zaman oturup ağla ve karalar bağla!” dedik. Sen bizi bu ahd-ü peyman ile ebedlere kadar payidar eyle! Zatını, hamele-i arşını, meleklerini ve bütün mahlukatı şahit tutuyoruz ki, girdik reh-i sevdaya, söz verdik Allah’a, geriye dönmeyeceğiz. Mücrim ama senin kapından ayrılmayan yüzlerimizi Sa’d b. Muaz Efendimizin tertemiz çehresinin arkasına gizliyor, dilimizi diline takıyor ve diyoruz ki:

صِلْ حِبالَ من شئت، واقطع حِبالَ من شئت، وخذ من أموالنا ما شئت، وأعطِ من شئت، وامنع مَنْ شئتَ

وحارب من شئت وسالم من شئت. والذي نفسي بيده لو استعرضت بنا البحرَ وخضتَه لحُضناه معك، ما

تخلف منا رجل واحد

“İstediğinle dost ol ya Rasûlallah, istediğininle bağlarını kopar ya Rasûlallah, mallarımızdan istediğini al ya Rasûlallah, dilediğine dilediğini ver ya Rasûlallah, istediğine de verme ya Rasûlallah, dilediğine savaş ilan et ya Rasûlallah, istediğin ile barış ya Rasûlallah! Nefsim yed-i kudretinde olan Zat’a yemin olsun ki, karşımıza uçsuz bucaksız deryalar çıkarsan ve ona dalsan, hiç birimiz geride kalmaksızın biz de Seninle beraber dalarız ya Rasûlallah!..”

***

(Not: Bu farklı kaynaklardan iktibaslarla hazırlanıp bu hafta mescidimizde okunan Cuma Hutbesi’dir.)

 

BAMTELİ: ÜFLEMEKLE SÖNMEZ, SÖNDÜRÜLEMEZ!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Yarınsız dünyaperestler, ahiret hesabına mutlak güvendeymiş gibi yaşıyorlar; oysa, âkıbetinden endişe etmeyenin, âkıbetinden endişe edilir!..

Emîn olmak lazım, mü’min olmak lazım ama insan, tavır ve davranışları açısından âkıbetinden, edip-eylediği şeylerden emin olmamalı; “Âkıbetinden endişe etmeyenin, âkıbetinden endişe edilir!” Gerçekten öyle olma, onun cehdi/gayreti içinde bulunma başkadır; kendini gerçek bir emniyet zemininde, emniyet yolunda görmek daha başkadır.

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) ele alınıp yazılıp çizilip üzerinde durulması gerekli olan hususiyetlerinden biri de âkıbetinden endişe etmesi ve onu ifade eden sözleridir. Ben onu, O’na saygımın ve O’nun konumunun ifadesi olarak, “muktedâ bih” olması itibarıyla, arkasındakilere mesaj mahiyetinde yorumlamaya çalışıyorum. Sözlerinden öyle endişe dökülüyor ki, öyle benim diyen mü’minler onun onda biri kadar o endişeye sahip değiller. Hazreti Ebu Bekir endişe ediyor, Hazreti Ömer endişe ediyor, Hazreti Osman endişe ediyor, Hazreti Ali endişe ediyor…

Hazreti Âişe validemiz; bir nur hanede dünyaya geliyor, teşrif ediyor ve daha kendini henüz idrak etmeden, eder etmez kendini nur dairesi, nur helezonu, nur hâlesi içinde buluyor. Her gün sabah-akşam vahiy sağanaklarıyla arınıyor. Göklerin yere indiği bir evde, bir saadet hücresinde hayatını geçiriyor fakat o kadar endişeli ki!.. Yeğeni Hazreti Urve, onun namazda nasıl ağladığını, hıçkıra hıçkıra saatlerce nasıl ayakta durduğunu anlatıyor; onu birkaç kez ifade etmiştim. Validemiz, bir keresinde de Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Ehlinizi âhirette hatırlar mısınız?!” diyor. O (aleyhissalâtü vesselam), iyilik adına, tebşîrât adına veya inzâr adına diyeceği şeyleri hep Cenâb-ı Hakk’ın muradı istikametinde, O’nun demesi istikametinde icrâ ve edâ buyuruyor; “Üç yerde asla!” diyor, “Üç yerde asla!..” Âişe-i Sıddîkâ, ümmetin bi’l-icmâ “doğrulardan daha doğru” dedikleri mübarek bir anne ve hepimizin “anne” demekle iftihar duyduğumuz mübarek bir kadın, kadınların sultanı. O, kendi ameline/davranışına, saatlerce ayakta durmasına güvenmiyor, “Eşinizi, ehlinizi orada hatırlar mısınız yâ Rasûlallah?!” diyor; “Üç yerde asla!” buyuruluyor. Bu kadar endişe duymak lazım.

Enâniyetin hüküm-fermâ olduğu, insanların kendilerini çok emin, doğru yolda zannettikleri, vehim ve kuruntulara takılıp gittikleri bir dönemde yaşıyoruz. Virüs gibi o, bize de bulaşıyor; hepinize/hepimize de bulaşıyor, bir yönüyle. Hiç yarını düşünmüyoruz. Bugünün kulları gibi yaşıyoruz. Bugünün kulları… “Bugün saltanatım olsun, debdebem olsun, ihtişamım olsun, filolarım olsun, villalarım olsun!.. Bir villa da İngiltere’de, bir villa da Almanya’da, bir villa da Fransa’da yapayım!.. Ne olur ne olmaz, şimdi işler dümeninde gidiyor ama bakarsın yine birileri bir terslik çıkarırlar ve bana da bir uçağa binip oraya gitmek düşer. En iyisi dünyanın değişik yerlerine çuvallarla para taşımalıyım; oralarda yatırım yapmalıyım!.. Bu alternatiflerden tek birisi bile bana ölünceye kadar yettiği halde, ne olur ne olmaz, birkaç yerde aynı alternatifi değerlendireyim; ne olur ne olmaz!..”

Bugünün kulları, bugüne tapanlar, bugünün putperestleri… Zehirlenmiş insanlar; hırsla zehirlenmiş insanlar, tûl-i emel ile zehirlenmiş insanlar, kuvvetle zehirlenmiş insanlar, muvakkat hâkimiyet ile zehirlenmiş insanlar… Düşünmüyorlar ki bir gün, “Ben ona sahibim!” dediği şeyler, ellerinden uçup gidecek ve açıkta kalacaklar. Kendilerini zehirleyen o şeyler, uçup gidecek; bu defa maşerî vicdan karşısında hicaptan iki büklüm olacaklar. Allah karşısında iki büklüm olmayan, asâ gibi bükülmeyen bu insanlar, bugün güce, kuvvete, imkana, iktidara, arkasından sürüklenen sürülere güvenip kendine göre bir hayat çizgisi belirlemesine mukabil, yani Allah’tan kopmuş olmasına mukabil, o gün, öyle bir tablo meydana gelecek ki, utanacaklar arkalarındaki insanların yüzlerine bakmaya, utanacaklar!.. Söndürmek istedikleri nuru söndürme helecanının hacâletiyle iki büklüm olacaklar. Ama -diyeyim şunu, Kur’an dediği için- “Katiyen söndürmeye çalıştıkları nuru, söndüremeyecekler!” Çünkü onu, Allah yakmış…

   Küfre, şirke, zulme saplananların hoşuna gitmese de, Allah nurunu tamamlayacaktır!..

Bir meşale ki, bir şule ki, bir nur ki, Allah (celle celâluhu) onu yakmış, parlatmış; kimsenin haddine değil onu söndürmek!.. يُرِيدُونَ أَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَيَأْبَى اللهُ إِلاَّ أَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ “Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek isterler. Allah ise, nurunu tam parlatmaktan başka bir şeye razı olmaz. Kâfirler isterse hoşlanmasınlar!” (Tevbe, 9/32) Onlar, Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar ağızlarıyla; takavvülleriyle, laflarıyla, lakırdılarıyla, yalanlarıyla, tezvirleriyle, iftiralarıyla… بِأَفْوَاهِهِمْ “Ağızlarıyla” diyor. Hâinîn, fâsikîn, fâcirîn, zâlimîn, kâidîn, mâkirîn, mütekavvilîn, mütekellimîn, kâtibîn, nâşirîn; hepsi o kategoriye giriyor. يُرِيدُونَ أَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللهِ Allah’ın nurunu… Gökleri ve yeri nurlandıran.. “Nur”, Kendi ism-i şerifi olan.. “Münevvirü’n-Nûr” olan.. “Musavvirü’n-nûr” olan Hazreti Allah’ın tutuşturduğu bir meşaleyi söndürmek istiyorlar; zift akan ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. وَيَأْبَى اللهُ إِلاَّ أَنْ يُتِمَّ نُورَهُ Allah, “Hayır!” diyor; وَيَأْبَى اللهُ “îbâ” buyuruyor; nurunu ikmâl ve itmam etme meşîet-i Sübhâniyesini ortaya koyuyor.

Ona “Hayır!..”, onların üflemelerine “Hayır!..”; “Ben, o nurumu tamamlayacağım!” diyor. وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ Nankörler… Bir dönemde kendilerine destek olanlara şimdi nankörlük yapanlar.. tutup destekleyip ayağa kaldıranlara nankörlük yapanlar.. milletin temel değerlerini dünyanın dört bir yanında, âdetâ bayrak gibi dalgalandıranlara karşı nankörlük yapanlar… وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ “Kafir”, nankör de demektir; esasen “bir şeyi örten” demektir. Olup-biten şeyleri setreden demektir. Onun için lügat manası itibariyle, “tohumu toprağa gömen” kimseye de “kâfir” denir. O da tohumu gömüyor fakat o mahzurlu bir gömme değil; bunlar, ayan-beyan hakikati gördükleri halde, ona karşı gözlerini kapıyorlar: لَهُمْ قُلُوبٌ لاَ يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَ يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لاَ يَسْمَعُونَ بِهَا “… Onların kalbleri vardır ama bu kalblerle idrâk etmezler, gözleri vardır onlarla görmezler, kulakları vardır onlarla işitmezler.” (A’raf, 7/179) Gözleri var fakat görmüyorlar. Kulakları var ama mesmû’âta karşı kapalı, duymuyorlar. Öyle olunca da, kalb sistemi, ruh sistemi çalışmıyor, yararlı bir ürün ortaya koyamıyor. Çünkü bu iki kanal çok önemli, oraya malzeme taşıyor; biri (sem’), gökten gelen semâvî emirler, onları değerlendiriyor; öbürü (basar) de tekvinî emirleri okuyor, bakıyor onlara, eşya ve hadiseleri hallaç ediyor, değerlendiriyor, malzeme üretiyor, kalbe ve ruha gönderiyor. O tezgâhlarda onlar işleniyor, “marifet”e dönüşüyor, “muhabbet”e dönüşüyor, “aşk u şevk u likâullah”a dönüşüyor.

Nankör… وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ Bu ilahî beyandan sonra şöyle buyuruluyor: هُوَ الَّذِي أَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَلَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ “O (Allah), müşrikler hoşlanmasalar da (kendi) dinini bütün dinlere üstün kılmak için Rasûlünü hidayet ve Hak Din ile gönderendir.” (Tevbe, 9/33) “O Allah ki, elçisini, hidayetle ve din-i hak ile gönderdi.” Evet, o yolda iseniz, O’nun yolunda iseniz, tersyüz edilme endişesine kapılmamalısınız. Zorlayabilirler, itibarınızla oynayabilirler, onurunuzla oynayabilirler, baskı yapabilirler, kâğıtlar yazıp iftiraları “itiraf adı altında” önünüze koyabilirler, “İsimler verin, sizi salalım!” diyebilirler. Aynen Ebu Cehil gibi, Utbe gibi, Şeybe gibi, Firavun gibi davranabilirler. Her türlü kötülüğü yapabilirler… Bunlar, yapılan şeyler. Akla gelmeyen daha ne hesaplar, ne planlar, onun arkasında!..

Fakat, هُوَ الَّذِي أَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ “O Allah ki, elçisini, hidayetle ve din-i hak ile gönderdi; bütün dinlere, bütün sistemlere galebe çalsın diye!..” لِيُظْهِرَهُ beyanındaki “lâm”a, “ta’lil” için de diyebilirsiniz, “âkıbet” için de; sonuç itibariyle, esasen, bütün sistemlere galebe çalsın diye göndermiş. Sizin, saltanat, debdebe, güç ve kuvvet adına her şeyinize rağmen, Allah (celle celâluhu) netice itibariyle O’nun galebe çalmasını sağlayacaktır.

Bu, Tevbe Sûresi’nde. Ayetin sonunda وَلَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ diyor, burada. “Müşrikler”, Allah’a eş/ortak koşanlar.. dünyaya tapanlar, servete tapanlar, şâna/şöhrete tapanlar.. bir yönüyle korkuyla bozgunculuğa girenler, çizgi değiştirenler.. “Bir şey kaybedeceğim!” diye dünya adına ahireti kaybedenler… Bütün bunlar, Allah’ı bırakmışlar, hafizanallah farklı şeylere taptıklarından dolayı gerçek tevhitten fersah fersah uzaklaşmışlar demektir. Ve hepsi, belli nispetlerle şirk içine girmiş demektir.

   Dünyada alınıp satılmayan insan sayısı çok azdır, çoğunda sadece fiyat farkı vardır; Allah sizi o peylenmeyen azlardan eylesin!..

Birine deniyor ki, münafıklardan, ser-münafık değil, münafıklardan birine: “Yahu ne diye gittiğin her yerde bu Hizmet’in, bu hareketin aleyhinde konuşuyorsun?” Cevaben “Ee, şakır şakır para yağdırıyorlar!” diyor. Soruluyor, “Bugüne kadar o yağan şeylerden ne kadar biriktirdin?” Vakıa, bir vakıayı anlatıyorum size. En yakın arkadaşına anlatıyor. Bir dönemde beraber koşmuşlar, soluk soluğa, aynı maratonu paylaşmışlar; onun için, içini tam olarak ona döküyor: “Şimdiye kadar yağan şeylerden ne kadar biriktirdin?” Efendim, yatırım yapmayı düşündüğü yer İngiltere ise herhalde, sterlin demektir. “İki yüz milyon kadar! Fazla değil ama bu bana zannediyorum, ölünceye kadar yeter!.. Böyle bu çizgide devam ederse, tabiî arkası da gelecektir onun!..” Hani burada birisine, yarım milyon veya ondan daha fazla bir şey vermek suretiyle, yalan söylettirmek, olumsuz bir iş yaptırtmak için, yaptıkları türden… Demek, alınıp satılabilen, hayvan gibi peylenebilen pek çok kimseyi peyleyebiliyorlar.

