Soru: Kur’an-ı Kerim’de, Tâlût’un ve onunla beraber olan inananların Câlût ve ordusuyla karşılaştıklarında Cenâb-ı Allah’tan sabır, sebat ve nusret istedikleri anlatılmaktadır. Onların bu isteklerini içinde bulunduğumuz zaman ve şartlar açısından değerlendirir misiniz?
Cevap: Hazreti İsa’nın (aleyhisselam) doğumundan yaklaşık olarak 9-10 asır önce Mısır ile Filistin arasında Amalika adlı bir kavim yaşamaktaydı. Câlût adında bir hükümdar tarafından idare edilen bu kavim, İsrailoğulları’na saldırıp onları perişan etmiş; vatanlarından kovmuş, çoluk-çocuklarından ayrı koymuştu. Bunun üzerine İsrailoğulları, peygamberlerine müracaatta bulunmuş, düşmanlarıyla çarpışmak için kendilerine bir komutan tayin etmesini istemişlerdi. “Ne olur, bize bir hükümdar tayin et de biz de Allah yolunda cihad edelim” demişlerdi.
Bu hadise, bahsi geçen peygamberin ve diğer şahısların kimlik bilgileri gibi bazı detay sayılabilecek hususlara yer verilmeden, sonraki nesillere ibret olabilecek yanlarıyla Bakara Suresi’nin 246-252. ayetlerinde anlatılmıştır. Kur’an-ı Kerim’de sadece Hazreti Musa’dan (aleyhisselam) sonra gelen peygamberlerden biri olduğuna işaret edilen bu Allah elçisinin adı Eski Ahid’de Samuel olarak zikredilmektedir. Adı ne olursa olsun, İsrailoğulları’nın fıtratını çok iyi bilen o peygamber, “Ya savaşma emri size farz kılınır, siz de savaşmazsanız?” deyince onlar, “Ne diye Allah yolunda cihad etmeyelim ki; vatanlarından çıkarılan biz, çoluk çocuğundan ayrı düşenler de yine biziz.” cevabını vermişlerdir. Onlar böyle deseler de, cihad kendilerine farz kılınınca içlerinden çoğu sözlerinden dönüvermiş ve geride ahdine sâdık pek az insan kalmıştır. Fakat, dönemin peygamberi bunu önceden bilmesine ve onların daha sonra takınacakları tavrı o anki hallerinden okumasına rağmen İsrailoğulları’nın kumandan talebini geri çevirmemiş, Tâlût’u hükümdar ve başkomutan olarak tayin etmiştir.
Tâlût ve Suyla İmtihan
Eski Ahid’de Saul olarak anılan Tâlût’un ismi bazı kaynaklarda Süryânice Sayil ve İbrânice Savil şeklinde geçmektedir. Dolayısıyla, genel kanaat, “Tâlût” kelimesinin isim değil, İbranice bir lakap olduğu yönündedir. “Tâlût” güçlü, kuvvetli ve iri cüsseli manalarını içermektedir; maddî-manevî kuvvetliliğe bir ünvan gibidir.
İsrailoğulları başlangıçta işi zenginlik ve kavmiyetçilik noktasından ele almış ve Tâlût’un hükümdarlığını tasvip etmemişlerdi. Onlara göre, içlerinden daha zengin, daha seçkin ve daha asil birinin komutan olması gerekiyordu. Cenâb-ı Allah, Tâlût’a hem maddî hem de manevî yönden bir üstünlük vermişti; o heybetli, güçlü, kuvvetli ve çok güzel suretli olduğu gibi, dinî, siyasî ve askerî işleri de bilen, idareciliğe kabiliyeti olan biriydi. Heyhat ki, İsrailoğulları her zamanki “seçkinlik” tutkusundan kurtulamamış ve daha soylu bir insanın tayin edilmesini istemişlerdi. Peygamberleri onlara seçimin Allah Teâlâ tarafından yapıldığını ima etmiş, Tâlût’un Hak indindeki yerine dikkat çekmiş ve devamla şöyle demişti: “Onun hükümdarlığının alâmeti, size içinde Rabbinizden bir sekîne ile Mûsâ ve Harun’un manevî mirasından bir bakiyye bulunan ve meleklerce taşınan bir sandığın gelmesidir. Eğer iman etmeye niyetli iseniz bunda, elbette sizin için delil vardır.” İşte, İsrailoğulları ancak o zaman Tâlût’un hükümranlığına razı olmuşlardı.
