Sahabe Şuuru

Sahabe Şuuru
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Sahabe Şuuru

Osman Gazi Hazretleri ruhunu çadırda teslim etmişti.
Vefatı sırasında Söğüt’e yerleşeli kırk seneden fazla
olmuştu ama onun hâlâ evi yoktu. Bilecik’te oğlu Orhan
Gazi’nin emri altında Bursa’yı fethe uğraşırken uzaktan
Bursa’nın ışıklarını görüyor ve “Beni oraya defnedin.”
diyordu. Etraftaki tekfurlardan elde ettiği mal mülkle
ta o zaman Topkapı Sarayı’nı kurabilirdi ama o çadırında
vefat ediyordu. Zira o derin bir saffet, samimiyet ve
adanmışlık ruhunun adamıydı. Bu fotoğrafı alır, sahabenin
yanına koyarsanız aradaki farkı çok seçemez, tefrik
edemezsiniz. Osman Gazi hazretlerini Hz. Halid’le yanyana
getirseniz (sahabinin mutlak fazileti mahfuz) seçmekte
zorlanırsınız; “Acaba bu mu yoksa öbürü mü Halid dersiniz?”
Bildiğiniz gibi; Hz. Halid vefat ederken geride hiçbir
şey bırakmamıştı. Sa’d b. Zeyd diyor ki: “Hz. Halid,
herkesin övdüğü bir kumandan olarak yaşadı, İslamın
bir yitiği olarak gitti.. gitti ve geride sadece atını
ve kılıcını bıraktı.”

Hz. Halid, iki imparatorluğu yerle bir etmişti ama
kendisine ait hiç mal-mülk edinmemişti. Bu, mal-mülk
olmamalı demek değildir. Bu, gönlünü dünyaya kaptırmama,
mala mülke, makama mansıba bağlanmama demektir. Bağlanması
lazım gelene bağlanma.. İnsanın ancak tek bir yere bağlanmaya
gücü yeter. İnsan iki şeye aynı ölçüde, aynı kuvvette
gönül veremez. İşte onlar, İ’la-yı kelimetullahtan başka
hiçbir şey düşünmüyorlardı. İstiyorlardı ki; herkes
Allah’ı tanısın. İnsanlar Hz. Muhammed’le (sallallahu
aleyhi ve sellem) tanışsın. Gece gündüz “Bu kocaman
dünyaya nasıl müslümanlığı anlatırız?” diyorlardı. Bir
gün dünyanın büyüklüğüne bakıyor, anlatılanları dinliyor
ve “Demek ki bu dünyaya müslümanlığı anlatmak bir insanın
ömrüne sığmayacak kadar zormuş.” diyorlardı. Sadece
şu söze bile baksanız maksat ve gayelerinin ne olduğunu,
ne ile dertlendiklerini görürsünüz.

Hedef gösterme mi anlarsınız müjde mi ama Allah Rasulü
“Benim adım güneşin doğup battığı heryere ulaşacaktır.”
buyurmuştu. Onlar bunu bir vazife olarak anlamışlar
ve hep bu vazifeyi eda etme gayretiyle yaşamışlardı.
Bu aziz milletin mazisi bu vazifeyi yapmanın izzetiyle
doludur. Herkesin ölüm hastalıklarına tutulduğu yerde
bu millet “biz ümit olmalıyız” deyip ayakta kalmasını
bilmiş ve bu şuurla yaşamıştır.

 

Başkalarını Değil Kendimizi
Sorgulama

Maalesef hala insanlarda kusur arıyor ve onları kusurlarından
dolayı sorguluyoruz. Aslında sorgulanması gereken bizim
kendi kusurlarımızdır. Biri gırtlağına kadar çamura
batsa, fakat çamur senin sadece topuğuna bulaşsa karşındakini
sorgulayıp “Bu kadar çamur da ne?” demeye hakkın yoktur;
“Neden ben topuğumu kirlettim?” deyip kendini sorgulaman
esastır. Başkasının gırtlağına kadar çamura gömülmesi
seni alakadar etmez. Allah’ın onu halas eylemesi için
dua edebilirsin sadece; su-i zanna girmeden, gıybet
edip çekiştirmeden… Eğer biz, bütün beklentilerden
sıyrılıp muradımızı Hakk’ın muradı haline getirememişsek
daha yapacak çok işimiz var demektir. Öyleyse nasıl
başkalarının kusuruyla uğraşıp onları sorgulayabiiliriz;
kendimizin onca eksiği varken.. Tasavvufta mürid bir
noktadan sonra murad olur. Yani, ömür boyu hep onu diler,
hep onu ister. O’nun mürididir. Kendi güç ve kuvvetinden
teberri edip Kudreti Sonsuz’un iradesine râm olur. Belli
bir noktaya gelince murad haline gelir. Yani; Hakk arzusuyla
dopdolu olur, bütün bütün masivaya, O’ndan başkasına
kapanır da O’nun hoşnutluğundan başka hiçbir isteği
kalmaz.. bu haliyle de Hakk’ın murad ve matmah-ı nazarı
“gözde”si bahtiyar bir ruh olur. İşte biz Allah’ın muradı
değilsek O emanetini niçin bize versin ki?

