Kazanma Kuşağında Hüsran Yaşamamak İçin

Kazanma Kuşağında Hüsran Yaşamamak İçin
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Hak ve hakikatten istifade edilmesi veya mahrum
kalınması noktasında Peygamber Efendimiz’in amcaları Hz. Abbas, Hz. Hamza, Ebû
Leheb ve Ebû Talib’in tavır ve davranışları günümüz insanı için neler ifade
etmektedir, izah eder misiniz?


Cevap: Siyerdeki bir kısım rivayetlere bakılacak
olursa, Hz. Abbas’ın İslâmiyet’e girişinin Bedir Savaşı sonrası ve hatta Mekke
fethinden az önce, Medine-i Münevvere’ye hicreti esnasında gerçekleştiği gibi
bir sonuca ulaşılmaktadır. Ancak, hayatına bir bütün olarak bakıldığında, onun
çok erken dönemde Efendimiz’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) sıkı bir
irtibatının olduğu ve İslâm’ın intişarı, Allah Resûlü’nün müşriklerin
saldırıları karşısında korunması gibi hususlarda Peygamber Efendimiz’e
tavsiyelerde bulunduğu görülmektedir. Mesela Akabe biatları esnasında
Efendimiz’in yanında bulunan Hz. Abbas, Ensar’ın Efendimiz’e biat etmeleri
durumunda karşı karşıya kalabilecekleri tehlikelere dikkat çekmiş ve onlardan
canları pahasına Efendimiz’i koruyacaklarına dair teminat almıştır.


Mekkeliler İçinde Efendimiz’in Gözü Kulağı:
Hz.Abbas


Nitekim yine rivayetlerde geçtiği üzere, Bedir savaşında müşrikler
mağlubiyete uğratıldıktan sonra, Mekkelilere ait olan kervanı takip meselesi
ortaya çıkmıştı. Bu konuda fikrini beyan eden Hz. Abbas, Peygamber Efendimiz’e
hitaben: “Allah sana ihde’l-hüsneyeyni müyesser kıldı. Yani seni savaşta
muzaffer kıldı. Ancak ikincisi hakkında va’d-i sübhânî yoktur!” diyerek
Efendimiz’den kervanı takip etmemesini istemişti. Eğer bu rivayet doğruysa, Hz.
Abbas’ın Allah’ın kelamına inandığı ve Efendimiz’in yanında yer aldığı
anlaşılmaktadır.


Hz. Abbas’ın hayatıyla alâkalı bu gibi parça parça hâdiseleri yan yana
getirdiğimizde onun çok daha erken bir dönemde Müslüman olduğu anlaşılmaktadır.
Hatta daha da ileri giderek şu değerlendirmede bulunabiliriz: Hz. Abbas,
Efendimiz Medine’ye hicret ettikten sonra Mekkelilerin içinde kalmış, onlardan
biri gibi görünmüş ve Mekke’nin fethine kadar durumları hakkında Efendimiz’i
bilgilendirmiştir. Evet, o, bir yönüyle Mekkelilerin içinde Efendimiz’in gözü,
kulağı olmuş ve Mekke’deki gelişmeleri Efendimiz’e haber vermiştir.


Bütün bunlardan anlıyoruz ki, Hz. Abbas’ta (radıyallâhu anh) cibilli bir
terbiye vardı ve o, bu terbiyesinin mükâfatını görmüştü. Çünkü insanın bazen
küçük bir meziyeti olur ve o küçük meziyet daha sonra onun hakkında çok büyük
bir lütfa vesile olur. Esasında benzer bir durumu Ebû Süfyan’da da görebiliriz.
Zira Ebû Süfyan; Ebû Cehil veya kayınpederi olan Utbe b. Rebia gibi kaskatı ve
mütemerrid bir insan değildi. Fakat nüfusu ancak on-on beş bini bulan, panayır
dönemlerinde ise otuz-kırk bine ulaşan Mekke şehrinin meclisi konumundaki
Dâru’n-Nedve’de yer alan kimselerden biriydi. Burası Mekke’yle ilgili işlerin
yürütüldüğü karar meclisiydi. Ebû Süfyan Dâru’n-Nedve’de bulunduğundan biraz da
oradakilerin dümen suyunda hareket ediyor ve onların oyununa geliyordu. Bununla
birlikte denilebilir ki, onun içinde bir efendilik, bir centilmenlik vardı,
cibilli bir kötülük mülâhazası yoktu. Zaten ondaki bu güzel hasletlerin zamanla
Müslümanlık haline inkılâp ettiğini görüyoruz.