Tâlût, Câlût’a karşı sefere çıkmak üzere ordusunu harekete geçirince askerlerine şöyle demişti: “Allah sizi, bir ırmakla imtihan edecek. Onun suyundan kana kana içen benden sayılmayacak; sadece avucuyla aldığı miktar muaf olmak üzere, kim o sudan içmezse o da benden sayılacak.” Böylece, Tâlût onları uyarmıştı; fakat onlar, -pek azı hariç- suyun başına varır varmaz ondan avuç avuç içmişlerdi. İçmiş ama içtikçe daha bir susamış, bir türlü suya kanmamış ve imtihanı kaybederek yolda kalmışlardı. Tâlût ve zaruret miktarı bir avuç suyla iktifa eden sâdık müminler ise, ihtiyaçlarını görüp ırmağın diğer tarafına selametle geçmişlerdi. Suyun öbür yakasında kalanlar, yeis ve inkisar şurubu içmişçesine “Bugün bizim Câlût ve ordusuna karşı duracak tâkatimiz yoktur” demiş, geri çekilmişlerdi; ama ölümden sonra diriltilip Allah’ın huzuruna çıkacaklarını bilen diğerleri, “Nice küçük topluluklar vardır ki, Allah’ın izniyle, büyük cemaatlere galip gelmiştir. Doğrusu Allah sabredenlerle beraberdir.” diyerek yollarına devam etmişlerdi.
Sabr ü Sebat ve Nusret Duası
Evet, ölümden kaçmanın mümkün olmadığını, bugün olmazsa yarın mutlaka öleceklerini ve nihayet Allah’ın huzuruna varacaklarını bilen mü’minler, ahde vefa göstererek Hak yolunda şehid veya vazifesini yapmış gazi olmaya karar vermişlerdi. Onlar, Câlût’u ve onun yüreklere korku salan ordusunu görünce ürküp kaçma yerine Tâlût’un etrafında daha bir kenetlenmiş ve Allah’a teveccüh edip sabra sarılmak gerektiğine inanarak şöyle niyaz etmişlerdi: “Ya Rabbenâ, üstümüze gürül gürül sabır yağdır, ayaklarımıza sebat ver ve kâfir topluluğa karşı bizi muzaffer eyle!” (Bakara, 2/250)
İsrailoğulları’ndan tahkiki imana ermiş bu küçük grup, sayıları az da olsa, Allah’a sığınmak suretiyle zafere kavuşabileceklerine gönülden inanmış; belli bir talim ve terbiyeden, bir ikaz ve rehabiliteden sonra ulaştıkları o iman ufkuyla içinde bulundukları hali değerlendirmiş ve içten yakarışa geçerek “Rabbenâ efriğ aleynâ sabran ve sebbit akdâmenâ vensurnâ ale’l-kavmi’l-kâfirîn” demişlerdi. Onlar, sadece “bize sabır ver” dileğiyle de yetinmemiş; “efriğ aleynâ” ifadesini tercih ederek “Sabrı başımızdan aşağı yağmur gibi boşalt, üzerimize bol bol sabır yağdır.” demek suretiyle Allah’ın inayetine ve sabra ne ölçüde muhtaç olduklarını dile getirmişlerdi. “Rabbimiz, Sen yarattın, Sen yetiştirdin bizi; en iyi Sen bilirsin ihtiyaçlarımızı, zaaflarımızı, eksiklerimizi… Sabırla coştur yüreklerimizi, cesaretle doldur içlerimizi; hiç titremesin bacaklarımız, asla kaymasın ayaklarımız. Geriye tek adım atmadan ve yerimizden ayrılmadan Senin yolunda mücahedenin hakkını verdir bize, o kâfirler topluluğuna karşı yardım ve zafer ihsan et şu bîçare bendelerine!..” mülahazalarıyla niyaz etmişlerdi.
İşte, İsrailoğulları’ndan çoğunun onca hır-gür çıkarmalarından, ahde vefasızlık yapmalarından ve inananları yüz üstü bırakıp geri dönmelerinden sonra, sâdıkların o kadarcık bir teveccühünü Cenâb-ı Hak cevapsız ve mükâfatsız bırakmamıştı. Allah’ın izni ve inayetiyle Dâvud (aleyhisselam) Câlût’u öldürmüş ve Tâlût ordusu düşmanlarını bozguna uğratmıştı.
