Posts Tagged ‘kayyim’

519. Nağme: Gurbet İçinde Gurbet

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

 Soru: Kırık Mızrap’ta “Gurbet içinde gurbet / Yandım bihuzur oldum / Hasret içinde hasret / Hem boşaldım hem doldum.” deniyor. “Gurbet içinde gurbet” sözünden maksat nedir? Bugün cadı avını hatırlatan nefret operasyonlarıyla Hizmet gönüllülerine yapılanların ve farklı sebeplerle/sâiklerle en yakınların dahi zulme sessiz kalışının, hatta dâhil oluşunun bu gurbeti mük’ap hale getirdiği söylenebilir mi?

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi tevcih ettiğimiz bu sual üzerine şu hususları dile getirdi:

* Esasında hak yolunda bulunuyor olmanın değişmez kaderidir belâ ve musibetler, fitne ve mihnetler. Zira bir insan, Allah karşısındaki duruşunun sağlamlığı ve ciddiyeti ölçüsünde ehl-i dalâletin hedefi hâline gelir. Hemen bütün nebiler ve Hak dostları türlü türlü işkencelere maruz bırakılmış; değişik iktidar ve güç odakları tarafından âdeta kolları kanatları koparılmış, hatta kimileri asılmış, kesilmiş ve şehadet şerbetini içerek Hakk’a yürümüşlerdir. Evet, herkes seviyesine ve kamet-i kıymetine göre belalara maruz kalmıştır.

* Hazreti Eyyûb için “sabır kahramanı” denir; İnsanlığın İftihar Tablosu ise, “esbar” (en sabırlı, sabırlılar sabırlısı)dır.

* Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Belânın en şiddetlisi, en çetini, en başa çıkılmazı Peygamberlere, sonra da sırasıyla onların yolunda yürüyen en makbul kullara gelir.”

* Ülkemizde dünden bugüne bazı haksızlıklar irtikâp edilmiştir, hatta insanların topluca asıldığı zamanlar da olmuştur. Fakat o devirlerde bile bugünkü gibi bir zulüm işlenmemiştir. Mesela, Atatürk ve İnönü dönemleriyle günümüzü kıyasladığınızda bir kısım insanların idam edildiği zamanlarda dahi milletin malına mülküne el konmamıştı; “Sen bizden değilsin; senin malın ganimettir, eşin çocuğun kızın da bir yönüyle cariyedir; bunları kullanmak da caizdir!” felsefesi görülmemişti.

* Geçmişte Demirel, Özal ve Ecevit gibi siyasetçilerden hiçbiri bugünkülerin işledikleri denaetlere tevessül etmediler; hele hiç kimsenin malını mülkünü gasp etme, hatta küçük bir çardağına el koyma dalaletinde bulunmadılar.

* Merhum Bülent Ecevit, Papa ile görüşmek üzere Vatikan’a gittiğimiz zaman oradaki elçiye telefon etmiş, “Bunlar benim aziz misafirlerim, orada bunlara refakat et, görüşmelerinin sağlanması için elinden geleni yap.” demişti. Bir başkası da dünyadaki elçilere haber gönderiyor: “Bunlar teröristtir, haindir, alçaktır, denîdir, vatan hainidir, eşleri cariyedir, malları da ganimettir. Dolayısıyla bulunduğunuz her yerde bunu anlatmak devlet farzı, vecibesidir!” O öyle diyordu, bunlar da böyle diyorlar. Bunları siz mantık terazisiyle tartın dünyada; onu bir yere bunları da bir yere koyun. Siz koymasanız dahi ahirette, mizan-ı Hak’ta onlar terazinin bir yerine konacak, bu alçaklığı yapanlar da terazinin başka bir kefesine konacaklardır.

* Belli dönemlerde hep tazyik vardı. Her darbede, 27 Mayıs’ta da, 12 Mart’ta da, 12 Eylül’de de, 28 Şubat’ta da asker baskıları gördüm. Kaçtığım da oldu, hapse de girdim. Fakat darbeyle başa gelmiş insanlar bile şimdikilerin yaptığı şenaat ve denaetleri işlemiyorlardı.

* Mük’ap sözünü terminolojimize Ziya Gökalp kazandırmıştır. Mesela, bir basit cehalet vardır, bir muzaaf cehalet vardır, bir de mük’ap cehalet vardır. Basit cehalet, insan bilmez; muzaaf cehalet, bilmediğini bilmez; mük’ap cehalet, bilmediğini bilmez ama kendini biliyor zanneder. Mük’ap demek üç buudlu, üç derinlikli demektir. Evet, soruda ifade edildiği gibi, gurbet içinde gurbete bir boyut daha eklenmiştir; bugünkü gurbetimize mük’ap gurbet dense sezadır.

* Dünyanın dört bir yanına açılan Hizmet erleri vazifelerini eda etmek adına her türlü fedakârlığa katlandılar. Gittikleri yerlerde belki dövüldüler, tartaklandılar, tanınmadılar; “Niye geldiniz buraya? Derdiniz nedir? Asimilasyon peşinde mi koşuyorsunuz? Misyonerler gibi bizi asimile etmek mi istiyorsunuz?” gibi kuşkularla, şüphelerle karşılandılar. Fakat o ülkelerin vatandaşları uzun süre nabız tuttular, kalb dinlediler, ritmi hep aynı buldular, aritmiye rastlamadılar; “Yahu bu adamların kalbi doğru atıyor. Nabızlarında bir istikamet var. Bakışlarında bir inandırıcılık var.” dediler ve bir kanaate vardılar. Değişik yabancı misyon şefleri kafaları o kadar karıştırmış olmalarına ve günümüzde zirve yapmış karıştırma fasıllarına rağmen de o kanaatlerini değiştirmediler. Sanki bütün dünya, rical-i devletiyle, entelektüeliyle ve halkıyla ahmak da sadece ülkemizdeki bazı ifsatçıların akılları her şeye eriyor.

* İfsat ehli şimdi de başka bir yalanla o ülkelere gidiyorlar. Her gittikleri yerde “Dünyadaki bütün okulları kapattık, siz neden hala açık tutuyorsunuz?!.” diyor, yalan söylüyorlar. Yeminle söylüyorum, sadece bir yerde bir okulun yeri değişti. O da “Aman, çok üzerimize gelmeyin, onlarla da aramızı açmayın; bu okul başka bir yerde de olabilir.” denmesi sonucu öyle oldu. Çoğu yerde o okullar zaten yerlileşti. Utanmadan yalan söylüyorlar!..

