Posts Tagged ‘Elhamdulillah’

Bizim Dünyamıza Has Altın Sesler ve Sözler

Herkul | | KIRIK TESTI

Bizim dünyamıza has bir kısım büyülü ses ve soluklar vardır ki, onlara başka coğrafyalarda rastlamak mümkün değildir. İnançlarımızın, düşüncelerimizin ve Hak karşısındaki konumumuzun dillendirilmesi de diyebileceğimiz bu sesler ve sözler ferdî, ailevî, içtimaî hayatımızla o denli iç içedir ki, biz, mabetten sokağa, sokaktan yatak odalarımıza kadar hemen her yerde sürekli onları mırıldanır ve onlarla nefes alır veririz. Bilhassa –nuraniyeti kendinden– bazı gün ve gecelerde çevremiz bu ses ve soluklarla öyle ledünnî bir hâl alır, her şey öyle fevkalâdeleşir ve hayat öyle füsunlu bir renge bürünür ki, gözlere her yandan değişik dalga boyunda ışıklar akmaya başlar, kulaklar bu hususî sesleri Cennet ırmaklarının çağıltıları gibi bir zevk zemzemesi içinde dinlemeye durur ve bu tılsımlı hâl, büyülü hava ruhlarımızı öylesine açar ve derinleştirir, öylesine inceltir ve uhrevîleştirir ki, geçmesini istemeyiz içinde bulunduğumuz o sihirli saat, dakika ve saniyelerin. Geçmesini istemek bir yana, çok defa temâşâsıyla kendimizden geçtiğimiz ve müşâhedesiyle büyülendiğimiz o füsunlu söz, beyan ve görüntülerle, yaşadığımız şevk ü tarâb arasında bir münasebet, tenâsüb-ü illiyet prensibine göre bir uygunluk bulunmamasına rağmen, bizi ve düşüncelerimizi aşan fâik ve gizli bir güçle, yüksek debili bir sevinç ve neş’e çağlayanı içine sürüklendiğimizi hisseder gibi olur, iç içe hayret ve hayranlıklar yaşarız.

Bazen, hayatın gerçek renk, şîve ve tadının duyulup zevk edildiği ve bir mânâda her günün eşref saati sayılan öyle büyülü anlar vardır ki, o esnada görüp müşâhede ettiğimiz her şey, gelip kulaklarımıza çarpan her mübarek kelime ve Hakk’a kurbet yolunda attığımız her adım bize fevkalâde büyüleyici gelir; gördüğümüz sıradan nesneler ve her zaman duyup dinlediğimiz tabiî sesler-soluklar, kendi çerçevelerinin çok çok üstünde birer mâhiyet alır ve harikulâdeden şeylermiş gibi duyulup hissedilmeye başlar. Her tarafta âdeta sihirli bir havanın hissedildiği ve dört bir yanda ötelerden esintilerin duyulduğu bu gibi durumlarda, bizler ilâhî teveccühün her şeyi yumuşatan rikkatini, en katı gönülleri bile büyüleyen havasını derinden derine duyar ve kendimizi başkalaşmış hatta tamamen rûhanîleşmiş hissederiz. Kendini ve çevresini doğru okuyanların öyle hissettiklerinde şüphe yok, biz bu konuyu biraz da kendi ihsaslarımız açısından değerlendiriyoruz.

Bütün bunlara, sebepli sebepsiz içimize sızan, sızıp uyuyan duygularımızı uyaran ve bize neş’enin, sevincin en duyulmazlarını duyuran eşref saatlerin şiirleri, besteleri de diyebiliriz; ruhlarımızın kendi atmosferlerinden emip değerlendirdikleri mazmunların, mefhumların şiir ve besteleri… Bu duyuş ve sezişler, bizim mübarek coğrafyamızda daha farklı bir büyü ve tesire sahiptir. İşte bu farklılıkları itibarıyla, dünyanın hiçbir yerinde duyulması mümkün olmayan bu sesler ve sözler, ne zaman yükselip ufkumuzu sarsa, ne zaman gelip kulaklarımıza çarpsa ve çarpıp gönüllerimize aksa, anında kendimizi bir heyecan tufanı içinde hisseder ve hemen kendimizi onların o büyülü atmosferine salıveririz.