Hazreti Dâvud ve Kuvvet-Hikmet Münasebeti
Kur’an-ı Kerim’de ve Sünnet-i Sahîha’da Hazreti Dâvud’un yaşıyla, mesleğiyle ve Câlût’u öldürürken kullandığı silahıyla alakalı bir bilgi yoktur. Fakat, Eski Ahid’de keçi sürüsü güden bir çoban olduğu ve Batılıların Golyat dedikleri o dev gibi adamı bir sapanla öldürdüğü anlatılmaktadır. Rivayetlere göre, Hazreti Dâvud, sapanına yerleştirip fırlattığı taşı Câlût’un tam alnına isabet ettirmiş ve onu yere sermiştir. Golyat’ın bir çocuk tarafından öldürülmesi Batı edebiyatında şiirlere, hikayelere ve romanlara mevzu olmuştur.
Allah Teâlâ, Hazreti Dâvud’a hükümdarlık ve hikmet vermiş; demiri işleme ve ondan zırhlı elbiseler yapma sanatı gibi dilediği daha pek çok şeyi ona öğretmiş ve peygamberlik ihsan etmiştir. Tâlût’un, kendi kızını Hazreti Davud’a verdiği ama daha sonra ona gösterilen aşırı teveccühü kıskanıp kötülük yapmaya yeltendiği, akabinde bir mekr-i ilahiye maruz kalıp sahralara düştüğü ve perişan olduğu da rivayet edilmektedir. Fakat, İslamî kaynaklarda bu son hususla alakalı bir bilgi de mevcut değildir. Dolayısıyla, İmam Maturîdî hazretlerinin de çok defa dediği gibi, bizim kaynaklarımızda yer almayan malumâtın üzerinde gereğinden fazla durmamıza lüzum yoktur.
Bu arada, ayet-i kerimede, Hazret-i Dâvud’a hükümdarlık ihsan edildiği anlatılırken, ona aynı zamanda hikmet verildiğine de dikkat çekilmektedir. Hükümdarlıkla beraber hikmetin de verilmiş olması çok önemlidir. Çünkü, hikmetsiz hükümdarlık kaba kuvvet halini alır; zorbalıklara ve zulümlere sebebiyet verir. Hikmetten nasipsiz güçlüler, mevcudiyetlerini gece baskınlarıyla ifade etme sevdasına tutulurlar; hakkı çiğner geçer ve insanî hislere, latifelere, mantık ve muhakemeye hiç değer vermezler. Hikmetin rehberliğindeki güç ve kuvvet ise, akıllara, kalblere, ruhlara ve hislere de hitap eder; idareye hakimiyetle beraber ruhlara hakimiyeti de devam ettirir. Evet, kuvvet ve iktidar, hakkın, mantığın ve muhakemenin rehberliğinde bir kısım problemleri çözebilecek potansiyel bir güç sayılsa da, hikmetten uzak kaba düşüncenin elinde her zaman bir tahrip aleti olagelmiştir. İşte, bu hikmetli kuvvet sayesindedir ki, Hazreti Dâvud İsrailoğulları’nı etrafında toplamış, Filistin ve Kudüs civarında büyük bir devlet kurmuştur.
Neye Karşı Sabır?
Tâlût liderliğindeki İsrailoğulları ile Câlût önderliğindeki Amalikalılar’ın mücadelesini ve o sırada cereyan eden bazı hadiseleri özetledikten sonra asıl meseleye geçmek istiyorum: Selef-i sâlihînden bazıları sabredilmesi gereken bir durum başa gelmeden sabır talep etmeyi belalara davetiye çıkarma saymışlar. Musibetlerin toslamasına maruz kalmadan Allah’tan sabır istemeyi bela isteme şeklinde anlamışlar. Onlara göre; sabır, ancak belli bela ve musibetler karşısında kendisine koşulan bir tabye, bir mevzi, bir sığınak, bir dayanak noktası ve koruyucu bir seradır. Dolayısıyla onlar, öyle bir bela ve musibet söz konusu olmadan “Allah’ım bize sabır ver” demeyi “Allah’ım bize önce bela ver, sonra da o belaya karşı sabır ver; bizi evvela ağır mükellefiyetlere maruz bırak, akabinde de onlara tahammül gücü ver” duasında bulunma kabul etmişler. Bu açıdan, bir savaş durumu olmadan “Rabbenâ efriğ aleynâ sabran ve sebbit akdâmenâ vensurnâ ale’l-kavmi’l-kâfirîn” şeklinde dua etmeyi uygun bulmamışlar.
