Soru: Peygamber yoluna tâbi olma, mü’minin hayatına nasıl yansır?
Cevap: Bilindiği üzere usûlüddin ulemasına göre havass-ı selime, akl-ı selim ve haber-i mütevatir olmak üzere ilme götüren yollar üçtür. Bunlardan biri olan aklın kendine göre bir idrak alanı olduğu gibi, sağlam duyu organlarının da kendilerine göre bir duyuş, seziş ve değerlendirişleri söz konusudur. Dolayısıyla insan, bunları yerli yerinde kullanmak suretiyle belli hakikatlere ulaşabilir. Aynı şekilde insan, vicdanını kullanarak farklı enginliklere açılabilir, bir kısım hakikatleri sezebilir. Bergson, vicdanın bu sezgisine “entüisyon” sözüyle yaklaşırken, bunun bizim kültürümüzdeki adı ise “hads”dir.
Bilgi Kaynağı Olarak Vahiy
Fakat öyle hakikatler vardır ki ne akıl ne duyular ne de vicdan onları göremez, duyamaz, sezemez ve kavrayamaz. Hatta akıl ve duyularla bilinebilecek eşya ve hâdiselerin bile çoğu zaman arka plânlarıyla görülüp keşfedilmesi ve varlığın mahiyet-i nefsü’l-emriyesiyle kavranması mümkün değildir. Çünkü eşyanın, keşfedilip bilinen yönlerinin yanında, akıl ve duyuların kavramada yetersiz kalacağı çok farklı buudları da vardır. Hele Zât-ı Ulûhiyet hakikati, ahiret ve metafizik âlemlerle ilgili konular, akıl ve duyuların kavrama alanının tamamen dışında kalır. İnsan, akıl ve duyularını kullanmak suretiyle Zât-ı Ulûhiyeti hakikatiyle tanıyıp bilemeyeceği gibi, O’na nasıl kulluk yapılacağını da bilemez.
İşte bütün bu mevzularla ilgili saf ve dupduru bilgi Allah katındadır. Âyetü’l-Kürsî’de yer alan, يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلَا يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِهِ إِلَّا بِمَا شَاءَ “Yarattığı mahlûkların önünde ardında ne var, hepsini bilir. Onlar ise ancak O’nun dileyip onlara öğrettiğini bilebilirler.” (Bakara Sûresi, 2/255) şeklindeki ifadelerden de anlaşılacağı gibi, Allah’ın bildirmesiyle kulları da ilm-i ilâhiden nasiplenirler. Bu sebeple bizler dualarımızda sık sık, اَلّلهُمَّ عَلِّمْنَا مِنْ لَدُنْكَ عِلْمًا “Allah’ım bize nezdinden ilm-i ledün nasip eyle!” diyoruz. Hz. Musa’nın, meydana gelen hâdiseleri arka plânlarıyla kavrayabilmek için Hızır’la (aleyhisselâm) uzun bir yolculuğa çıkması gibi, Allah dostları da uzun seyr u sülûk-i ruhanîlerle ve daha başka yollarla hep eşyanın perde arkasına muttali olmaya çalışmışlardır. Hatta günümüzde aslî hâlini koruyamamış bazı dinlere veya din görünümündeki bir kısım organizasyonlara mensup olan insanlar da yoga ve meditasyon benzeri bir kısım yollarla hakikatin bilgisine ulaşmaya çalışmaktadırlar.
Fakat bu konuda objektif olan ve asıl itimat edilmesi gereken bilgi, Allah’ın, peygamberleri vasıtasıyla insanlara ulaştırdığı vahiy kaynaklı bilgidir. İşte İslâm âlimlerinin bir bilgi kaynağı olarak ifade ettikleri “haber-i mütevatir” de bundan ibarettir. Kur’ân-ı Kerim, baştan sona kadar bize tevatüren (yalan üzerinde birleşmeleri aklen imkânsız olan bir topluluk tarafından) nakledilmiştir. Aynı şekilde Efendimiz’in Sünnetinin önemli bir kısmı da bizlere -ister lafzen ister manen olsun- tevatüren nakledilmiştir. Kur’ân, Allah tarafından Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) pak sinesine ilka edilen bir vahiy olduğu gibi, aynı şekilde Sünnet-i Sahiha da yine Efendimiz’e Allah tarafından vahyedilmiştir. Şu kadar var ki Kur’ân vahy-i metluv (lafzı da manası gibi Allah’tan olup tilaveti ibadet olan vahiy), Sünnet ise vahy-i gayr-i metluv (manası Allah’tan olmakla beraber lafza dökülmesi Efendimiz’e bırakılan ve tilaveti ibadet olmayan vahiy) olarak isimlendirilmiştir.