Evet, çok tekrar ettiğim bir şey… Antrparantez, sizi rahatsız etmesin; bir kere daha tekrar etmek istiyorum: Dünyada alınıp satılmayan, peylenmeyen insan sayısı çok azdır. Allah, sizin bütününüzü o alınıp satılmayan, peylenmeyen insanlardan eylesin!.. “Cenneti veriyoruz, hürriyetini ver! Duygu ve düşünceni ayaklar altına al!” dense, şöyle düşünen insanlardan eylesin: “Hayır, tevbeler tevbesi!.. Benim, Allah’a karşı ahd ü peymânım var!.. O’ndan başka hiçbir şeye, O’nun bana verdiği şeyleri vermem; ne aklımı, ne mantığımı, ne onurumu, ne şerifimi, ne haysiyetimi, ne doğru bildiğim yolumu… Katiyen… Ben, kendimi O’na peylemişim, O’nun rızasına… اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاق “Allah’ım, her amelimde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi, Sana halis aşk u iştiyakla teveccühte bulunmayı istiyorum!..” demiş, ahd ü peymânda bulunmuşum. Tekrar ediyorum onu; her gün, defaatla ahd ü peymânımı tekrar ediyorum. Ondan dönersem, bana “dönek” derler. Mele-i a’lânın sakinlerince, ‘İşte size bir dönek!’ dedirtmemek için, dönmeme azm u cezm u kastı içinde bulunmam lazım!..” Allah, sizi bugüne kadar peylenmekten muhafaza buyurmuştur; ebedlere kadar da muhafaza buyursun!.. Alınıp satılma, hayvanlara, eşyaya, câmid şeylere mahsus bir şey. Ahsen-i takvîme mazhar, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasındaki insanların, din-i mübîn-i İslam’a ahd ü peymân ile bağlanmış insanların alınıp satılmaları söz konusu değildir. Alınıp satılmama mevzuunda azm u cezm u kast içinde bulunmak lazım.

Diğer bir sûrede, zannediyorum biraz da daha sonraki dönemler itibariyle aynı hakikat ifade ediliyor. O dönemde birileri ağızlarıyla üflüyorlardı, meşaleyi elinde tutan da Efendimiz idi. Meşaleyi yakan, Allah idi; elinde tutan da Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm idi; Hazreti Münevvir’in “münevvir” olarak yarattığı, âlemi nurlandırmak için yarattığı/gönderdiği Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm idi; أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ نُورِي “Allah’ın ilk yarattığı benim nurumdur.” diyen insandı. أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ اَلْعَقْلَ “Allah’ın ilk yarattığı, akıldır.” diyen, Ehadiyyet sırrıyla “akl-ı evvel” kendisi olduğunu söyleyen insandı.

O zaman, O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) çekemeyenler, hazmedemeyenler yine aynı şeylerle zehirlenmişlerdi; güç ile, kuvvet ile, mensup olduğu şeyler ile… Bir Ebu Cehil, Beni Mahzum’dan; kendine göre, “Benim babam şu, dedem şu, öbür dedem de şu!..” diyor, yirmi dedesini sayıyordu; yirmi dedesine kadar hepsi o kavim içinde, o kabile içinde nam u şan sahibi idi. Utbe, Beni Umeyye’den, o da öyle diyordu. Şeybe, öyle diyordu. Velid, babası ve amcası gibi öyle diyordu, öyle diyordu. O günün -Allah belası- insanları.. ve daha dıştan da olanlar; bir yönüyle geçmişlerinde doğru yolda yürümüş fakat Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâm’ı çekememiş kimseler. Bazen hased, küfrün yaptırtmadığını yaptırtır!.. Çağımızda Hizmet’e karşı, küfrün yaptırtmadığını bazılarına yaptırtan da o “hased” denen marazdır. Şeytanın, esasen, kullandığı argümanlardan, enstrümanlardan birisidir hased; onunla felç ediyor duyguları/düşünceleri ve hased edenler kâfirin yapmadığını yapıyorlar.

Orada o gün Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâm’a karşı çıkan, o nuru söndürmek isteyenler, onlardı. Allahu A’lem, âhirzamanda daha farklı şeyler, hususiyle “Fiten ve Melâhim” kitaplarında anlatılan şeylerin bir kısmı, belki daha büyükleri de zuhur edecektir: Ölen, niye öldü, bilemeyecek; öldüren, neden öldürdü, bilemeyecek. Ben, başka şeyler ilave edeyim; içeri alınan, neden içeriye alındı, bilemeyecek.. mahkeme sandalyesinde oturan insanlar, “Bunlar neden karşıma geldi?” bilemeyecek.. avukat, müdafaa adına bir şey sundukları zaman, “Vallah başkaları böyle istiyor, benim bu mevzuda diyeceğim bir şey yok!” diyecek, bilemeyecek!.. Evet, demek ki “Kitabü’l-Fiten ve’l-Melâhim’de, ifade edilen Deccâliyet’e ait, Süfyâniyet’e ait dönmeler eliyle, yine aynı şeyler yapılacak, nur-i İlahî söndürülmeye çalışılacak.

   Dünden bugüne, Allah’ın -bir ağaç gibi- bitirdiğini, hiç kimse bitirememiştir, bitiremeyecektir!..

Onun için, orada (diğer sûrede) يُرِيدُونَ لِيُطْفِئُوا نُورَ اللهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَاللهُ مُتِمُّ نُورِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ “Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla üfleyerek söndürmek isterler. Fakat kâfirlerin hoşuna gitmese de, Allah nurunu tamamlayıcıdır, (tamamlayıp dünyanın her tarafına ulaştıracaktır).” (Saff, 61/8) Netice itibarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar; hedefleri o, onlar onu hedeflemişler; yine “Lâm”a, “Lâm-ı âkıbet” diyecek olursak veya “Söndürmek için” esasen “Lâm-ı ta’lîl”. Fakat burada devamında isim cümlesi kullanılıyor, ism-i fâil. O, devam ve sebata delalet eder. وَاللهُ مُتِمُّ نُورِهِ Sonu, fezleke diğeriyle aynı: وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ Onlar patlasa da… Kuvvetin zehirlediği insanlar, sarayın zehirlediği insanlar, sürülerin alkışlamasının zehirlediği insanlar, gücün zehirlediği insanlar, söndürmeye çalışsalar bile وَاللهُ مُتِمُّ نُورِهِ Allah, o nurunu itmâmda devam buyuracaktır. Meşîet-i Sübhâniyesini, devam istikametinde tecelli ettirecektir. İrade-i Sübhâniyesini, onu devam ettirme istikametinde hep tecelli ettirecektir.

Yine, وَاللهُ مُتِمُّ نُورِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ ifadesinde, kafirûnun manası, aynı zamanda, nankörler, hakkı/hakikati göremeyenler, hak/hakikat adına duyulması gerekli olan şeyleri duyamayanlar, kalbe ve ruha malzeme gönderemeyenler, yarınsız/öbür günsüz insanlar, her şeyi sadece bugüne bağlayan kimseler… Bunlar, ağızlarıyla söndürmeye çalışsalar da Allah devam ettirecektir onu. Allah’ın devam ettirdiğini de kimse durduramayacaktır.

Hani var ya (bir tabloda), bir ağaç dikmişler, “Bitirdik!” sözünün karşısına, altına da yazmışlar: “Allah’ın böyle ağaç gibi bitirdiğini, geliştirdiğini, dal-budak saldırdığını, ser çektirdiğini kimse bitiremez!” Allah, bir ağaç gibi bitirmiş, büyütmüşse onu, söğüt gibi -Söğüt’teki söğüt gibi- değişik metamorfozlarla geliştirmişse şayet, o uğursuz ağızlarıyla, zift püskürten ağızlarıyla üflemek suretiyle söndüremezler. Aksine, onların üzerlerine gelen, o iklime giren, o atmosfere giren, o hâleye giren ziftler, bir yönüyle meşaleye dönüşecektir. Onlarda metafizik gerilimin artmasına sebebiyet verecektir. Bir dar yerde o mesele icrâ edilirken, bu defa evrensel bir mesele, dünyanın en büyük meselesi şeklinde bütün insanlık tarafından kemal-i hassasiyetle mercek altına alınan bir mesele haline gelecektir. Murad-ı İlahî de budur; murad-ı Nebevî de budur. وَاللهُ مُتِمُّ نُورِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ Saff Sûresi’ndeki bu ayetten sonra da az önce zikri geçen Tevbe Sûresi’ndeki ayetin aynısı geliyor: هُوَ الَّذِي أَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَلَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ “O Rasûlünü, diğer bütün dinlere üstün kılmak için, hidâyet ve hak dini ile göndermiştir. İsterse müşrikler bundan hoşlanmasınlar.” (Tevbe, 9/33; Saff, 61/9)

   “Halkın mallarını haksız yollardan yiyen, insanları Allah’ın yolundan uzaklaştıran ve altını, gümüşü yığıp infak etmeyen kimseleri acı bir azapla müjdele!..”

Yine Tevbe Sûresi’ne dönecek olursak; يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنَّ كَثِيرًا مِنَ الْأَحْبَارِ وَالرُّهْبَانِ لَيَأْكُلُونَ أَمْوَالَ النَّاسِ بِالْبَاطِلِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللهِ وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلاَ يُنْفِقُونَهَا فِي سَبِيلِ اللهِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ “Ey iman edenler! Doğrusu hahamların ve rahiplerin çoğu halkın mallarını haksız yollardan yerler ve insanları Allah’ın yolundan uzaklaştırırlar. Altını, gümüşü yığıp Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onları acı bir azabın beklediğini müjdele!” (Tevbe, 9/34) لَيَأْكُلُونَ أَمْوَالَ النَّاسِ بِالْبَاطِلِ O gün onlar, hakları olmadığı halde, milletin malını batıl olarak yiyorlar. Çalıyor, çırpıyor, saray yapıyor.. çalıyor, çırpıyor, filo oluşturuyor.. çalıyor, çırpıyor villalar yapıyor.. ve çalıyor, çırpıyor, insanların aklını çelmek için, insan peyliyorlar. Öyle yerlere paralar yatırıyorlar ki, bunlar tamamen din düşmanı, iman düşmanı, millî mefkûre düşmanı, tarihten tevarüs ettiğimiz değerlerin düşmanı. Onlara para yatırıyorlar ta dünyanın dört bir yanında ister din ve diyanetin, isterse millî mefkûremizin, geleneklerimizin ve an’anelerimizin bir şehbal gibi dalgalanmasını temin eden insanların oralarda yaktıkları meşaleyi söndürmeye matuf; her yere döküyorlar.

Ayrıca, وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللهِ “Allah yolunda, Peygamber yolunda yürümek isteyenleri engellemek istiyorlar.” Yirmi senedir, otuz senedir nabız tutulmuş; kalbler dinlenmiş, herhangi bir aritmiye rastlanmamış, “Bunlar doğru insanlar!” denmiş, çok farklı kültür ortamlarında. Siz yirmi-otuz sene sonra, otuz sene test edilmiş bu insanlar hakkında gidip Dudu ninelerin yaptıkları laflarla o işi söndürmeye çalışacaksınız!..

Bakın nasıl bahsediyor onlardan: وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلاَ يُنْفِقُونَهَا فِي سَبِيلِ اللهِ Altın ve gümüşü, hazine yapıyor, stokluyorlar, Kârûn gibi. Evet, bunlar, bir yönüyle paranın, servetin zehirlediği insanlar. Servet, Kârûn’u zehirlemişti. Bir kısım illüzyonlar, laf ebeliği, başkalarını laflarıyla tesirde bırakma; o da Hâmân zehirlenmesi. Güç ve kuvveti kullanarak, birilerini ezme, onları dize getirme; o da Firavun’un marifeti. O illüzyon da, Sâmirî’nin marifeti. Ve bütün bunların hepsi, zehirleyici faktörler. وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلاَ يُنْفِقُونَهَا فِي سَبِيلِ اللهِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ “Canları yakacak elîm bir azap ile onları tebşîr et!..”

Aslında o servet ile, o sâmân ile, o imkan ile, değişik bişâretlere mazhar olma imkanı vardır. Fakat tevbîh için: Bakın, siz nasıl bir bişâret almanız gerekirken, nasıl bir “bişâret” alıyorsunuz?!. Cehennem, sizin için müjde!.. Oysaki Allah’ın size verdiği o aklı, o mantığı, o gücü, o kuvveti, o serveti, o imkânı, gerçek bir bişâret adına kullanabilirdiniz, değerlendirebilirdiniz. Ve onun için seçilen kelime; فَبَشِّرْهُمْ  بِعَذَابٍ أَلِيمٍ Can yakan, yüreğe oturan bir azap ile onları tebşîr et! Ne acı tebşîr!.. Ne acı tebşîr!.. Bir şey beklerken; servet, sâmân, debdebe, ihtişam karşısında, bir şey beklerken, tebşîr beklerken, müjde, yalın Türkçe ile “muştu” beklerken, al sana Cehennem muştusu!.. فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ

Bir de bunları destekleyen, bir yönüyle bu mesâîye, bu me’âsîye ortak olan, onları bir kısım dinî argümanlara dayandırmak suretiyle, işin blokajını hazırlamak suretiyle, statiğini hazırlamak suretiyle, onların ellerini güçlendiren insanlar var ki?!. Bir de böyle yarım yamalak, müsvedde insanlardan bir şeyler almak suretiyle işin blokajını oluşturuyorlarsa, statiğini ona göre oluşturuyorlarsa, artık bu gözü dönmüş katillerin, hainlerin, mâkirlerin, kâidlerin, kâtiplerin, nâşirlerin, müfsidlerin, mel’unların önünü almak mümkün değil. Alamazsınız!..

   Her şeye rağmen sinmemek lazım; zira “Aç canavara karşı tahabbüb, merhametini değil, iştihasını açar. Hem de diş ve tırnağının kirasını da ister.”