Evet biz, günde birkaç kez, minarelerden yükselen ezan sesleriyle ve mabet içinde yankılanan onların devamlarıyla bu heyecanı paylaşır, evlerimizde, yatak odalarımızda kim bilir kaç defa bu seslerle ürperir ve ra’şeler yaşar, kaç defa Allah’ın huzuruna çağrılıyor olma iltifatıyla çocuklar gibi seviniriz; sevinir ve ses katarız vicdanlarımıza hitap eden bu ilâhî nağmelere: Allah’ın yüceliğini haykıran her ses, söz ve görüntü karşısında “Allah büyüktür.” der, O’nun ululuğunu ilân eder; O Rahmeti Sonsuz’un sağanak sağanak başımızdan aşağıya boşalan nimetleri sayılıp seslendirildiğinde “Hamd ü minnet O’na” sözleriyle mukabelede bulunur; O’nun eşi ve menendi olmadığını hatırlatan her beyan, her îmâ ve her işaret karşısında da “Seni tesbîh ve takdîs ederiz” mülâhazalarıyla gürleriz.. her vesileyle hep O’nu düşünür, O’nu yâd eder, O’nunla olan münasebetlerimizi gözden geçirir, fikren ve hayâlen her gün kim bilir kaç kez canlara can O’nun maiyyeti hülyalarına dalarız.

Mabet içinde, mabet dışında her zaman vird-i zebânımız olan “kelimât-ı tayyibe” de diyeceğimiz bir kısım nurlu sözler, bizim hayatımızla o kadar bütünleşmiştir ki, farkına varalım varmayalım, her gün onları yüz defa tekrar eder dururuz tekrar ettiği gibi göklerde meleklerin, hâl ve keyfiyet diliyle canlı-cansız bütün nesnelerin.. hele bazılarımız itibarıyla, ne zaman bu sesler çevremizde yankılanmaya dursa, gönüllerimizde köpüren takdir, tasvip ve heyecan hislerimizi, sanki sadece kendi nâmımıza değil de, umum yer-gök sakinleri ve canlı-cansız bütün bir varlık adına meb’ûsmuşuz gibi, beynimizin bütün fakülteleri ve kalbimizin farklı derinlikleriyle duymaya çalışırız. Hatta bazen duyma ve hissetmemiz öyle derince olur ve heyecanlarımızın debisi öylesine yükselir ki, o esnada ruhlarımızda beliren aşkın mülâhazaları ve gönüllerimizden taşan yüksek hisleri bir kısım iç çekmelere, hıçkırıklara emanet eder ve gözyaşlarının engin ifadelerine bırakırız.

İnanan gönüllerin böylesine her şeyi derince duyuş, seziş ve seslendirişi sırlı bir anahtar gibi onların gönül kapılarını açmanın yanında, değişik bir büyü ile başkalarının sinelerine de korlar saçar. Evet, onları önyargısız dinleyenler, bilinmedik bir sırla vicdanlarının harekete geçtiğini duyar, farklı şekilde duygularının haritasını bir kere daha temâşâ etmiş olur ve tâli’lerine tebessümler yağdırırlar.

Bazen alan ve veren arasında öyle canlı bir his ve heyecan teâtîsi yaşanır ve öyle büyülü bir havaya girilir ki, herkes birbirinin tesirinde kalır ve birinin ağzından çıkan nûrefşan bir söz veya dışa vuran bir gönül heyecanı hemen aynı iman ve aynı mârifeti paylaşanları harekete geçirir ve herkese aynı şeyleri söylettirir; söylettirir ve onları aynı duygularla şahlandırır. Sanki bu insanlar o âna kadar söylemek isteyip de bir türlü söyleyemedikleri, düşünüp de her nasılsa ifade edemedikleri, hissedip de bir türlü dillendiremedikleri hususları başkaları tarafından hazırlanmış ve kendilerine armağan edilmiş gibi bulur ve zevkle onlara iştirak ederler. Öyle ki, bu büyülü sözler duyulunca hemen herkesin gönlünde bir inşirah belirir, bütün dillerin bağı çözülür, topyekün ruhlar tek bir ruh haline gelir ve umum aşklar, alâkalar bir muhabbet ve iştiyak çağlayanına dönüşür; böylece herkes kendi içinden doğan sesleri, sözleri duyup dile getirdiği aynı anda yüzlercenin, binlercenin his, duygu ve düşüncesine de iştirak ederek meseleyi ferdîlikten çıkarır, bilumum yerlerin ve göklerin solukları haline getirir.