Evet, bu hususta korkmalı, tir tir titremeli; her başarı
ve muvaffakiyetten sonra o işe layık olup olmadığımız
hususunu (liyakatimizi) masaya yatırmalı.. çok büyüten
bir mercekle tavır ve davranışlarımıza bakmalıyız; “Acaba
biz böyle bir ihsan-ı ilahi ve nimet karşısında şükür
ve vefa vazifemizi yerine getirebiliyor muyuz?” İşte
bu duyguyla kendi eksik ve kusurlarımızı sorgulamalıyız.
Hani Muhasibî, muvakkaten aklından geçenleri, mesela
bir anlık “Şu adam şu kadar iyi olsa…” şeklinde başkalarını
kritiğe tabi tutmayı dahi büyük günah sayıyor ve onun
ızdırabıyla yaşıyor. Davranış, fiil, ya da tavır değil,
aklına gelip uğrayan sevimsiz şeyler hakkında bile “Benim
aklım temiz olsaydı o kirin ne işi vardı onda!” diyor
ve her an kendi muhasebesiyle uğraşıyor. Bizim şiarımız
da bu olmalı ve biz sadece, masiva düşüncesinden hâlâ
sıyrılamayan kendi nefsimizi kınayıp onu sorgulamalıyız.

 

Hilkat Ağacının En Kıymetli
Meyvesi

Hz. Üstad’ın yaklaşımıyla kainata bir ağaç nazarıyla
bakılırsa Efendimiz o ağacın çekirdeğidir; eğer bir
kitap misaliyle bakılırsa kitabın katibinin kaleminin
mürekkebidir. Bir çekirdekten kocaman bir kainat meydana
getirmek Cenab-ı Hakk’ın kudretine ağır gelmez. Ve zaten
hep öyle yapıyor; çok küçük tohumlardan pek büyük meyveler
yaratıyor. Onun yarattığı ilk çekirdek Efendimiz’dir
(sallallahu aleyhi ve sellem).

Peygamber Efendimiz pek çok cihetle diğer peygamberlerden
daha faziletlidir. Mesela; Rasul-ü Ekrem vazifesini
yapıp gitmiştir ama dini ve getirdiği mesajı devam etmektedir.
“Essebebu kel fail – Bir işe sebep olan onu yapan gibidir.”
sırrınca ümmet-i Muhammed’in sevaplarının bir misli
Efendimiz’in defter-i hasenatına kaydolmaktadır. Biz
her ezandan sonra dahi O’na dua ediyoruz; “veb’ashu
makâmen mahmûdanillezi veadtehu – Rabbim, Hz. Muhammed’i
kendisine vadettiğin makam-ı Mahmud’a ulaştır.” diyoruz.
Her gün değişik vesilelerle pek çok defa O’na dua ediyoruz.
İçinde yaşadığımız çağdaki bütün fitnelere rağmen hâlâ
şu bir buçuk milyar müslüman dünyasının en az bir milyarı
doğru ibadet ediyor, doğru ezan okuyor, doğru kamet
yapıyor ve her zaman Allah Rasulü’ne biatlarını yeniliyor,
O’na dua ediyor.

Kur’an-ı Kerim, Cenab-ı Hakk’ın isimlerinden her ismin
azam mertebesinden geliyor. Efendimiz de ism-i azamın
mazharıdır. Zaten ism-i azamın mazharı olmayan, ism-i
azamın ve her ismin azam mertebesinin tecellisi olan
şeye muhatap olamaz, onu kavrayamaz. Mutlaka kendi mayesinde
onun bulunması, donanımının ona göre olması lazım. Evrensel
bir peygamber, alemşümul bir peygamber.. bu şu demektir;
insanlık ağacına ait bütün hususiyetler çekirdek halinde
O’nda vardır. Hangi peygamber olursa olsun, hangi manayı,
hangi gerçeği, hangi hakikati, hangi ismin tecellisini
temsil ederse etsin bunların bir numunesi, şöyle böyle
bir esintisi Efendimiz’de mutlaka vardır. Makam-ı cem’in
sahibi olması itibarıyla vardır. Dolayısıyla; diğer
peygamberlerin birinde bir isim azam derece tecelli
etmiştir, öbüründe öbür isim azam derecede tecelli etmiştir.
Fakat, Hz. Muhammed’de (sallallahu aleyhi ve sellem)
her ismin tecellisi vardır ve O’na nazil olan Kur’an,
O’nun donanımına göre her ismin azam derecesinde tecelli
etmiştir.