Ayrıca Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah tarafından gönderilen ve âyet-i kerimeyle itmam ve ikmal edildiği (tamamlandığı ve kemale erdirildiği) ifade edilen İslâm dinini mükemmel bir şekilde temsil etmiştir. Zaten böyle kâmil bir dini kendi kemal ve tamamiyeti içerisinde arızasız ve kusursuz olarak ancak -Cilî’nin kitabına başlık olarak koyduğu ifadeyle- bir İnsan-ı Kâmil temsil edebilirdi ve etti de. Esasında Kur’ân’ın eksiksiz ve doğru bir şekilde anlaşılması ve tatbik edilmesi de ancak Efendimiz’in bu mükemmel temsiliyle mümkün olmuştur. Dolayısıyla biz, “Peygamber yolu” dediğimizde hem Cenâb-ı Hak tarafından Efendimiz’e indirilen vahyi hem de O’nun bu konudaki mükemmel temsilini anlıyoruz.
Zât-ı Ulûhiyet Hakkındaki Yanlış Telakkiler
Bizim için bunların tamamı yanıltmaz birer bilgi kaynağıdır. İnsanın, özellikle iman ve ibadetle alâkalı mevzularda doğru yolu bulması ancak bu iki kaynağa (Kur’an ve Sünnet’e) bağlı kalmasıyla mümkün olur. Yoksa ele aldığı meseleleri mişkat-ı nübüvvet altında test ede ede götürmeyen bir insan, farz-ı muhal doğrudan doğruya Zât-ı Ulûhiyetle görüşecek bile olsa, orada dahi hata edebilir. Mesela orada nasıl bir temkin ve teyakkuz gerekeceğini bilemeyebilir, “huzur”un âdâbına riayet edemeyebilir, abd-Mâbud ilişkisinin nasıl kurulacağını idrak ve ihata edemeyebilir. Böyle bir pâyeyi elde ettiği için fahre, ucuba girebilir. Bu sebeple de böyle bir zirveden derin bir çukura düşebilir.
Aynı şekilde bir insan Zât-ı Ulûhiyet’e karşı derin bir aşk u muhabbet taşıyabilir. Tıpkı Ferhat gibi, Vâmık gibi scvdalanıp Allah aşkıyla yanıp tutuşabilir, O’na kavuşma adına çok ciddi bir iştiyak duyabilir. Bu konuda ahesterevlik yapmayı, delice sevdiği Zât’a karşı ciddi bir saygısızlık olarak görebilir. İşte böyle bir kişi eğer Peygamber yolunda hareket etmiyorsa o da dengeyi koruyamayacak ve belki ellerini kaldırıp, “Allah’ım bir an evvel canımı al da Sana kavuşayım.” diye dua edecektir.
Her ne kadar böyle bir dua aklen güzel görünse de bunda bir dengesizlik söz konusudur ve Sünnet yoluna muhaliftir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde, ölümü temenni etmeyi menetmiş, insanın bu mevzuda yapabileceğinin en fazla, “Allah’ım, yaşamamda hayır olduğu sürece beni yaşat, ölümüm hayırlı hale geldiğinde de emanetini al!” diye dua etmesi olduğunu söylemiştir. (Buhârî, merdâ 19; Müslim, zikr 10) Zira bu dünya bir talimgâhtır. İnsan, öbür âleme liyakat kazanmak ve oraya göre bir donanım elde etmek için bu talimgâha gönderilmiştir. Dolayısıyla onun, tıpkı bir asker gibi, kendisini bu dünyaya gönderen Zât tarafından terhisi eline verilinceye kadar sabretmesi ve kusursuz bir şekilde kulluk vazifesini yerine getirmesi gerekir. Peygamber yolunun gereği budur. İnsanın böyle basit bir meselede bile Sünnet yolu olmaksızın doğruyu bulması çok zor olacaktır.