Cesaret ve Mertliğin Sembolü: Hz. Hamza


Resûl-i Ekrem Efendimiz’in diğer bir amcası olan Hz. Hamza mert, cesur ve
yürekli bir kişiydi. Bir av dönüşünde kendisine Ebû Cehil’in Efendimiz’e hakaret
ederek kötü muame-lede bulunduğu haber verildiğinde, istikametini değiştirip
doğrudan Dâru’n-Nedve’nin yolunu tutmuştur. Meclise ulaşan Hz. Hamza sırtındaki
yay ve okuyla Ebû Cehil’e vurmaya başlamıştır. Bunun üzerine Ebû Cehil’in
kabilesinden bazı kimseler Hz. Hamza’ya karşı çıkmak istediklerinde Ebû Cehil,
Hz. Hamza’nın saf değiştirerek karşı tarafa geçebileceği korkusuyla onlara engel
olmuş ve suçu üzerine almıştır. Burada durup bir cümleyle, önemli gördüğüm bir
hususa dikkatlerinizi çekmek istiyorum. İçlerinden bir kişiyi kaybetmemek veya
birini kazanmak isteyen Müslümanlar da en azından Ebû Cehil kadar akıllı hareket
et-meli, “onurum-gururum” demeyip gerektiğinde enaniyetlerini ayaklar altına
almasını bil-melidirler. Bu kısa hatırlatmadan sonra asıl konumuza dönecek
olursak böyle bir hâdise, mert ve cesur bir kişiliğe sahip olan ve cibilli
bağları kuvvetli bulunan Hz. Hamza’yı âdeta tetiklemiş ve onun Efendimiz’in
yanında yerini almasına vesile olmuştur.


Gururla Gelen Hazin Âkıbet: Ebû Leheb


Aslında Ebû Leheb de çok kötü bir insan değildi. Genel yapısı itibarıyla,
şefkat ve mülayemet sahibi bir insandı. Ancak gururlu ve kibirli bir kişi
olduğundan pohpohlanınca kendisine pek çok kötü şey yaptırılabiliyordu. Mesela
ona: “Sen Abduluzzasın, Beni Ümeyye kabilesiyle akrabalığın var. Haşimilerle
Beni Ümeyyenin iltika noktasını teşkil ediyorsun. Geniş bir oymağın başında
bulunuyorsun. Sen şöyle adamsın, böyle adamsın…” diyor ve bu tür sözlerle onu
hep oyuna getiriyorlardı. Onun bu tür pohpohlamalara kanıp Mekke’de pek çok
kötülük yaptığını biliyoruz. Fakat sizin de bildiğiniz gibi Ebû Leheb Bedir’e
iştirak etmemişti. Korktuğundan dolayı mı savaştan geri durmuştu? Zannetmiyorum.
Kanaatimce onu Bedir’e gitmekten alıkoyan husus, yeğenine karşı bizzat savaşmak
istememesiydi. Bedir savaşını takip eden günlerde ise, ölüm hakikatiyle karşı
karşıya kalmıştı. Ümmü’l-Fadl Vali-demizin bir kemik parçasıyla kafasına vurduğu
ve aldığı bu darbe neticesinde ölüp gittiği ri-vayet edilir. Ölümü, hakikaten
başına aldığı bir darbe sonucunda beyin kanaması geçirmesinin bir neticesi
miydi, yoksa Bedir’de kayınpederinin ve iki kayınbiraderinin ölmesi, müşriklerin
büyük bir bozguna uğraması, onun da bu durum karşısında panikleyip derin bir
korkuya kapılması ve işin içinden çıkamayıp bir çözüm yolu bulamaması
neticesinde ciddi bir anguaz yaşaması mıydı, bilemiyoruz.