Bu sesler ve sözler Hakk’ı tâzim, takdîs edâlı ise, onları duyan hemen herkes bir temkin sinyali almış gibi toparlanır; lütuf ve ihsan televvünlü olduğu takdirde minnet ve şükran hisleriyle gürler; şayet ümit ve iştiyakları hatırlatıyorsa neş’e ile şahlanır; muhasebe îmâlı türden şeyler ise bu defa da tahassür ve melâl hecelemeye durur. Aslında bu sesler ve sözler   muhteva itibarıyla ne ifade ederlerse etsinler, hemen hepsi de inançlarımızı seslendirdikleri ve Allah karşısında duruşumuzu dile getirdikleri için, tesirleri belli bir zaman ve mekâna münhasır da değildir; aksine bunlar benliğimize mâlolmuş mutlak hakîkati ifade adına bir kısım nefesler olmaları açısından mekânın her yerinde, zamanın her parçasında ve hayatın her faslında en küçük tedâilerle hemen ortaya çıkar, bütün heyecanlarımızı tetikler, uyuyan duygularımızı uyarır, gönüllerimizi kızıştırır, ruhlarımızı tutuşturur ve hassasiyetini yitirmemiş umum vicdanlarda tasavvurları aşkın feyezanlar meydana getirirler; getirir ve bizi sırlar yumağı öyle bir noktaya çeker ve öyle bir seviyeye yükseltirler ki, kalbî ve rûhî hayatın kollarında âdeta bir aşkınlığa ulaşır ve damla iken derya, zerre iken güneş, hiç ender hiç olduğumuz hâlde her şey olma pâyesiyle şereflendiriliriz.

Hiçbir zaman hakikî mü’minlerin dilinden düşmeyen, bizim de sık sık başvurduğumuz bu nurlu sözler ve gönüllerimize inşirah veren soluklar, hayatımızın her faslına girmiş öyle büyülü nefeslerdir ki, onları, içinde bulunduğumuz bu âlemin en renkli sesi-sözü olarak can kulağıyla dinler ve değerlendirir, tahakkukunu beklediğimiz bir tatlı rüyanın da sihirli anahtarları kabul ederiz.

Takdislerimizi ifade sadedinde “sübhânallah” der, O’nun adına söylenmesi gerekli olan bir şey söylemenin yanında, öbür âlem itibarıyla böyle bir kutsamaya terettüp edecek olan sürpriz nimetleri düşünürüz.. herhangi bir lütuf sağanağı karşısında gürleyip “elhamdülillâh”la   nefes aldığımızda hem Hakk’a şükranlarımızı ifade etmiş hem de dahasına talebimizi seslendirmiş olur ve öbür âlemin göz görmemiş, kulak işitmemiş, insan tasavvurlarını aşkın sürpriz hediye ve behiyelerinin tahayyüllerine dalarız.. azamet ve kibriyâ atmosferinden değişik görüntüler karşısında “Allahu Ekber”lerle gürler, müteâl bir ululuğun müşahitleri olduğumuzu haykırır ve değişik dalga boyundaki mehâbet hisleriyle ürpeririz; hemen her gün bu ses ve bu sözlerin gölgesinde dünya-ukbâ mülâhazalarımızı bir kez daha gözden geçirir, Allah’la münasebetlerimizi kontrol eder ve kendimize çeki düzen veririz.

