Peygamberlere Has Özellikler ve Gönüllerin Fethi

Peygamberlere Has Özellikler ve Gönüllerin Fethi
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Hicretin başlangıcında, Medine’deki Müslümanların sayısının, bin beş yüz civarında olduğu; sekiz sene sonra Mekke’nin Fethi’ne ise, on binin üzerindeki bir orduyla gidildiği bildiriliyor. Bu kadar kısa bir zaman dilimi içerisinde, binlerce insanın İslam’la şereflenmesinde, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) rauf ve rahim sıfatlarına sahip oluşunun rolü nedir, izah eder misiniz?


Cevap: Resûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) Medine’yi teşrif buyurduklarında ensar ve muhacirînin mecmuu bin beş yüze yakındı. O sırada Medine’de, dört bin civarında Yahudi ve dört bin beş yüz kadar da değişik kabilelere mensup müşrik ve putperest insan vardı. Bu rakamlar hakkında kati bir şey söylemek zor olsa da, kadimden bu yana konuyla alakalı yazılmış el-İstiâb, el-İsabe, Üsdü’l-gâbe gibi kitaplarda rakamlar bu şekilde ifade ediliyor. Verdiğimiz bu rakamların tespitinde, özellikle Muhammed Hamidullah Bey’in -makamı cennet olsun- katkısı büyüktür.


Öncelikle bu meselede, bin beş yüz insanın nasıl olup da, sekiz bin beş yüz insan üzerinde, baskı ve zorlamayla değil, onların kendi irade ve tercihleriyle bir hâkimiyet tesis edebildiğini görmek gerekir. Bildiğiniz üzere İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’deki Yahudi ve müşriklerle bir mukavele yapmış ve bu mukavele gereğince onları idare etmiştir. Günümüzde de, çokça üzerinde durulan ve dillere destan olan bu Medine mukavelesiyle Efendiler Efendisi (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ), Buas vakalarında birbirini yiyen o toplumu kaynaştırıp uzlaştırmış, aralarında ciddi husumet ve düşmanlık olan kabileleri bir araya getirip mezcetmiş ve böylece o toplumdaki fertler arasında çok ciddi bir kardeşlik tesis etmiştir.


Farklı Topluluklar ve İçtimaî Kaynaşma


Aslında hicret esnasında Medine’deki topluluklar birbirinden çok farklı kültür ve anlayışa sahip bulunuyordu. Müşriklerin kendilerine göre bir dünyaları vardı. Yahudiler ise tamamen başka bir dünyanın insanlarıydı. Muhacirînin de ensardan farklı bir yaşam tarzı vardı. Muhacirîn-i kiram, umumiyet itibarıyla tüccar insanlardı. Bazıları yaz günlerini Yemen’de, kış günlerini ise Şam’da geçirirlerdi. Ensar ise daha çok çiftçilikle meşguldü. Görüldüğü gibi toplumun değişik kesimleri arasında ciddi farklılıklar söz konusuydu. Bu kadar farklılıkların olduğu bir toplumda, bu farklılıkların vuruşma ve çatışmaya dönüşmemesi, içtimaî birlik ve huzurun tesis edilmesi, fitne ve kargaşaya sebebiyet vereceklerin problem olmaması, problem olabileceklerin de yumuşatılıp zarar veremeyecek hale getirilmesinde Allah Resulü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) raufiyet ve rahimiyetinin hiç şüphesiz tesiri büyüktü. Çünkü O, hiçbir beşerin ulaşamayacağı ölçüde engin ve derin bir şefkate sahipti. Evet, O, herkesin üzerine tir tir titriyordu. Öyle bir vicdan enginliğine sahipti ki, amansız din düşmanı bir kısım mütemerrit kimseler bile O’na baktığında diyecek bir şey bulamıyorlardı. Zira İki Cihan Serveri (aleyhissalâtü vesselâm) İslam’a karşı hazımsız olan kimseleri dahi ihmal etmiyor, kötülük yaptıklarında, kötülüklerine misliyle mukabelede bulunmuyor, bir ihtiyaçları olduğunda yanlarında oluyor ve hatta Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle yaptıkları kötülükleri iyilikle savıyordu.


Evet, O Şefkat ve Rahmet Peygamberi, sahip bulunduğu engin şefkatin gereği olarak herkese bağrını açmıştı. Mesela, Buhari’de geçen bir hadiste anlatıldığı üzere bir gün hasta olan bir Yahudi çocuğunu ziyarete gitmişti. Çocuk vefat etmek üzereyken Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelip çocuğun başına oturmuş ve ona iman telkininde bulunmuştu. Herhalde çocuk rüşte ermişti ki, Resul-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ondan Müslüman olmasını istiyordu. Allah Resulü’nün bu teklifi üzerine çocuk babasının yüzüne bakmıştı. Bunun üzerine babası da çocuğuna: “Ebu’l-Kasım’ın dediğine uy” (Buhari, Cenaiz 80) diye tavsiyede bulunmuştu.


