Soru: Bazı insanlar, yakın çevrelerinde ortaya çıkan
güzellikler karşısında uzaklardan uzak bir insan tavrı sergileyebiliyorlar.
Böyle bir halet-i ruhiyenin saikleri nelerdir, izalesi adına neler
yapılabilir?
Cevap: Uzaklık, hakikatin mahiyet-i
nefsü’l-emriyesine, ne ise o olarak görülüp bilinmesine engel teşkil
ettiği/edebileceği gibi, bazen yakınlık da görmeye mâni bir perde olabilir.
İnsanlığın İftihar Tablosu’yla aynı dönemi paylaşıp âlemleri nura gark eden o
ışık tufanının hemen yanı başında bulunuyor olmalarına rağmen O’nu ve gökteki
yıldızlar konumunda bulunan etrafındaki sahabe efendilerimizi göremeyen insanlar
vardı. Fakat diğer tarafta böyle bir mazhariyete yakınlığın farkında olan,
bakmasını bilen ve bakmanın yanında meseleyi görme ile değerlendirip görme ile
derinleştirenler ise, başlarının üzerinde tulu’ eden O hakikat güneşini gördü,
O’nunla aydınlandı, O’ndan yudum yudum insibağ yudumladı ve O’nunla
dünyevî-uhrevî saadete erdiler.
Yakın körlüğü, yakın sağırlığı hemen her asırda yaşandığı gibi günümüzde de
söz konusu olabilir. Meselâ çağımızda fedakârlığın sahabicesiyle hak ve hakikat
peşinde, insanlık yolunda koşturup duran adanmış ruhlara yakın olmanın çok
önemli avantajları olduğu gibi dezavantaj yanları da söz konusudur.
Erzurumlular, bu durumu anlatma adına “Ev danası öküz olmaz!” ifadesini
kullanırlar. İşte bu bakış açısına göre, önce bir filiz hâlinde ortaya çıkan,
sonra sürgün hâline gelip ardından da salınıp sallanan kocaman bir çınara
dönüşen güzellikler hep o ilk nazarın mahkumiyetine maruz kalır; maruz kalır da
“O da bizden biri.” denilip ona hep bir filiz nazarıyla bakılır.
Rekabet Duygusu ve Göze İnen Perde
Zannediyorum günümüzde yakından tanıma imkân ve fırsatını yakalamış
olmalarına rağmen kendilerine yakışmayan bir uzaklık tavrıyla meseleye bakanlar
ve değerlendirmelerini hep buna göre yapanlar işte bu şekilde yakınını göremeyen
birer yakın körleridir. Keşke mümkün olsaydı da, bu insanlar, kendilerine bir
yakın gözlüğü alsa ve böylece bakmanın yanı başında görmeye de muvaffak
olsalardı. Fakat ne yazık ki, böyle bir gözlük yok. Dolayısıyla göze inen bu
perdeyi kaldırmak, görmeye mâni olan yanlış mülâhazaları silmek ve dünyanın dört
bir yanında farklı bir çizgide inkişaf eden bu güzellikleri görebilmek insanın
kendi iradesini kullanıp bakış açısını değiştirmesine bağlıdır.
Yakın körlüğünün yanında, dostların maruz kalabileceği, çekememezlik körlüğü,
haset körlüğü, rekabet körlüğü gibi daha başka körlükler de vardır. Hatta
rekabet gibi telakki edildiği takdirde dinin mubah dairesi içinde yer alan
tenafüs dahi bir körlük vesilesi olabilir. Eğer tenafüse, “ferdin, beraber yol
yürüdüğü yol arkadaşlarından Cenâb-ı Hakk’ın lütfedeceği nimetler hususunda geri
kalmama mülâhazasıyla bir yarış havası içinde olması” şeklinde bakılacak olursa,
haddizatında masum gibi görünen böyle bir mülâhaza, sınırlarına riayet
edilemediği takdirde mahzurlu hâle dönüşebilir. Bu sebeple Kur’ân’ın has
talebeleri, mülâhazalarını daha engince bir düşünceye bağlayıp şöyle
demelidirler: “Kardeşlerim girdikleri bu güzel yolda Cennet, rıdvan ve rü’yete
doğru koşuyorlar. Öbür tarafta bu güzeller güzeli insanlardan cüda düşmemek
için, ben de onların faaliyetleri içinde yer almalıyım.” Yoksa “Yarışı ben
kazanayım!”, “İpi ben göğüsleyeyim!” gibi mülâhazalar, Hak yolunda yapılan
hayırlı bir hizmette, şeytanın dürtülerine göre planlanmış düşüncelerdir ve bu
yönüyle de melundurlar. Aynı şekilde eğer dikkat edilmezse hasetle hemhudut olan
gıpta da melun bir iş hâline gelebilir. Evet, meselenin hudut ve sınırları
korunamazsa, insan hiç farkına varmaksızın bir anda gıpta tarafından haset
tarafına geçebilir.