Namazlara “Allah büyüktür” sözleriyle girer, diğer “kelime-i tayyibe”lerle mülâhazalarımızı daha da açar, O’na güvenip dayandığımızı tekrar tekrar ilân eder ve O’ndan, güvenilir kimselerden olmamızı diler ve dileniriz. “Allahım, esenlik kaynağı Sensin, selâmet de Sendendir.” sözleriyle hem O’ndan beklentilerimizi seslendirir, hem de O’nun karşısındaki gerçek konumumuza vurguda bulunuruz. Her şeyin O’nun tasarrufunda olduğunu bıkıp usanmadan sürekli tekrarlar.. sabah-akşam gürül gürül ve gayet net ifadelerle tevhid telâkkilerimizi dile getirir; Hak rızasının hedefimiz olduğunu, cemâlini görme arzumuzla, bilmem her gün kaç kere yeniler ve Kendisine mülâkî olma isteğimizi seslendiririz.. eder-eyler ve döner-dolaşır O’nun rahmetine, şefkatine ve inayetine sığınırız. Farkına varalım-varmayalım, her gün defaatle “Allah hepimizi affetsin”, “Allah günahlarımızı bağışlasın”, “Cenâb-ı Hak bizi ihlâsa muvaffak kılsın”, “Allah sabır versin”, “Rabbim kalblerimizi nurlandırsın” der, bu sözlerle oturur-kalkar ve O’nunla münasebetlerimiz açısından farklılığımızı ortaya koyarız.

İnanç ve temel düşüncelerimizden kaynaklanan mülâ­haza, söz ve soluklanmalarımız bunlara da münhasır değildir; bu tür ifade, beyan ve nefes almalar, deyimlerimizden manzum, mensur atasözlerimize, şiirimizden mûsıkîmize hayatımızın hissî, fikrî, ruhî, bediî hemen her alanında kendini hissettirir -örnekleriyle göstermek isterdim- ve bize oturmuş zengin bir kültürden neler ve neler ifade ederler..!

Bu zenginlik, bütün bir millet fertlerince, asırlardan beri üzerinde durulan, yaşanan, şuuraltı müktesebât hâline gelen, herkesçe benimsenmiş bir inanç ve anlayıştan kaynaklanmaktadır. Hemen herkes, aynı şeylere inandığı, aynı düşünceleri paylaştığı için de, ortaya atılan mülâhazaların, söylenen sözlerin garâbet arz etmesi ve havada kalması kat’iyen söz konusu değildir. Anlar herkes birbirini. Fevkalâde bir tabiîlik içinde cereyan eder bütün muhâvere ve müzâkereler. Ve düşünceler, sözler aynı letâfet çerçevesinde mukabelelerle sürer gider…

Haftanın Hadîs-i Şerîfi: NEFİS PAZARI

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

Hz. Ali (radıyallahu anh)’ın meşhur bir sözü vardır: “Okuduklarınız hak; ne var ki okuduğunuz şeye yüklediğiniz mana yanlış!” Bu söz zamanı defnedecek rasanette olup, aynı zamanda bir insanlık marazının da tespiti demektir. Bu söz aynı zamanda, dinin sahasından olsun olmasın farketmez; herhangi bir metni, anlatılmak istenen manaya muvafık düşecek şekilde anlayabilmenin belli bir takım kurallarının olması zaruretinin remzi gibidir adeta. Zira bir sistem çerçevesinde yapılmayan okumalarda okunan tek bir metinden, okuyan insan sayısınca anlam çıkarımlarının yapılabildiği ehlince malumdur ki bu, ifade edilmek istenen hususa bir takım önyargı yahut önbilgilerin giydirilmesi demektir. Bu açıdan okunan şeylerin canına okumamak adına okumaların kalitesinin artırılmasının kaçınılmazlığı, dil üstadlarını okuyanlara müstakim bir okuma yolculuğunu temin edecek bir takım yol işaretleri koymaya sevk etmiştir. Bu işaretlerin en önemlilerinden birisi de “mutlak zikir, kemaline masruftur” kaidesidir. Ne demektir bu ifade?