Başka bir zaman aklından zoru olan bir kadın Allah Resulü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelerek bir işini gördürmek istemişti. Ben, sahabe-i kiram efendilerimiz arasında bu kadından başka, aklından zoru olan birini tanımıyorum. İşte bu kadın, o sokak senin, bu sokak benim, İki Cihan Serveri’ni dolaştırmış ve sonunda da her ne işi varsa, onu yaptırmıştır. Hâlbuki Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) ashabından birisine, “git şu işi yap” diyebilirdi veya yanına birisini alarak ona o işi yaptırabilirdi. Fakat gönüllere girme ve başkalarına güven ve emniyet telkin etme adına, O bizzat kendisi gitmişti.


“Mirat-ı Muhammed’den Allah Görünür Daim”


Burada daha nice baş döndüren, hayranlık uyandıran, göz kamaştıran misaller verilebilir. Ancak koca bir mücellet isteyen bu hususu ben ilgili yerlere havale edip asıl konumuza dönmek istiyorum. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) insanlar arasında bu derece bir emniyet ve güven tesis buyurması ve aynı zamanda o emniyetin devam ve temadisini temin etmesinde, elbette ki bu eşsiz şefkat ve re’fetinin tesiri büyüktü. Fakat bu mesele, sadece bu iki sıfatla izah edilemez. Zira O, ahlak-ı âlîye ve hamîdenin bütününe, hem de en yüce ve en yüksek seviyede sahip bulunuyordu. Evet, O, huluk-u ilahi ile mütehallikti; bütün ahlak-ı hasenenin cami bir mirat-ı mücellasıydı. Onun için halk dilinde olan ve şiirimize de giren bir sözde: “Mirat-ı Muhammed’den Allah görünür daim” demişlerdir. Yani Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) bakıldığında, O; “Allah var” dedirtecek kadar ciddi bir simaya, çok temiz bir karaktere ve çok inandırıcı bir ruha sahipti.


Bundan dolayı, Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gösterilen teveccühü sadece O’nun raufiyet ve rahimiyetine bağlamak eksik bir değerlendirme olur. Bu iki sıfat-ı âlîye, insanların İslam’a yönelmelerinde önemli bir faktör olmakla beraber, O’nun, peygamberlere mahsus sıfatlar olan sıdk, emanet, tebliğ, ismet ve fetanet sıfatlarına sahip olmasının da bu kadar kısa bir zaman içerisinde, bu kadar çok insanın ruhuna girme, gönülleri fethetme ve problem olabilecek şahısları zapt u rapt altına almada çok önemli bir tesiri vardır.


Şefkat Burcunda Fetanet Ufku


Özellikle fetanet sıfatı bu mevzuda önem arz eder. Allah Resûlü (aleyhi salavâtullahi ve selâmuh) fetanet-i uzma sahibiydi. Bu sebeple, yaptığı bütün işlerde isabet buyuruyordu. Hareket ve faaliyetlerinde, “keşke böyle yapmasaydım” veya “öyle değil de böyle bir strateji belirleseydim” dediği hiçbir iş yoktu. Aynı şekilde belli işlerde tavzif ettiği insanlar için, “keşke onu değil de falan kişiyi tavzif etseydim” demesini gerektirecek hiçbir icraatı olmamıştı. Bu hususlarda vahiy yoluyla, mutlaka, Cenab-ı Hakk’ın Peygamber Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) aydınlatıp tenvir etmesi söz konusuydu. Fakat bilinmesi gerekir ki, pek çok iş de O’nun fetanet-i uzmasından nebean ediyordu. Bu yüksek düşünce kabiliyeti, dehanın çok çok üstündeydi. Deha sahibi, üstün bir insandır. Onun, birkaç insanın düşünce ufkunu birden ihtiva edebilen bir düşünce kabiliyeti vardır. Ancak fetanet bundan tamamen farklıdır. Fetanet-i uzma ise, Cenab-ı Hakk’ın, üstlendiği misyona göre özel bir donanımla seçkin kulunu serfiraz kılmasıdır ki, bunun insanlar üzerindeki tesiri dehanın tesiriyle kıyas dahi edilemez.