* “Mala, mülke mağrur olma, deme var mı ben gibi / Bir muhalif rüzgâr eser savurur harman gibi.”

* Gasplar da, gelip tepeye konmalar da, mala-mülke el koymalar da, alın teriyle kazanılan mala mülke kıyımcı insanlar tayin etmeler de tarih boyu hiç eksik olmamış. Mesela, Amnofis döneminde, Beni İsrail’e karşı Mısır’da aynı şeyler yapılmış; erkekler öldürülmüş, kadınlar bırakılmış, çocuklar bile boğulmuş. Mezalim, yine diz boyu değil belki gırtlakta devam edip gitmiş. Onlar öldürülünce mallarına, mülklerine kayyımlar tayin edilmiş, el konulmuş. Demek ki, kayyım tayini adı altında gasp yapma Firavun’a ve firavunluğa ait bir hususiyet!..

* İnsanlığın İftihar Tablosu’na zulmedenler de sadece O’na zulümle kalmamış, bütün Müslümanların mallarının üstüne konmuşlardı. Hatta İnsanlığın İftihar Tablosu’nun maskat-ı re’si (doğum yeri) olan ev, amcasının oğlu olan Akîl tarafından tahrip edilmişti. Mekke fethedilince, “Ey Allah’ın Elçisi! Nerede dinlenmek istersiniz?” diye sorulunca, Efendimiz’in mübarek yüzünde acı bir tebessüm belirmişti. Çünkü yıllar önce sadece üzülsün ve duyunca kendisine işkence olsun diye kuzeni Akîl tarafından yıkılıp, yerle bir edilen baba ocağı evini hatırlamış ve “Akîl bize dinlenecek ev mi bıraktı?” demişti.

* İzmir’de Bozyaka’daki okul ilkti. Allah, fakiri de onun temelinde kazmayla kürekle çalışma şerefiyle şereflendirdi. Alın teriyle yaptık. Başka yerlerde değişim ve tebdili adına bir amele gibi çalıştık, ter döktük, gözyaşı akıttık. Bir yönüyle daüssıla adına onlar birer çekirdek, birer nüve oldu. Bakarken o adeseden baktık ülkemize ve ciğerimiz yandı, burnumuzun kemikleri sızladı. Ama İnsanlığın İftihar Tablosu’nun doğum yeri olan bir mekânı da Ebu Cehiller işgal edip temellük etmişlerdi. Bunlara böyle bakarken evvela ona da öyle bakmak lazım.

* Ondan sonra da gelen bütün zalimler aynı zulmü irtikâp etmek suretiyle, başkalarının alın teriyle, el emeğiyle ortaya koydukları şeylerin gidip tepesine kondular. Lenin de, Stalin de, Hitler de öyle yaptı. Kendilerinden olmayan kim varsa, onları ülkelerinden sürüp çıkardılar, trenlere bindirdiler, adeta ölüme mahkûm ettiler, ölebilecekleri kamplara sürdüler; sonra da onların mallarına mülklerine el koydular. Öteden beri bütün tiranların genel karakteri budur. Fakat onların en tehlikelisi de bu türlü mezalimi İslam’ı kullanarak yapanlar olmuştur.

Bamteli: Off Bile Demediler, Off Bile Demeyeceğiz!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi (iki ayrı hasbihalden müteşekkil) haftanın Bamteli sohbetinde özetle şu hususları dile getirdi:

İnananlara kan kusturan o Ebu Cehiller, o Utbeler, o Şeybeler hiçbir dönemde eksik olmamıştır.

*Garaz, insanı kör, sağır ve kalbsiz hale getirir. O garaz marazından uzak durmak lazım. Kin ve intikam duygusu, insanı insanlığından çıkarır, hayvanların daha dûnuna indirir ve saldırgan bir canavar haline getirir.

*Fakat mü’mine düşen vazife: Kin ve intikam duygusuna yenilmiş kimselerin türlü olumsuzlukları karşısında dahi tavrını bozmamak ve o duruma düşmemektir. “Herkes kayıyor, düşüyor, devriliyor, dökülüyor; bizim kaymamızda da bir mahzur yok!” mülahazasına kapılmadan, en kaygan yerleri kaymadan aşmaya bakmak ve karakterini koruyarak en olumsuz durumda bile dimdik durmaktır.

*Ashâb-ı Kiram efendilerimiz işkence ve eziyetlerin her türlüsünü çekmişlerdi. Yerinde boykotlara maruz kalmışlar, yerinde tehcirlere, tehditlere, tenkillere, ibâdelere uğramışlardı. Yurtlarını yuvalarını terk etme mecburiyetinde bırakılmışlar, farklı beldelere hicret etmek zorunda kalmışlardı. Habeşistan neresi, Mekke neresi?!. Oraya kadar, tepelerin arkasında, görünmeyen yerlere sine sine, bazen sürüne sürüne gitmişlerdi. Habeşistan’a doğru, Hazreti Muhbir-i Sâdık’ın işaret ve bişaretiyle göç etmişlerdi. Ama boş dönmemişlerdi. Oradaki insanların da gönlünü fethetmişlerdi. Necâşîlere “Lâilâhe illallah Muhammedun Rasûlullah” dedirtmişlerdi. Bunun için çekilen her şeye değer!..

*İnananlara kan kusturan o Ebu Cehiller, o Utbeler, o Şeybeler hiçbir dönemde eksik olmamıştır. Aynı zamanda onların yanında bu haksızlıklara karşı sükût eden, dilsiz şeytanlar da hiç eksik olmamıştır. Ve onları bir şey zannederek, onların bir şey yapacaklarına inanarak, onların arkasından sürüklenen sürüler de eksik olmamıştır. Değişen hiçbir şey yoktur. “Allah’ın günleri” böyle kapı kapı dolaşır; bir gün birilerine bayram, ertesi gün birilerine bayram; bir gün birilerine hazan, ertesi gün birilerine hazan… Sahabe, hazan yaşamışlardı fakat bağırlarında baharların, gülistanların, bostanların, baharistanların meydana gelmesine vesile olmuşlardı Allah’ın izni inayetiyle.