Meselenin daha iyi kavranması adına misal vermeye devam edelim: Bir insan aklıyla bir Yaratıcı olduğunu bulabilir. Fetret devrinde yaşamış olan ve bir peygamberin mesajıyla tanışma imkanı bulamayan pek çok insan gibi kâinattaki harikulâde eserlerden yola çıkarak “Bir Yaratıcı var.” diyebilir. Fakat bir insanın tek başına o Yaratıcının kim olduğu, hangi vasıf ve isimlere sahip bulunduğu, hakkında nasıl bir düşünceye sahip olunacağı gibi hususları bilmesi mümkün değildir. Bu gibi hususları Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) vaz’ etmiş olduğu çerçevede ele almayan bir kişi çok yanlış Ulûhiyet telâkkilerine girebilir. Bir dönemde İsrailoğulları’nın yaptığı gibi tecsim düşüncelerine kapılabilir; bazı Hıristiyanlarda veya bir kısım Şia’da olduğu gibi -hâşâ- Allah’ın bir beşerde hulul ve ittihat ettiğine kail olabilir. Ya da Grek felsefesinin tesirinde kalmış olan Mutezile gibi, “Allah, her şeyi maslahata uygun yaratma mecburiyetindedir.” gibi yakışıksız ifadeler ileri sürebilir. Gerçi Allah’ın her icraatında binbir hikmet ve maslahat saklıdır. O, abes fiil işlemez. Ne var ki Allah (celle celâluhu) hiçbir şeyle mükellef değildir; hiçbir şeye mecbur değildir, hiçbir şey O’na vacip değildir. Bu türden ifadeler Ulûhiyet mefhumuyla bağdaşmaz.
Bütün bu düşünceler hangi saikle dile getirilirse getirilsin, isterse bunların arkasında Allah’a karşı duyulan derin bir aşk u iştiyak bulunsun, bunların hepsi Peygamber yoluna muhaliftir. Bu tür konulardaki düşünceler vahy-i semaviye dayanmadığı takdirde -Allah muhafaza- her zaman Zât-ı Ulûhiyet’e yakışmayan bir kısım iddialar dile getirilebilir ve böylece dalâlete düşülebilir.
Dalâlet ve Şirkten Uzak Kalmanın Yolu
Aslında Cebriye, Mürcie, Müşebbihe ve Mücessime gibi, Zât-ı Ulûhiyetle ilgili düşüncelerinde bir kısım yanlış değerlendirmelere giden fırkaların doğru yoldan sapmalarının temel sebebi de milimi milimine Peygamber yolunu takip etmemeleridir. Müslümanların künde künde üstüne devrildiği bir dönemde yaşayan, onların bütün ceht ve gayretlerine rağmen İslâm kalesinin duvarlarının bir bir yıkıldığına şahit olan büyük bir dimağ bile -pek çok yerde Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in müdafaasını yapmış olduğu hâlde- Tahte sultani’l-kader isimli kitabında, bir kısım hakikatleri değerlendirirken, maruz kaldığı amansız hâdiselerin tesiriyle cebre saplanmıştır. Hâlbuki bir Arap sözünde ifade edildiği gibi, “Rüzgârlar, gemilerin arzu ettiği şekilde esmezler.” Aynen böyle hâdiseler de insanların keyiflerine göre cereyan etmez.
Zira Âl-i Imrân Sûresi’nde şöyle buyrulmaktadır: قُلِ اللَّهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَاءُ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَاءُ بِيَدِكَ الْخَيْرُ إِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ “De ki, Ey mülk ve hâkimiyet sahibi Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden de çeker alırsın; dilediğini aziz, dilediğini de zelil kılarsın, bütün hayır Senin elindedir ve Sen elbette her şeye kadirsin.” (Âl-i Imrân Sûresi, 3/26)
Başka bir âyet-i kerimede ise Rabbimiz şöyle buyurur: وَتِلْكَ الْأَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِ “Biz, (mutluluk vaat eden) günleri insanlar arasında döndürür dururuz.” (Âl-i Imrân Sûresi, 3/140). Yani, bir gün birilerine bayram olurken başka bir gün diğerlerine bayram olacaktır. Mülkün gerçek sahibi Allah olduğuna ve O, her icraatında Fail-i Muhtar bulunduğuna göre hiç kimsenin bu konuda itiraz ve şikâyete hakkı olamaz. İşte bu, Peygamber yoludur.