Şayet okunan bir metinde cümleyi oluşturan ögeleri mana açısından; zahiri yahut işari olarak takyid eden bir unsur yok ise cümleyi teşkil eden her bir kelimenin kendisinde mündemiç olan en kapsamlı mana ile ifade olunduğunun kabul edilmesi demektir. Bir örnek verecek olursak: Herhangi bir cümlede “Allah Resulü” ifadesi geçiyor ve cümleyi oluşturan unsurlar arasında Cenâb-ı Hakk’ın hangi Resulü’nün kastedildiğini çağrıştıran bir işaret bir emare de bulunmuyorsa bu ifadeden kast olunan Hz. Muhammed Mustafa’dır (sallâllahu aleyhi ve sellem). Allah’ın elçisi olma vazifesiyle muvazzaf kılınan yalnızca Fahr-i Kâinat Efendimiz olmasa da Risalet vazifesini mahiyet-i asliyesine en muvafık düşecek şekilde temsil eden İki Cihan Serveri Efendimiz’dir (sallâllahu aleyhi ve sellem). Bu açıdan metinde Hz. Muhammed (sallâllahu aleyhi ve sellem)’den başka bir Resul’ün kastedildiğine dair bir emarenin bulunmadığı durumlarda anlaşılması gerekli olan Kamer-i Münir Efendimiz’dir (sallâllahu aleyhi ve sellem). Zira “Allah Resulü” denildiğinde mutlak manada kast olunan O’dur. Bunun gibi pek çok misal ile mevzuyu örneklendirmek mümkün fakat asıl temas etmek istediğimiz mevzu bu olmadığından bu örnekle iktifa etmenin yerinde olacağı kanaatindeyiz.

İşte birazdan izahını yapmaya çalışacağımız hadis-i şerifte ifade olunan hususlara da bu açıdan bakmak; hadis-i şeriften murad olunan manaya uygun düşen bir anlamanın önde gelen şartlarındandır.


عَنْ أَبِي مَالِكٍ الْأَشْعَرِيِّ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:
«الطُّهُورُ شَطْرُ الْإِيمَانِ وَالْحَمْدُ لِلَّهِ تَمْلَأُ الْمِيزَانَ، وَسُبْحَانَ اللهِ وَالْحَمْدُ لِلَّهِ تَمْلَآَنِ – أَوْ تَمْلَأُ – مَا بَيْنَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ، وَالصَّلَاةُ نُورٌ، وَالصَّدَقَةُ بُرْهَانٌ وَالصَّبْرُ ضِيَاءٌ، وَالْقُرْآنُ حُجَّةٌ لَكَ أَوْ عَلَيْكَ، كُلُّ النَّاسِ يَغْدُو فَبَايِعٌ نَفْسَهُ فَمُعْتِقُهَا أَوْ مُوبِقُهَا»

Ebû Mâlik Hâris İbni Âsım el-Eş’arî radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Temizlik imanın yarısıdır. Elhamdülillah duası mizânı, sübhânellah ve elhamdülillah sözleri ise yer ile gökler arasını sevap ile doldurur. Namaz nurdur; sadaka burhandır; sabır ziyâdır. Kur’an senin ya lehinde ya da aleyhinde delildir. Herkes sabahtan (pazara çıkar) nefsini satar; kimi onu âzâd kimi de helâk eder.”
***

​Hadis-i şerifi balâda ifade edilmeye çalışılan kaide çerçevesinde okumaya tabi tutarsak:

Tuhur / Temizlik İmanın Yarısıdır

​“Tuhûr, (yani, maddî temizlik ve tevbe, istiğfar, münâcât, murâkabe, muhasebe ve ubûdiyetle gerçekleştirilecek mânevî temizlik) imanın yarısıdır.” M. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin “tuhur” kelimesine yüklemiş olduğu manadan da anlaşılacağı üzere bu lafız sadece bedeni temizliğin kastedildiği bir kelime değildir. Aksine bu lafız hem maddi hem de manevi temizlik manasını muhtevi bir lafızdır. Zaten hadis-i şerifin farklı versiyonlarında da “tuhur” lafzı yerine “vudû” lafzının da varlığı, bu ifade ile sadece bedeni kazuratlardan arınmanın kastedilmediğini anlama bakımından oldukça manidardır. Zira abdest yalnızca bedeni kirlerden arınma ameliyesi değildir. O aynı zamanda duygu ve düşüncelere sirayet eden, Cenâb-ı Hakk’ın matmahı nazarı olan kalbe sızan kirleri de oradan söküp atarak namaza ruhen bir hazırlıktır. Bu zaviyeden bakılınca kişinin maddi temizliğe riayet etmesi, dininin direği olan namazının ve diğer pek çok ibadetin temelini teşkil eder. Manevî temizlik diyebileceğimiz temizlik ise; tevbe, istiğfar, münâcât, murâkabe, muhasebe ve ubûdiyetle gerçekleştirilecek mânevî temizliktir ki bu da imanın yarısı veya tamamlayıcısı mesabesindedir.

