Hoşgörü Sürecinin Tahlili

Hoşgörü Sürecinin Tahlili
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

1990’lı yılların ortalarından itibaren
girilen hoşgörü ve diyalog sürecinin dini temelleri
adına bazı şeylerin yerli yerine oturmadığını
görüyorum. Gerek bu sürece can-ı gönülden destek
veren dost ve taraftar çevre, gerekse bunun İslamî
nasslarla çerçevelenen esaslara aykırı olduğunu
iddia eden müslüman çevrenin gözden kaçırdığı
esaslar bunlar. Birinciler bu sürecin yeniden başlamasına
–dikkat edin yeniden diyorum- vesile olan kişi/kişiler
veya kurumları ön plana çıkartırken,
ikinciler nassları siyak-sibak bütünlüğünü
kopararak yaptıkları yorumlarla bu sürece
öncülük edenlere "bid’atkar"dan "kafir"e
uzanan çizgide ithamlarda bulundular/bulunuyorlar.

Hoşgörü, diyalog veya bizim vazettiğimiz
ıstılah ile herkesi kendi konumunda kabul
etme düşüncesi ve bunun hayata intikali İslam
tarihinde bizimle ortaya çıkmış bir şey
değildir. Sadece Medine Vesikası’nı bu
gözle incelemeye alın; insanın hangi din,
hangi ırk, hangi milletten olursa olsun din, hayat,
seyahat, teşebbüs ve mülk edinme hakkının
olduğunu İnsanlığın İftihar
Tablosu o mübarek sesini yükselterek aleme duyuruyor
mu duyurmuyor mu? Bu hakların dokunulmaz ve aynı
zamanda mukaddes olduğu Vesika’da var mı yok
mu? Aynı hakikatlar başka bir dille, başka
bir anlatma üslubu ve edası ile Veda Hutbesi’nde
tekrar ediliyor mu edilmiyor mu? Medine Vesikası
ile Veda Hutbesi arasında yaklaşık on
yıl var. Demek bu on yılda bir çizgi değişikliği
yok; aksine tahşidat var, tahkim var.

Bu kabuller ne Medine Vesikası’nda, ne de Veda
Hutbesi’nde zikredilmekle kalmamış. Edebiyat
tarihine edebi bir risale olarak tevdi edilmemiş.
Ağızdan çıkan bu hakikatlar aynı
zamanda hayat olmuş. Efendimiz (sallallahu aleyhi
vesellem) bunları bizzat yaşadığı
gibi takip eden dönemlerde Raşit Halifeler yaşamış,
tabiîn yaşamış, tebe-i tabiîn yaşamış.
Bakın fetih dönemlerine, müslümanlar nerede kilise
ve havraları yıkmışlar? Nerede azınlıkların
haklarına dokunmuşlar? Nerede vicdan hürriyetine
kısıtlama getirmişler? Ve nerede düşünce
hürriyetini tahdit etmişler? Tarihte müslümanların
vesayeti altında yaşayan azınlıklar
kendilerine tanınan bu hakların başka
işgal güçleri tarafından ellerinden alındıkları
zaman ancak anlamışlar müslümanların
kendilerine neler bahşettiklerini. Demek bizim
mazimizin özü, üsaresi bu. Bizimle başlayan bir
süreç değil.

Fakat şunu da kabullenmek gerekir ki bu hakikatlar
15 asırlık İslam tarihinde her zaman
Efendimizin (sallallahu aleyhi vesellem), Raşid
Halifeler’in gözettiği hassasiyet içinde uygulanmamış.
Uygulanmamış çünkü işin özünü hazmedemeyen,
içine sindiremeyen insanlar üst makamları tutmuş.
İslam ile bağdaştıramayacağımız
dünyevi düşünceler ön plana çıkmış.
Makam sevdası, menfaat duygusu, kabile taassubu
ve benzeri nice menfilikler ortaya çıkmış.
Buna bağlı olarak gün gelmiş nasslar
farklı yorumlamalara konu olmuş. Gün gelmiş
bu farklı yorumlar pratiğe yansımış.
Dolayısıyla halk tabiriyle ifade edelim İslam
adına nice kabalıklar yapılmış.
Ama bunlar esasında İslam’ın değil,
müslümanlığı hazmedememiş insanların
tavırlarına ait kabalıklardır.