*Zalimler hep olmuştur, olacaktır. Tiranlar hep olmuştur, olacaktır. Haccaclar hep olmuştur, olacaktır. Yezidler hep olmuştur, olacaktır. Önemli olan, doğru bildiğiniz yolda, hiç şaşırmadan, sağa sola sapmadan, “Acaba öyle mi etsek, böyle mi etsek?!.” demeden yürümenizdir.

Peygamber yolunda yürümenin gereği imtihanlar karşısında “off” dememek, her musibeti “ohh”larla karşılamaktır.

*Dökülenlere bakıp da “Dökülme de oluyormuş!” demeyin. Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sergüzeştini aktaran kitaplarda, senelerce boykota maruz kaldıkları halde, O’nun hiç “Off!” dediğini duydunuz mu? Hiç yolundan şaştığını gördünüz mü? Hatta O’na ve doğruluğuna inanan fakat dediğini demeyen amcasının “Off!” dediğine şahit oldunuz mu? Mekke’nin en zengin kadını olan, ticaret kervanları çıkaran mübarek validemiz Hazreti Hatice’nin hiç “Off” dediğini okudunuz mu? Serveti gitmişti, her şeyi karman çorman olmuştu ve o da o boykotta mağduriyete maruz kalmıştı fakat hiç “Off!” dediğine şahit oldunuz mu? Hayır, “Off” bile demediler; demediler ve Allah bir gün onların o “Off” dememelerini “Ohh”lara çevirdi.

*Hizmet-i imaniye ve Kur’aniye’de bulunmanın ve Peygamber yolunda yürümenin gereği de “Off” dememek, her şeyi “Ohh”larla karşılamaktır. Ohh be… “Küfür ve dalâletten (sapıklıktan) başka her türlü hal için Allah’a hamd olsun!”

*İnsanlığın İftihar Tablosu, kendisini himaye eden amcası ve çok sevdiği zevcesi Hazreti Hatice Validemiz’i kaybettiği “hüzün senesi”nde, “Habib-i Zîşanım, tasalanma! Ebu Talib’i ve Hatice’yi aldım ama Ben varım.” manasına gelen ilahî bir davet almış; hem bedeni hem de ruhuyla Cenâb-ı Hakk’ın mi’râcına mazhar olmuştu. “Kâb-ı Kavseyni ev Ednâ – İki yay aralığı kadar ya da daha yakın” tabiriyle Kur’an’da anlatıldığı üzere, imkân-vücub arası bir noktaya ulaşmıştı. Şefkat Peygamberi (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz, melekût âlemini seyerân eylemiş fakat orada kalmak yerine ümmetini de Cenâb-ı Hakk’a götürmek için geri gelmişti.

“Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin; benim de Rabbimsin.. beni kime bırakıyorsun?!.”

*Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) bilhassa Mekke döneminde çok büyük musîbetlerle karşı karşıya kalmıştır; kavmi tarafından yalanlanmış, işkencelere maruz bırakılmış, ölümle tehdit edilmiş ve hatta kendisine komplolar kurulmuştur. Diğer taraftan, kendisinin, ailesinin güzîde fertlerinin ve Ashâb-ı Kirâm’ın esaretten işkenceye, hastalıktan ölüme kadar pek çok imtihanına şahit olmuştur. Fakat Rehber-i Ekmel Efendimiz, hiçbir zaman kaderi tenkit manasına gelebilecek bir şikâyette bulunmamış; belki çok incindiği anlarda Mevlâ-yı Müteâl’e halini arz ederek O’nun rahmetine sığınmıştır. Ezcümle; bir ümitle gittiği Tâif’ten taşlanarak kovulunca, o müsamahasız atmosferden sıyrılıp bir ağacın altına iltica eder etmez, vücudundan akan kana, yarılan başına ve yaralanan ayaklarına aldırmadan Cenâb-ı Hakk’a el açarak söylediği sözler hem pek hazîn hem de kulluk âdâbı adına çok ibretâmizdir:

اَللّٰهُمَّ إلَيْكَ أَشْكُو ضَعْفَ قُوَّتِي وَهَوَانِي عَلَى النَّاسِ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ أَنْتَ رَبُّ الْمُسْتَضْعَفِينَ وَأَنْتَ رَبِّي إلَى مَنْ تَكِلُنِي؟ إلَى بَعِيدٍ يَتَجَهَّمُنِي أَمْ إلَى عَدُوٍّ مَلَّكْتَهُ أَمْرِي. إِنْ لَمْ يَكُنْ بِكَ غَضَبٌ عَلَيَّ فَلاَ أُبَالِي، وَلَكِنْ عَافِيَتُكَ هِيَ أَوْسَعُ لِي. أَعُوذُ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي أَشْرَقَتْ لَهُ الظُّلُمَاتُ وَصَلَحَ عَلَيْهِ أَمْرُ الدُّنْيَا وَاْلآخِرَةِ مِنْ أَنْ تُنْـزِلَ بِي غَضَبَكَ أَوْ يُحِلَّ عَلَيَّ سَخَطُكَ. لَكَ الْعُتْبَى حَتَّى تَرْضَى وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِكَ

“Allahım, güçsüzlüğümü, zaafımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikâyet ediyorum. Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin; benim de Rabbimsin.. beni kime bırakıyorsun?!. Kötü sözlü, kötü yüzlü, uzak kimselere mi; yoksa, işime müdahil düşmana mı? Eğer bana karşı gazabın yoksa, Sen benden razıysan, çektiğim belâ ve mihnetlere hiç aldırmam. Üzerime çöken bu musîbet ve eziyet, şayet Senin gazabından ileri gelmiyorsa, buna gönülden tahammül ederim. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah-feza ve daha geniştir. İlâhî, gazabına giriftâr yahut hoşnutsuzluğuna düçâr olmaktan, Senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve ahiret işlerinin medâr-ı salâhı Nûr-u Vechine sığınırım; Sen razı olasıya kadar affını muntazırım! İlâhî, bütün havl ve kuvvet sadece Sen’dedir.”