Elhamdülillah Duası ve Sübhanallah Tesbihi Yerle Gök Arasını Doldurur

​Elhamdülillah duası ve sübhanallah tesbihinin çok büyük neticelerinin olacağının ifade edildiği bu cümleler ile anlatılmak istenen husus, aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’de muhtelif sadedlerde geçen “Rabbini hamd ile tesbih et” ayet-i kerimeleri mazmununda yaşanmış bir hayatın göz aydınlatan neticelerindendir.

Hamd; Cenâb-ı Hakk’ı bütün kemal sıfatları ile övmek medheylemek demektir. Bu zaviyeden hamd kelimesi muazzam bir tevhid nişanesidir.

Tesbih ise; Her şeyin Var Eden’i olan O Yüce Zat’ı (celle celâluhu) bütün ef’al, evsaf, esma ve zatı ile tesbih ü takdis etmektir. “Cenâb-ı Hakk’a ait evsâf-ı âliye içinde acz, naks ve kusur ihtiva eden hiçbir sıfat yoktur. Bundan dolayı da sıfât-ı sübhaniyenin hepsine ‘sıfât-ı kemaliye’ denegelmiştir. Bu itibarla, Allah’a (celle celâluhu) inanma demek, şanına lâyık kemal sıfatlarıyla muttasıf ve noksan sıfatlardan da münezzeh bir Zât-ı Kibriyâ’ya inanma demektir.” İşte “Sübhansın Allah’ım” demek böyle bir manayı muhtevidir. Hal böyle olunca Elhamdülillah ve sübhanallah kelimelerinin yerle gök arasını dolduracak bir hayra medar olması dinin kabul ettiği, aklın da itiraz edemeyeceği bir husustur.

Namaz Nurdur

M. Hocaefendi’nin ifade buyurdukları gibi “namazlaşarak” kılınan bir namaz insanın hem cemalinde hem kalbinde hem de karanlık dehlizlerle dolu dünya yolunda önünü aydınlatan bir kandildir adeta. Namazın hakkını vererek kılan insanların cemalinde, adı konulamayan, tarifi tam olarak yapılamayan öyle detaylar belirir ki -Merhum N. Fazıl’ın ifadesinden mülhem- görünce hemen Allah’ı hatırlarsınız gayri ihtiyari. Zira ibadetiyle dahi o tevhid kaleminin en parlak satırlarından biri gibidir.

Öte yandan bu nur sadece çehrelerinde parlayan bir ışık olarak da kalmaz. Ayet-i kerime’de de buyrulduğu gibi “nûrları önlerini aydınlatan” nurdan insanlar olurlar. Bu nur ile -buna basiret yahut firaset de denilebilir- yollarına serpiştirilen dikenleri görüp temkin ve teenni endeksli bir hayat ile serfiraz kılındıkları gibi ışık ve nurlarının gücü nispetinde etraflarını da aydınlatır, karanlıkta el yordamı ile yolunu bulmaya çalışan şaşkınlara delil ve rehber olurlar.
​O yüzden ne nefsin ne de şeytanın girdilerine fırsat vermeden, namazın iklimine girerek eda edilen bir namaz muzaaf bir kazanma ameliyesidir.

Sadaka Bürhandır

Bürhan lügat açısından; kuvvetli delil, kanıt, ispat demektir. Sadaka ise hem zekât hem de bilumum hayır ve hasenat manasını muhtevi cami bir kelimedir. Cenâb-ı Hakk’ın “Dini yalan sayanı gördün mü? O, yetimi iter-kakar ve asla fakir-fukaranın doyurulmasını teşvik etmez” buyurduğu ayet-i kerimede dini inkâr edenlerin vasıflarından birisi olarak da hayır ve hasenatı menetmelerini göstermesi, hakiki manada sadaka yahut iyilik nev’inden her şeyin din duygusundan neş’et ettiğini göstermesi açısından son derece önemlidir. Hal böyle olunca “ sadaka ne için bürhandır?” sorusu cevabını bulmuş olmaktadır. Sadaka; mahşerde kulun imanına bir bürhandır.