Özellikle şartların oldukça ağırlaştığı ve zulümlerin zulümleri takip ettiği dönemlerde yaşayan insanların, meydana gelen hâdiseler hakkında dengeli düşünebilmeleri ve Zât-ı Ulûhiyet hakkında yanlış bir kısım telakkilere gitmemeleri de ancak Peygamber yoluna tâbi olmalarına bağlıdır. Aksi takdirde onlar, yaşadıkları bir kısım acı ve üzüntülerin de etkisiyle bazen kadere taş atmaya bazen de cebrî bir kısım düşüncelere girmeye başlayabilirler.
Bunun aksi de söz konusu olabilir. Önemli başarı ve muvaffakiyetler elde eden, sürekli zaferler arkasında koşan ve hadiselerin hep istediği yönde cereyan ettiğine şahit olan insanlar da bir süre sonra, -gafil ve cahillerin lakırdıları olan- “yaptık, ettik, kurduk, başardık, tanzim ettik…” gibi bir kısım iddialarda bulunmaya başlayabilir ve böylece öncekilerin dalâlete düşmesi gibi bunlar da bir manada şirke girebilirler.
Peygamber yolunun yolcularına gelince onlar, muvaffak oldukları her başarıyı Allah’tan bilir, yaptıkları hizmetlerde kendilerinin istihdam edildiğini düşünür ve sürekli bütün güzelliklerin asıl sahibi Allah’a şükür ve hamd duygularıyla gerilirler. Onlar cüz’î iradeyi inkâr etmez ve onu, insana ait fiillerin ortaya çıkmasında şart-ı âdi plânında önemli bir sebep görürler ama tesir-i hakikîyi ona vermez, her şeyin yaratıcısının Allah olduğu hakikatini hiçbir şekilde unutmazlar. Dolayısıyla onlar, âdet-i sübhaniyenin gereği olarak insan iradesine gereği kadar nazar atfeder ama Allah’ın iradesini her şeyin üstünde görürler.
Efendimiz’in yaktığı meşalenin altında yürüyen tali’liler, sebep ve sonuçlar arasındaki uyumsuzluğa da takılmazlar. Onlar, hâdiseleri sadece zahirî yanlarıyla değerlendirmeyip işin arka plânını da nazar-ı itibara aldıklarından bu konuda da doğru hükümlere varabilirler. Bu açıdan onlara göre çok küçük sebeplere çok büyük neticelerin bağlanması, esasında Allah’ın büyüklüğünün bir alâmetidir. Öyle ki Rabbimiz, bazen bizim sadece el kaldırıp dua etmemizi bile bir sebep olarak kabul buyurup çok büyük şeyler yaratabilir. Mesela siz, “Allah’ım, yer ve gök ehli arasında bizim için bir sevgi vaz’ eyle!” diye dua edersiniz. Bir de bakarsınız ki bir dönemde sizin dünyanın dört bir yanına dağılmaya başlayan arkadaşlarınız, gittikleri ülkelerin dil ve kültürlerine ait ciddi bir eğitim almamış olmalarına rağmen, bir süre sonra oralarda hüsn-ü kabul görmeye başlarlar. Karşılaştıkları insanlar onlara kol-kanat gerer, onları bağırlarına basarlar. İşte böyle bir neticeyi, bizim ortaya koyduğumuz gayretlerle izah etmek mümkün değildir. Demek ki duaları kabul eden Rabbimiz, yapılan bu duaları karşılıksız bırakmamıştır.
Bütün bunları, diğer iman esasları hakkında da düşünebiliriz. Mesela bir insanın Peygamber yoluna tâbi olmadan nübüvvetle ilgili doğru ve dengeli mülâhazalara sahip olması mümkün değildir. Peygamberlik hakikatiyle ilgili peygamberlerin vaz’ etmiş olduğu disiplinlere uymadığı takdirde her zaman bu konuda mübalağa ifade eden bir kısım iddialarda bulunabilir. Bu hususta tefrit ehli bazıları tarafından onlar, -görevi, yalnızca kendisine inen kitabı insanlara ulaştırmak olan, kavlî-fiilî sünnetinin teşride bir yeri olmayan- hâşâ birer “postacı” gibi değerlendirilebilir. İfrat ehli başkaları ise Zât-ı Ulûhiyet’in kendisini ifade etmesi için peygamberlere ‘muhtaç’ olduğunu ileri sürebilir. Bu tür meseleler mütevatir habere bağlanmadığı, bir otoban olan Sünnet yolu terk edilerek patikalara girildiği sürece daha başka sapmalar da ortaya çıkabilir.