*Hâşâ, biz Nebiler Serveri’nin kendi muhasebesini yaparken dile getirdiği bu ifadeleri lazımî manasıyla ele alamayız; bir yönüyle, O’nun kendi hakkındaki sözlerini zikrederken dahi su-i edepte bulunmuş sayılırız. Fakat O’nun tevazu, mahviyet ve kulluk edebine riayet gibi hasletlerini hesaba katarak meseleye baktığımızda, nefsini yerden yere vurduğunu, meseleyi -hâşâ ve kellâ- kendi yetersizliğine bağladığını ve Cenâb-ı Hakk’ın inayetine, vekâletine, kilâetine sığındığını görürüz.

*Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, Tâif dönüşü o hazin münacatı karşısında Hazreti Cebrail’in gelip “Ya Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), istersen dağlar meleği şu dağı Taiflilerin başına geçirsin!” demesi karşısında adeta tir tir titremiş; “Hayır! Bu insanların neslinden yüz yıl sonra bile bir mü’min gelecekse, böyle bir şeyin olmasını istemem!” diye inlemişti.

*Şimdi, Nebi bu işte!.. Sizin rehberiniz, pîşuvânız, pişdârınız bu!.. Arkasından gittiğiniz Zât bu!.. Dünyayı nura gark eden zat bu!.. Cennet’e giden yolları açan bu, Allah’ı tanıtan Zât bu!.. O’nun mülahazası buysa şayet, size, bize düşen vazife de o yolda sabitkadem olmaktır.

“Göz yaşarır, kalb hüzünlenir; buna rağmen, biz Rabbimizin razı olacağından başka bir söz söylemeyiz!”

*Çevresinde kıyametler kopuyorken, İsrafil surları duyuluyorken, yıkılan yıkılan arkasından sürüklenip gidiyorken, bir insanın bunlar karşısında teessür duymaması, bütün bütün gamsızlıktır. Böyle bir hissizlik, nezd-i ulûhiyette de, mele-i alanın sakinleri nezdinde de, insanlar nezdinde de mezmumdur. Fakat üzüntü ve teessürü bir yönüyle şikâyete çevirmek, -haşa- Allah’ın takdirine razı olmuyor gibi bir tavırla ortaya koymak ve onu, hizmete koşan insanların kuvve-i maneviyelerini kıracak, onları ye’se atacak şekilde seslendirmek de mezmumdur.

*Oğlu İbrahim daha küçücük yaşında vefat edince, Müşfik Nebi, gözyaşlarıyla yanaklarını ıslatmış ve etraftakilerin “Sen de mi ya Rasûlallah?” sualine muhatap olmuştur. Peygamber Efendimiz’in cevabı bizim için çok güzel bir ölçüdür: “Göz yaşarır, kalb hüzünlenir; buna rağmen, biz Rabbimizin razı olacağından başka bir söz söylemeyiz!” Bunu söyleyen Peygamber Efendimiz, kucağında son nefeslerini alıp veren biricik oğlunu öpüp koklamış, bağrına basmış ve “Ey İbrahim, gerçekten senin firkatinden dolayı mahzunuz.” deyip gözyaşı dökmüştür ama kaderi tenkit manasına gelecek ve isyan ifade edecek tek kelime söylememiştir.

Yıkmaya çalıştılar, yıkamadılar; iki senedir bir tek taş düşüremediler; korkuyla tir tir titriyorlar, gökten başlarına bir meteor düşecek diye!..

*Bir de meseleye geriye dönerek bakmak lazım. Geriye dönerek baktığından dolayı Hazreti Pir, o çektiği mağduriyetler karşısında “elhamdülillah” diyor ve çektirenlere de hakkını helal ettiğini söylüyor. Çünkü onu hapsediyorlar; zindanlar, Medrese-yi Yusufiye’ye dönüyor. Bir yere sürüyorlar, gidiyor orayı gül bahçesi haline getiriyor. Başka bir yere sürüyorlar, orası bostan oluyor. Başka bir yere sürüyorlar, orası bağistan oluyor. Haristanlar gülistana, bostana, bağistana dönüyor. Meseleyi bu şekilde değerlendirdiğiniz zaman kahr ucundan lutfa uğradığınız mülahazasıyla “elhamdülillah” demelisiniz. Ama zalimlere gelince; zulmün gayretullaha dokunma limiti vardır.

*Varsın zalimler Hizmet’i yıkmaya çalışsınlar. İki senedir yıkmaya çalıştılar, yıkamadılar, bir tek taş düşüremediler Allah’ın izni ve inayetiyle. Burkuntu yaşıyorlar, paranoya yaşıyorlar. Korkuyla tir tir titriyorlar, gökten başlarına bir meteor düşecek diye! “Acaba buna karşı bile nasıl seralar oluşturabiliriz?” diyorlar. Fakat Allah’ın kahrının, gazabının geliş keyfiyeti belli değildir.

*Keşke Allah gözlerini açsa da o mesâvî yolunda yürümeseler. Keşke gerçek imanı duysalar, arkalarındaki sürülerle beraber, onlar da cadde-i Kübra-yı Kur’aniye’ye erseler, Allah hidayet etse, keşke onların gözlerini de Allah Cennet’e doğru açsa, Zât-ı ulûhiyetine doğru açsa, hak ve adalete doğru açsa!.. Keşke hak ve adalet adına haksızlık müesseseleriyle, adaleti çiğneyen müesseseleriyle, insanlara tasalluttan, tağallüpten, tahakkümden onları vazgeçirse!.. Keşke, keşke, keşke…

Kayyım tayini adı altında gasp yapma Firavun’a ve firavunluğa ait bir hususiyettir!..

*Tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde çekmek adeta o büyük insanların değişmez kaderi olmuş. Gasplar da, gelip tepeye konmalar da, mala-mülke el koymalar da, alın teriyle kazanılan mala mülke kıyımcı insanlar tayin etmeler de tarih boyu hiç eksik olmamış. Mesela, Amnofis döneminde, Beni İsrail’e karşı Mısır’da aynı şeyler yapılmış; erkekler öldürülmüş, kadınlar bırakılmış, çocuklar bile boğulmuş. Mezalim, yine diz boyu değil belki gırtlakta devam edip gitmiş. Onlar öldürülünce mallarına, mülklerine kayyımlar tayin edilmiş, el konulmuş. Demek ki, kayyım tayini adı altında gasp yapma Firavun’a ve firavunluğa ait bir hususiyet!..