Fakat, Kur’ân-ı Kerim’in sabır, sebat ve nusret isteme ile alakalı farklı yerlerdeki ifadeleri incelenirse görülecektir ki, sabr ü sebat sadece savaş meydanı ile alakalı bir husus değildir. Sabır yalnızca belaya karşı olsa, bela gelmeden sabır istemenin bela isteme manasına geldiği kabul edilebilir. Ne var ki, tahammül etme, vazgeçmeme, aceleci davranmama, katlanması zor vak’alar karşısında dişini sıkıp dayanma… gibi manalara gelen sabır bir zaviyeden diyanetin yarısını teşkil eden çok önemli bir kalbî ameldir; o sadece belalara münhasır değildir, onun pek çok çeşidi, derinliği, yanı vardır. Hazreti Üstad, belli başlı sabır çeşitlerini üç kategoride toplamış; hususiyle masiyetten uzak durmayı, musibetlere katlanmayı ve ibadet ü taatte devamlı olmayı nazara vermiştir. Bununla beraber, sabredilen hususlar itibarıyla sabır çeşitlerini çoğaltmak da mümkündür: Dünyanın cezbedici güzellikleri ve nefsi gıcıklayan nimetleri karşısında istikameti koruma adına sabır, belli bir vakte bağlı işlerde zamanın çıldırtıcılığına karşı sabır, ermiş insanların can ü gönülden cemâl-i İlahiyi arzu etmelerine rağmen dine hizmeti kendi nefislerine tercih ederek burada kalıp vazifeye devam etmeleri, her anı “Refik-i A’la” hülyalarıyla geçirdikleri halde O’nun takdirine rıza göstererek ölümü değil O’nun hoşnutluğunu istemeleri şeklindeki vuslata karşı sabır… bunlardan bazılarıdır.
Bu itibarla, bilhassa sokakların birer kanal haline gelip gözlerden gönüllere günah akıtıp durduğu günümüzde masiyetten kaçma ve ibadet ü taate sarılma adına sabır talebi çok önemlidir. Her mü’min hemen her zaman “Allahım! Kalbime ibadet ü taati şirin ve günahları da çirkin göster; kulluğu bana sevdir, günahlara karşı içimde tiksinti hissi uyar. İbadetlerde devamlı olma, kötülüklerden uzak durma konusunda beni sabırlı kıl!” mülahazalarıyla oturup kalkmalıdır. Bu şekilde dua etmenin bela ve musibet istemekle hiç alâkası yoktur.
Bedir’den Çanakkale’ye Sabır Cepheleri
Diğer taraftan; insanın sabredeceği meseleler ve mücadeleden kaçmaması gereken hadiseler her dönemde farklı farklı olabilir. Mesela; Çanakkale destanını al kanıyla yazan Mehmetçiğin mücahedesi “Rabbenâ efriğ aleynâ sabran ve sebbit akdâmenâ vensurnâ ale’l-kavmi’l-kâfirîn” denmesi gereken bir cihad meydanında cereyan etmiştir. Bedir ve Uhud gibi, Çanakkale de Allah’ın inayetiyle, ilahî nusretle ve sabr-ı cemille ancak aşılabilecek bir akabe olmuştur. Savaşlardan iyice bunalmış bir milletten geriye kalan bir avuç insanın her türlü maddî imkanlara sahip mekanize birliklerle gelmiş koca ordulara karşı mücadele verdiği bir akabe… Orada, düşmanın kin ve nefret kusan silahları karşısında her türlü fakr ü zarurete maruz kalan müslümanların iman dolu sineleri vardır. Mağduriyet ve mazlumiyet misalleriyle beraber yiğitlik ve kahramanlık örneklerinin onlarcasını, yüzlercesini okuduğunuz, dinlediğiniz o savaş meydanı gerçekten insanı hayrette bırakacak manzaralarla mâlâmâldir. Misal olarak, son günlerde hayalimden bir türlü gitmeyen şu tablo ne acı ve ne kadar elem vericidir: Daha askerlik eğitimini tamamlamadan, sırf vatan aşkı ve iman coşkusuyla cepheye koşan bir Mehmetçik kurşun yağmuruna tutulmuştur. Sağında-solunda şehadet şerbeti içmeyen kimse kalmamıştır. Şaşkındır, zira acemiliğinden ne yapacağını da bilememektedir. Bir yolunu bulup zor güç çalışan cephe telefonunu eline geçirir ve karşıdaki insana bağıra bağıra halini arz eder; “Komutanım, bütün arkadaşlarım şehit oldular. Yalnız ben kaldım geride. Ne yapacağımı, nereye çıkacağımı bilmiyorum. Bana yol gösterin!” der.