Allah’a nasıl kulluk yapılacağı, hangi amellerin O’nun katında ibadet, taat veya kurbet sayılacağı gibi mevzularda da peygamber öğretisi olmadan doğru tavrın belirlenmesi mümkün değildir. İnsan, bütün bu konularda vahyin aydınlatıcı tayflarına muhtaçtır. O, ibadetlerini, ancak dinin “taabbudî” emirlerine bağlı kaldığı takdirde Allah’ın istediği tarzda yerine getirebilir. Bu tür konularda aklın vereceği bir hüküm yoktur. İnsan, kendi başına yeni ibadet şekilleri ortaya koyamaz. Hatta o, Allah’a daha çok yaklaşma ve daha iyi kullukta bulunma adına Peygamberin talim buyurduğu ibadet şekillerinden daha ağırını ve daha meşakkatlisini ortaya koymuş olsa bile bunların ona hiçbir faydası olmayacaktır. Bilâkis o, bu tavrıyla Fatiha’da ifade edilen “dâllin (sapıtanlar)” ve “mağdûbîn (gazaba uğrayanlar)” zümresine dâhil olacaktır. Bu açıdan ne imana ne de İslâm’a ait meselelerde Peygamber yoluna tâbi olmadan hakikati bulmanın ve orada sabit-kadem kalmanın hiçbir yolu yoktur.
Tiranların Yolu mu Peygamberlerin Yolu mu?
Yönetim veya sosyal hayatla ilgili meselelerden de misal vermek gerekirse, mesela birileri herhangi bir kademede yönetici olduğu zaman aklına, tecrübesine veya iktidarına güvenerek kimseye danışma ihtiyacı duymadan kendi başına iş yapabilir. “Dediğim dedik” tavırlarla hareket edebilir. Kararlarında kendisini yanılmaz gibi görebilir. Egosu ve kibri kendisini başkalarıyla istişare etmekten alıkoyabilir. Böyle bir insan, mü’min bile olsa tiranların yolunu Peygamber yoluna tercih etmiş demektir.
Zira gözü semalar ötesinde, kulağı Cibril-i Emin’in getireceği mesajla irtibatlı ve vahiyle müeyyet bulunan Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), her meselesini ashabıyla istişare etmiştir. O, hususiyle ashab-ı re’yle görüşmeden hiçbir meseleyi çevresine dayatmamıştır. Hatta zaman zaman kendisi farklı bir görüşte olmasına rağmen sırf istişare disiplinini oturtma ve sahabenin görüşüne değer verme adına kendi görüşünden vazgeçmiştir. Mesela O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Müslümanlar açısından çok önemli olan Uhud Savaşı’nda sahabenin görüşüne göre hareket etmiş, kendisi savunma harbi yapma fikrinde olsa bile Uhud’a çıkmıştır.
Böyle önemli bir meselenin yanı sıra hurmaların aşılanması gibi basit bir mevzuda bile O, أَنْتُمْ أَعْلَمُ بِأَمْرِ دُنْيَاكُمْ “Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz.” (Müslim, fezâil 141) diyerek sahabeyi hurmaların aşılanmasıyla ilgili uygulamalarında baş başa bırakmıştır. Daha doğrusu bu tür konularda bize bir terbiye öğretmiştir. Dolayısıyla zirvedekilerin çevresiyle istişare yaptıktan sonra, “Ben bu konuyu tekrar tekrar düşünmüştüm ve aklıma böyle gelmişti. Bunu da isabetli görmüştüm. Fakat yine de siz daha iyi bilirsiniz.” diyebilmeleri Peygamber yoluna uygun hareket tarzı olacaktır. Evet, bu yolun gereği, bir insanın, benliğinden ve enaniyetinden vazgeçerek başkalarının duygu ve düşüncelerine kendi duygu ve düşüncelerinin çok ötesinde saygılı olmasıdır.
İnsan daha başta hangi yolu takip edeceğini çok iyi belirlemelidir. Duygu ve düşünceleriyle, hâl ve hareketleriyle firavunların, zorbaların yolundan mı gittiğini yoksa Peygamber yolunu mu izlediğini sık sık gözden geçirmelidir. Bizce tutulup gidilmesi gerekli olan tek yol baştan enbiya-i izamın yolu, sonra da milimi milimine onları takip eden ve en üst seviyede temsil eden sahabenin yoludur.