İşte hicretin başlangıcından itibaren Medine’deki o muazzam inkişafta böyle bir fetanetin ciddi tesiri vardır. Mesela Medine’deki dört bin beş yüz civarındaki müşriğin, Müslümanlar arasında nasıl eriyip gittiği anlaşılacak gibi değildir. Bu kadar kısa bir zaman içerisinde böyle bir neticeyi aklımın almadığını itiraf etmeliyim. Evet, putlara bağlı olan o insanlar nasıl oluyor da birer birer yön ve yörünge değiştiriyor; değiştirip Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) altın halkasına dahil oluyor, o halkanın bir unsuru haline geliyorlardı. Keza münafıklar da o dönemde büyük bir problemdi. Müslümanlardan biri gibi görünerek sürekli onları içten vurmaya çalışıyorlardı. Hz. Pir, münafıkların bu zararını anlatma sadedinde: “Kurt, gövdenin içine girdi. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz.” buyuruyor. O münafıklardan birisi bir gün Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelerek Müslüman olduğunu ve diğerlerini de getirebileceğini söylemişti. Ancak eşsiz fetanet sahibi Fahr-i Kainat Efendimiz buna müsaade etmemiş ve onları kendi hallerine bırakmıştı. İşte bizim aklımızın ermediği bu ve benzeri muameleler neticesinde, münafıklar da zamanla eriyip gitmişlerdir. Öyle ki, bildiğimiz kadarıyla, halifeler döneminde Medine-i Münevvere’de hiçbir münafık kalmamıştı.


Emanet ve İnandırıcılık


İşte siz bu başarıyı, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) raufiyet ve rahimiyetinin yanında, O’nun eşsiz fetanet ve idare kabiliyetine, Allah’ı hatırlatacak bir görünüşe sahip bulunmasına, emin ve güvenilir bir insan olmasına, zaferler zaferleri takip ettiği ve değişik yerlerden ganimetler akıp durduğu bir dönemde dahi daracık bir odada tevazu ve mahviyetle hayatını sürdürmesine ve burada zikredemediğimiz daha nice âlî vasıflarına verebilirsiniz. Bildiğiniz üzere, Hz. Aişe Validemiz’in rivayet ettiği bir hadis-i şerife göre, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi efdalu’t-tahiyyât ve ekmelü’t-teslîmât), hücre-i saadetlerinde geceleyin ibadet için kalktıklarında “Ya Aişe, müsaade eder misin, Rabbime ibadet edeyim” diyerek Aişe Validemizden müsaade istiyordu. Demek ki, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), yatakta yanında bulunmayı eşinin hakkı gördüğünden, ehlinin hakkını yerine getirme mevzuunda kılı kırk yararcasına bir hassasiyet gösterip ondan izin istemektedir. Hz. Aişe Validemiz, bu dar hücrede, Peygamber Efendimiz (aleyhi salavâtullahi ve selâmuh) secdeye varınca, eliyle kendisinin ayaklarını itip oraya secde ettiğini; secdesini bitirince de kendisinin tekrar ayaklarını uzatıp uyumaya devam ettiğini anlatıyor ki, zannediyorum Efendiler Efendisi’nin yaşadığı hayatı anlatma adına bu tablo bize yeterli derecede bir fikir vermektedir.


Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun hayat-ı seniyyelerini geçirdiği ve ruhunun ufkuna yürüdüğü yer işte bu daracık odaydı. Diğer ezvac-ı tahiratın odaları da bundan farklı değildi. İşte bu, öyle inandırıcı bir faktördür ki, bu emniyet ve güven kredisini başka hiçbir şeyle elde edebilmeniz mümkün değildir. Siz on sene evvel bir hasır üstünde, üzerinize bir battaniye alıp yatıyorsunuz; sonra fethedilen yerlerden gelen ganimetin beşte biri size geliyor, ancak siz ondan kendinize bir şey ayırmayıp onu da başkalarına dağıtıyor ve aynı sadelik içinde hayatınızı devam ettiriyorsunuz. Evet, bütün bunlara şahit olan birinin, böyle bir zat hakkında güvensizliğe düşmesi mümkün değildir. Daha önce de değişik vesilelerle ifade edildiği üzere, Kâinatın Efendisi ruhunun ufkuna yürüdüğü esnada, ailesinin maişetini temin için, kalkanını bir Yahudi’ye rehin verip ondan borç almış bulunuyordu. Hâlbuki O, değil ifade etmek, “eşlerimin şöyle bir ihtiyacı var” imasında bulunsaydı, sahabe-i kiram efendilerimiz canlarını peyler yine de onu tedarik ederlerdi. Ancak O (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ), ciddi bir istiğna duygusuna, başkalarına el açmama düsturuna sahipti.

وَمَۤا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلٰى رَبِّ الْعَالَمِينَ

“Ben yaptığım tebliğ vazifesi karşılığında sizden bir şey istemiyorum, ücretim ve mükâfatım münhasıran Âlemlerin Rabbi Allah’a aittir.” (Şuara Suresi, 26/127) âyeti mucebince Allah’tan başkasından bir şey beklemiyordu.


