Manâ Buudu ve Mevhbe-i İlahiyye

Manâ Buudu ve Mevhbe-i İlahiyye
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Peygamberlerin manâ buuduna açık
olmaları bir mevhibe-i ilahiyedir. Bu mevzuda benim
vicdanımda ağır basan görüş şudur ki; mevhibe-i ilahiye,
Cenab-ı Hakk’ın onların iradelerinin hakkını vererek
ortaya koyacakları yüksek bir performansa önceden
bahşettiği bir avanstır. Zira Cenab-ı Hak onların
ne yapacaklarını, nasıl hareket edeceklerini ilm-i
ezelisi ile biliyor.

Fakat işin öte yanında şu gerçek
de unutulmamalıdır: Allah, Mâlikü’l-mülktür, mülkünde
istediği gibi tasarruf eder. Bir peygamberi başkasına
nisbetle çok daha önemli bir misyonla gönderir. Dolayısıyla
donanımını ona göre ihsan eder. Bir başkasına bu ölçüde
önemli bir misyon yüklemez ve onun donanımı da ona
göre olur. Mesela İnsanlığın İftihar Tablosu’na bakıp
şöyle diyebilirsiniz: Allah bu Zât’a diğer peygamberlere
nisbetle çok daha büyük misyon yüklemiş ve donanımını
da ona göre vermiştir. Ama yukarıdaki yaklaşımla aynı
meseleyi tersine çevirip şöyle de diyebilirsiniz:
O Zât, istikbalde üzerine alacağı misyona liyakatını
göstermiş, Allah da ilm-i ezelisi ile bunu bildiğinden
dolayı ona baştan o misyonu yerine getirecek donanımı
lütfetmiştir.

SOSYAL ÇALKANTILAR VE ALTERNATİF
DÜŞÜNCE

Sosyal çalkantılar insanlarda alternatif
düşünme melekesini geliştirir, beyin fırtınalarına
müsait zemin, fikrî bir dinamizmin ateşleyicisi olur.
Bu dinamizm doğurgandır. Yani rönesansın gölgesi veya
gerçek bir rönesans bu tip dönemlerde ortaya çıkar.
Mesela bizim tedvin dönemimiz, asırlarca bizi ayakta
tutacak -ki hâlâ geçerliliklerini sürdürüyorlar- Kelâm
ve Fıkıh başta olmak üzere düşünce akımlarının doğduğu
bir dönemdir. Bu dönemin en büyük özelliği toplumda
sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel çalkantıların
yaşanıyor oluşudur.

Tedvin devri adını verdiğimiz bu
zaman diliminde, bir araya getirilmesi imkansız, aynı
kaynakların esas alınarak istinbat edildiğine inanılması
zor, birbiriyle kıyasıya savaşan yorumlar, düşünceler
ortaya atılmıştır. Basra mektebi Kûfe mektebi ile;
İmam Azam Ebu Hanife, devrindeki diğer imamlar ile
hatta kendi rahle-i tedrisinde oturan talebeleri ile
ciddî fikrî münakaşalar içine girmiştir. Ama bu vetirede
hiç kimsenin başı yarılmamış, burnu kanamamıştır.
Bu süreklilik arzeden ciddî fikir jimnastikleri sonucu
girilen hicri üçüncü asırda -ki zamanın altın çağlarından
biridir o- dünyanın en mükemmel insanları yetişmiştir.
Kaynağını ilahî beyandan alan belki de dünyanın en
uzun soluklu içtihatları ortaya konmuş, düşünceleri
üretilmiştir.

Batının bizim tedvin dönemine benzer
rönesansına baktığınızda şunu görürsünüz: Evet, bir
rönesans yaşanıyordur ama Batı ve Batılı bunalım içindedir,
barbardır, yobazdır. Haçlı seferlerinden bıkmış yorgun
askerdir. Bu yorgunluk onu kendi içine döndürmüş,
kendini yeniden gözden geçirme imkanı sağlamıştır.
Grek felsefesine, Roma düşüncesine, Hıristiyanlık
esaslarına yönelme bu dönemde olmuştur. Daha sonraları
meydana gelen münferit ve müteferrid tecdid hareketlerinde
de aynı sosyal ortamı görmek mümkündür.

Şu an içinde yaşadığımız zaman diliminde
de bizdeki tedvin, Batıdaki rönesansa benzer bir zemin
var. Fakat burada bir tehlikeye dikkatlerinizi çekmek
istiyorum; bazen bu türlü dönemlerde bazıları gölge
kurtuluş yolunu gerçek ve nihaî kurtuluş yolu zannedebilir.
Bu zannın ve inancın gereği olarak o uğurda kavga
ve mücadele verebilir. Bunlar bazen başarılı da olabilirler.
Halbuki bu tam anlamıyla bir yanılmadan ibarettir.
Aslında gerçek, sahih ve kalıcı viladetlerin önünü
alan başarılardır bunlar.