Fakat bir şeyi de unutmamak lazım: Onların da Allah’ın yaktığı meşalenin önünü almaları mümkün değil! O meşaleyi, Allah yakmıştır. “Takdîr-i Hudâ, kuvve-i bâzû ile dönmez.” Kuvvet ile her şey halledilmez. “Bâzû”, bizim pazı dediğimiz şey. “Takdîr-i Hudâ, kuvve-i bâzû ile dönmez / Bir şem’â ki Mevlâ yaka, üflemekle sönmez!” Evet, söndüremeyecekler. Onun için yolunuza doğru yürüyün!..

İmmün sistemi zayıf bazı kimseler olabilir. Manevî anatominin immün sistemi; “iman-ı billah”, “marifetullah”, “muhabbetullah”, “aşk u iştiyâk-ı likâullah”tır. Bu konuda donanımı tam olmayan insanlar, yazılıp önlerine imzalanmak üzere bir kâğıt uzattıklarında, “Yahu beş-on tane masum insan söyle, onları da içeriye atalım! Şu anda bir hınç dönemi, bir intikam dönemi, bir hased dönemi yaşıyoruz. Şeytan bu dönemde, bu argümanları kullanıyor. Bizim de, o üstadımıza, o pîr-i mugânımıza muhalefet edecek halimiz yok ki; şeytan cenapları öyle buyurunca, bizim de ona uymamız lazım!.. Ezmek istiyoruz, bize ‘Pes!..’ demeyenleri, elini yere vurup ‘Yenildim!’ demeyenleri, -Kırkpınar’a gitmişseniz, güreşe- ‘Tamam’ demeyenleri…” Pes etmeyenleri pes ettirmek için önüne kâğıt koyuyorlar; dolayısıyla itiraf adı altında mü’min kardeşlerine iftirada bulunuyorlar.

Bunlar, bazılarını sarsabilir. Cenâb-ı Allah’ın Kur’an-ı Kerim’inde; وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْأَمْوَالِ وَالْأَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ “Andolsun, sizi biraz korku, (biraz) açlık, (biraz da) mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenlere (lütf-ü keremimi) müjdele.” (Bakara, 2/155) وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ “Kasem olsun, and olsun ki, imtihan edeceğiz sizi!” Allah, bilmediği bir şeyi öğrenmek için değil; bildiği o şeyi size de bildirmek için. “Bakın, karakteriniz bu sizin! İmmün sisteminiz bu! Kendinizi anlayın!.. Nereye kadar dayanıyorsunuz, nereye kadar dişinizi sıkıp sabrediyorsunuz?!.”

İmtihan… وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ Korku ile, tehdit ile… Birini içeriye atınca, diğeri “Beni de atarlar!” diye korkar. Birinin malına el koyunca, öbürü “Benim malına da el koyarlar!” diye korkar. Birinin müessesesi, tagallübe, tahakküme, tasalluta uğrayınca, öbürü “Benimki de uğrar!” diye korkar. Onun için Allah, böyle bir korkuyla imtihan eder.

Bakara sûre-i celîlesi… وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ “Açlıkla…” Şimdi onunla imtihan ediyorlar insanları. O insanların çoğunun her şeyleri ellerinden alınmış. Yüksek maaş alıyorlarmış, alınmış ellerinden. Bir yere girme imkânları kalmamış, imkân ellerinden alınmış. Mallarına el konmuş; malları ellerinden alınmış. İşletmelerine el konmuş, işletmeler ellerinden alınmış. Tamamen acz u fakr içinde; çocukları var, eşi var, annesi var, babası var. Bunu böyle yapmak, diğerlerini de vesayet altına alma adına, “Bakın, görüyorsunuz, bir örneği var. Size de aynı şeyi yapar ve öyle kolunuzu-kanadınızı kırarız sizin!” demektir. Katmerli intikam!..

İslam Hukuku ve Modern Hukuk, bir noktada birleşir: “Suçun hususiliği/şahsîliği”. Tamim edilemez o. “Sen de galiba öyle düşünüyormuşsun; üzerinden 1 dolar çıktı diye, demek sen de aynı mantığa sahipsin!.. ByLock’u kullandığından dolayı, demek ki siz, hep aynı çizgide insanlarsınız!..” demek gibi, vehimle, paranoya ile, cinnet mahiyetindeki ancak mecnunların verebileceği kararlar türünden kararlarla, insanlara eziyet etmek, zannediyorum Firavun’un da aklından geçmemişti, Ebu Cehil de bu şeytanlığı düşünememişti, Hitler de bunu düşünememişti. Lenin’in düşünüp düşünemediğini bilemiyorum; Stalin’in düşünüp düşünemediğini bilemiyorum. Onlar ne yaptılar o milletlere, Asya insanlarına?!. Onu, tarihi iyi bilenlere, o günleri adım adım takip edenlere sormak lazım. Ama Siyer’in, Megâzî’nin bize bildirdiği insanlar içinde ve yakın tarih itibarıyla bildiğimiz insanlar içinde, örnekleri var bunların. Fakat zannediyorum, onlar bile bu türlü şeylere tenezzül etmediler.

Efendim, bütün bunlar, sindirmek için. Sinmemek lazım. Sinerseniz, aç canavara karşı tahabbüb göstermiş olursunuz. Hâlbuki “Aç canavara karşı tahabbüb, merhametini değil, iştihasını açar. Hem de diş ve tırnağının kirasını da ister.” Ey itiraf adı altında iftirada bulunan talihsizler!.. İmtihanda kaybedenler!.. Altın olma varken, posa durumuna düşenler!.. İki-üç günlük dünya hatırına ahiretini kaybedenler!.. الَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى الْآخِرَةِ “Bilerek dünya hayatını ahiret hayatına tercih edenler!..”

Evet, meselenin bir yanı bu; bu mevzuda Cenâb-ı Hakk, sabr u sebat ve ikdam ihsan eylesin! Bizi, dinde sabit-kadem, Hizmet düşüncesinde sabit-kadem kılsın! İnsanlığın İftihar Tablosu’nun mübarek beyanıyla; يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ، ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دِينِكَ Ben, mütekellim ma’a’l-gayr ile (birinci çoğul sigasıyla) diyeyim: يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ، ثَبِّتْ قَلُوبَنَا عَلَى دِينِكَ * يَا مُصَرِّفَ الْقُلُوبِ، صَرِّفْ قُلُوبَنَا إِلَى طَاعَتِكَ آمِين يَا رَبِّي “Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Kalblerimizi İslamiyet’te sabit kıl!.. Ey kalbleri halden hale koyan Rabbim, kalblerimizi ibadet ü tâatine yönlendir!.. Amin yâ Rabbi!..”

   Câhiliyenin, küfrün ve çölün en olumsuz şartlarına rağmen, kızgın güneşin altında “Ehad, Ehad!..” diye inleyen o Ashâb-ı Kirâm’dan hiç kimse döneklik yapmamıştı!..

İkinci bir mesele: Bu umumî fırtına, bu tayfunlar, bu hortumlar, şimdilerde ilk defa esmiyor; öteden beri hep esegelmiş. İşte biraz evvel bahsettim. Tâ Hazreti Nûh döneminde esmiş; Hazreti Hûd döneminde esmiş; Hazreti Sâlih döneminde esmiş; Hazreti Şuayb döneminde esmiş; Hazreti Lût döneminde esmiş; Hazreti İbrahim döneminde esmiş; esmiş, esmiş, esmiş… En şiddetlileri, en sertleri, korkunç, her şeyi kökünden söküp savuran fırtınalar, İnsanlığın İftihar Tablosu döneminde esmiş. En güçlü immün sistemine karşı, imtihanın en ağırı.

On üç sene Mekke-i Mükerreme’de, o sıcakta, çoğu itibarıyla çölde, kumlar içinde, eziyete ve işkenceye maruz bırakılmışlar. Ben bu insanlardan dönen kimse bilmiyorum. Kur’an-ı Kerim’den beş-on ayet, birkaç sûre nâzil olmuş. O insanlar, bu kadarcık tutanakla ayakta kalmışlar. Esasen bunlara birer hablü’l-metin olarak, urve-i vüskâ olarak sımsıkı sarılmışlar. Bir tane dönek insan hatırlamıyorum. Dönmemiş, bir tanesi bile dönmemiş.

Ve hiçbiri paniğe kapılmamış, bunlardan. Onlar, baskı yaptıkça; bunların “Ehad, Ehad!” sesi, daha bir yükselmiş. Bir gün bir-iki insandan yükselen bu ses, gün gelmiş, korodan yükselen ses haline gelmiş. Âdetâ onların -serzâkiri diyeyim ben, koruyu idare eden değil- serzâkiri, Hazret-i Ruh-u Seyyidi’l-enâm, “Ehad!” deyince, dağ, taş, ova ve obadan -Dağ, taş, ova, oba Hazreti Davud aleyhisselam’ın sesine yankılarıyla cevap verdiği gibi- “Ehad, Ehad!” sesi yükselmeye başlamış, “Samed, Samed!” sesi yükselmeye başlamış. Paniklememişler; katiyen “dönme” akıllarından geçmemiş, her şeye rağmen.

O (sallallâhu aleyhi ve sellem) bazılarına “Habeşistan’a gidin!” demeseydi, gitmeyeceklerdi. Nitekim gittikten sonra, havanın az yumuşadığı ve İnsanlığın İftihar Tablosu’nun da mânen “Artık gelin!” der gibi bir hava içine girdiği mülahazasıyla, geriye dönenler olmuş. Onlara gitmiş, “Müşrikler de hepsi Müslüman oldu!” diye haber ulaşmış; “Madem oldular, biz de dönelim!” falan demişler, dönenler olmuş. Ama emre itaatteki inceliği her şeye tercih eden Hazreti Cafer ve arkadaşları, tâ Hayber fethine kadar Habeşistan’da kalmışlar. Nasıl bakıldılar, görüldüler, bilemiyorum. Zannediyorum şimdi yurt dışına çıkan insanlara bazı âlî himmet kimselerin sahip çıktığı gibi sahip çıkılmış. Kendi vatanlarında o ölçüde, onda biri kadar insan nazarıyla bakılmadığı bir dönemde, o insanlar, onda on, onlara kucaklarını açtılar. “Benim yedek bir evim de var, orada oturabilirsiniz. Onurlu yaşamışsınız, belli bir konuma gelmişsiniz; sizin burada böyle bir sefalete maruz olmanızı istemiyoruz, gönlümüz ona razı olmuyor!” demişler.

Evet, sahip çıkmışlar fakat bu herkes için değil. Tabiî orada hâlâ o sınırlar içinde kalıp, hâlâ “Bana da sıra gelir mi?!” endişesini taşıyan insanlar var. Hususiyle son zulmeden el, biraz daha güç kazanınca, belki panikleme, biraz daha fazla artmış olabilir. Ama sesin ulaşması kanalları bütünüyle tıkandığı için, aynı zamanda orada by-pass da yapılamıyor. Siz bir kanal bulup, onunla sesinizi-soluğunuzu ulaştırmak istediğiniz zaman, ânında kesiyorlar. Adeta “Hayır, burada sadece saksağanlar öter! Bülbüllerin sesi, bizim nağmemizi bozuyor! Evet, diken tarlasına saksağan yakışır. Biz burayı diken tarlası, hâristan haline getirdik; kimsenin tımar etmesini istemeyiz.” diyorlar. “Bir bağ ki, görmezse terbiye-tımar / Çalı-çırpı sarar; hâristan olur.” Problemler sarmalı içinde kalır. Bütün dünya tavır alır onlara karşı. Ellerindeki şeyleri, rehin olarak vermek suretiyle, bir şeylere sahip olmaya, ekonomiyi düzeltmeye çalışırlar. Sürçerken, yeni sürçmeler fâsid dairesi içine girerler. Sürçmeleri, sürçmeler takip eder.. takip eder.. takip eder. Kine, nefrete, gayza, hemze, lemze, hasede, intikama yenilmiş; kinin, nefretin, hasedin zavallı kulları!.. Evet, bazı kimseler, bu yeni tablo karşısında biraz daha sarsılmış olabilirler. Oysa, Allah’ın dediğinin dışındaki, olmaz!..

   Öyle şirk ifadelerine ve çirkin laflara göz yumdular ki, sonunda “Falanların eşleri bize helaldir!” diyebilen ahlaksız vandallar türedi!..

Geriye dönüyorum: İmtihan. وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْأَمْوَالِ وَالْأَنْفُسِ Öldürürler; nefislere de tecavüz ederler. İslam hukukunda ve aynı zamanda Modern Hukuk’ta “usûl-i hamse” (canı, dini, namusu, aklı, nesli korumak) esastır; “hürriyet” ile beraber, “usul-i sitte” esastır. -Bilmiyorum, usûl ilmini biliyorlar mı?- Fakat وَالْأَنْفُسِ “Enfüs” kaydının da ifade ettiği üzere, nefislere/canlara da kastedebilirler.

Bakın, bir vandal kalkıp bir şey dedi. Hani daha önce bir vandal, “Falan, Allah’ın evsâf-ı âliyesiyle muttasıf…” dedi. Yani, Sübutî sıfatlar; Hayat, İlim, Sem’, Basar, Kudret, İrade, Kelam, Tekvin sıfatlarıyla muttasıf demek bu. “Allah’ın evsâfıyla muttasıf!” demek, ne demek bu?!. Zâtî sıfatlar: Vücûd, Kıdem, Bekâ, Vahdaniyet, Muhalefetün Li’l-havâdis, Kıyam binefsihi. Ef’âl sıfâtı: Halk, İbda’, İnşâ, İhyâ, İmâte, Terzîk. “Bütün bu evsâf-ı âliye-i İlahîye ile ittisaf etmiş!” Buna sadece “küfür” denmez; buna, Ziya Gökalp’ın ifadesiyle, “mük’ab küfür” denir, “mük’ab”. Cephe hatırına kimse, “Yahu, sen biraz ayıp ettin, ileriye gittin!” demedi. Allah’a karşı mük’ab terbiyesizlik irtikâp edildiği halde, sesini kesen “dilsiz şeytan”lar!.. Dünyanın dört bir yanında dinlerini, diyanetlerini, iffetleriyle, ismetleriyle temsil eden insanlara karşı savaş ilan ediyor gibi, umumî harp ilan ediyor gibi, cihada gidiyor gibi yola çıkan insanlar!.. Onların, neyin peşinde oldukları belli!..