Ancak neticede o, âlemleri aydınlatan bir ışık kaynağının yanı başında
bulunduğu hâlde, böyle acı bir sonla hayatını noktalamıştır. Onun bu hazin
âkıbetinden şu neticeyi çıkarabiliriz: Demek ki, kayıp gitme ile kaymayıp
yerinde kalma arasında çok ince bir perde vardır. Bu sebeple, kayıp gidene
“Niçin kayıp gitti?”, yerinde kalana ise “Nasıl yerinde kaldı?” diye hay-retle
bakılmalıdır. Çünkü yerinde sabit kadem kalma âciz insanoğlunun elinde olmadığı
gibi, kayıp gitme de onun elinde değildir. Görüldüğü üzere insan, yanlış bir
bakış açısı ve mülâha-zalardaki az bir inhirafla dengeyi koruyamayabiliyor;
koruyamıyor ve hafizanallah gümbür gümbür devrilip gidiyor.


Bu noktada A’râf Sûresi’ndeki bir âyet-i kerimede kendisinden bahsedildiği
rivayet edi-len Bel’am b. Baura adlı şahsın feci âkıbetini hatırlayabiliriz. Söz
konusu âyet-i kerimede meâlen Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Onlara,
kendisine âyetlerimizi verip duyurduğumuz densizin kıssasını da anlat; anlat ki
o, sahip olduğu bilgisine rağmen, sıyrılıp (tekvînî veya tenzîlî) âyetleri
(idrak çerçevesinin) dışına çıktı. Derken şeytan onu kendine uydurup kendine
benzetti; o da onun arkasına takıldı ve azgınlardan biri oldu.” Rivayetlere göre
bu kişi, kurb-i ilâhiye giden yollar hakkında malumat sahibiydi ve ism-i azamı
biliyordu. Fakat işte bu konumdaki bir insan bir yerde devrilip gitmiştir.
Bundan dolayı Sahib-i Şeriat: “Ey bizim kerîm Rabbimiz, bize hidayet verdikten
sonra kalblerimizi saptırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı
bol olan vehhab Sensin Sen!” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/9) duasını dilinden hiç
düşürmemiştir. Zira âkıbet endişesi taşımayanların âkıbetinden endişe edilir.
Evet, “Ben de kayabilirim!” endişesini taşımayan bir kimse –hafizanallah– her an
kayıp gidecek tehlikeli bir zeminde bulunuyor demektir. Çünkü görüldüğü üzere
Ebû Le-heb’in düştüğü yerde Hz. Hamza, Hz. Abbas sürpriz bir kurtuluşla sıçrayıp
felaha ermişlerdir. Baktığımızda aynı aile fertlerinden birisi Efendimiz’in
yanında yer alırken diğeri onun karşısında saf tutmuştur. O zaman anlıyoruz ki,
küfürle iman arasında çok ince, kıl gibi bir mesafe vardır. İnsan âdeta burada
ipin üzerinde geziyor gibidir. Bundan dolayı insan, meye-lan-ı şerrin kökünü
kesip meyelan-ı hayra kuvvet vermek için sürekli dua etmeli, Allah’a sığınıp
istiğfarı dilinden hiç düşürmemelidir. Cenâb-ı Hak hepimizi düşmekten, kayıp
gitmek-ten muhafaza buyursun!


İmanın Doldurulamaz Yeri ve Ebû Talib


Soruda zikredilen Peygamber Efendimiz’in amcalarından biri de Ebû Talib’ti.
O, babası Hazreti Abdulmuttalib gibi, Peygamber Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi
ve sellem) sürekli sıyanet etmeye çalıştı. Esasında Efendimiz hakkında
Abdulmuttalib Hazretleri’nin düşünceleriyle Ebû Talib’in düşünceleri birbirinden
farklı değildi. Her ikisi de Efendimiz’i harika bir fıtrat olarak görüyor, hem
viladetinden evvel, hem de sonra O’nun hakkında hep güzel düşüncelere sahip
bulunuyorlardı. Ancak Abdulmuttalib’in durumuyla Ebû Talib’in durumu birbirinden
farklıdır. Çünkü Abdulmuttalib, Efendimiz’in anne-babası gibi fetret ehli
sayılır, dolayısıyla onun için fetret döneminin avantajları söz konusudur. Fakat
Ebû Talib, Peygamber Efendimiz’in peygamberliğini gördüğü hâlde değişik
saiklerle “Hazreti Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) ne diyorsa
bize de onu demek düşer.” diyemedi.