Sabır Ziyadır

Sabır; çölde tadı acı olan bir bitkinin adıdır. Bu bitkinin mahiyetinden hareketle de sıkıntı, hüzün, elem ve keder; kısacası insanı gamgin eden her acıya katlanmanın adına da sabır denegelmiştir. Ziya ise; ışığı kendisinden olan varlıklarda var olan bir hususiyet iken; nur ışığını başkasından alıp yansıtan varlıklar için kullanılır. Cenâb-ı Hakk’ın ayet-i kerimede “Güneşi ziyâlı, ayı nurlu kılan… Allah’tır” beyan-I sübhanisi bunun en büyük delilidir. Zira ay bizzat ısı ve ışık kaynağı değil güneşten aldığı ışığı yansıtan bir cisimdir.

Ayet-i kerime zaviyesinden bir okuma yapacak olursak diyebiliriz ki; sabır, müminin öz sermayesidir. Sabır; müminin içindeki dinamizmin asıl kaynağıdır. Sabır; musibetlere giriftar olan beşerin özündeki ışığı ortaya çıkaran ona gerçek kapasite ve potansiyelini gösteren bir fıtrat deşifrecisidir. Nasıl ki toprağı işleme adına toprağın bağrına giren paslı demir iş bitiminde parlak bir hal almıştır aynen öyle de sabır, kulu musibetlere karşı adeta idmanlı hale getiren, devası kendisinde katlanılması gerekli olan bir dert gibidir. “Sabır, yücelme ve fazilete ermenin mühim bir esası ve iradenin zaferidir. O olmadan, ne ruhu inkişaf ettirmekten, ne de yücelip benliğin sırlarına ermekten bahsedilemez. Sabır, fıtratın sinesinde cereyan eden armoninin, insan tarafından sezilmesi, kavranması ve taklit edilmesidir. Varlık âleminde her şey, ama her şey sabırlı bir bekleyiş, bitmeyen bir azim ve direnişle, hedefine doğru adım adımdır. Acele etmeden, fıtratta cari kanunları gözeterek ve yön-yol değiştirmeden… Neticeleri itibariyle hem dünya hem de ahireti aydınlatan bir ziya… Sabır.

Kur’an ya Lehinde ya da Aleyhinde Delildir

“Kur’an’ın lehte veya aleyhte hüccet olması açık bir husustur. Okuyup gereğiyle amel edene Kur’an lehte hüccettir, onu okumayıp mucibiyle amel etmeyeni, onu mehcur bırakanı Hz. Peygamber de (sallâllahu aleyhi ve sellem) şikâyet edecektir. Şu halde amellerin mizanı sırasında, aykırı amelde bulunanların değerlendirilmesinde Kur’an aleyhte bir hüccet olacaktır.” Yani Hak ve batılı birbirinden tefrik etmek doğruyu yanlıştan ayırmak istiyorsan Kur’an tek ölçüdür. Zira ahirette amel sandukanda getirdiğin şeyler onun kıstaslarına sunulacak ve ona muvafık olan ameller ve muhalif olan ameller böylelikle birbirinden tefrik edilecektir. Sonuç itibariyle Kur’an lehte veyahut aleyhte bir delil olmuş olacaktır.

Nefis Pazarı

Kişinin sabaha erip nefsini satması şöyle açıklanmıştır: “Herkes kendi kendine bir şeyler yapar. Kimisi nefsini Allah’a satar, yani onu ibadete harcar ve mukabilinde ateşten kurtarır. Kimisi de şeytana ve hevaya ve onlara uymaya satar ve helak eder.

Şu halde günlük hayatı yaşayıp da nefsini bu iki yoldan birine satmayan yoktur: Eğer Allah’a satılmamış, hayırla geçirilmemişse şeytan ve heva yolunda bad-ı heva harcanmış demektir. Hayatın Allah’a satılması, şuurlu taatte, hayırda geçirilmesi demektir. Bu şuuru kaybeder, otomat veya insiyaki bir tarzda cereyana bırakırsak şeytan yoluna gitme tehlikesi büyük ihtimaldir. Resûlullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) bu tehlikeye dikkat çekmektedir. Şuurla şeytan yolunu tercih edenler hakkında bir şey söylemeye zaten gerek yok.”

Unutmamalı! “Başkalarına karşı zafer kazanan kuvvetli, nefsine karşı zafer kazanan ise kudretlidir.”

Sefa Salman