Bununla beraber, diğer peygamberlerin O’nun yanında
kıymetleri yokmuş gibi düşünülmesi şeklindeki haddinden
fazla tenzile Efendimizin kendisi de razı olmamıştır.
Mesela, “Ve lâ tekün ke sahibi’l-hût…” ayeti nazil olduktan
sonra –ihtimal– sahabilerden bazılarının akıllarına
gelmiş olabilir ki; Yunus b. Metta acaba ne yaptı ki
Efendimize “sakın onun gibi olma!” buyruluyor. Onun
için Rasul-ü Ekrem hemen buyuruyor ki, “Beni Yunus b.
Metta’ya tercih etmeyin.” Hani Yunus aleyhisselam’ın
balığın karnında yaptığı dua ile arş ihtizaza gelir.
Melekler “Bu dua eden de kim ya Rabb?” diye sorarlar.
“Yunus” cevabı verilir. “Şu yanıp yakılan, içli içli
dua eden Yunus mu?” karşılığını verirler. Yunus b. Metta,
Cenabı Hakk’ı tazimle anan bir kul olarak yad ediliyor.
Demek onun Allah’ı farklı bir tazimle anan bir kul olma
konumu da var. Bu sebeple Efendimiz “Beni Yunus b. Mettaya
tercih etmeyin.” diyor.

Yine bir sahabiyle bir yahudi arasındaki “Hazreti Musa
mı üstündü Efendimiz mi?” münakaşasında sahabi yahudiye
bir tokat vuruyor. Bunun üzerine Rasulullah, “Beni Musa’ya
tercih etmeyin. Haşr u neşir olduğunda O’nu arşın kaidelerine
tutunmuş olarak göreceğim. Bilmiyorum daha önce yaşadığı
(Tur’daki tecelli neticesinde meydana gelen) baygınlıktan
dolayı mı yeni bir baygınlık yaşamadı, yoksa önce mi
haşr oldu.” diyor. Üstadın ortaya koyduğu ölçü içinde
mercuh racihe bazı durumlarda tereccüh edebilir. Yani
faziletçe daha sonra olan, sadece bazı hususiyetler
itibariyle faziletçe önce gelenin önüne geçebilir. Mesela,
mutlak fazilette sahabe-i kirama yetişilemez. Ama bazen
ümmet-i Muhammed içinde öyle alimler, öyle derin insanlar
gelmiştir; sahabenin pek çoğundan hususi fazilette daha
ileri, daha derin olmuşlardır. Hasılı, diğer peygamberler
de peygamber olmayanların asla ulaşamayacağı mertebededirler.
Fakat, onlar bazı hususlarla anılıyor olsalar bile mutlak
fazilet Kainatın İftihar Tablosu’na aittir. Allah Rasulü
fazilet bakımından en öndedir.

 

Soru: Yüz yirmi dört bin veya iki yüz yirmi dört
bin peygamber geldiği rivayetlerde geçiyor. Fakat Kur’anda
yirmi sekiz tanesinin ismi bildirilmiş. Bu peygamberler
daha faziletli oldukları için mi isimleri zikrediliyor,
yoksa daha başka tercih noktaları mı var?

Geçmiş dönemlere ait tarihi bir silsileye göre olabileceği
gibi soruda ifade edildiği şekliyle faziletleri nazara
alınarak da zikredilmiş olabilirler. Fakat, Cenab-ı
Allah zikrettiği isimleri gelip geçmiş bütün peygamberlerin
getirdikleri esasları temsil edecek peygamberlerden
seçmiştir. Mesela, bir peygamber vardır ki kendisine
has bir misyonu olmamış, Hazreti Adem’in vahyinin gölgesinde
vazifesini yapmıştır. Hazreti Adem misali ortaya konunca
onu zikretmeye gerek yoktur. Yani Cenab-ı Hak umum peygamberlerin
mesajını cami peygamberlerde toplamış, Efendimiz’e bir
örnek olarak ortaya koymuştur. İster mesaj almaları,
ister çektikleri çileler, isterse de Allah’la münasebetleri,
nezd-i uluhiyetteki makamları açısından bazı hususiyetlerini
nazara vererek örnek göstermiştir.

Yani sayılarını net olarak söylemek zor olsa da binlerce
peygamber arasından yirmisekiz tanesi (Daha doğrusu
yirmi beştir; çünkü üçünün peygamber olup olmadığında
ihtilaf vardır.) diğer peygamberleri temsil etme, insanlara
ders verme ve örnek olma açısından yeterlidir. Yoksa,
Kur’an-ı Mucizü’l Beyan hep peygamber isimleriyle dolardı.
Aynı vakaları durmadan tekrar ederdi.