Bu yüzden diyorum ki, Cenab-ı Hak
bazı alanlarda bize geçici olan muvaffakiyetleri çok
göstermesin. Ta ki biz sürekli metafizik gerilim içinde
olalım, doğurgan olalım, sürekli beyin fırtınaları
yaşayarak tedvin dönemine benzer, bizi bugünümüz ve
geleceğimiz adına yıllarca, asırlarca idare edecek
esasları üretelim. Evet, Müslümanlığın çok yeni şeyler
doğurması lâzım. Aksi takdirde geleceğe yürüyemez,
bu hâliyle de yaşayamaz. Bediüzzaman ne güzel der;
“Eski hâl muhâl, ya yeni hâl ya izmihlâl.”

SOSYAL HAREKETLER VE TABİİ SÜREÇLER

Bütün bir toplumu ve belki de gelişme
seyrine paralel olarak bütün insanlığı kucaklayan,
onlara hizmet götüren hareketlerde birbirini izleyen,
izlemesi gereken tabii süreçler vardır. Bu tabii süreçlerin
başında hiç şüphesiz iman, ardından icmalî ve tafsilî
ilim gelir. Herhangi bir düşüncede eğer ilim önemli
bir konuma gelmiş ise bu demek değildir ki iman ihmal
edilebilir. Hayır. Bu çok ciddi bir yanılmışlık ve
aldanmışlık olur. Bu, o düşünceyi sosyal oluşumların
tabii seyrine bırakmak anlamına gelir. Onun için toplum
içinde fikrî önderlik yapanlar iman mevzuunda sürekli
canlı tutacak esaslar bulmak, metodlar ve sistemler
üretmek zorundadır. Bu yönlendirme olmazsa rehavet
devreye girer; “Allah’a şükür yıllardır başarıdan
başarıya koştuk, artık zaman rahata erme zamanıdır.”
demeler söz konusu olur. Bu safhadan sonra o düşünce
adına yaşama, hayatını onun gereklerine göre düzenleme
bir tarafa, insan Rabbine karşı yapmakla mükellef
olduğu ibadetleri bile kültürel bir aktivite olarak
görmeye başlar. Artık bu tip kimseler için dün aşk,
vecd ve heyecanla yapılan, göz yaşları ile süslenen
ibadetler kültürel bir aktivitedir. Cuma da, bayram
da, hac da bir kültürün dışa yansımasından ibarettir.

Fakat iman kendi kıvamında, kendi
tazeliği içinde ve ilk dönemdeki orijiniyle korunabilse
bu türlü vartalar içine girilmez. Onun için iman,
hiç ara verilmeden sürekli insanlara telkin edilmeli,
ısrarla onun üzerinde durulmalı. Onu insanların gönlünde,
kalbinde, kafasında sürekli canlı tutacak sistemler
icad edilmeli ve gerekirse insanlar bu mevzuda zorlanmalı.
Aksi halde karbonlaşma başlar orada. Bediüzzaman Hazretleri
bu sebeple iman üzerinde ısrarla durur.

Evet, aksiyonda süreklilik inancını,
insanların gönlüne, kafasına, ruhuna ve vicdanına
duyurmalıyız. Şahsen ben insanların kalblerinde sürekli
ve hiç doyma bilmeyen oburlukla “Müslümanlığı âleme
duyurma” his ve heyacanını uyarmak gerektiği kanaatındayım.
Bunun havarilerini yetiştirmeliyiz. Her insanı bu
ufkun potansiyel havarisi görmeliyiz. Kamil insan
yetiştirme, milletine hizmeti gaye edinenlerin hareket
yörüngesi olmalı. Bu arada yetiştirilmesi konusunda
ihmal gösterilmiş ve yanlış yollara sapmış insanlarımızla
da ciddî bir şekilde ilgilenilmeli. Onların aktif
hale gelmesi için elden gelen her şey yapılmalı, her
gayret ortaya konmalı. Öyle bir sistem ortaya konmalı
ki tek ferdin bile zayi olmasına fırsat vermemeli.
Şu anda toplumumuzda böyle bir sistemin ortaya konduğu
söylenemez. “İşin tabiatı icabı” falan deyip işin
içinden sıyrılmak isteyenler olabilir ama bence böyle
düşünmek yanlış. Biz Allah’a gönülden inanmış insanların
canlılığına süreklilik kazandıracak, herkesin işin
başındaymış gibi ciddî bir gönül iştiyakıyla, havariler
misali hareket etmesine müsait zemini hazırlayamıyoruz.
Kafalarımız yetmiyor o işe veya o mevzuda bir araya
geldiğimizde ciddî beyin fırtınaları meydana getiremiyoruz.
Ben, Üstad o meselenin inkisarı içinde ölmüştür diye
düşünüyorum. Benim inkisarım ise beni öldürecek kadar
değil, çünkü o bir gönül meselesi.

Evet, zorlamayla dahi olsa insanları
o mevzuda yönlendirebilecek bir sistem kurulmalı,
tıpkı fabrikada çalışan işçilerin sistemi gibi. Hani
işini yapmayan birine sistem hemen müdahale eder;
ama şefi, ama arkadaşı, ama ustabaşı.. işte öyle…
Herkes durduğu yerde, bulunduğu makamda mutlaka o
sistemin genel işleyişinin hem bir parçası hem de
kontrolcüsü olmalı. Anlatıldığı kadar kolay değil
bu iş biliyorum. Çünkü her bir insan bu dünyada bambaşka
bir âlem. Dolayısıyla her biri apayrı bir âlem olan
insanların teker teker istihdamı göründüğü kadar kolay
değil. Allah inayet ede.