Meseleye bu zaviyeden bakınca biz hoşgörü,
diyalog, herkese saygı, herkesi kendi konumunda
kabullenme diyorsak Efendimiz’in (sallallahu aleyhi
vesellem) Medine Vesikası’nı seslendiriyoruz.
Veda Hutbesi’nde beyan buyurduğu hakikatları
haykırıyoruz. Böylece vazifemizi ve vecibemizi
yapıyoruz. Bizden öncekiler bu noktada kusur yapmış
olabilirler. Dahilî veya haricî sebeplerle, haklı
ya da haksız nedenlerle farklı bir yolda yürümüş
olabilirler. Bunlar bizi alakadar etmiyor, biz yapabilirsek,
yapabiliyorsak vazifemizi yapıyoruz.

Dikkat edin vazife ve vecibe
diyorum. Dolayısıyla bunu bir fazilet saymayın.
Fazilete terettüp eden şeyleri beklemeyin. Hiç
mi kıymeti yok diye aklınızdan geçirebilirsiniz.
Evet, sizin öncülüğünü yaptığınız
bu süreç belki bir kıymet ifade ediyor olabilir
ama bu kıymet çokları bu düşünceye uyanmadığı
ya da yapmadığı içindir. Yani nedretten
dolayı bir kıymet-i harbiyesi vardır.
Yoksa vazifenin zati değerinden dolayı değil.
Bir başka ifadeyle; nasıl piyasada nedret
olduğu zaman birden bire emtianın değeri
yükseliverir, bu da öyle. Hoşgörü diyen, diyalog
diyen bu insanlara "faziletli", "erdemli"
denmesi, el üstünde tutulması, barış
kahramanları gibi isimlerle anılması
hep bu sebepledir.

Burada bir başka hususa işaret edeyim: bana
kalırsa bu süreci isimlendirmemek en iyisi. Hoşgörü
süreci, diyalog süreci gibi şeyler de demeyelim.
Neticesi henüz belirlenmemiş, nereye varacağı
henüz kestirilememiş bir meseleye ad koymayalım.
Bırakalım onu zaman koysun veya biz zamanı
gelince koyalım. Kim bilir bu süreçte daha nice
yumuşak ve kucaklayıcı mülahazalar olacak.
Bu mülahazalar herkesi umudumuzun üstünde yumuşatacak.
O zaman hoşgörü, diyalog kavramları bile mevcud
durumu tarif etmek için yetmeyecek. Kim bilir?

Evet, demek girilen bu süreci bütünüyle bizim temel
kaynaklarımıza bağlayabiliriz, onlardan
akıp geldiğini söyleyebiliriz. Ben bu konuda
çok ısrarlıyım. Çünkü bu mesele falanın-filanın
iç inceliğinin ifadesi değildir. “Böyle davranırsam
kendi düşüncem, kendi gayem adına yol alırım,
mesafe katederim.” mülahazasına bağlı
bir tavır da değildir. Böyle olmadığı
için dünya elli defa hallaç olsa, yüz defa değişse
biz hep aynı düşünceleri ifade edeceğiz;
edeceğiz zira temel kaynaklarımız farklı
düşünmeye müsaade etmiyor.

Öte yandan, kaynaklarımız bunun böyle olmasını
söylüyorsa, bunu bir vazife ve vecibe olarak müntesiplerinin
omuzlarına yüklüyorsa bu süreci biz kendimize mal
edemeyiz. Hiç kimse de edemez. O sizin şefkatinizin,
merhametinizin ürünü değildir. Aksine İslam’ın
şefkati, merhametidir.