Ayrıca, peygamberlerin neşet ettikleri yerlere bakılırsa,
Kuran’da Efendimiz’in bulunduğu çevrede yaşamış olan
peygamberlerin zikredildiği görülür. O bölgedeki kavimler
atalarından duya duya o çevrede neş’et eden belli peygamberlerden
haberdardılar. Efendimiz de kendisinin muhatap olduğu
kavim açısından oralara gelen peygamberleri bilmeliydi.
Yakın atalarından Mekke civarına peygamber gelmemişti.
Uzun zaman onlar Hazreti İbrahim’den kalan dinle amel
etmişlerdi. Efendimiz de bi’setten (vahyin başlangıcından)
önce Hazreti İbrahim’in dininden kalan esaslar ile amel
ediyordu. O devirde de namaz biliniyordu, hac biliniyordu;
ama işin içine başka şeyler girmişti. Bazı çarpıklıklar
vardı yapılan amellerde. İşte, Peygamberimizin mesajının
yadırganmaması için daha önceki misallerinin hatırlatılması,
bilinmesi gerekiyordu. Hazreti Cafer, Necaşi karşısında
“Niye garipsiyorsunuz; Hazreti Musa, Hazreti İsa gelmedi
mi?” derken “Bunlar bilinen şeylerdi, yadırganacak bir
şey yok.” mülahazalarıyla öyle diyordu.

Ruhun Hissetmesi

Pek çok hastalıkla uğraşıyorum ama Allah’a hamdolsun,
şikayetçi değilim. Geçen gün arkadaşlar saymış; otuz
çeşit hastalık geçirmişim. Hastalıklar da Allah’ın emriyle
gelip gidiyorlar. O bizi imtihan ediyor; günah ve kusurlarımızı
maddi hastalıklarla temizliyorsa buna ancak hamdedilir.
Tabii ki, hastalık istenmez. Allah’tan afiyet talep
edilmeli. Fakat, başa gelince de şikayetçi olmamalı,
sebepleri yerine getirerek O’nun “Şâfî” ismine sığınmalı.
Şimdiye kadar öyle rahatsızlıklarım oldu ki; kimi zaman
doktorlar onlar karşısında çaresiz kaldılar. Ama o hastalık
geldi, vazifesini yaptı ve gitti.

Ruhun, insan idrakini aşkın başka ufuklarla temasından
doğan bir teessürü vardır. Bir yerde bir cami çöker,
siz hiç aklınızla idrak edemez, gözünüzle göremez, keşfen-kalben
de bilemezsiniz; fakat sizinle mukayyet olduğu halde
ruhunuz o şeyi hisseder. Minarenin yıkılması karşısında,
caminin çökmesi karşısında çok ciddi bir teessür yaşar,
heyecanlanırsınız. Bir saz şairinden dinlemiştim: “İçimde
bir kor, ateş yanıyor, dışıma vuruyor, ben de kavruluyorum.”
Aynı onun dediği gibi bazen öyle şiddetli bir hararet
oluyor ve bende de müthiş bir ter meydana geliyor. O
terden sonra da üşüyorum ve zangır zangır titriyorum.

Vücudun böyle sarsılması için şiddetli bir korku, fevkalâde
bir teessür, ihsas üstü bir ihsas olması gerekiyor.
Ben kendi ufkumda onu kavrayamıyorum ama insan farkına
varmadan bir şeyi derince duyabiliyor. Mesela, Hekimoğlu
İsmail Bey’in felç olmasını hepiniz duymuş üzülmüşsünüzdür.
Ama onun hastalığı bende öyle derin bir tesir yapıyor
ki, içimden diyorum; “Artık o ‘Gel Sultanım!’ diyen
adamın eli kalem tutmayacak.” (ağlıyor). İçimde öyle
bir boşluk oluyor, öyle bir fırtına esiyor ki; onu belki
akıl kavramıyor ama ruh hissediyor.

Bu mesele böyle hadiselerle de irtibatlı olmayabiliyor.
Mesela, ben kim Efendimiz’i sevmek kim!.. Ama bazen,
“On dört asır evvel yaşamış, ne kadar uzak kalmışız
O’ndan.” diyorum. Öyle bir boşluk oluyor gönlümde; “Nasıl
O’nunla beraber oluruz?” diye düşünüyorum. Bazen Fatih’i
hayal ediyorum. “Neden öyle erken dönemde geldiler;
biz onların devrinde onlar bizim devrimizde yaşamadılar?”
diyorum. İçimde bir boşluk esiyor yine. Bütün bunlar
bir kaç ton adrenalin salgılanması için yeterli sebep
gibi geliyor bana.