Ebû Talib, Hz. Ali’nin babasıydı. Çok zor bir dönemde Efendimiz’e destek
olmuş, O’na yardım etmişti. Ancak hiçbir zaman unutulmaması gerekir ki, bunların
hiçbiri imanın yerini doldurmaz. “La ilahe illallah Muhammedun Rasulullah” öyle
bir ağırlıktadır ki, bir hadisin ifadesiyle, dünya kadar günahlar terazinin bir
kefesine konup kelime-i tevhid de diğer kefeye konduğunda, o ağır basar. Çünkü
onun yerini dolduracak ağırlıkta başka bir şey yoktur. İşte Ebû Talib o ağırlığı
kaybetmişti. Özellikle de o ağırlığın münhasıran tek başına kıymet ifade ettiği
bir zaman diliminde onu kaybetmişti. Çünkü Üstad’ın da Mektubat’ta ifade ettiği
gibi, Efendimiz’i gördükten, Peygamberliğine şahit olduktan sonra, O’na iman
etmedikçe rah-ı necat muhaldir.


Ebû Talib için terbiyem gereği “gurur” kelimesini kullanmak istemiyorum.
Ancak Kureyş’in ileri gelenleri ona gelerek kabile ve atalara bağlılık duygusunu
tahrik ettiler, “Sen Abdulmuttalib’in yolundan mı döneceksin?” türünden laflar
ettiler ve bir yönüyle onun Efendimiz’e ittiba etmesine mâni oldular. Ancak
sizin de bildiğiniz üzere kişinin iman et-mesine engel hususlardan biri de, körü
körüne âbâ u ecdada ittiba etme meselesidir. Bundan dolayı netice itibarıyla
diyoruz ki, Allah Resûlü’ne bu kadar yardımcı olan ve O’na sahip çıkan bir
insanın hidayete eremeyişi bizim için ne kadar hicranlı bir hâdise olsa da, bu
noktada dilimizi tutup sükutu tercih etmemiz gerekir.


Belki burada asıl üzerinde durulması gereken husus, körü körüne âbâ u ecdada
ittiba tehlikesinin bizim için de söz konusu olup olmadığı meselesidir. Zira
hâl-i pürmelalimize bakılacak olursa çoğumuz itibarıyla, erkân-ı imaniyeyi ele
alıp tek tek tahlilden geçirdikten ve hepsini sağlam bir zemine oturtup yerli
yerine koyduktan sonra o iman âbidesini yeniden inşa etmiş ve ona göre bir
tahkikî iman ufkuna ulaşmış değiliz. Tabir caizse atalarımızın bize kazandırdığı
iğreti bir imanla yaşıyoruz. Bazı Ehl-i Sünnet imamları taklide dayanan böyle
bir imanı kabul etmemişlerdir. Çünkü onlara göre imanın tahkikî olabilmesi,
kişinin, iman ettiği esasların her taşını kendi eliyle yerli yerine koymasıyla
gerçekleşecektir. Evet, imanın her bir cüzünü düşünerek, tahlilden geçirdikten
ve onların üzerine şuur mührü vurduktan sonra işte böyle bir iman şart-ı âdi
planında senin iradenin ürünü demektir. Ancak şu anki hâliyle pek çoğumuzun
imanının mimarı babalarımızdır; babalarımızın imanının mimarı da
dedelerimizdir… ve hakeza taklit öteden beri bu şekilde devam edegelmiştir.
Fakat şunu da hemen ifade edeyim ki, iman çok kıymetli olduğundan, taklit bile
olsa onu reddetmek imana karşı saygısızlık olur.