*İnsanlığın İftihar Tablosu’na zulmedenler de sadece O’na zulümle kalmamış, bütün müslümanların mallarının üstüne konmuşlardı. Hatta İnsanlığın İftihar Tablosu’nun maskat-ı re’si (doğum yeri) olan ev, amcasının oğlu olan Akîl tarafından tahrip edilmişti. Mekke fethedilince, “Ey Allah’ın Elçisi! Nerede dinlenmek istersiniz?” diye sorulunca, Efendimiz’in mübarek yüzünde acı bir tebessüm belirmişti. Çünkü yıllar önce sadece üzülsün ve duyunca kendisine işkence olsun diye kuzeni Akil tarafından yıkılıp, yerle bir edilen baba ocağı evini hatırlamış ve “Akil bize dinlenecek ev mi bıraktı?” demişti.

*Bilmelisiniz ki, bu tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde cereyan eden hadiseler, çok farklı insanlar tarafından her zaman senarize edilecek ve bir kısım SS’lerle sahneye konacak. Tiranlar emredecek, başkaları da en zalimane ve en vahşiyane tavırlarla o zulüm emirlerini yerine getirecekler. Bir zaman “Benim gül gibi bacılarıma eziyet edildi!” diyenler, o bacıların başlarını yararcasına, TOMA’lardan üzerlerine su fışkırtacak, bilmem ne türlü gazlar püskürtecek; kadın erkek tefrik etmeden, “bacım” dedikleri insanlara da aynı zulmü, hainâne yapacaklar. Saltanatları için yapacaklar, dünyayı ebedî zannettikleri için yapacaklar, ahireti bilmedikleri için yapacaklar.

*Bütün kötülüklere rağmen, siz, dünyanın dört bir yanında Ruh-u Revan-i Muhammedî’nin şehbal açması için her şeye karşı göğsünüzü gereceksiniz: Katlanılacak yerde katlanacaksınız.. satırla kesildiğiniz yerde kesileceksiniz.. tank paletleri altında kaldığınız zaman ezileceksiniz… Fakat “off” demeyecek, tavırlarınızı “ohh”larla taçlandıracaksınız.

*Diğer taraftan; işte dün olan bir işgal, bir baskın, bir gasp, bir haramilik meselesi… Daha üzerinden bir gün geçmeden dünyanın dört bir yanında “tın.. tın..” ötmeye başlıyor. Bu mesavîyi, bu fecâîyi, bu fezâîyi irtikâp edenlere de lanetler yağdırılıyor. Biz demiyoruz. Onlar ona kesb-i istihkak ettiklerinden dolayı insanlık maşer-i vicdanı onlara lanetler yağdırıyor. “Dine, diyanete, millî ruha, insanlığa hizmet etmekten başka bir derdi, davası olmayan, çoğunun yeryüzünde dikili bir taşı dahi bulunmayan, eve, saraya, yalıya, villaya gönül kaptırmayan samimi insanlara karşı bu kötülükleri yapanları Allah yerin dibine batırsın!” diye dünyanın dört bir yanında sesler yükseliyor. Binlerce insan sizin namınıza inliyor ve ağlıyor. Siz isterseniz öyle demeyin, fakat külliyet kesbetmiş bu inleme ve bu dualar, bir gün mutlaka o gayretullahı harekete geçirecektir.

“Zâlimlerin akıbetine çoklarınız şahit olacaksınız; o zaman sesim kulaklarınızda tınlayacak!”

*Ne ki, Allah’ın bir adet-i sübhaniyesi vardır. İlişenlere öyle bir ilişir ki!.. Ama önce imhal üstüne imhal eder, mehil üstüne mehil verir. İnsanları içeri atarlar, mehil verir.. bazılarını sürgün ederler, mehil verir.. vazifeden ederler, mahrum bırakırlar, mehil verir.. gider birilerinin malı-mülkü üzerine konarlar, mehil verir.. kıyımcılar tayin ederler, mehil verir… Fakat bir noktaya gelir ki, işte orada mesele gayretullaha dokunur. Allah da (celle celaluhu) başlarına bir kisef (gökten bir parça) mi indirir, yoksa Ashab-ı Fil’in başına saldığı gibi Ebâbîl’i mi salar?!.

*Belki birileri diyordur da onu: “Allahım, Ashab-ı Fil’in üzerine Ebâbîl’i gönderip onları delik–deşik olmuş ekin yaprağına çevirdiğin gibi, günümüzün zalimlerinin üzerine de gönder ve onları da kurt yeniği ekin yaprağına çevir!” Belki böyle diyorlardır. İsterseniz siz demeyin; binlerce mazlum insan, o yüzleri yırtılan bacılarımız, evleri baskın gören hemşirelerimiz, annelerimiz, kardeşlerimiz… Bunlar, nihayet tahammül-fersa hadiseler karşısında belki bunu diyorlardır. Bu bir yere kadar Cenâb-ı Hakk’ın imhaline takılır fakat bir noktaya gelir ki, gayretullaha dokunur. Allah da onları tepetaklak getirir.

*Ben yaşarım yaşamam ama siz, Hitler’in akıbetine, Amnofis’in akıbetine şahit olacaksınız. Ebu Cehiller’in, Utbe’lerin, Şeybe’lerin, İbn-i Ebi Muayt’ların akıbetine çoklarınız şahit olacaksınız. O zaman Kıtmir’in bu kıtmirce sesleri bir insan sesi olarak kulaklarınızda tınlayacaktır.

493. Nağme: Durağanlık Felâkettir!..

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şunları söyledi:

O’ndan ne kadar uzak kalırsanız, o nispette de kendi dünyanızı karartmış olursunuz.

*“Cevâhir kadrini cevher-fürûşân olmayan bilmez.” (M. Lütfî) Altının, gümüşün, zebercedin, yakutun, mercanın değerini sarraflar bildiği gibi, ilim adamını âlimler, insanı da insanlığa yükselmiş olan kâmiller anlar. Cevher, bakırcılar çarşısında; âlim, cahiller arasında; insan, hayvanî ruhlar içinde; hakîm de, muhakeme ve vicdanın kulak ardı edildiği bir dünyada gariptir.