İşte, vatan toprağının, milletin onur ve haysiyetinin payimal olması muhtemel o yerde can pahasına da olsa sabretmesini bilmek ve Allah’tan sabr ü sebat dilemek şarttı. Bedir’dekiler düşmana karşı öyle sabrettiler, Uhud’dakiler öyle sabrettiler. Çanakale’deki yiğitler de aynı selefleri gibi sabr ü sebat gösterdiler. Kaç asırlık tarihimizde değişik zaferlerimizin hepsi aynı sabırla kazanıldı. “Ölürsem şehit, kalırsam gâzi olurum; ikisi de Allah tarafından bahşedilen birer pâyedir benim için. O da cana minnet, öbürü de!” diyen ecdadımız hep “Rabbenâ efriğ aleynâ sabran ve sebbit akdâmenâ vensurnâ ale’l-kavmi’l-kâfirîn” yakarışını seslendirdiler.
Biz de Sabır Yağmuruna Muhtacız…
Bize gelince; o duayı ilk defa dillendiren Tâlût’un askerleri gibi değiliz; onların haline benzemiyor şu anki halimiz. Ashab-ı Bedir’in, Uhud kahramanlarının, Malazgirt, Niğbolu ve Çanakkale yiğitlerinin mücahedeleri gibi de değil bizim mücadelelerimiz. Onlar maddî bir savaşın içindeydiler ve her an ölümle burun buruna, şehadetle karşı karşıya idiler. Doğru, biz öyle zorlardan zor bir duruma düşmedik; -Cenab-ı Allah hiç düşürmesin- ne var ki, bugün de içinde bulunduğumuz zamanın şartlarına göre bazı zorluklar yaşadığımız ve sabra çok muhtaç olduğumuz bir gerçektir.
Evet, bugünün dünyasında da Câlût ruhlu bir sürü tiran var. Bazıları açıktan açığa Allah’a, Peygambere, Kur’an’a saldırıyorlar. Dünyanın değişik yerlerindeki müslümanlara sırf dinlerinden ve diyanetlerinden dolayı zulmediyorlar. İnsanlar arasına fitneler sokuyor, mezhep çatışmalarını körüklüyor, ırkî mülahazalara bağlı kavgaları ateşliyor ve İslam dünyasında kardeş kanı dökülmesine sebebiyet veriyorlar. Bütün bu olup bitenleri görüp muvazeneyi koruyabilme sabr-ı cemilden başka ne ile mümkün olabilir ki? İster ferdî ister ailevî isterse de içtimaî olarak din ve diyanetin gereklerini yerine getirme hakkı tanınmıyorsa, onu bütün erkânıyla yaşama fırsatı verilmiyorsa, inanan kadınların saçıyla, başıyla uğraşılıyorsa, genç kızlara dinin emrini de yerine getirmek suretiyle eğitimlerini özgürce tamamlama imkanı sağlanmıyorsa.. bilakis insanlar dini kanaatlerinden ve inançlarından dolayı, ayırımlara tabi tutuluyor, hakaretlere uğruyor ve zulüm görüyorsa.. bütün bunlara da ancak sabr-ı cemille katlanılabilir.
Dolayısıyla, biz de Tâlût’un askerleri içinde ya da Bedir ashabı arasında bulunuyor gibi “Rabbenâ efriğ aleynâ sabran ve sebbit akdâmenâ vensurnâ ale’l-kavmi’l-kâfirîn” desek sezâdır.. müslümanların bugün maruz kaldığı mazlumiyet ve mağduriyetler karşısında, “Rabbimiz, bizim başımızdan aşağı da sağanak sağanak sabır yağdır; gönüllerimizi sabırla, cesaret ve metanetle doldur. Bizi öyle sabır kahramanları eyle ki, hep sabır duyalım, sabır düşünelim, sabır görelim ve sabırla gerilelim… Hepimizi din ve diyanet üzere sâbit kadem eyle; bize masiyetlere karşı dayanma gücü, musibetlere tahammül kuvveti ver.. kalblerindeki inanç hissini köreltmiş, kainattaki en aşikar gerçek olan Uluhiyet hakikatini göremeyen körlere, mazhar olduğu nimetleri görmezlikten gelen nankörlere karşı bizi zaferyâb kıl.” diye sürekli inlesek yine de azdır.
Hâsılı; sabır kurtuluşa ermenin sırlı-sihirli anahtarıdır; sabreden bir kimse mutlaka aradığını bulur.. ibadet ü taatte sabreden nihayet huzura kavuşur.. mâsiyet karşısında dişini sıkıp günahlardan uzak kalan ve musibetleri takdir-i ilahî bilip onlara güzelce tahammül gösteren sonunda Cennete girer. Hasımlarının değişik komplolarına rağmen çizgisini koruyan, durduğu yerin hakkını veren ve hep mü’min karakterinin gereğini sergileyen de er ya da geç zafere erer.