Efendim, biri öyle dedi; biri de “Bakara-Makara!” dedi. Gördünüz mü, o cepheden ona itiraz eden bir insan! Bir kişi kalktı sadece, bir câmi vaizi veya hatibi; sadece o, bu mevzuda bir şey söyledi. Belki bir-iki ceridede de çıktı. Fakat cephe hatırına Allah’a sövüldüğü zaman bile ses çıkarılmadı. Koskocaman bir yurdun masum çocukları tecavüze uğradığı halde, örtbas edildi. Efendim, uyuşturucu, onların kutsadığı mekteplere kadar indi; ilk mektep talebelerine kadar indi, seslerini çıkarmadılar. Bütün me’âsîye, mesâvîye “evet” dediler, “Olsun! Madem bizim cephemizde; biz affettik, Allah da affeder!” Allah’a inanıyorlar mı, bilmiyorum; tabiî onu, Allah bilir. Bakın bu denen şeylere!.. Daha neler dendi neler?!. “Elini sürmek ona, ibadettir!”; bu da ayrı bir küfür.

Bütün bunlara karşı sessizlik, dilsiz şeytanlık ve sesini çıkarmayan insanların hali, bu mevzudaki cüretkâr bir kısım saygısız ve terbiyesizleri daha da cesaretlendirdi. “Bu, yurt dışına kaçan insanların veya bizim içeriye attığımız insanların kadınları/kızları bize helaldir!” dediler. Biri dedi; ser-münâfıktan hâr-münafığa kadar, kimse sesini çıkarmadı. Cesarete geldi, bir başkası da aynı şeyi söyledi. Kim bilir kapalı kapılar arkasında daha niceleri aynı şeyleri tekrar ediyorlar?!.

    Ne olursa olsun, sarsılma; “Gamı, tasayı bırak, iraden canlı ise / Ümit kaynağı ol, olabilirsen, herkese!”

İslam dini, bu dönemde maruz kaldığı bu ölçüdeki tahkire, tezyife, tenkide, böylesine dünya adına kullanılmaya hiçbir dönemde maruz kalmamıştır! Bunu, bu hale getirenlerin Allah belasını versin! Bunların böyle olduğunu gördüğü halde susan dilsiz şeytanların, bunlara yağcılık yapan teologların, Allah onların da belasını versin! Çünkü tahribat, dinedir. Bunların din adına yaptıkları bu tahribatı, Hazreti Mehdi gelse, Hazreti Mesih gökten inse, zannediyorum çeyrek asırda, yarım asırda tamir edemezler. Vakıa şimdi çok Mehdi, çok Mesih de var ama esas onlar hakkında bile bir çift laf eden yok!.. Gördüğünüz gibi, bunlarla alakalı yarım kelimelik bir şey yok! Neden?!. Bütün kelime güçlerini, bütün tekavvülâtlarını, bütün tekellümâtlarını masum insanlar hakkında sarf ediyorlar. Bu kelimeleri “tefa’ul kipi”nden kullandım; çünkü zorlanarak, işin aslına/esasına kendileri de inanmadığı halde, “Belki böyle yaparsak, ahmakları da inandırırız!” diyerek yaptıkları için. Maalesef, inandırıyor da; ahmak çok. Cenâb-ı Hak, inayetini bizimle beraber eylesin…

Sarsılmamak lazım, Allah’ın izni ve inayetiyle. “Gamı, tasayı bırak, iraden canlı ise / Ümit kaynağı ol, olabilirsen, herkese!” Evet, “Gamı, tasayı bırak, iraden canlı ise / Ümit kaynağı ol, olabilirsen, herkese!” Eteklerini ümitle doldur; dünyanın dört bir yanına ümit tohumları saç; ümidini yitirme durumunda olan insanları ümitlendir, Allah’ın izni ve inayetiyle!.. “Yaşayanlar, hep ümitle yaşar / Me’yûs olan, ruhunu vicdanını bağlar.” (M. Akif) O duruma düşmelerine meydan verme, Allah’ın izni ve inayetiyle!..

Bütün zalimlerin geldikleri gibi gittikleri türden; çağın zalimlerini de -dünün Saddamları, Kaddâfîleri gibi- Allah (celle celâluhu) kazf edecek. Onlar da savrulup gidecekler, Allah’ın izniyle. Hak ve hakikat ise, ile’l-ebed pâyidar olacak, devam edecek; hiç endişeniz olmasın! Çünkü karşı taraf, neyi kullanırsa kullansın -biraz evvelki ayetlere meseleyi ircâ ederek- “O nuru Allah yakmışsa (celle celâluhu), kimsenin onu söndürmeye gücü yetmeyecektir!” Karşı tarafın hıncı, ne kadar olursa olsun, o nur söndürülemeyecektir!..

Cenâb-ı Hakk’ın rızasına dilbeste olmuş insanlar.. o ilahilerde, o münâcaatlarda, o nâatlarda ifade edildiği gibi, kime bende olduğunu ortaya koymuş insanlar.. dünyaya ait hiçbir şeye bağlanmamış insanlar…. Evet, onlar geleceklerinden endişe duymamalılar!.. Zayıf karakterliler, immün sistemi zayıf insanlar, “Şu olmasaydı da, bu olmasaydı da!” demek suretiyle, güft ü gû ile kadere taş atmak suretiyle meseleyi tamir edemezler. Ve aynı zamanda musibeti ikileştirmiş olurlar; kardeşlerini de küstürmüş olurlar. فَصَبْرٌ جَمِيلٌ وَاللهُ الْمُسْتَعَانُ عَلَى مَا تَصِفُونَ “Artık bana düşen, ümitvar olarak güzelce sabretmektir. Ne diyeyim, sizin bu anlattıklarınız karşısında, Allah’tan başka yardım edebilecek hiç kimse olamaz!” (Yûsuf, 12/18) Allah, yegâne yardım edendir; Allah’ın yardım ettiklerine de kimse galebe çalamaz!..

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا إِنْ نَسِينَا أَوْ أَخْطَأْنَا رَبَّنَا وَلاَ تَحْمِلْ عَلَيْنَا إِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِنَا رَبَّنَا وَلاَ تُحَمِّلْنَا مَا لاَ طَاقَةَ لَنَا بِهِ وَاعْفُ عَنَّا وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا أَنْتَ مَوْلاَنَا فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ

 فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْفَاسِقِينَ، فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ، فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْخَائِنِينَ، فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْمَاكِرِينَ، فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَائِدِينَ، فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكُتَّابِ مِنْ أَعْدَائِنَا، عَلَى الْكُتَّابِ مِنْ أَعْدَائِنَا، فَانْصُرْنَا عَلَى الْكُتَّابِ مِنْ أَعْدَائِنَا، فَانْصُرْنَا عَلَى الْمُتَقَوِّلِينَ عَلَيْنَا السُّوءَ، فَانْصُرْنَا عَلَى الْمُتَكَلِّمِينَ عَلَيْنَا السُّوءَ

يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ، يَا ذَا الْجَلاَلِ وَالْإِكْرَامِ، بِحَقِّ ذَاتِكَ، بِحَقِّ عَظَمَتِكَ، بِحَقِّ كِبْرِيَائِكَ، بِحَقِّ أُلُوهِيَّتِكَ، بِحُرْمَةِ وَشَفَاعَةِ صِفَاتِكَ، بِحُرْمَةِ وَشَفَاعَةِ أَسْمَائِكَ الْحُسْنَى، بِحُرْمَةِ وَشَفَاعَةِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الْمُصْطَفَى، صَلَّى اللهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

“Rabbimiz, (Sana itaat etmeye çalışırken) eğer unuttuk veya kastımız olmadan bir yanlış yaptıysak ,, bundan dolayı bizi sorguya çekme! Rabbimiz, bizden önceki ümmetlere (zamanın, şartların ve mizaçlarının gerektirdiği terbiyeleri icabı) yüklediğin gibi, bize öyle ağır yükler yükleme! Rabbimiz, takat getiremeyeceğimiz hükümlerle bizi yükümlü tutma! Ve günahlarımızdan geçiver; bizi bağışla ve bize acı, rahmetinle muamele buyur! Sen, bizim efendimiz, yardımcımız, koruyucumuzsun; şu kâfirler ve nankörler güruhuna karşı ne olur, bize yardım et ve zafer ver!’” (Bakara, 2/286)

Fâsıklar, zâlimler, hâinler, komplocular, entrikacılar güruhlarına karşı bize yardımda bulun!.. Husumet ve düşmanlık duygularıyla aleyhimizde yalan ve iftiralar uydurup yazanlara karşı da bize yardım eyle!.. Bize düşmanlık yapan yazarlara ve dünyanın dört bir yanındaki Hizmet gönüllüleri hakkında iftira dosyaları hazırlayıp yayanlara karşı bize nusret ver. İçlerindeki husumeti kalemlerinden nefret olarak akıtanlara ve hariçte bunu kalbleri karartmak için kullananlara karşı bize inâyetini/yardımını yâr kıl!.. Hakkımızda kötü ve çirkin sözler uydurup yaymak için çırpınıp duranlara ve orada burada o bühtanları dillendirmek için koşanlara karşı bize medet et!..

Ey yegâne merhametli, ey Celâl ve İkrâm Sahibi!.. Zât’ının hakkına, azamet ve ululuğun hakkına, Ulûhiyet ve Rubûbiyetin hakkına, sıfât-ı Sübhâniyen ve esmâ-i hüsnân hakkına, en yüce ismin, İsm-i A’zam’ın hakkına ve hürmetine.. ve Efendimiz Muhammed Mustafa hakkı, hürmeti ve şefaatine dualarımızı kabul buyur. O’na salât ü selam dileyerek bunu Sen’den dileniyoruz, ey Erhamürrâhimîn Rabbimiz!.. Âmin.”

503. Nağme: Yolumuzun Kaderi ve Doğruluğunun İki Delili

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şu hususları dile getirdi:

Sabredenlere müjdeler olsun!..

*Kur’ân-ı Kerim’de

وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْأَمْوَالِ وَالْأَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ

“Andolsun ki, sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. (Ey Peygamber) sen sabredenleri müjdele!” (Bakara, 2/155) buyurulmak suretiyle, insanın çok farklı imtihanlara maruz bırakılacağı ifade edilmiş; daha sonra da, bu belâ ve mihnetlere sabredenler müjdelenmiştir. Buna göre tıpkı ibadetlerin insanın derecesini yükselttiği gibi, menfî ibadet sayılan imtihanlar da sabredildiği takdirde insanı günahlarından arındırır ve onu en yüce ve yüksek makamlara çıkarır.

*O hâlde Allah’ın insanları imtihandan imtihana sürüklemesi ve onları farklı imtihan unsurlarıyla test etmesi karşısında mü’mine düşen vazife, maruz kaldığı her imtihanda dişini sıkıp sabretmesi; ayrıca bu durumu kendisiyle yüzleşme, kendini bir kere daha gözden geçirme ve iyi bir kıvam sergileyip sergileyemediğinin muhasebesini yapma adına bir fırsat bilmesidir.

Hakiki mü’min bütün korkulara karşı, bir gladyatör gibi meydan okur; “Hepiniz gelin, topunuz birden gelin!..” der.

*Hazreti Üstad, Hücumât-ı Sitte’de insanı derdest eden hastalıkları anlatırken havf hissini de zikreder. İnsanın ayağına pranga ve boynuna tasma olan marazların başında korku gelir.

*Bu yolda, insî cinnî şeytanların desise ve tehditlerine maruz kalırsınız: “Malınızı elinizden alırız. Sizi dünyevî yaşayışınız itibarıyla tazyiklere maruz bırakırız. Önünüzü keseriz. Size yürüme fırsatı vermeyiz. Her köşe başında bir gulyabaniyle bir kere daha yakanıza sarılırız. En meşru işlerinizde bile size hesap sorarız.” Bu türlü şeylerle sizi korkutur, yürüdüğünüz doğru yoldan sizi vazgeçirmeye çalışırlar. Mü’min bunları gülerek karşılamalı ve atlatmalı.

*Evet, dünyanızı ve ikbalinizi elinizden almakla korkuturlar.. istikbalinizi karartmakla korkuturlar.. makamdan mahrumiyetle korkuturlar.. kemik atıyor gibi, üç-beş kuruş bir şey önünüze saçar, sonra da “Keseriz bunu!” der korkuturlar.. “İki kilo kömürü keseriz” diye korkuturlar. “Yüz lirayı vermeyiz, keseriz!” diye korkuturlar. Korku, Allah belası öyle bir virüstür ki, insanın içine düştüğü zaman insan onun esiri olur.

*Oysaki korku, mehafet ve mehabet hissi şeklinde Allah’a karşı duyulması gereken bir kuvvedir. İnsan Allah’tan korkuyorsa, O’na karşı saygılıysa ve O’nun mehabetiyle oturup kalkıyorsa, hürriyetini elde etmiş demektir; artık o, başka korkulara karşı, bir gladyatör gibi meydan okur; “Hepiniz gelin, topunuz birden gelin!..” diyebilir.

“Mü’minlerin, düşman birliklerini görmeleri onların sadece iman ve teslimiyetlerini artırdı.” 

*Bütün dünyevî korkulardan sıyrılmış olan Sahabe efendilerimizde dine adanmışlık ve ahiret hedefli yaşama ruh hali vardı. Kur’an nurları ve Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in insibağı onları en kötü şartlara dahi hazır hale getirmişti. Defalarca imtihandan geçeceklerine, zaman zaman düşmanla yaka paça olacaklarına, maldan ve candan fedakârlık gerektiren hadiselerle karşı karşıya kalacaklarına ve bütün tehlikelere/tehditlere mukabil dimdik durarak sonraki nesillere de hüsn-ü misal teşkil etmekle vazifeli bulunduklarına gönülden inanmışlardı. Evet, Allah’ın ve Rasûlü’nün verdiği haberler iliklerine ve nöronlarına öyle işlemişti ki, onlara kendi varlıklarına inanmanın ötesinde inanıyorlardı.