Dizinizin Dibinde Neşet Etmiş Olsa Dahi
Bu gibi faktörlerin hepsi insanda belli körlükler yapar ve bu körlükler nice
hakikatlerin arada kaynayıp gitmesine sebebiyet verir. Bu açıdan insanın
çevresine hep kalbin kadirşinas ölçüleriyle bakması; bakıp nerede bir damla
hakikat varsa onu saygı ile karşılaması gerekir. Öyle ki, hakikatlerin,
çocukluğunu bildiğiniz, hatta dizinizin dibinde neşet etmiş bir insanın eliyle
size ulaşması sizi kör etmemelidir. Bu durumda da, doğru bakmasını bilmeli ve
baktığınız şeyleri mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun görmeye çalışmalısınız.
Eğer bu yapılamazsa, insanlık semasının ayları-güneşleri konumunda bulunan
peygamberleri görmemeden alın da sahabe-i kiram efendilerimize; ondan Abdulkadir
Geylanî, İmamı Rabbanî gibi hak dostlarından Hz. Sahib Kıran’a ve O’ndan da saf
ve samimi Anadolu insanının dünyanın dört bir yanında ektiği tohumları, diktiği
filizleri, yeşerttiği sürgünleri, meydana getirdiği ağaçları görmemeye kadar çok
değişik mertebede farklı körlükler söz konusu olur. Cenâb-ı Hak bir âyet-i
kerimede:
وَمَنْ كَانَ فِي هٰذِهِۤ أَعْمٰى فَهُوَ فِي الْاٰخِرَةِ
أَعْمٰى
kördür.” (İsra sûresi, 17/72) buyurmak suretiyle, dünyada apaçık
hakikatleri görmeyen kimselerin ötede de körler gibi muameleye tâbi tutulacağını
beyan buyurmuştur. Burada kastedilen maddî gözün kapalı olması değildir. Âyet-i
kerimede bir mecaz söz konusudur. Yani âyet-i celîlede mevzuubahs edilen kişiler
baktığı hâlde görmeyen insanlardır. Kur’ân-ı Kerim’de mecaz bulunduğunu kabul
etmeyen kişiler bile bu âyetteki mecazı kabul etmek durumunda kalmışlardır.
Başka bir âyet-i kerimede ise mânevî körlüğe şu ifadelerle dikkat çekilir:
لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لَا
يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ اٰذَانٌ لَا يَسْمَعُونَ بِهَۤا
kalbleri vardır ama bu kalblerle idrak etmezler, gözleri vardır onlarla
görmezler, kulakları vardır onlarla işitmezler.” (A’râfsûresi, 7/179)
Görüldüğü üzere âyet-i kerimede kalbleri olduğu halde bu kişilerin fıkıhtan
mahrum kaldıkları ifade edilmektedir. Yani bunlar ellerindeki tığlarla
sebep-sonuç arasında mekik dokuyarak bir dantelâ meydana getirme kabiliyetinden
mahrumdurlar. Evet, bu tâli’sizler düşünce hayatlarının kol ve kanatları kırık
bir hâlde ömürlerini geçirir, fikrî bir örgü, analiz ve sentez ortaya
koyamamanın fikdanını yaşarlar.
Başka bir âyet-i kerimede ise körlük kalbe izafe edilip:
فَإِنَّهَا لَا تَعْمَى الْأَبْصَارُ وَلٰكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ
الَّتِي فِي الصُّدُورِ
sinelerindeki basiretleridir.” buyrulur. (Hac sûresi, 22/46) Demek ki, asıl
önemli olan, basiret gözünün açılmasıdır. Evet, asıl mesele, basar değil,
basiret gözünün açık olmasıdır. Çünkü basiret kapalı olduktan sonra basarın açık
olması çok bir şey ifade etmeyecektir. Zira böyle bir insan doğru göremeyecek,
doğru mütalaalarda bulunamayacak ve doğru bir sentez ortaya koyamayacaktır.