*Dünyayı bakırcılar çarşısına çevirip hala ıtriyat çarşısı şeklinde gösteren kimseler var.

*İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) etrafında hale olmaya yürümek lazım. O’na ne kadar yakın durursanız, ayın etrafındaki ışık gibi, ışığa dönüşürsünüz. O’ndan ne kadar uzak kalırsanız, o nispette de kendi dünyanızı karartmış olursunuz. Öyleyse otur kalk, hep o hâle içinde yerini alma rüyaları gör!..

*Cenâb-ı Hakk’ın bazı melekleri vardır ki, her zaman O’na müteveccih bulunurlar; bir ân-ı seyyâle olsun teveccühlerinde inkıta yaşamazlar. İnsan, Allah’a teveccühü ölçüsünde kıymet kazanır ve adeta melekleşir. Böyle bir insan gök ehlinin sürekli andığı ve takdirle yâd ettiği biri haline gelir.

Kurbet ve Vuslat Yolcusunun Ötelere En Yakın Karargâhı

*Allah Rasûlü’nün (aleyhissalâtü vesselam) rükûda okuduğu şu duayı bizler de namazlarımızda okuyabiliriz:

اللَّهُمَّ لَكَ رَكَعْتُ وَبِكَ آمَنْتُ وَلَكَ أَسْلَمْتُ أَنْتَ رَبِّي خَشَعَ سَمْعِي وَبَصَرِي وَمُخِّي وَعَظْمِي وَعَصَبِي وَمَااسْتَقَلَّتْ بِهِ قَدَمِي لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

“Allahım, Sana rükû ettim, Sana inandım ve Sana teslim oldum. Sen Benim Rabbimsin. Kulağım, gözüm, beynim, iliğim, kemiğim, sinirim ve ayaklarımın taşıdığı her şey, Âlemlerin Rabbi Allah’a boyun eğmiş, itaat etmiştir.”

*Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in secdede okuduğu dualardan biri de şudur:

اللَّهُمَّ لَكَ سَجَدْتُ، وَبِكَ آمَنْتُ، وَلَكَ أَسْلَمْتُ، سَجَدَ وَجْهِىَ لِلَّذِى خَلَقَهُ فَصَوَّرَهُ، فَشَقَّ سَمْعَهُ وَبَصَرَهُ، تَبَارَكَ اللَّهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ، خَشَعَ سَمْعِي وَبَصَرِي وَدَمِي وَلَحْمِي وَعَظْمِي وَعَصَبِي وَمَا اسْتَقَلَّتْ بِهِ قَدَمِي لِلَّهِ رَبِّ الْعَالِمِينَ

“Allahım, Sana secde ettim, Sana inandım, Sana teslim oldum. Yüzüm, kendisini yaratan, şekil veren, kulağını ve gözünü yarıp çıkaran (Yaradan)’a secde etti. En güzel, yegâne yaratıcı Allahım, Sen ne yücesin. Kulağım, gözüm, kanım, etim, kemiğim, sinirim ve ayaklarımın taşıdığı her şey, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a boyun eğmiş, itaat etmiştir.”

*Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in Hazreti Ebu Bekir’e öğrettiği dua şöyledir:

اَللّٰهُمَّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي ظُلْماً كَثِيراً، وَلاَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلاَّ أَنْتَ، فَاغْفِرْ لِي مَغْفِرَةً مِنْ عِنْدِكَ، وَارْحَمْنِي، إِنَّكَ أَنْتَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ

“Allahım, muhakkak ben nefsime nâmütenâhî zulümde bulundum; günahları bağışlayacak Senden gayrı kimse yoktur. Nezd-i Ulûhiyetinden hususi ve sürpriz bir mağfiretle beni yarlığa, bana merhamet et; şüphesiz ki Sen yegâne Gafûr ve Rahîm’sin.”

Rabbenâ, hüznümüzü Sana arz ediyoruz!..

*Hazreti Yakup (ala nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselam),

اِنَّـمَا اَشْكُوا بَثِّي وَحُزْنِي اِلَى اللّٰهِ

“Ben tasa ve üzüntümü ancak Allah’a arz ederim.” (Yûsuf, 12/86) demiş ve halini Allah’a şikâyet etmişti. Ümmet-i Muhammed’den (aleyhissalâtü vesselam) çokları da aynı yakarışı seslendirmişler ve hallerini Allah’a şikâyet etmişlerdir. Hazreti Ömer’in (radıyallahu anh) bu ayeti secdede okurken hıçkıra hıçkıra ağladığı ve hıçkırıklarının en arka saflardan dahi duyulduğu rivayet edilir.

*Rasûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) şöyle buyurur:

أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌ فَأَكْثِرُوا الدُّعَاءَ

“Kulun Rabbisine en yakın olduğu an secde hâlidir; (secde ettiğinizde) duayı çoğaltın.” Zira secdede, Allah’ın büyüklüğünü ifadenin yanında insanın kendi küçüklüğünü ortaya koyması gibi iki mülâhaza bir araya gelir; bu iki mülâhaza bir araya gelip örtüşünce de Allah’a en yakın olma hâli zuhur eder. Evet, kul, tevazu, mahviyet ve hacâlet içinde başını yere koyduğunda ve hatta mümkün olsa başını topraktan daha aşağı götürme azmiyle secdeye kapandığında Allah’a kurbet hâsıl olur. İşte o ânı iyi değerlendirmek, Kur’an-ı Kerim’de zikredilen ve Peygamber Efendimiz’den nakledilen niyazlarla Cenâb-ı Hakk’a yönelmek, ayet ve hadislerde geçmeyen duaları ise kelam-ı nefsi türünden mülahazalara emanet edip kalbin diliyle seslendirmek lazımdır.

Hiç durmamalı; insan kendini akîde, ibadet veya hizmet açısından durağanlığa saldığı zaman bir gayyaya yuvarlanıverir.

*İnsan yüce bir gaye-i hayale bağlanmalı; yüksek hedeflerin peşinden koşmalı ve himmetini hep âli tutmalıdır. Öyle ki, mefkûre muhacirleri bir anda dünyanın çehresini değiştirebilecek kadar yüksek gaye-i hayaller peşinde olmalıdırlar. Zira himmetler âli ise, davranışlarla ona yetişilemediği hallerde bile, Allah, niyetlerle o boşluğu doldurur ve kişiyi hayalinde kurguladığı hedefe göre mükâfatlandırır. Yani insan, realize edilemeyen güzel niyetlerinin bile sevabını alır.