Peygamber Yolunun Kutlu Temsilcileri
Hiç şüphesiz Peygamber yolunu en doğru anlayan ve en güzel şekilde temsil edenler Raşit Halifeler olmuştur. Müslümanlık en duru şekliyle arızasız olarak onlar tarafından temsil edilmiştir. Onun içindir ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), عَلَيْكُمْ بِسُنَّتِي وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ عَضُّوا عَلَيْهَا بِالنَّوَاجِذِ “Benim ve Râşit Halifeler’in (Benden sonra Benim yolumu, rüşd ve istikamet yolunu takip edenlerin) yolunu yol edinin. Bu yolu, azı dişlerinizle tutar gibi sımsıkı tutun.” (Tirmizî, ilim 16; Ebû Dâvûd, sünnet 5; İbn Mâce, mukaddime 6) sözleriyle mü’minleri hem kendi Sünnetine tâbi olmaya hem de Raşit Halifelerin yolundan gitmeye çağırmıştır. Hatta meseleyi Arapça’da kullanılan عَضُّوا عَلَيْهَا بِالنَّوَاجِذِ deyimiyle ifade etmek suretiyle onların yoluna sımsıkı sarılmamızı ve asla bu yoldan ayrılmamamızı vasiyet etmiştir.
Başka bir hadislerinde ise Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), Sahabe efendilerimizin kıymetini, خَيْرُكُمْ قَرْنِي ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ “En hayırlılarınız benim çağımda yaşayanlardır. Sonra onu takip edenler (tâbiîn), sonra da onları takip edenler (tebe-i tâbiîn) gelir.” (Buharî, şehâdât 9; Müslim, fedâilu’s-sahabe 210) sözüyle ifade etmiştir. Eğer siz asırların en hayırlısında yaşayan insanları görmez ve onların yoluna tâbi olmazsanız, Peygamber yolunu doğru anlayamazsınız. Müslümanlığın doğru anlaşılıp doğru yorumlanmasının yolu, bu büyük zatların bu konudaki anlayışlarına müracaat etmek ve arızasız temsillerine bağlı kalmaktan geçer. Bu açıdan Raşit Halifelerin, Ehl-i Beyt’in ve ayırım yapmaksızın bütün Sahabe-i Kiram’ın sevdirilmesi ve onların yolunun nazara verilmesi çağımızın mürşitleri ve inanan insanları için çok önemli bir vazifedir.
Sahabeden sonra ise Peygamber yolunun en güzel temsilcileri mezhep imamları başta olmak üzere selef uleması olmuştur. Dini doğru anlamadan başka hiçbir dertleri olmayan bu büyük zatlar neyin nasıl yorumlanması gerektiğini izah etmişler ve nasların nasıl anlaşılacağına dair çok önemli disiplinler ortaya koymuşlardır. İnsanlığın İftihar Tablosu, insanlığı aydınlatmak için fevkalâde bir donanımla gönderildiği gibi, özellikle İmam Ebû Hanife, İmam Mâlik, İmam Şafiî ve İmam Ahmed İbn Hanbel de bir yönüyle özel donanımlı olarak yaratılmışlardır. Onlar sayesinde dinî mevzularda hiçbir şey muğlak kalmamıştır. Din, onlar sayesinde sahabenin anladığı gibi bize intikal etmiştir. Dolayısıyla Peygamber yolunun anlaşılmasında ve yaşanmasında onların da çok önemli hizmetler yaptıkları iyi bilinmeli, onlara saygıda kusur edilmemeli ve bu büyük müçtehitlerin güzergâhı terk edilmemelidir.
Fakat bu demek değildir ki siz, içinde yaşadığınız çağın şartlarını hesaba katmayacaksınız; konjonktüre bağlı meselelerle dinin aslına dayanan hükümleri birbirinden ayırmayacaksınız. Bilakis, zamanın rüzgârını da arkanıza alacak, temel disiplinlere bağlı kalmak şartıyla onun ortaya koyduğu tefsirden istifade edeceksiniz. Gerektiğinde formatla oynayacaksınız; o dönemde meydana gelen hâdiselerden önemli ilke ve prensipler çıkararak bunları, yaşadığınız çağın şartlarına uygun olarak hayata geçireceksiniz.