Harap eller; serilmiş hânümanlar;
kimsesiz çöller,
Emek mahrumu günler; fikr-i ferdâ bilmez akşamlar,
Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler; paslı vicdanlar;
…
Geçerken, ağladım geçtim; dururken, ağladım durdum;
Duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum.
Bu yitik dünya ile alakalı hicranlı birkaç söz
de Avlar İmamı Efe Hazretleri’nden:
" Bâd-ı hazân esti bağlar bozuldu
Gülistânda katmer güller mi kaldı
Şecerler kırıldı bârlar üzüldü
El atacak dahî dallar mı kaldıBir sel aldı sahrâları bürüdü
Ağaçlar kurudu kökler çürüdü
Erler yüreğinde yağlar eridi
Hasb-i hâl edecek kâller mi kaldıBozuldu dünyanın bâğ u bostânı
Zâğ-ı siyeh yaktı bu gülistânı
Bülbüller okusun dertli destânı
Elvân nakış keşmir şallar mı kaldıEr olan eridi yağ gibi gitti
Şîr-i nerler zîr-i türabda yitti
Serviler yerinde mugaylan bitti
Petekler söndüler ballar mı kaldıEbnâ-yı zemânın gaflet serinde
Oynarlar gülerler yerli yerinde
Seâdet hidayet binde birinde
Helâki fark eder haller mi kaldıEr olan çekildi çıktı aradan
Herbiri mahvoldu gitti sıradan
Gazab etti alemleri yaradan
Mübtela olmamış iller mi kaldıDillerde kalmamış hidayet nûru
İslamın kalmamış kalbde süruru
Kurban olur İslam bulsa kubûru
Lutfî, Hak söyleyen diller mi kaldı.”
Birkaç adım daha öteye giderseniz Bayburtlu Zihni’nin
şu tasvirleriyle aynı hicranı seslendirdiğini görürsünüz:
Vardım ki yurdunu ayak göçürmüş,
Canan göçmüş ıssız kalmış otağı;
Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş,
Sâkiler meclisten kesmiş ayağı.
Evet, mübarek bir coğrafyanın durumu işte bu idi.
İşin başlangıcında gâfil durup gâfil davranan bazı
kimseler, daha sonra yakıp yıktıkları bir dünyanın
külleri altında kalıp nedametle inlemişlerdi, ama
bunların hiçbir yararı yoktu.
"Kaza-i diyanet yerde süründü,
Türk’ün ruhu zorla asi göründü,
Hem peygamberine hem Allah’ına."
Artık el elden üzülmüş, yar elden gitmişti; ne
bağırıp çağırma ne de şuna-buna lanet yağdırma neticeyi
değiştirecekti.
Bir zamanlar dünya insanları, bizim yamaçlarımızda
tıpkı Mescid-i Aksâ’ya, Kabe’ye, Ravza’ya göç tertip
edip tenezzühe çıkıyor gibi tenezzühe çıkar ve bizim
coğrafyada, bizim aramızda aradıklarını bulurdu.
Bu dünya kendine ait büyüsü, kendine ait nefâseti
ile o kadar cazipti ki, onu görenler kendilerini
adeta bir rüya aleminde hissederlerdi.
Ne var ki, kimilerine göre o bir kere olmuştu ve
artık tarihti. Bir bandı başa çevirmek gibi zamanı
geriye işletmek veya aynı şeyleri bir kere daha
yaşamak mümkün değildi. "O yiğitler o atlara
binip gitmişlerdi ve bir daha da geriye dönmeyeceklerdi.”
(Ömer Seyfeddin) Bizim akıncı destanımızın, akıncı
şuurumuzun, akıncı şiirimizin ana teması ise:
"Bekle gözlerin yollarda; çepkeni kolunda,
Pişdonu belinde, yeniden bir kere daha döneceği
anı bekle!”
Evet, sizler, bizler ve milletçe hepimiz, çevremizde
harap eller, yıkılmış hanümanlar, kimsesiz çöller,
başsız ümmetler, emek mahrumu günler, yarın bilmeyen
geceler gördük. Uzun bir süre hiçbir şey yoktu;
sadece insanı andıran gölgeler vardı uzak-yakın
bu çevrede. "Kimse yok mu?" sesinize karşılık,
"yok" diyecek ciddi bir ses de yoktu.