*İster akîdeye ait meselelerde, ister ibadet ü tâat hususunda, isterse de Hizmet’e müteallik mevzularda himmet çok âlî tutulmalı. Şayet siz dünyayı ihya peşinde yaşarsanız, bu hayır yolunda tam muvaffak olamasanız ve gaye-i hayalinizi bütünüyle ikâme edemeseniz bile, o istikametteki her soluğunuz tesbih ve her adımınız bir ubudiyet sayılır, sizi Hakk’a yaklaştırır. Nitekim Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yatsı namazını kılıp sabah namazına veya teheccüde kalkma niyetiyle yatan bir insanın uyanacağı âna kadarki bütün soluklarının tesbih sayılacağını müjdelemiştir.

*Dûn-himmetliler oldukları yerde kalırlar, bir gün kendi durağanlıklarıyla kendilerini helak ederler. Çünkü fizikî dünyada atalet kanunu ne ise, insanların ibadet hayatlarında da durum aynıdır. Samanyolu, hareketten bir gün dûr olsa, dökülür bütün yıldızlar küre-i arzın başına ve bitersiniz burada. Aynen öyle de insan kendini akîde, ibadet veya hizmet açısından durağanlığa saldığı zaman bir gayyaya yuvarlanır.

Allah zâlimlere fırsat vermesin fakat dünyamızı yıksalar da âhiretimize dokunamazlar ya!..

*Hizmet’te de himmet âlî tutulmalı; hiçbir şeyden yılmamalı!.. Bir rüzgâr gelmiş, bir tsunami oluşmuş, bir hortum vurmuş; sizin yirmi, otuz, kırk senedir ebced’ini, sübhaneke’sini oluşturduğunuz ve gözünüzü ilerilere doğrultup daha da geliştirme niyetinde bulunduğunuz koskocaman sistemler mecmuasını yıkıp götürüyor. Allah, zalimlere yıkma fırsatı vermesin!.. Fakat yıkıp götürse, en fazla, dünyanızı götürmüş olur; ahiretiniz adına bir şey kaybetmiyorsunuz, Allah’la irtibatınız ve Efendimiz’le münasebetiniz adına bir şey kaybetmiyorsunuz.

*Bir imtihanla yüz yüze olduğunuzu düşünüyor ve diyorsunuz ki: Hazreti Mevlâ, bir dönemde bol bol lütuflar verdi, şimdi bu dönemde de sarsıyor, bize sürekli travmalar ve değişik hadiselerle şoklar yaşatıyor. Fakat önceki vermesi sonra vereceklerinin en inandırıcı referansıdır. O, Veren’dir, el-Mu’tî; O, fazıl sahibidir. Hizmet’i bu hale getirdiği gibi, siz her şeyin durduğunu sandığınız bir dönemde bir de bakarsınız, vites dörtle gidiyorken birden bire sekize çıkmış.

490. Nağme: Beş Asıl ve Çağdaş Karakuşîler

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, özetle şunları anlattı:

Din, Can, Akıl, Nesil ve Malın Korunması

*Sözlük itibarıyla vasıta, vesile, faydalı ve iyi olana ulaştıran anlamındaki maslahat; ıstılahta insanların yararına olan ve onunla salâha ulaşılan bir disiplin demektir ve tâlî derecede “edille-i şer’iyye”den biridir. Cenâb-ı Hak, kullarının din, can, mal, akıl ve nesillerinin korunmasında maslahatı bir esas olarak vaz’ etmiştir. Bu, Usûl-ü Fıkıh’taki maslahata da bir esas teşkil etmektedir.

*İslâm âlimlerince “maslahat”, fert ve toplum hayatındaki önem derecesine ve karşılanan ihtiyacın türüne göre zarûriyyât, hâciyât ve tahsîniyyât şeklinde üçe taksim edilmiştir. Zarurî olan maksat ve maslahatlar (zarûriyyât), olmazsa olmaz hususlardır; din ve dünya işlerinin nizam ve intizamı bunlara bağlıdır. İslâm âlimleri bunları din, can, akıl, nesil ve malın muhafazası şeklinde beş maddede özetlemişlerdir. Daha doğru olarak “mesâlih-i hamse” diyebileceğimiz bu esaslar genelde “usûl-i hamse” tabiriyle anılmaktadır ve bazı eserlerde bunlara hürriyet de dâhil edilmektedir. Belki buna insanın neş’et ettiği ülke, vatan da ilave edilebilir.

*İslam, bu maslahatları teminat altına almıştır. Bir taraftan -pozitif olarak “Bunlar kutsaldır, bunların korunması lazımdır.” demiş; diğer taraftan da bunların müdafaası uğrunda ölenin şehit olacağını belirtmiştir.

*Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

مَنْ قُتِلَ دُونَ مَالِهِ فَهُوَ شَهِيدٌ وَمَنْ قُتِلَ دُونَ دِينِهِ فَهُوَ شَهِيدٌ وَمَنْ قُتِلَ دُونَ دَمِهِ فَهُوَ شَهِيدٌ وَمَنْ قُتِلَ دُونَ أَهْلِهِ فَهُوَ شَهِيدٌ

“Kim malı uğrunda öldürülürse o şehittir; kim dini uğrunda öldürülürse o şehittir; kim nefsi uğrunda öldürülürse o şehittir; kim de ailesi uğrunda öldürülürse o da şehittir.” Şu kadar var ki, mü’min, din, can, akıl, nesil ve malını müdafaa ederken mutlaka hukuka bağlı kalmalı; yaşadığı devirde hukuk sistemi neleri emrediyorsa, o çizgide bir müdafaa ortaya koymalıdır.

“Kapıyı kırın, derdest edin; sonra o meselenin kanununu biz hazırlarız!” Mantığı (!)