Peki, niye basiret kör olur? İşte bu, yukarıdan beri üzerinde durduğumuz
hususlarla ilgili bir meseledir. Haset, çekememezlik, haddini bilememe, bakış
zaviyesini ayarlayamama vb. hususlar insanı basiret körlüğüne sevk eden
faktörlerdir.
Kor Hâline Getirilen Takdir Hisleri
Bu noktada durup bir hissiyatımı sizinle paylaşmak istiyorum. Her ne kadar
arkadaşların ihlâs, samimiyet, vefa ve sadakatlerini tam bir şekilde ve olması
gereken seviyede takdir edemesem de, ortaya koydukları sa’y ve gayretleri
görmeye çalıştığımı söyleyebilirim. Bir taraftan onların faikiyetleri ölçüsünde
yanlarında ve arkalarında olamamanın hicabını duyuyorum. Diğer taraftan da,
vesile oldukları güzel hizmetler karşısında takdir hisleriyle doluyor ve o
hisleri bir meşale veya bir kor hâline getirerek hararet kaynağı gibi canlı
tutmaya çalışıyorum. Zira ortaya konan bu güzelliklerin en küçüğünün dahi takdir
edilmesi gerektiği kanaatindeyim. Evet, nimetin kadri kıymeti bilinir, takdir
edilir ve onun karşısında şükür ve hamdle iki büklüm olunursa, Cenâb-ı Hak o
nimeti artırır. Bakın Allah (celle celâluhu) bir mesele hakkında “bu böyledir”
diye ferman buyurduğunda artık orada kasem/yemin aranmaz. Fakat bununla birlikte
Allah (celle celâluhu);
لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ
“Size gelip ulaşannimetlere; kavlî, hâlî, fiilî, tedebbürî ve tezekkürî seviyede şükürle
mukabelede bulunursanız, kasem olsun ben de nimetimi arttırırım.” (İbrahim
sûresi, 14/7) ifadeleriyle kasemde bulunarak bu hakikati dile getirmektedir.
Âyet-i kerimenin devamında ise insanı tir tir titretecek, yürekleri hoplatacak
bir ikaz bulunmaktadır:
وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ إِنَّ عَذَابِي لَشَدِيدٌ
“Amanankörlük yapar, nimetleri görmezlikten gelir ve kendinizi körlüğe salarsanız
biliniz ki, körlere karşı azabım şiddetlidir.” (İbrahim sûresi,
14/7)
O hâlde inanan gönüller olarak bizim, bu tür körlükler yaşamamamız adına her
zaman dikkat, temkin ve teyakkuz içinde olmamız gerekir. Eğer gözlerimiz
birileri sayesinde bazı hakikatlere açılmışsa, bizim de hak ve hakikate karşı
gözlerimizi hep açık tutmamız; açık tutup hakikat kimin eliyle ortaya konmuş
olursa olsun, ona karşı hep kadirşinas davranmamız iktiza eder. Meselâ birisi
beş adama, başka birisi beş yüz adama, bir başkası da beş bin adama nafiz
olmuşsa, bunların hepsini başımıza taç yapmalı ve alkışlamalıyız.
Son bir husus olarak şunu ifade edeyim ki, eğer bazıları, Cenâb-ı Hakk’ın
size ihsan buyurduğu başarı ve muvaffakiyetleri içine sindiremeyip kıskançlık,
çekememezlik, haset ve hatta kimi zaman tahriple bu hazımsızlıklarını ortaya
koyuyorlarsa, siz yine de, dişinizi sıkıp sabretmeli ve benzer mukabelede
bulunma gibi bir yanlışlığın içine düşmemelisiniz.
Vâkıa böyle bir durum karşısında zayıf karakterli bazı insanlar için:
وَإِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُمْ
بِه
cezalandırın.” (Nahl sûresi, 16/126) âyet-i kerimesi bir esas olabilir. Ama
âyetin devamı daha üst seviyede bir muameleyi telkin edip:
وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ
“Şayetsabredecek olursanız bu, sabredenler için işin en hayırlısıdır.” (Nahl
sûresi, 16/126) ufkunu göstermektedir. Buna göre, misliyle mukabele yolunu
tutmak yerine “gelse celâlinden cefa, yahut cemalinden vefa, ikisi de cana sefa”
diyerek, dişimizi sıkıp katlanmamız bizim için daha hayırlıdır. Tabii söylenen
bu hususların, karşılaşılan her bir hadise ve imtihanda hayata tatbik
edilebilmesi için de onların temrinat ve egzersizlerle mutlaka ruha mal
edilmesi, tabiatın bir derinliği haline getirilmesi gerekir.