*Şu ayet-i kerime onlardaki bu iman, cesaret, metanet ve teslimiyeti destanlaştırmaktadır:

وَلَمَّا رَاَ الْمُؤْمِنُونَ الْاَحْزَابَ قَالُوا هٰـذَا مَا وَعَدَنَا اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَصَدَقَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَمَا زَادَهُمْ إِلَّا إِيمَانًا وَتَسْليمًا

“Mü’minler saldıran o birleşik kuvvetleri karşılarında görünce, ‘İşte bu, Allah ve Rasûlü’nün bize vâd ettiği (zafer)! Allah da, Rasûlü de elbette doğru söylemişlerdir.’ dediler. Mü’minlerin, düşman birliklerini görmeleri onların sadece iman ve teslimiyetlerini artırdı.” (Ahzâb, 33/22)

*Sahabe efendilerimizin insanların telaşa kapılıp paniklemesi beklenen şartlarda dahi paniklemedikleri, aksine imanlarının ve teslimiyetlerinin ziyadeleştiği gibi, inşaallah değişik belalar ve gâileler karşısında günümüzün adanmış ruhları da aynı kıvamı gösterir, asla paniklemez; vazife ve sorumluluklarını bihakkın yerine getirirler. Dört bir yandan bela ve musibet gelse, onlar aynı sahabe gibi, “İşte bu, Allah ve Rasûlü’nün bize vâd ettiği…” der ve yürürler.

“Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?!.”

*Cenâb-ı Hak, sabredip mücahedelerini sonuna kadar götürenlerle yarı yoldan dönenleri ayırt edip yaptıkları amelleri onlara da göstermek için kullarını imtihan etmektedir. Nitekim bir âyet-i kerimede O şöyle buyurmaktadır:

أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَعْلَمِ اللهُ الَّذِينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ وَيَعْلَمَ الصَّابِرِينَ

“Allah, sizin içinizden cihad edenlerle sabır gösterenleri ayırt edip meydana çıkarmadan, kolayca Cennet’e girivereceğinizi mi zannettiniz?” (Âl-i İmrân, 3/142) Allah (celle celâluhu) bu imtihanı, kullarının takınacakları tavrı öğrenmek için yapmamaktadır. Zira O (celle celâluhu), bu mevzuda sabredeceklerle etmeyecekleri ilm-i ezelîsiyle zaten bilmektedir. Ancak, bildiği bir hakikati, ilm-i şuhûdîsi ile kullarına da gösterip bildirmek istemektedir.

*Cennet’e uzanan peygamberler yolunun kendine göre bazı meşakkatleri vardır. Kur’ân-ı Kerim’de bu hususa şöyle dikkat çekilmiştir:

أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَاءُ وَالضَّرَّاءُ وَزُلْزِلُوا حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللهِ أَلاَ إِنَّ نَصْرَ اللهِ قَرِيبٌ

“Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?.. Evet, onlar öyle ezici mihnetlere, zorluklara dûçar oldular ve öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ve yanındakiler, ‘Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?’ diyecek hale geldiler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 2/214) Sizden evvel gelenlerin başlarına gelen dâhiyeler, gaileler başınıza gelmeden, o sarsıcı yıldırımlar başınızda dönmeden, hatta iş nebi ve beraberinde bulunanlar “Allahım yardımın ne zaman?” diyeceği kerteye varmadan Cennet’e gireceğinizi mi zannediyorsunuz?

Bu iki delilin pozitif olanını sağ tarafınıza alın, diğerini de sol yanınıza; Allah’ı sevdirme adına, koşun dünyanın dört bir bucağına!..

*Yürüdüğünüz bu yolda Kur’an-ı Mucizü’l-Beyan ve Sünnet-i Seniyye’ye muhalif olarak, Ebu Bekir’lerin, Ömer’lerin, Osman’ların, Ali’lerin, Aşere-yi Mübeşşere’nin, Âl-i Beyt-i Rasûlullah’ın (radıyallahu anhüm ecmaîn) yürüdüğü yolun dışında yürüdüğünüz endişesi var mı içinizde? Nam-ı Celil-i İlahi’yi tanıttırmadan başka bir sevdanız var mı? Herkesin Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem)’i tanıyıp bilmesi ve O’nunla belli ölçüde münasebete geçmesi haricinde bir talebiniz, beklentiniz, hedefiniz var mı?!..

*Sizin bu doğru disiplinler ve prensipler istikametinde yürümenizin yanında, isabetli iş yaptığınıza bir de negatif taraftan, hafife alamayacağınız bir delil vardır: Zalimler sizin yaptığınız bu hizmetleri hazmedemiyor ve yaptığınız şeyleri dünyanın değişik yerlerinde yıkmaya çalışıyorlarsa, bu da hakkaniyetinize bir delildir. Haccac’lar, Yezit’ler, Amnofis’ler, Batılıların üç asırda yapamadığı şeyleri Cenâb-ı Allah’ın o mübarek milletimizin fedakâr ve vefakâr evlatlarına yaptırmış olmasını çekemiyorlarsa, bu da negatif yandan sizin doğru yolda olduğunuzu gösterir.

*Kur’an ve Sünnet ile kendinizi test ettikten, dünya adına herhangi bir hedef arkasında koşmadığınızı bir kere daha gözden geçirdikten ve kendinizi ciddi bir nefis muhasebesine tâbi tuttuktan sonra “Elhamdülillah, yürüdüğümüz yol, günde kırk defa tekrar ederek ‘Allahım, bizi sırat-ı müstakîme hidayet buyur’ deyip dilediğimiz, Nebilerin, sıddıkların, şehitlerin, salihlerin yürüdüğü yol.” diyebiliyorsanız.. bir diğer taraftan da şayet dini ve diyaneti özüyle benimseyememiş, sindirememiş, içselleştirememiş, dini dünyasını mamur kılma adına kullanan Amnofis’ler, Hitler’ler, Jul Sezar’lar sizin aleyhinizdeyse, vallahi, billahi, tallahi yürüdüğünüz yol doğrudur.

*Bu iki delilin pozitif olanını sağ tarafınıza alın, diğerini de sol yanınıza; Allah’ın izni ve inayetiyle, birer asâ gibi dayanın onlara; hiç tereddüt etmeden ve hızınıza hız katarak, Allah’ı sevdirme adına koşun dünyanın dört bir bucağına!..

Bamteli: Sarılın Şefkate, Yapışın Himmete; Tükürün Korkunun Yüzüne!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi haftanın Bamteli sohbetinde özetle şu hususları dile getirdi:

Nefsi bilmek, Rabbi bilme yolunda önemli bir vesiledir.

*Yunus Emre’nin “İlim ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir / Sen kendini bilmezsin / Bu nice okumaktır!” sözleriyle ifade ettiği gibi, gerçek ilim, insanın, kendi mahiyetini dikkatle okuyup Zât-ı Ulûhiyetin kâinat kitabındaki eserlerine de nazar ederek belli bir müktesebat sahibi olması ve hatta ondan da öte marifette derinleşmesi demektir.

*İster “gez-göz-arpacık” deyin, ister “dürbün” deyin, isterse de “teleskop” deyin, insan kendisini öyle sayıp onunla iyi bakarsa göreceğini görür. Onun için, ehl-i tahkik, hadis diye rivayet edilen مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ “Nefsini bilen, Rabb’ini de bilir.” Sözünü nazara vermiştir. Evet, fizyolojik yapısıyla, vicdanıyla ve onun dört rüknü olan irade, latîfe-i rabbâniye/kalb, zihin ve hissiyle birlikte kendini tahlil ve analiz eden insan, Rabb’ini daha iyi bilir.

Hak hedefin vesileleri de hak olmalıdır.

*Hakkı ikame etme yolunda bulunurken kullanılan yöntem ve esasların da hak olması gerekir. Fakat maalesef bazen pragmatist bir düşünceyle yola çıkıp bâtıl vesileleri kullanmak suretiyle hedefe yürümek isteyenler de olabiliyor. Öyleleri, kendilerince belirledikleri hedefe ulaşabilmek için her vesileyi meşru sayma düşüncesine kapılıyorlar. Makyavelizm’i sadece Batı’da aramayın. Şöyle bir bakarsanız, bugün Türkiye’de masum insanlara gadredenlerin de bir çeşit makyavelist olduklarını görürsünüz.

*Oysa ki değil öyle dünyevî bir hedefe ulaşmak, dünyevî mutluluğa ermek veya bilerek dünya hayatını ahiret hayatına tercih etmek için, Allah’a ulaştırma gibi hak bir gaye için bile gayr-ı meşru yöntemler kullanılamaz. Mü’min, bir hakka ulaşmak istiyorsa, onun o hakka ulaşma istikametinde kullanacağı argümanların üzerinde mutlaka “caizdir” veya “meşrudur” mührünün bulunması gerekir. Hak hedefin vesileleri de hak olmalıdır; öbürü bir aldanma ve şeytânî bir yoldur.

Her vesileyi meşru sayan vandallar anlamasalar da şefkat, mesleğimizin esasıdır ve biz bir karıncaya basmaktan bile Allah’a sığınırız!..

*Yüce bir mefkûreye bağlı olmadan yaşama duygusu insanın kendi kendini aldatmasıdır. “İhlas” diyebiliyorsan, “rıza” diyebiliyorsan, “Allahım, aşk u iştiyakın!” diyebiliyorsan, yaşamanın bir anlamı vardır.

*Yaşatmak için yaşayan insanların en önemli vasıfları şefkattir.. taşa, toprağa, ağaca, haşerata, hayvanata ve en üst seviyede de insana şefkattir. Onlar, mütedahil daireler halinde mütalaaya alarak insanların hepsine karşı nisbî ve izafî bir münasebet içinde bulunurlar. Bütün insanlar Allah’ın ahsen-i takvimine mazhar ve O’nu gösteren birer ayna olduğundan, her insana karşı saygı duyarlar. Dindarı yürekten severler fakat başkalarına karşı da saygılı olurlar. Hele değerleri ve kendilerine ait hususiyetleri itibarıyla kat’iyen başkalarını sorgulamaya kalkmazlar.

*Mesleğimizdeki bu şefkat mülahazası bir karıncaya bile ayak basmamayı gerektirir. Şayet bir karıncanın ayağı kırılmışsa, mümkünse bir kırıkçıya götürmek, onun ayağını bağlatmak, onu yeniden hayata döndürmek ve yaşayabildiği sürece sekmeden yaşamasını sağlamak bu mesleğin esaslarındandır.

*Çok günahkar, mücrim, bütün ümidini sizin şefaatinize, vifak ve ittifakınız vesilesiyle Cenâb-ı Hakk’ın “Haydi sen de geç!” diyeceği esprisine bağlamış bir insan olarak, çok defa tekrar ettiğim bir şeyi tekrar etmekte beis görmüyorum: Bir arının odamda ölmesi karşısında yarım saat ağladığımı biliyorum. Biz buyuz!.. Yahya Kemal’in de dediği gibi “Bizden olmayanlar, bizi bilmezler!..” Her vesileyi gayelerine ulaşmak için meşru sayan vandallar bizi bilmezler. Ben yeminle söyleyebilirim: Yetmiş küsur senelik hayatım boyunca bilerek bir tek karıncaya basmadım.

Himmetinizi âli tutup sürekli yol almalısınız; zinhar “Attan inmeyesüz!..”

*Şefkatte bu enginliğin yanında himmette de o ölçüde yüksek olmak lazım. Allah’ın inayetine itimat edip himmeti âli tutmak lazım. Yapan/yaptıran O ise, O’nun yaptığını yedi cihan bir araya gelse yıkamaz. يُرِيدُونَ أَن يُطْفِؤُوا نُورَ اللّهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَيَأْبَى اللّهُ إِلاَّ أَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ Velev kerihe’l-münafikûn, velev kerihe’z-zâlimûn, velev kerihe’l-fülan… Onlar Allah’ın nûrunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek isterler. Allah ise, nûrunu tam parlatmaktan başka bir şeye razı olmaz. İsterse kâfirler hoşlanmasınlar!” (Tevbe, 9/32) Allah nurunu tamamlayacaktır isterse münafıklar bunu kerih görsün, zalimler kerih görsün, falan filan kerih görsün. Bir meşale ki Allah yakmış, onu kimse söndüremez. “Takdir-i Hudâ kuvve-yi bâzû ile dönmez / Bir şem’a ki Mevla yaka, üflemekle sönmez!” (Ziya Paşa) Lâ yentafî; sönmez ve söndürülmez.

*Yüz yetmiş küsur ülkede bin dört yüz, bin beş yüz tane okul açmışsınız. Bunu gözde büyütmemeli. “Çok şükür hedef tahakkuk etti…” dememeli. Hayır; şayet bütün insanlığa kendi ruhunuzun ilhamını duyuracaksanız, geçmişten tevarüs ettiğiniz değerler mecmuasını o insanlara da tanıttıracaksanız, enbiya-ı izamın o incelerden ince tığlarıyla örülmüş dantelayı insanlığın nazarlarına arz edecekseniz, bu meseleye hiçbir zaman “bitti!” noktası koymamalısınız. Ara sıra duraklama gibi bir hal olabilir. Oraya da noktalı virgül koyacaksınız; diyeceksiniz ki, “Şimdi muvakkaten söz bitti ama düşünce devam ediyor; rölantideyiz fakat Allah’ın izin ve inayetiyle biz bu meseleyi sonuna kadar götüreceğiz.”

*Kendini bu yola adamış insanlar bir taraftan hareket ederlerken bir taraftan da kendi enerjilerini üretmeleri lazım. Hiç yorulmamaları, Sahabe-i kiram efendilerimiz gibi hep koşmaları lazım. Fakat kendileri için değil!.. “Attan inmeyesüz!” diyen Hazreti Murad Hüdavendigar (aleyhirrahmetü velğufran) gibi, “Attan inmeyesüz!” felsefesiyle dünyanın dört bir yanına atlarını mahmuzlayıp koşmaları lazım. Onların enerjileri vicdanlarından geliyor, Allah’la irtibatlarından geliyor, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâm’a koşmalarından geliyor. O, onları besliyor.

“Mahbub” mevzuunda tercih ve sıralama hatası yapmayın!..

*Mü’min, her şeyden evvel, mutlak Mahbub, mutlak Maksud, mutlak Mâbud olarak Allah’a dilbeste olur. O’nu diler ve her hâliyle O’nun kulu olduğunu haykırır. Sonra da başta İnsanlığın İftihar Tablosu olmak üzere anne-baba, refika-yı hayat ve evlat gibi insanları sever. Böylece diğer sevgiler de Allah’a karşı samimî alâka duymanın birer ifadesi olarak değerlendirilebilir ve Allah’tan ötürü bir sevgi sayılabilir. Sevgi meselesinde önemli olan, “mahbub” mevzuunda tercih ve sıralama hatası yapmamaktır.

*Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

قُلْ إِنْ كَانَ آبَاؤُكُمْ وَأَبْنَاؤُكُمْ وَإِخْوَانُكُمْ وَأَزْوَاجُكُمْ وَعَشِيرَتُكُمْ وَأَمْوَالٌ اقْتَرَفْتُمُوهَا وَتِجَارَةٌ تَخْشَوْنَ كَسَادَهَا وَمَسَاكِنُ تَرْضَوْنَهَا أَحَبَّ إِلَيْكُمْ مِنَ اللهِ وَرَسُولِهِ وَجِهَادٍ فِي سَبِيلِهِ فَتَرَبَّصُوا حَتَّى يَأْتِيَ اللهُ بِأَمْرِهِ وَاللَّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ

“(Ey Rasûlüm! Mü’minlere şunu) söyle: Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım, akraba, sülâle ve kabileniz, ter dökerek kazanıp biriktirdiğiniz mallar, kesada uğramasından endişe ettiğiniz ticaretiniz ve içlerinde rahat yaşamaktan zevk aldığınız meskenler sizin için Allah’tan, Rasûlü’nden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ve önemli ise, bu takdirde Allah hakkınızda hükmünü verip, başınıza geleceği gönderinceye kadar bekleyin. Allah, (geçici dünya geçimliğini Kendisine, Rasûlü’ne ve Kendi yolunda cihada tercih eden) fâsıklar güruhunu doğruya da, dünyada ve Âhiret’te gerçek saadete de ulaştırmaz.” (Tevbe, 9/24)

“Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-i Kur’âniyeye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecektir!..”

*Endişe ve korku duygusunu bütün bütün ayaklar altına almak lazım. Hücumât-ı Sitte’de insanı derdest eden hastalıklar anlatılırken havf hissi de zikredilir. İnsanın ayağına pranga ve boynuna tasma olan bir maraz varsa o da korkudur.

*Kur’an-ı Kerim’de, iman kuvveti ve Allah’a teslimiyet sayesinde bütün korkuları aşan ve asla sarsıntı yaşamayan mü’minler sena edilmekte, ezcümle şöyle denmektedir:

الَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ إِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ إِيمَانًا وَقَالُوا حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

“Onlar öyle kimselerdir ki halk kendilerine, ‘Düşmanlarınız olan insanlar size karşı ordu hazırladılar, aman onlardan kendinizi koruyun!’ dediklerinde, bu tehdit onların imanlarını artırmış ve ‘Hasbunallahu ve ni’me’l-vekil – Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!’ demişlerdir.” (Âl-i İmrân, 3/173)

*Evet, korkuya takılmamak lazım. Korkuya takılırsanız -hafizanallah- korktuğunuz şeye maruz kalırsınız. Madem yüce bir hakikate dilbeste oldunuz, Hazreti Bediüzzaman gibi demelisiniz: “Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikate başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-i Kur’âniyeye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler inşaallah!”

Tükürün ehl-i zulmün o merhametsiz çehresine; tükürün korkunun o çirkin yüzüne!..

*Hazreti Üstad, maruz kaldığı zulüm, işkence ve tehditler karşısında çağın gür sadası olarak şunu da ilave edip sesini yükseltiyor:“… Ey din ve âhiretini dünyaya satan bedbahtlar! Yaşamanızı isterseniz bana ilişmeyiniz. İlişseniz, intikamım muzaaf bir surette sizden alınacağını biliniz, titreyiniz! Ben rahmet-i İlâhîden ümit ederim ki, mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek ve ölümüm başınızda bomba gibi patlayıp başınızı dağıtacak!” İşte hepimiz onu demeliyiz, korkuya karşı meydan okumalıyız.

*İstanbul’u işgal edenler, İslam ümmetini hafife almak ve mü’minlerle istihza etmek için sordukları altı soruya altı yüz kelime ile cevap verilmesini istiyorlar. O dönemde Üstad Hazretleri de Meşihat’ta (İslâmın ilmî meseleleri ile uğraşan devlet dairesi, diyanet) bulunması dolayısıyla beklenen cevabın onun tarafından verilmesi teklif ediliyor. Bediüzzaman Hazretleri Anglikan Kilisesi’nin başpapazı tarafından yöneltilen bu tahkir edici ve onur kırıcı sualler karşısında “Altı yüz kelime ile değil, altı kelime ile değil, hatta bir kelime ile de değil, belki bir tükürük ile cevap veriyorum.” diyor. Zâlimlerin, ayaklarını boğazımıza bastığı dakikada, mağrurane sual sormalarına karşı yüzlerine tükürmek lazım geldiğini söylüyor ve ekliyor: “Tükürün ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!..”

*Çağın babayiğidi.. o da sesini yükseltiyor. İşte başkaldırmanın ve dimdik durmanın gerektiği yer, orasıdır. “Belki bir tükürük ile cevap veriyorum!” diyor. Korkunun yüzüne tükürüyor.. tehdidin yüzüne tükürüyor.. tehcîrin yüzüne tükürüyor.. ifnânın, ibâdenin yüzüne tükürüyor.. müesseseleri işgal etmenin yüzüne tükürüyor!.. Kim haklı çıkıyor? Onu zaman gösteriyor. Kim haklı çıkacak? Onu hiçbir zaman yalan söylemeyen ve tefsirini hep isabetli ortaya koyan zaman gösterecek!..

465. Nağme: Yusuflarla Yeşeren Çöller ve Korku Marazı

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, sohbette özellikle şu konular üzerinde durdu:

*“Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı / Ben beni terk eyleyince gördüm ki ağyâr kalmadı.” (Niyazi Mısrî)

*İnsan, güneşe doğru yürür veya uçarsa, gölgesini arkasına almış olur; sırtını güneşe dönerse bu defa da gölgesinin arkasında kalmış olur. Bu itibarla gözlerimiz hep sonsuz ışık kaynağında olmalıdır. İman, ümit ve Allah’a teveccüh sayesinde aşılamayacak musibet yoktur.

*Levhalarda geçen sözlerden bir tanesi de şudur: “Allahım! Beni Sen’den uzaklaştıracak muvaffakiyetler verme bana!” Yani, istersen hezimet ver ama Sen’den uzaklaştıracak başarı verme. Çevirip şöyle de diyebilirsiniz: “Allahım! Bizi Sen’den uzaklaştıracak mükafatları, nimetleri bize verme!..”

*Bütün kulluklardan sıyrılıp gerçek hürriyete kavuşmanın yolu Allah’a kul olmaktan geçer. O’na kul olmayanlar şöhrete, makama, güce, iktidara, hâkimiyete… köle olma gibi elli türlü kulluğa takılıp kalırlar.

*“Zulmet-i hicrinde bîdâr olmuşum yâ Rab meded / İntizâr-ı subh-ı dîdâr olmuşum yâ Rab meded!” (Niyazi Mısrî)

*Gavsî ne hoş söyler: “Sen tecelli eylemezsin perdede ben var iken / Şart-ı izhar-ı vücudundur adîm olmak bana…”

*Basiretimizin önündeki perde ve hicapların yırtılması adına günde yüz defa

اَللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ، وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ

desek sezâdır. Bu dua, “Allahım, –mahiyet-i nefsü’l-emriyesi itibariyle her neyse ve nezd-i uluhiyetinde neye tekâbül ediyorsa– hakkı bize işte o şekilde hak olarak göster.. bize bâtıl karşısındaki hakkı göster; o işin içinde hiç bâtıl olmasın ve ona tabi olmakla bizi rızıklandır!” demektir. Nitekim, zıdd-ı lâzımının zikredilmesiyle mesele tavzih edilmiş; “Bâtılı da bâtıl olarak göster ve bize ondan gereğince kaçınmayı lütfet” denilmiştir.

*Allah’la münasebet açısından kopukluğun bir lahzasına bile razı olmamak ve sürekli şu duada nazara verilen mülahazalarla Cenâb-ı Hakk’a sığınmak lazımdır:

يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ، بِرَحْمَتِكَ أَسْتَغِيثُ، أَصْلِحْ لِي شَأْنِي كُلَّهُ وَلاَ تَكِلْنِي إِلَى نَفْسِي طَرْفَةَ عَيْنٍ

“Ey her şeyi var eden hayat sahibi Hayy ve ey her şeyin varlık ve bekâsını kudret elinde tutan Kayyûm, rahmetinin vüs’atine itimad ederek Sen’den merhamet dileniyorum; bütün ahvâlimi ıslah eyle, her türlü tavır ve hareketimi kulluk şuuruyla beze ve göz açıp kapayıncaya kadar olsun, beni nefsimle başbaşa bırakma, sürekli kötülükleri emreden nefsimin acımasızlığına terketme!”

*Hazreti Yusuf’tan önce Mısır bir çöl gibidir, insanlar da tıpkı behâim şeklinde yaşamaktadırlar. İşte o hal adeta bir çağrı olmuş ve mesele gayretullaha dokunacak noktaya dayanmıştır: “Artık bu kadarı yeter!.” Ve Allah oraya bir Yusuf göndermiştir.

*Onlar payidar olsunlar: Bugünkü zindanları medrese-i Yusufiye haline getiren babayiğitler, mazlumlar, mağdurlar, mehcurlar, menfiler!.. Allah oraları onlar sayesinde medrese-i Yusufiyeye çevirsin. Girdikleri gibi çıksınlar. Çıktıklarında daha ciddi bir iman kıvamıyla çıksınlar.. onlara zulmeden insanları çıldırtsınlar!..

*Düşünün ki bir buçuk seneden beri bütün yabancı misyon şeflerini seferber ederek, “Amanın bunları yıkın, sonunu getirin!.” dedikleri; çok ciddi, kahredici bir tenkil (kökten kazıma) ve bütün hayır kapılarını seddetme mülahazasıyla bütün imkanlarını seferber edip çalıştıkları halde -vallahi billahi- bir termit kadar bile tahribatta bulunamadılar. Neden? Çünkü gidenler -Allah’ın izni ve inâyetiyle- gönüllere taht kurmuşlardı. Onları o gönüllerden söküp atmak mümkün değildi. Aksine -ayıp olur mu öyle bir şey desem?- kendilerini komik duruma düşürdüler; âlem gülüyor, “Allah Allah ne komik insanlar bunlar!..” diye gülüyor.

*Aldırmayın!.. Vazifeye devam!..

*Soru: “Sünnet-i Seniyye’de ‘Allahım cebânetten ve cimrilikten Sana sığınırım!” duasıyla şeytandan sığınıyor gibi ‘korkaklık’tan da Allah’a sığınmamız tavsiye buyuruluyor. Korku hissinin hikmet-i hilkati adına neler söylenebilir? Havf duygusunun zararlı olduğu haller nelerdir?”

*İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) temsil ettiği makam, konum, fonksiyon itibarıyla, hal abidesi olması ve kendi ufku açısından öyle diyor; korku ve cimrilikten Allah’a sığınıyor. Aslında böylece O bu şekildeki istiâzeyi bize tavsiye buyuruyor. Yoksa, haşa cebanet ve cimrilik O’nun hayallerine bile hiç misafir olmamıştır.

*O, kendisinden bir şey istenildiğinde, varsa verir, olmadığı takdirde de vaad ederdi. Bazen üzerine giydiği tek elbisesini bile isteyen olur, O da hiç çekinmeden hemen verirdi.

*Bir şahıs gelip O’ndan bir şey istemişti, Allah Rasûlü ona istediği şeyi vermişti. Bir başkası gelip istemiş, O yine vermişti. Başka biri istediğinde ise, verecek bir şey kalmadığı için Allah Rasûlü vaad etmişti; yani mal eline geçtiği ilk fırsatta ona verecekti. Hazreti Ömer bu duruma fevkalâde üzülmüştü. Allah Rasûlü’nün bu derece rahatsız edilmesi karşısında dizleri üzerine doğruldu ve “İstediler verdin. Bir daha istediler yine verdin. Bir daha istediler vaad ettin. Yani, kendini bu kadar eziyete sokma yâ Rasûlallah!” dedi. Ancak bu sözler, Allah Rasûlü’nün hiç hoşuna gitmemişti. Kaşlarının hafif çatıldığını gören Abdullah b. Huzâfetü’s-Sehmî ayağa kalkmış ve “Ver, hep böyle bol bol infak et ey Allah’ın Rasûlü, sakın Allah’ın Seni fakir bırakacağını ve Senden nimetlerini kesivereceğini zannetme!” demişti. İki Cihan Serveri tebessüm buyurdu ve ardından şöyle dedi: “İşte Ben de bununla emrolundum.”

*Mukteza-yı beşeriyet, insanda cübn vardır, buhl vardır, enaniyet hissi vardır, tama vardır, hırs vardır, haset vardır. Mahiyet-i insaniyeye, genlere bunlar işlenmiştir. Fakat her şeyin bir hikmet-i vücudu vardır. Cübn (korku) konmuştur insanın mahiyetine. Cebanet korkaklıktır, her şeyden ürkme demektir. Günümüzün ifadesiyle paranoya ve vehm gibi bir marazdır; hiç olmayacak şeylerden bile korkmaktır…

*Aslında her insanın mahiyetinde bu cübn, endişe duyma ve titreme hali biraz vardır ki bu duygu meşru müdafaa edilmesi gereken şeyleri koruma adına, insanın tedbir ve temkinde bulunması maksadına matuf olarak verilmiştir.

*Bugün elde ettiği şeylerle dünyada ebedi kalacakmış gibi çırpınıp duran ve bunun için sağa-sola tekme sallayan, yumruk sallayan insanlar, çok yakın bir zamanda içine yuvarlandıkları, yuvarlanacakları gayyada ah u vah edecek, gözünüzün içine bakacaklar!.. Size o gün onlara şefkatle, mülayemetle bakmak düşüyor, kin ve nefretle değil.. kine-nefrete, kinle-nefretle mukabele etmek değil!.. “Acınacak durumda, şefkat edilecek halde bulunan o insanların öyle bir çukura düştüklerini gördüğümüz zaman, Allahım, ellerinden tutma imkanını bize lütfeyle!..” deyip şimdiden kendinizi motive etmelisiniz.

456. Nağme: İman Serası ve En Kârlı Ticaret

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

“Allah’a iman, her derde derman” diyerek sohbetine başlayan muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, Asr-ı Saadet’e ve günümüze dair misaller vererek günahlara ve kötü akıbete karşı imanın nasıl bir sera olduğunu anlattı.