*Fakat maalesef günümüzün dünyasında, bu esasların teminat altında olduğu söylenemez; hele hürriyet hiç saygıyla karşılanmıyor. Düşünün; insanları tutup götürüp zindana atıyorlar; aradan bir sene geçiyor, onlar hakkında bir iddianame bile hazırlanmamış. Kim iddianameyi hazırlamamış? Doğrudan doğruya kanun yerine konarak, bir yerlere tayin edilen insanlar. O mevzuda kanun yok! Demişler ki onlara -birisinin dediği gibi- “Kapıyı kırın, derdest edin; sonra o meselenin kanununu biz hazırlarız!” Böyle bir mantıkla hürriyetin tepesine balyoz gibi inmişler.

*Bir dönemde askeriyenin başına balyozları indirmiş, aynı argüman ve elemanları kullanmışlardır. “Evet, bunlar çok isabetli; ben de bu işin savcısıyım.” demişlerdir. Başka bir dönemde bir haramîlik meydana çıkınca, bu defa o istikamette kullandıkları elemanları boy hedefi haline getirerek diğerlerini koruma ve sıyanete gitmişlerdir. Hatta bir dönemde Maocu olan insanlarla anlaşmak ve onlara “Tam bizim çizgimize geldiler” yani din iman düşmanlığı çizgisine geldiler (!) dedirtmek suretiyle usûl-i hamsenin canına okumuşlardır.

Kayyûm, Allah’ın ismidir; fânîler ancak kayyım olabilir. Milletin malına çökenlere de dense dense denî haydut denir.

*Dünyanın dört bir yanında “usûl-i hamse” bugün ayaklar altında. Dine, imana, insanlığa hizmet etmeye çalışıyorsunuz, her yana dini düşüncenizi götürmek için himmet yapıyorsunuz, onun üzerine geliyorlar. Rica ederim, böyle bir işin üzerine gelmenin, Amnofis’in Hazreti Musa’nın üzerine gitmesinden farkı var mı?!.

*Yakında, hiçbir sebep yokken, zerre kadar haksızlık, kanunsuzluk yapmamış olan Akın Bey’e gadrettiler. Akın İpek, Melek oğlu bir melektir. Şayet Türkiye’de, mizandan geçerken “Sen geçebilirsin, lüzum yok seni sigaya çekmeye!” denilebilecek, adeta kırmızı pasaportlu bin tane insan varsa, biri de odur. Fakat düşünün ki, bir şakî muamelesine, annesi de istintak edilip bir şakî muamelesine, kardeşi de bir şakî muamelesine tabi tutuluyor.

*Yanlış tabirle “kayyum” diyorlar. Hâlbuki “Kayyûm”, Cenâb-ı Hakk’ın ismidir. Hukuk sisteminde, bir malın idaresi veya belli bir işin görülmesi için mahkemece tayin edilen insana “kayyım” denir. “Âyetü’l-Kürsî” içinde her zaman “Hayy” ve “Kayyûm” isimlerini zikrediyoruz. Kayyûm; Cenâb-ı Hakk’ın, kendi zâtıyla kâim bir müstağnî-i mutlak, bütün cihanlar ve içindekilerin varlık ve bekalarının da biricik dayanağı olduğunu ifade eden bir ism-i âzamdır. Zavallı, fanî, yarın nalları dikebilecek bir insana Cenâb-ı Hakk’ın mübarek bir ismini vererek “kayyum” diyorlar. Özür dilerim, nezaket sınırlarını aşıyorum; bu mülahazalarla hareket eden ve iffetli, ismetli, alnının teriyle kazanmış insanların mallarına çöreklenen kimselere dense dense “denî haydut” denir.

*İpek Ailesi’nin madenlerine, şirketlerine, gazetelerine ve televizyonlarına el koydular. Fakat kanunen hiçbir suçları yok. Araştıranlar da diyorlar ki, “Bunca zengin ve servet sahibi olanın bir kısım eksiği gediği olur. Burada kanuna aykırı hiçbir şey olmadığına göre, sende bir yanlışlık var!..” Nasıl bir mantıksa bu?!. Firavunlar böyle bir mantıkla hareket etmemişlerdir.

Haya Hissini Yitirmiş Kimselerin Karakuşî Kararları

*Seleflerimiz, akıl ve mantıkla izah edilemeyen ya da kızgınlıkla veya tarafgirlikle verilen kararlara “Karakuşî Hüküm” demişlerdir. Kadı Karakuş’un kararları adeta birer fıkra ve darb-ı mesel niteliğinde dilden dile yayılmıştır. Bu anlatılanlardan biri de şöyledir:

*Bir hırsız adına yakınları, Kadı Karakuş’a gelir ve hırsızlık için girilen evin sahibini şikâyet ederler: “Kadı Efendi, evin penceresine çok boya çalınmış, iyice kayganlaştırılmış; adamımız kaçarken düşmüş; kolu kanadı kırılıp felç olmuş; neredeyse ölecekmiş!” derler. Kadı, ev sahibini çağırıp sorguya çeker; o da “Efendim, pencereyi boyattım ama suç boyacıya aitti; o boyayı fazla kullanmış!” diyerek, işin içinden sıyrılır. Bu defa boyacı derdest edilip getirilir ve sorgulanır. Boyacı herhangi bir mazeret bulamayınca, Karakuş onun idamına karar verir. Görevliler adamı alıp idam sehpasına götürürler; ne var ki, boyacının boyu uzun olduğu için idam sehpası çok kısa kalır ve idam bir türlü gerçekleştirilemez. Vazifeliler gelip durumu haber verince, Karakuş, “Gidin daha kısa boylu bir boyacı bulun ve hükmü infaz edin!” der.

*Bu hadise, şu anda “paralel” paranoyasıyla tutuklanan, sorgulanan ve gadre uğrayan insanların durumuna da misal teşkil etmektedir. Mesele, Karakuşî kararlarından ibarettir.

*İnsanlığın İftihar Tablosu, hayâ âbidesi (aleyhi ekmelüttehâyâ) Efendimiz, إِذَا لَمْ تَسْتَحِ فَاصْنَعْ مَا شِئْتَ “Hayâsız olduktan sonra istediğini yap!” buyurur. Hayâ hissini yitirmişsen ne halt karıştırırsan karıştır. “Karıştır” demek değildir bu. Bu türlü emirler tevbîh (kınama, azarlama) içindir; yani, “Yuh sana, her şeyi yapabilirsin artık; çünkü sen o kadar karaktersiz birisin!” demektir.