O yıkılmış coğrafya da İmam Hatip yoktu, Kur’an
kursu yoktu. Üç beş insana Kur’an okutmayı göze
alan bir insan da yoku. Aynen, Hz. Ebu Bekir’in,
Hz. Ali’ye söylediği sözlerin tarif ettiği günler
yaşanıyordu. -Muhyiddin ibni Arabî’nin Musâmeretü’l-Ebrar
isimli kitabında naklettiğine göre- Hz. Ebu Bekir
şöyle demişti: "Ya Ali, o günlerde sen daha
çocuktun, biz birkaç defa ölümü göze almadan birine
bir şey anlatmaya cesaret edemezdik. Dışarıya çıktığımız
zaman bıçakların bizim için gayızla bilendiğini
görürdük. İçeriye girdiğimiz zaman dışarıya çıkmaktan,
dışarıya çıktığımız zaman da içeriye girmekten bütün
bütün ümidimiz kesilirdi; fakat biz her şeye rağmen
bunların hepsini göze alarak birşey yapmaya teşebbüs
ederdik; zaten bunları göze almadan da hiçbir şey
yapılamazdı".
Bu sözleriyle Hz. Ebu Bekir, tarihî devr-i dâimler
içinde bir vahşet, bir zülum, bir istibdad ve küfrün
taarruz dönemlerinden biri sayılan ilk cahiliyeye
ait korkunç bir baskı dönemini anlatıyor. Aslında
ondan sonra da bu fecî durum, kaç defa tekerrür
etmiştir ve edecektir de. Yeniden Ebu Cehiller,
yeniden Ebu Lehebler olacak ve yeniden şeytan fitneye
körük çekerek farklı stratejilerle karşınıza çıkacaktır.
Sizin gibi kudsîler de, tulumbaları ellerinde hep
yangından yangına koşacak ve fitne ateşlerini söndürerek
sulhun, sükunun ve emniyetin temsilcileri olduklarını
göstereceklerdir.
Evet, bir dönemde bazı ülkelerde, birine “Allah”
dedirtmeden evvel ölümü göze almak lazımdı. Kendi
kimliğinden bahsetmek yürek istiyordu. “kültür”,
“geçmiş”, “tarih”, “mukaddes miras” demek her babayiğidin
karı değildi.
Şimdilerde bu meş’um ülklerde de karlar,buzlar
erimeye başladı. Toprağı delip başını dışarıya çıkaran
filizilerin haddi-hesabı yok. Sağda solda nâdir
de olsa “Hak”, “adalet” ve “hürriyet” diyenlerden
söz edilebilir.
Buna, yüzlerce yıldan beri ölüm uykusuna yatmış
kimselerin ‘ba’su ba’delmevt’i de denebilir. Evet,
günümüzün nesillerine –bu mazlumlar ve mağdurlar
dünyasının neresinde bulunurlarsa bulunsunlar– İsrafil
surunu duymuş baharlıklar nazarıyla bakabiliriz.
Bu itibarla bende size Hz. Ebu bekir”in, Hz.Ali’ye
dedigi gibi diyebilirim: Siz gözlerinizi hayata,
üstüste güzelliklerin tulu ettiği bir dönemde açtınız.
Gerçi o dönemde de gönlünüze göre bir dünya yoktu;
ama bu dünyada eşedd-i zulüm, eşedd-i küfür, eşedd-i
istibdad da yoktu; hücreler yoktu, hapishaneler
yoktu, Sibirya sürgünleri yoktu.. ilk devirler için
varolan çok şey sizin için yoktu .
Biri: "Yirmisekiz sene çekmediğim eza, görmediğim
cefa kalmadı, Divan-ı Harblerde bir cânî gibi muamale
gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne
gönderildim, aylarca ihtilattan men edildim…"
diyor idiyse bu fotoğrafı iyi okumak icab eder..
tabiî, "Ne yapayım ben acele ettim kışta geldim,
siz cennetâsâ bir baharda geleceksiniz. Bir demet
gülle mezarımın başına geldiğiniz zaman, "Selamünaleyküm"
deyin; "henîen leküm" sesini işiteceksiniz."
müjdesini de…
Bugün milletimizin de bağlı bulunduğu milletler
topluluğunun geldiği nokta, o gün görülen rüyaların
bir nevî tezahürüdür. Ve bugün bizler, çok büyük
lütuflara mahzar sayılırız. Bu lütuflara mazhariyet
bir şükür ister. Bu lütufları tam takdir edip değerlendirmek
gerekir. Böyle bir takdir ve değerlendirme de geleceğe
matuf olması itibarıyla irade buudludur; yani, siz
ister ve dilerseniz, bir de azm u gayretinizi aksiyona
dönüştürürseniz –Allah’ın izniyle– o da olur.