Şimdi bir sene, iki sene, üç sene… on sene bir insanın nabzı tutulduğunda, o, hep aynı istikametini koruyor, hep olduğu gibi görünüyor, olduğu gibi yaşıyor ve olduğu gibi kalıyorsa, hiç şüpheniz olmasın o insan, gönüllerde hüsn-ü kabul görecektir. Zannediyorum, benim gibi ruhta kaba saba olan bir insan bile o dönemde olsaydı, “Vallahi bu inanılacak bir insan” derdi. Bu sebeple, netice itibarıyla diyebiliriz ki, Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Cenab-ı Hakk’ın kendi isimlerinden ayırıp O’na verdiği rauf ve rahim sıfatlarının yanı sıra, emniyet, fetanet gibi sıfât-ı nebeviyeye de en yüksek derecelere sahipti. Allah (celle celaluhu), sahip olduğu bütün bu sıfatlarıyla O’nu insanlara göndermiş ve insanlar da bu emniyet abidesine gönülden inanmışlardı.


Adanmış Ruhlar ve Beklentisizlik


Günümüzde de, ruh ve mana köklerimizden süzülüp gelen değerleri başkalarına anlatma yolunda gayret gösteren irşat gönüllüleri için, zılliyet planında aynı evsafa sahip olmak çok önemlidir. Mahlûkata ve insanlara acıma, varlığa karşı şefkat duyma, mesleğimizin esaslarından biridir. Tabii, şefkatin de dereceleri vardır. Hususi bir derdi olan insana karşı şefkat duyup ona bağrını açmak veya bir aileye karşı şefkat duymak önemli olduğu gibi, bunlardan daha öte topyekûn milletine karşı acıyıp şefkat etme mevzuu daha engince bir şefkat anlayışıdır. Hz. Pir diyor ki: “Milletimin imanını selamette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm, gül-gülistan olur.” İşte bu engin bir şefkatin ifadesidir. Aynı zamanda onda, şefkatin beraberinde getirdiği bir isar duygusu da vardır. Evet, o, kendi hayat ve huzurunu önemli görmüyor, din-i mübin-i İslam’ın ihyasına ehemmiyet veriyordu. Onun sahip olduğu bu engin şefkati şu sözlerinde de görebiliriz: “Şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da iman kalesinin istikbali selâmette olsa!” Dolayısıyla onu bu haliyle gören çevresindeki insanlar da, ona yürekten inanıyorlardı.


Bu sebeple, irşad ekseninde yürüyen adanmış ruhlar gittikleri yerlerde, ilk günkü safvet, duruluk, beklentisizlik ve hizmet mülahazalarını devam ettirir ve her şeyi Allah rızası için yaparlarsa oradaki insanlar bir sene, iki sene, üç sene onları gözlemleyecek ve nihayet onların hep aynı çizgide olduklarını gördüklerinde, onlardan endişe etmek bir yana, onların müdafii olacaklardır. Kafalarını karıştırmak isteyen insanlara da; “Biz on senedir bu insanların nabızlarını dinliyoruz. Sizin dediklerinizin hiçbirisi doğru değil.” diyeceklerdir. Her şeyden şüphe duyulduğu, paranoyanın hükümferma olduğu ülkelerde dahi, muhatapları onları deneyip test edecek, neticede uzun süre aynı karakteri temsil ettiklerini gördüklerinde gönüllerini onlara açacaklardır.


Evet, yapılanlar karşısında beklentisiz olmak, bir yönüyle hayatını o insanların hayatına vakfetmek, inandırıcılık adına çok önemlidir. Eğer şu anda dünyanın değişik yerlerinde, farklı milletler içinde, gönüllüler hareketi tutunabiliyorsa; Cenab-ı Hak, onlara bu ölçüde bir açılım lütfetmişse, demek ki, o insanlar gittikleri yerlere adanmışlık ruhuyla gitmenin ve beklentisiz iş yapmanın hakkını veriyor, güven vaad ediyor ve iyi bir emniyet tavrı sergiliyorlar. Muhatapları da, onlara inanıyor, güveniyor, gönüllerini açıyor ve onları hüsn-ü kabulle karşılıyorlar. Evet, giden insanların ihlas ve samimiyetine binaen Cenab-ı Hak da, muhatapların kalblerine sevgi vazediyor. O halde adanmış ruhlar, şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da, yapılan hizmetler karşılığında, asla maddi-manevi herhangi bir beklentiye girmemeli; girmemeli ve hep ilk günkü safvet ve samimiyetlerini muhafaza gayreti içinde olmalıdırlar.