Hocaefendi, önce teker teker imanın şartlarına temas edip şeytanın bir kısım tuzaklarına işarette bulundu. “İman bir manevî Tûbâ-i cennet çekirdeği taşıyor. Küfür ise manevî bir zakkum-u cehennem tohumunu saklıyor.” diyen Hazreti Üstad’ın bu sözü üzerinde durduktan sonra da onun diğer bir ifadesini -günümüzün halis müminlerinin de hissiyatı olarak- hatırlattı:

“Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikate başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-i Kur’âniyeye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler inşaallah!”

Aziz Hocamız hasbihalini

إِنَّ اللهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنْفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ بِأَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ

“Allah, karşılık olarak Cennet’i verip mü’minlerden canlarını ve mallarını satın almıştır.” (Tevbe, 9/111) âyet-i kerimesinin verdiği mesajları vurgulayarak tamamladı.

Günün nağmesini 26:09 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.

Hürmetle…

Beşerî Zaafları Amûdî Velayet Rampası Yapmalı!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, 7-8 saat önce sona eren sohbetinde şu konuları anlattı:

*Her gün kalb ve ruha yeni bir bahar yaşatmak lazım ki öteden, nâmütenâhîden gelen esintileri duyabilsin ve canlı kalabilsin.

*Ağaç canlı ise baharı duyar.

*Hulefa-i Râşidîn efendilerimiz çok büyük başarılara imza attıkları halde kendilerini her zaman bir hiç  (sıfır) görmüşlerdir.

*Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) Efendimiz’in mucizelerinden bir çeşidi de duasıyla zâhir olan harikalardır. Hazreti Üstad, Mucizât-ı Ahmediye Risalesi’nde bu konuda da misaller verir. Bu cümleden olarak, Enes b. Mâlik (radıyallâhu anh) anlatıyor: Cuma günü Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) hutbe verirken bir adam geldi ve “Yâ Rasûlallah (sallallâhu aleyhi ve sellem), yağmur yağmaz oldu. Allah’a dua et de bize yağmur yağdırsın!” dedi. Rasûlullah hemen dua etti, derken üzerimize yağmur yağmaya başladı. Öyle ki, az daha evlerimize ulaşamayacaktık. Ondan sonraki cumaya kadar üzerimize hep rahmet yağdı durdu. Öbür cuma, bu adam yahut bir başkası ayağa kalktı ve “Yâ Rasûlallah, bu yağmuru, bizden çevirmesi için Allah’a dua et!” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Allahım! Etrafımıza (yağdır), üzerimize değil.” dedi. Yemin olsun, bulutların sağa-sola parçalandıklarını, etraftakiler üzerine yağmur yağarken Medine ahalisinin yağmur altında olmadıklarını muhakkak görmüşümdür.

*Hazreti Ömer Efendimiz döneminde büyük bir kıtlık oluyor. Öyle ki, insanların açlıktan ölmemeleri için yeme içme mevzuunda bir gıda nizamnamesi vaz’ ediliyor ve herkese belli ölçüde yiyecek içecek veriliyor. Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) “Medine’nin en fakir insanı ne yiyip içiyor ve nasıl geçiniyorsa, benim hayat standardım da öyle olmalı!.” diyor; insanların ekseriyetinin zeytinyağına ekmek banarak beslenmeye çalıştığını öğrenince, kendisi de hep öyle yapıyor. Dahası, umumî musibeti de kendinden biliyor ve “Allahım! Benim günahlarım yüzünden ümmet-i Muhammed’i açlıkla helâk etme!..” diye dua ediyor. Hazreti Ömer’in yanından hiç ayrılmayan Hazreti Eslem der ki: Eğer kıtlık bir müddet daha uzayacak olsaydı, Mü’minlerin Emiri üzüntüsünden ölecekti!.. Onu çok defa, secdeye kapanmış olarak görürdüm; sürekli gizli-açık, sesli-sessiz münâcâtta bulunur ve ağlardı. Bazen bütün bütün hıçkırığa boğulur; “Allahım! Öyle zannediyorum ki, yağmursuzluk ve kıtlık benim günahlarım sebebiyledir. Ne olur, benim yüzümden Ümmet-i Muhammed’i mahvetme!” diyerek âdeta inler ve hüzünle tir tir titrerdi.

*Hadis-i şerif olarak rivayet edilir ki: “Allah Teâlâ Kendisi için yüzü yerde olanı yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır.”

*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, işledikleri günah sonrası pişmanlıkla Mescid-i Nebevî’ye koşan, suçlarını itiraf eden ve Allah’ın huzuruna temiz olarak gitmek için cezalandırılmak isteyen Mâiz ve Gâmidiyeli kadın için şöyle böyle bir mahmil bularak, “Dön, git, Allah’ın affetmeyeceği günah yoktur!” demişti. Onlara tevbe yolunu göstermiş; kendi ısrarlı talepleriyle cezalandırıldıktan sonra da biri hakkında “Öyle bir tevbe etti ki, bu tevbe şu iki dağ arasındaki insanlara paylaştırılsaydı hepsine yeterdi!” demiş; diğeri hakkında da “O öyle bir tevbe etti ki, eğer haraç alan bir mü’min dahi bu tevbeyi yapsaydı, Allah affederdi!” buyurmuştu.

*Bir zaman yine uzun süre yağmur yağmamıştı, Mekke ve Medine kuraklıkla kavruluyordu. Halifeye müracaat edip “Ya Ömer, ümmet muztardır. Allah muztarrın duasına icabet eder. Gel, o kırık kalbinle Allah’a yalvar; bize yağmur ihsan etsin!” dediler. Hazreti Ömer büyüklüğünün alameti olan muhasebe ve mesuliyet duygusuyla, Allah’a el açmak liyakatini kendinde göremiyordu. Aklına bir şey gelmiş gibi birden yerinden fırladı, kalktı. Peygamberin amcası Hazreti Abbas’ın yanına gitti. “Ya Abbas! Sen Rasûlullah’ın amcasısın. Gel birlikte Ümmet-i Muhammed için yağmur duasında bulunalım!” dedi. Rasûlullah’ın, üzerine çıkıp halkı davet ettiği Ebu Kubeys tepesine vardılar. Hazreti Abbas’ın elinden tutup yukarıya kaldırdı ve şöyle dedi: “Ya Rabb, bu Senin habibinin amcasının elidir. Bunun hürmetine yağmur ver!” Sahabi diyor ki: “Allah bu duaya icabet etti. Daha biz aşağıya inmeden, yağmur, her tarafı kapladı.”

*İnsana düşen; kusur, hata ve günahlarının farkında olmak, ahirete temiz gitmek için -Mâiz ve Gâmidiyeli kadın gibi- hemen tevbe kurnasına koşmak ve henüz vakit varken günah lekelerini yuyup yıkamaktır.

*Yapılan iyilikler ilm-i ilâhîde ve meleklerin defterlerinde kaydedildiğine göre, insan iyiliklerinin kâtibi olmamalı; onları hafızasında tutup yer yer ima ve işaretlerde bulunmaya çalışmamalıdır. İnsan faziletlerini, meziyetlerini ve elde ettiği başarılarını unutuyorsa, bu çok makbul ve şâyân-ı takdir bir nisyandır. Bir insan, günde iki yüz rekat namaz kılsa, savm-ı Davud tutsa, malının kırkta birini değil yarısını Hak yoluna verse, dünyayı ihya etse, can olup her tarafa hayat üflese ve insanlığı ayağa kaldırsa bile, kendi sa’yine terettüp eden bu meseleleri bir daha aklına hiç getirmeyecek şekilde unutmalıdır.

*Hataları, yanlışları ve günahları unutmak ise, büyük bir beladır. Hatayı söylemek doğru değildir; dinimiz hata ve günahların sayılıp dökülmesini yasaklamıştır. Fakat, bir insana -farzımuhal- “Hatalarını anlat” dense, o, çocukluğundan itibaren ne kadar sürçmesi ve tökezlemesi varsa hepsi önünde yazılıymış gibi bir bir sayabiliyorsa; bütün yanlış adımlarının ve zikzaklarının pişmanlığını her an yepyeni gibi duyabiliyorsa; hatta işlediği yeni ve küçük bir hata ile bütün eski hatalarını da hatırlıyor ve bir kere daha kendini levmediyor, hemen istiğfara yöneliyorsa, bu da çok önemli bir mazhariyettir. Hataları, yanlışları, zikzakları, riyakârlıkları, sum’aları, bencillikleri ve inhirafları asla unutmamak; bunlar sebebiyle kendini sürekli sorgulamak.. en eskileri bile en yenilerle bir kere daha hatırlamak.. dolayısıyla, her fırsatta nefsi sîgaya çekmek… Yetmiş yaşında ve ölüm döşeğindeyken, altmış sene evvel ve daha mükellef olmadığı dönemde yaptığı bir hatayı bile unutmayıp onun hicabını da duymak.. işte burada da unutmama çok önemlidir.

*İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) mâsum ve masûn olduğu halde bazen bir mecliste yetmiş ya da yüz kere istiğfar ederdi; kendi ufku itibarıyla, seyyidü’l-mukarrebin olması açısından ve imamlığı zaviyesinden, dualarında adeta nefsini yerden yere vururdu. Mesela; “Allahım! Hatalarımı kar ve dolu suyu ile yıka ve beyaz elbisenin kirden temizlendiği gibi kalbimi de günahlardan temizle. Allahım, doğu ile batının arasını birbirinden uzak tuttuğun gibi, benimle hatalarımın arasını da uzak tut.” diye dua ederdi.

Soru: Pek çok kimseyi insî cinnî şeytanların ağlarına düşüren insanın mahiyetindeki makam tutkusu, bohemlik, korku ve tama gibi boşluk ve zaaflar mutlak şer midir? Bunların götürüleri olduğu gibi getirilerinden de bahsedilebilir mi?

*İnsî cinnî şeytanların ağlarına düşme, gereken tedbirleri almamak ve onların tuzaklarına karşı açık hale gelmekten kaynaklanır. Racîm olan şeytanın şerrinden Allah’a sığınmak kale kapılarını kapalı tutmak gibidir. Felak ve Nas Sureleri gibi sureler ve Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in talim buyurduğu istiâze duaları gibi niyazlarla Cenâb-ı Hakk’a sığınmak şeytanî ağlara takılmamanın ilk şartıdır.

*Maddî virüsler için sürekli bir değişim söz konusu olduğu gibi, manevî hastalıklara sebep olan virüsler de zamana ve şahsa göre değişiklik arz edebilir. Nur Müellifi, “Hücumât-ı Sitte” adıyla meşhur risalesinde şeytanların en tehlikeli altı tuzağını nazara vermiş; “hubb-u cah, korku, tama’, ırkçılık, enaniyet ve tenperverlik” olarak sıraladığı bir kısım şeytanî hücumlara karşı müdafaa yollarını göstermiştir. Bu türlü virüs, zaaf ve boşlukların biri ya da birkaç tanesi her insanda bulunabilir. İnsan, Allah’ın rızasına ve ahiret saadetine yürüdüğü yol güzergâhını emniyete alabilmek için bu boşluklarının farkında olmalı ve her adımını dikkatle atmalıdır.

*Bir insanda olumsuz his, arzu ve temayül ne kadar güçlüyse, bu durum karşısında o, Rabbine sığınıp iradesinin hakkını verirse, Allah (celle celâluhu) o insana, o handikapları aşması istikametinde lütuflarını katlayarak ihsan eder. Hemen herkeste şu veya bu seviyede bir kısım kötülükleri yapma hissi vardır. Meselâ, makam tutkusu, açgözlülük, başkasının malına göz dikme, görünme hissi, bencillik duygusu, şöhret ve mal düşkünlüğü nüve hâlinde şöyle veya böyle her insanda bulunabilir. Ama bu hislerin bazıları bazı kimselerde daha güçlü olur. Meselâ öyle insan vardır ki, onu alıp altınların içine koysanız tek bir altına dahi elini sürmez. Çünkü onun bu mevzuda bir zaafı bulunmamaktadır. Ancak aynı kişinin hubb-u cah mevzuunda bu ölçüde sağlam bir duruş sergileyip sergilemeyeceğinden emin olamazsınız. Zira bu mevzuda bir zaafı, bir boşluğu söz konusu olabilir. Hatta bazılarında Üstad’ın Hücumat-ı Sitte’de ifade ettiği virüslerin hepsi birden bulunabilir. Şimdi bu virüslerin hükmünü icra etmek istediği bir insan, iradesinin hakkını vererek, “Ben hayvaniyet ve cismaniyet zebunu bir varlık değilim. Benim bunların yanında aynı zamanda bir kalbim ve ruhum da var. O yörüngede seyahat yapmam lâzım.” diyebiliyor; iradesinin hakkını vererek bütün o duygulara karşı kahramanca mücadelede bulunuyor ve onlara karşı koyuyorsa, ona dönen sevap çok farklı olacaktır. İşte böyle bir insanın derecesi, o ölçüde arzu ve temayülü olmayan sıradan bir insana nispeten çok daha âlî olur ve o insanı alır rampadaki füzeye binmiş gibi, amudî (dikey) bir yükselişle velilik ufkuna ulaştırır.

*Kaynaklarda, Hazreti Ömer’in (radıyallahu anh) gözünün nuru olan bir delikanlıdan bahsedilir. O genç ismet ufkunun temsilcilerindendir. Bir tuzağa düşüp günaha karşı hafif bir temayül gösterecek gibi olunca birdenbire “Allah’a karşı gelmekten sakınanlara şeytandan bir dürtü ilişince, hemen düşünüp kendilerini toparlar, basiretlerine tam sahip olurlar.” (A’raf, 7/201) mealindeki ayetin diline dolandığını farketmiş; Cenâb-ı Allah’tan hayâ etmiş; gönlü Allah korkusundan hâsıl olan heyecana dayanamamış ve genç oracığa yığılıp kalmıştır. Hazreti Ömer, gencin ölüm sebebini anlayınca hemen gömüldüğü yere gider ve orada ona şu ayetle seslenir: “Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimselere iki Cennet vardır.” (Rahmân, 55/46) O, sözlerini bitirdikten sonra herkesin duyacağı şekilde mezardan şöyle bir ses yükselir: “Yâ Emire’l-Mü’minîn! Allah bana onun iki katını verdi.”

Demek ki Doğru Yoldasınız!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin birkaç saat önceki sohbetinden bazı cümle ve paragraflar:

*“Taşı delen suyun gücü değil, damlaların devam ve temâdîsidir.” Onun için, doğru bildiğiniz, hususiyle Kur’an’ın ve Sünnet’in temel disiplinlerine uygun bulduğunuz yolda devam etmelisiniz.