İnayet dedim de, Cenab-ı Hakk’ın
fevkalâde inayeti başımızın tacı. Biz O’nun nihayetsiz
inayetinin her zaman beklentisi içindeyiz. Fakat irademiz
de var ve Allah bizi irademiz sebebiyle muhatap almış.
Öyleyse bizim de bu meseleyi o zaviyeden ele almamız
gerekir. Bir başka ifade ile O’nun fevkalâde inayetleri,
ihsanları, lütufları ve keremlerini vesile-i şükür
yapar ve onları artırması için Allah’a teveccühte
bulunuruz. Ama dünyada kaldığımız süre içinde plânlarımızı,
bize ait gibi gördüğümüz ama aslında âriye olarak
bize verilen benliğin, iradenin rükünlerini kullanarak
yaparız, yapmaya çalışırız.
Evet, bir taraftan bilme, isabetli hareket etme, diğer
taraftan heyecan ve helecanlarını sürekli koruyup
azimli ve kararlı olma, küheylanlar gibi yerinde dururken
bile sürekli hareket etme, yerinde oynayıp durma,
bana çok önemli geliyor. Bunun çok kolay olduğunu
zannetmiyorum. Fakat yapılmaz demek suretiyle de inkisar
hasıl etmek istemiyorum.

Halihazırdaki şartlar ve mevcud
durum, aşk u heyecan adına önemli ve elverişli bir
ortam sayılabilir. Şahsî kanatim, bugün yaşayanlar
gelecekteki nesillerden daha avantajlı sayılır. Kendi
canlılıkları, başkalarına hayat üflemeleri, iç kokuşmalara
karşı siyanet içinde bulunmaları gibi hususlar adına
daha şanslı, daha avantajlı sayılır. Fakat şu da unutulmamalı
ki günümüzün nesilleri kendilerini ayakta tutacak
esaslardan, dinamiklerden uzaklaşıyor, onları ihmal
ediyor. Farkına varmadan, yavaş yavaş, aheste aheste
gelen ve ruhunun içine yerleşen öldürücü faktörlerin
farkına varmıyor. Hepsinden kötüsü bunları tabii gelişmenin
bir neticesi olarak kabulleniyor. “Bu bir vetire,
dün öyleydi, bugün böyle, yarın başka türlü olacak.”
diyor. Tabii görüyor manâ adına, ruh adına çürümeyi,
solmayı. Ve bu hepimiz için söz konusu. Gerçi Cenab-ı
Hakk’ın kendilerine büyüklük bahşettiği insanlar hayatlarının
her karesinde aşmışlar bu vartaları ve değişmemişler
hiçbir zaman. Bakın o tabakat kitaplarına: Niceleri
bütün bir ömür boyu bir yere çardağını kurmuş, atını
bir kenara bağlamış, zaman gelmiş sağda, solda Hadis-i
Şerif toplamış; zaman gelmiş “Savaş var” denildiğinde
savaşa koşmuş; zaman gelmiş devlet “Sana şurada ihtiyaç
var” deyince, çardağını söküp bineğinin sırtına bağlamış
ve oraya gitmiş. İşte bir ömür boyu değişmeden bunu
aynı çizgide devam ettirme çok önemli bir mesele,
Allah’ın bir lütfu bu. Fakat bu aynı zamanda o hareketin
ani’l-merkez gücünü de gösteriyor. Hatta o Havâric
ve Nevâsıb hareketinde bile ben çok önemli bir dinamizm
görüyorum. Sadece orada basiretli dimağlar meseleyi
yönlendirmede kusur ettiklerinden dolayı, o çağlayanı
zararlı hâle getiriyorlar. Aslında orada coşkun bir
iman, müthiş bir heyecan, bir şeyler yapma azmi ve
bâtıla baş kaldırma var. Ama dinlemeleri gerekli olan
insanı veya insanları dinlememe kusuru onlara ait.
Hazreti Ali’yi dinleselerdi bir çok ciğersûz hadise
olmayabilirdi.

Bugün de olabilir bunlar. Doğruluk,
iyilik, güzellik adına iyi şeyler yapmak için bir
araya gelenler, gelecekte birbirini yiyebilirler.
Siz bunları bugün sarmaş-dolaş görebilirsiniz, fakat
ferasetiniz varsa, o tipleri dişlerinin yapısından,
tırnaklarının uzunluğundan, pençelerinin vahşice durmasından
anlayabilirsiniz. Bu olumsuz dalgaları kırabilir miyiz?
Elbette… Bu bizim yerimizde sağlam durmamıza bağlı.

Hâsılı; zor şeylerden bahsettik.
Benim ciddî endişelerim var. Başarının ve zaferin
öldürücülüğü beni, yolda yürümeye devam ederken başarılı
olacak mıyız-olmayacak mıyız düşüncesinden daha çok
korkutuyor.