Taklid Âfeti ve Biz


Hz. Üstad bu mevzuda, insanları tahkik kapısına çağırıyor, bizlere tahkik
kapısını aralamak istiyor. Risale-i Nur’da sadece bir Âyetü’l-kübra’yı bile
düşünecek olursak, Üstad’ın orada okuyucuyu kâinatın her bir parçasıyla
yüzleştirdiğini, her nesneyi dillendirdiğini ve bizi her nesne karşısında
düşünceye sevk ettiğini görürüz. Onu okuyan kişi âdeta iman adına kendi
düşüncelerini yeniden inşa ediyor gibidir. Zaten taklidî iman çağımızdaki
şiddetli inkâr ve dalâlet fırtınaları karşısında dayanamamış ve maalesef gümbür
gümbür yıkılıp gitmiştir. Hatta asırlarca İslâm’ın mânevî hayatının soluklandığı
müesseselerde bulunan insanlar dahi böyle bir taklidî imanla dalâlet fırtınaları
karşısında ayakta duramamış ve çeşit çeşit şüphe ve tereddütlerle dinlerini,
imanlarını kaybetme noktasına sürüklenmişlerdir. Hâlbuki onlar iman binalarının
her parçasını çok iyi bilse ve ona göre sağlam bir zemine oturtmuş olsalardı
netice böyle olmayacaktı. İşte görüldüğü üzere Ebû Talip için söz konusu olan
taklit âfeti bizim için de uhrevî hayatımızı tehdit eden büyük bir belâ ve
musibettir.


Ayrıca unutulmaması gerekir ki, taklitten sıyrılıp tahkikin sağlam zemininde
iman binamızı inşa edebilirsek, bu hâl, bizim tavır ve davranışlarımıza da
aksedecektir. Zira inanmış bir insanın bakışında, konuşmasında hep ciddiyet
nümâyandır. Bu mânâda, Hz. Üstad’ın çevresinde de inanmış insanların bulunduğunu
söyleyebiliriz. Hâlbuki bizler taklidin kocaman kahramanlarıyız. Çünkü biz
kendimizle yüzleşerek, inandıklarımızı analitik mülâhazayla ele alıp tahlil
ederek; tahlil edip yeni terkip ve sentezlere ulaşarak o imanımızı sahiplenmiş
değiliz. Taklitten kurtulamamış böyle bir fert, çok güçlü bir dalâlet fırtınası
karşısında devrilip gitme tehlikesiyle karşı karşıya demektir. Böyle bir netice
bazen itikat sahasında, bazen amelde, bazen hizmet felsefesinde, bazen de
benliğin öne çıkması gibi hususlarda kendini gösterir/göstermektedir.


Hâlbuki iman yönüyle oturaklaşmış, dalgaları dinmiş bir insanın her tavrından
inanç dökülür. O her hâliyle gayet tabiî ve fıtrîdir. Hatırlatılacak şeyler
hatırlatıldığında onun yüreğinin ağzına geldiğini görürsünüz. Daha bir farklıdır
onun geceleri. Seccadesi çok iyi tanır onu. Yoksa tahkikî imandan kaynaklanmayan
hâl ve hareketler sun’îdir; centilmenlik ve incelikler aldatıcıdır. Onlarda
devam ve temâdî söz konusu değildir. Bir gün birisine karşı incelerden ince
görünürsün ama tabiatında o inceliğe ulaşamadıysan moralinin o ölçüde yer-inde
olmadığı bir başka gün gerçek tabiatını ortaya koyarsın. “Kimseye bir fiske dahi
vur-mam!” dediğin bir yerde öyle bir tekme atarsın ki çevrende bulunan
insanların senin hakkındaki kanaati altüst olur. Böylece o güne kadar yapmacık
tavırlarınla oluşturmaya ve mayalamaya çalıştığın her şey gümbür gümbür yıkılır
gider. Çünkü bunlar senin tabiatına mal olmamıştır. Rabbim böyle bir âkıbetten
bizleri muhafaza buyursun ve hepimizi şekil insanı olmaktan ziyade iç
derinliğine sahip, tahkikî imanla mücehhez, hakikî mü’minlerden eylesin.
Âmin.