Her Şey O’ndan!..

*Tevhid her zaman mihrabımız olmalı; ancak o mihrapla Allah’a ulaşabileceğimize inanmalıyız. Onun dışında bütün güçleri ve kuvvetleri “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah” havz-ı kebîri içinde eritmeliyiz.

*Meseleyi sadece kendimize ve ferdî irademize bağladığımız zaman, işi daraltmış oluruz.. şart-ı âdî planında, bazı fiillere perde nevinden sebep olan iradeyi, Cenâb-ı Hakk’ın engin meşîet ve iradesi yerine koyma gibi -bağışlayın- bir küstahlığa düşmüş oluruz ki bu bir manada şirktir!..

*Yapılması gerekli olan işlerde meşveretten, ortak aklın engin dairesi içinde alınan karardan sonra iradenin hakkı verilmeli ama olup biten şeyler katiyen sadece insan iradesine verilmemeli. O’nsuz edemeyeceğimize kendimizi inandırmamız lazım. İster bilgi ufku ister strateji üretme ve isterse de yaptığımız işler adına her şeyi O’na vermemiz bir şükr-ü manevî sayılır. Cenâb-ı Hak, “Eğer şükrederseniz Ben de nimetimi artırırım; şayet nankörlük yaparsanız, biliniz ki azabım çok şiddetlidir!..” (İbrahim, 14/7) mealindeki fermanıyla, şükredenleri mükâfatlandıracağı vaadinde, küfrân-ı nimete düşenleri de cezalandıracağı tehdidinde bulunmuştur.

*Âidiyet mülahazasıyla enaniyetinizin kabaracağına ihtimal vermiyorum. Siz şu on beş yirmi senedir, insanlık ve Türk milleti adına, devletlerin yaptığının elli katını yaptınız, Allah size yaptırdı! Öyleyse meselenin arkasındaki güç ve kuvvet, Allah’ın havl ve kuvvetidir. Allah kime lütfediyorsa ona lütfetmiş olur; “Bu Allah’ın bir fazlıdır, dilediğine onu lütfeder” diyor Kur’an.

*Halkın içinden çıkan, orta ölçekte imkânlara sahip olan insanların ve daha bıyığı terlememiş genç delikanlıların eliyle Allah’ın yaptırdığı bu büyük iş, sadece O’na yakışıyor. Onu bize giydirmeye, bize mâl etmeye çalıştığınız zaman -inanın, yemin ederim- ne numarası uyar ne de drobu uyar. Fakat O’nun azamet ve ulûhiyetine öyle yakışıyor ki; O’dur bütün bunları yapan! Bunu O’ndan bilme tevhiddir!.. Hâlis tevhid!

Enaniyet de Âidiyet Mülahazası da Tehlikelidir!

*Böyle görmez de bazılarının dedikleri gibi “Ben yaptım.. ben ettim.. başkaları benim yaptıklarımın rüyasını bile görmemiştir.. benim yaptığım bu işi ayakta alkışlamazsan ben seni de fişlerim!..” mülahazalarına kapılırsanız -Allah muhafaza- nankörlüğe düşmüş olursunuz. Yapılan şeyleri Allah’tan görmüyorsanız, bu bir nankörlüktür ve “…şayet nankörlük yaparsanız, biliniz ki azabım çok şiddetlidir.” (İbrahim, 14/7) buyurulmaktadır. Bu itibarla da meseleleri ne kendimize ne de aidiyet mülahazasına bağlamalıyız.

*Vakıa bazı kimseler destek oldular. Makamları cennet olsun. Turgut Özal merhum, vefatından evvel Asya’da gezdi; hatta arkadaşlar gitmedikleri zaman bana haber gönderdi: “Ben sizin için gidiyorum. Ne diye gelmiyor bu arkadaşlar?” diye. O Asya’daki devletleri dolaştı ve dedi ki “Ben bunlara kefil oluyorum.” Allah (celle celâluhu) ona öyle güzel bir iş yaptırdı ki, döner dönmez, bir iki gün sonra da ruhunun ufkuna yürüdü. Allah ona onu nasip etti ve binlerce insan gözyaşıyla cenazesine iştirak etti. Allah gönlümüzde ona verdiğimiz yere göre, öbür tarafta da onu serfirâz kılsın. Süleyman Bey belki 20 tane devlet başkanına mektup yazdı. Ben hiçbir devlet başkanının böyle yapacağına ihtimal vermedim, vermiyorum, bundan sonra da vermeyeceğim… Şimdi bunları görmezden gelmemek lazım; referans oldular. Bundan evvelki Cumhurbaşkanı da değişik yerlere telefon etti; gittiği yerlerde de söyledi. Allah onun da ecr u mesûbatını ziyade eylesin. Ama mesele bunların te’yid ve desteğiyle değildi. Esasen -sebepler planında- o işi götürecek, o boyunduruğa boyun verecek hasbi, fedakâr insanlar vardı.

*Cenâb-ı Hakk’ın lütufları karşısında ne ferdî enaniyete kapılmalı ne de onu besleyen âidiyet mülahazasına düşmeli. Hayır, her başarıyı Allah’tan bilmeli. Cenâb-ı Hakk’a binlerce hamdolsun bize böyle bir hizmet lütfetti. Bu hakikatle beraber şu da unutulmamalıdır ki, bu hizmetten daha küçük çapta hizmetleri bulunan insanlar şimdiye kadar sizin şöyle böyle maruz kaldığınız şeylerin elli katına maruz kaldılar.

Çile ve Izdırap Hak Yolun Kaderidir

*Dahası seyyidina Hazreti Âdem’den İnsanlığın İftihar Tablosu’na kadar bütün peygamberler (sallallâhu ala seyyidinâ ve aleyhim ecmâin) ve aynı şekilde İmam Gazali, Abdülkadir Geylani, Hasan Şâzilî, İmam Rabbani ve Ehl-i beyt imamları (radiyallahu anhüm ecmaîn) gibi büyükler de hep musibetlere ve belalara maruz kalmışlar. En son sizin bildiğiniz Hazreti Pir, çok defa kendi ifadeleriyle tekrar edip durduğumuz gibi, “Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında memleket mahkemelerinde, memleket hapishanelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım.diyor.

*Şimdi, hep aklımdan geçiyordu: Bu insanlar yirmi senede dünyanın yüz altmış ülkesinde bin üç yüz, bin dört yüz okul açtılar. Acaba bizim hizmetimiz hora geçmiyor mu, Cenâb-ı Hakk’ın rızasına muvafık değil mi?!. Neden böyle hiç fiske bile yemiyoruz; bir iğnenin ucuyla bize dokunmuyorlar?!. Bu yol peygamberler yolu, bu yol evliya yolu… Hayatını hep sefa içinde geçirenler İnşikak Sûresi’nde ifade edildiği gibi ahiretteki zevk ü sefalarını burada kullanmış olurlar. İşte bu hadiseler başladıktan sonra “Elhamdülillah, diyorum, demek ki arkadaşlarımız, yürüdükleri yolda tevhid mihrabına doğru yürüyorlarmış.. hedefleri Allah rızasıymış, i’lâ-yı kelimetullahmış.. evrensel insanî değerler üzerinde, bu ortak paydada insanları bir araya getirme cehdi, gayreti, azmi, misyonuymuş.” Onun için Allah (celle celalühu) adeta “Sizi de bu kadar hırpalayacağım!” diyor. Bazılarınız işin dışında, başkalarının çektiği şeyler karşısında ızdırap duyacaksınız.. birinin ağlaması karşısında ızdırap duyacaksınız. Bazılarınız da medrese-i Yusufiyeye atılacak, tevkif edilecek, istintaka tâbi tutulacak, mahkûm edilecek.

*Evet, bu kadar hizmet karşısında bunlar olmasaydı, bir yönüyle “demek ki hora geçmiyor!” denebilirdi. İnşaallah yapılan şeyler hora geçiyor ki nezd-i Uluhiyette, Allah (celle celaluhu) o mübarek, o mukaddes seleflerinizin yolunda, onların başlarına gelen şeyleri belli ölçüde, gücünüzün yettiği kadar sizin başınıza da getiriyor. “Hizmet yapıyorum” deyip de sağda solda keyif çatan insanlar, başlarına bunlar gelmiyorsa, kendi hallerine ağlamalıdırlar. “Belanın en çetin, en zor ve altından kalkılmaz olanına enbiya maruz kalır. Ondan sonra da seviyesine göre diğer mü’minler!.” deniyor hadis-i şerifte.

*Dolayısıyla çektiğimiz şeyler bizim için bir arınma hadisesidir. Cenâb-ı Hakk’a binlerce hamd u sena olsun ki, öbür tarafa almak istediği insanları arınmadan, yıkanmadan -teneşirde yıkanma değil esasen, belaların ve musibetlerin havzında yıkanmadan- huzur-u kibriyası ve azametine almıyor.

Amel Defterini Sağdan Alanlar

Soru: Kur’an-ı Kerim’de

فَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ فَسَوْفَ يُحَاسَبُ حِسَابًا يَسِيرًا وَيَنْقَلِبُ إِلَى أَهْلِهِ مَسْرُورًا

ve benzeri ayetlerde anlatılan “kitabı sağdan almak” ne demektir? “Hisab-ı yesîr” nasıl olur ve ona mazhariyetin dünyevî vesileleri nelerdir? Ahirette “ehline sürurla dönme” dünyadaki hangi türlü hallerle irtibatlıdır?

*Kur’an-ı Kerim’de bu üsluptaki ifadeler bir kaç yerde geçiyor. Buna Kur’an ıstılahıyla “tasrif” (ifadede farklı versiyon) deniyor. Aynı hakikatler, bazen tafsil edilerek, bazen siyak ve sibaka göre burada mesele şöyle anlatılır mülahazasına bağlanarak, bazen de bir yerde tafsil edilen bir mesele diğer bir yerde icmalî şekilde ifade edilerek ortaya konuyor ki buna “tasrif” diyoruz.

*Kitabı sağdan verilen, bir yönüyle kendisine yümünle, bereketle, hayırla yaklaşılan demektir. Bu meselenin hakikati, öbür tarafta meleklerin yazdıkları şeylerin ve nezd-i uluhiyette, ilm-i ilahide bulunan şeylerin insana sağ tarafından verilmesi, aynı zamanda yümünlü bir veriliş demektir. Bunlar hep yümünlü hareket etmişler, hep bir yönüyle ahirete kilitli yaşamışlar; biraz evvelki mülahazayla da hep tevhid mihraplı oturmuş kalkmışlar, hep Hakk’ı hecelemişler, oturmuş kalkmış hep Hak’la gecelemişler. Dolayısıyla da onların, hayatlarını hayırlı, bereketli, yümünlü götürmelerine karşılık, kitapları da yümünlü veriliyor. Bu veriliş aynı zamanda o yümünle aynı kökten gelen sağ taraf manasına “yemîn”den veriliyor.

*Kitabı böyle sağdan, yümünlü, bereket vaad eder sekilde veriliyorsa, insan katiyen hisâb-ı yesîrle muhasebe görecektir. Mutlaka onun hesabı kolay olacaktır. İşin içinden hemen, şipşak sıyrılıp çıkacaktır Allah’ın izniyle. Yeşil pasaport, kırmızı pasaport ile geçiyormuş gibi. Belki kitabının içinde küçük günahlar da vardır; muvakkaten düşmüş, sürçmüş, zelle yaşamış, şeytanın vesvesesine gelmiştir. Oraya gelince bakılıyor ona, o büyük günahlar yoksa, “sen geç” diyorlar. Buna isterseniz melaike-i kiramın -Cenâb-ı Hakk’ın izniyle- iltiması diyebilirsiniz. Allah’a nispet ettiğinizde de buna, Hazreti Sultan’ın ulufe-i şahanesi nazarıyla bakabilirsiniz.

Hesabı Hemen ve Kolayca Görülecek Olanlar

*Kolayca, hemencecik hesaba çekilen insan sevinç ve neşe içinde, pürneşe ehline dönüyor. Bir değişim yaşayarak ehlinin yanına gidiyor. O âna kadar abûs, yüzü asık, “başıma ne gelecek” endişesiyle tir tir titriyor ve terliyor fakat orada o hisâb-ı yesîrle geçince, birden bire değişiyor, her tarafından neşe dökülüyor ve bu, tabiatına mal oluyor, tabiatının bir derinliği oluyor.

*Hisâb-ı yesire mazhariyetin dünyevi vesilesi, sıratı dünyada geçmek, yani, sırat-ı müstakimi yaşamaktır. Burada insan, hayatını iradesine bağlı örgülerse, Allah’ın murad-ı sübhanisine uygun şekillendirirse, bir dantela şeklinde ortaya koyarsa; orada sıratı geçme, mizanı aşma ve aynı zamanda hisab-ı yesîrle serfiraz kılınma -Cenâb-ı Hakk’ın lütfu olarak- onun için mukadderdir.

Ahirette Emniyet İçinde Olmanın Vesilesi

*Dünyada bazı şeyleri çekenler, ızdırap ve elemleri burada yaşayanlar, korkulu halleri burada atlatanlar, o taksiti burada ödeyenler ötede emniyet ve sürur içinde olurlar. Kudsî hadisin ifadesiyle, Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “İki emniyeti ve iki korkuyu birden vermem.”

*Emniyetini dünyada yaşayan, ferih fahur ömür süren ve bohemce duygularını takip eden insanlar -bir yönüyle emniyet, zevk ve safa haklarını burada kullandıklarından dolayı- orada zevk u sefadan mahrum edilirler. Bu dünyada hep ızdırap çekmiş, ızdırap duymuş, ızdırap yaşamış, ızdırapla kıvrım kıvrım olmuş, ta’n u teşniye maruz kalmış, tenkiller yaşamış, tekdirler yaşamış, değişik kin ve nefretlere maruz kalmış, bir kısım meşru haklarından mahrum edilmiş ve dünya nezdinde karalanmaya çalışılmış insanlar ise, ızdırap hayatlarını burada yaşayıp bitirdiklerinden, bütün taksitleri ödediklerinden dolayı, öbür tarafta ellerini kollarını sallaya sallaya, yasemenlikte reftare geziyor gibi hesabı kolayca geçip ailelerinin yanına yürürler.