Yalnız her meselede olduğu gibi bu süreçte
de bazen olur ki konjonktürün gerektirdiği bazı
farklılıklar zuhur edebilir. Mesela, şartlar
öyle gerektirir ve bir devlet sizin devletinize savaş
açar. Sizin küçük çapta ve aksi istikametteki irade
ve gayretleriniz buna engel olamamıştır.
O zaman siz yine dinininizin belirlediği şekilde,
savaş hukuku adına ortaya koyduğu disiplinlere
göre hareket edersiniz. Hareket etmek mecburiyetindesiniz
daha doğrusu. Bu o dönemin yükümlülüğüdür.
Fakat şunu unutmamak lazım, savaş kişilerin
ve kurumların değil ancak devletin/devletlerin
karar vereceği bir hadisedir.

Bir diğer önemli konu da; bir gerçeği ortaya
koyma, hakkını teslim etme mevzuunda siz ve
sizin dışınızda birileri bu süreçte
rol alanlara bir isim koyuyorsa mübalağa etmemeliler.
Bahsi edilen sürece öncülük yapanlara “fikir mimarlarımız,
geleceğin fikir işçileri, barış
kahramanları” vs… gibi şeyler denirken mübalağa
edilmemesi lazım.

Evet, isterseniz tekrar başa dönelim ve tekrarlayalım;
artık bu sürecin kuralları ortaya konmuş
ve yaklaşık 10 yıldır işlene
işlene bir yere gelmiştir. Bu bir ibdâ (öncesi
olmadan yeni ortaya konmuş bir şey) değil,
ihyadır. Sıfırdan inşa değil
kullanılmaya kullanılmaya körelmiş kuyulardaki
suyu tekrar gün yüzüne çıkartma gibi, kullanılmaya
kullanılmaya bize yabancı olmuş, hakkında
“yok” hükmü verilmiş ama aslında zatında
mevcut olan bir şeyleri yeniden ortaya çıkarmadır.
Diyorsunuz ki, “İnsan hayvan değildir. O ne
bir hayvan-ı nâtıktır (konuşan hayvan),
ne bir hayvan-ı hassas (hisseden), ne hayvan-ı
mâşî (yürüyen), ne de hayvan-ı müteharriktir
(hareket eden). O insandır. Konuşan, duyan
ve hisseden, yürüyen, hareket eden ve her şeyin
şuurunda olan, aklıyla muhakeme yapan, bugünü
yarınla beraber mukayese eden, kendini yarınlara
göre hazırlayan, çok geniş ve engin ufuklu
hatta ufku kainatları da aşıp nâmütenâhîye
ulaşan, fiziğin, kimyanın kurallarının
geçmediği yerlerde dolaşan, ta Allah’a, Esmâ-i
ilahiye’ye, sıfât-ı sübhaniye’ye kadar varan,
ulaşan bir varlıktır. Öyleyse buna göre
davranışımız farklı bir çizgide
olmalı, farklı kıstaslar ihtiva etmelidir.
İnsanlarla olan münasebetlerimiz de elbette insan
olma esprisine bağlı cereyan edecektir.”

Pekâlâ hiç mi yoktu sizden evvel bunları telaffuz
edenler? Elbette vardı; vardı ama bugünkü
olduğu kadar yaygınlaşmamıştı.
Fikir planında ortaya konan, kitap sayfaları
arasında kalan, geniş uygulama alanı
bulamayan düşüncelerdi onlar. Bilemem belki bu
yüzden yakın ve uzak dost çevrelerden bunu anlamayan,
anlamamakta ısrar eden kişiler oldu. Belki
hasetten, kıskançlıktan, kendileri bu işe
öncülük yapmadığı için olumsuz mülahazalar
ile yaklaşanlar oldu, hâlâ da var. “Gavurlaşma”
saydılar bu girilen süreci.

Fakat her şeye rağmen girilen bu yolda, veya
yukarıdaki yaklaşımımız içinde
neticede alacağı veya bizim vereceğimiz
isim, ünvan ne ise işte onda mesafenin yarısı
katedilmiştir. Motor çalışmış,
araç harekete geçmiştir, geriye dönülmesi artık
mümkün değildir. Sadece şartlara, konjonktüre
göre bir kısım koordinatların değiştirilmesi
olabilir. Bunda da biraz sabırlı olmak ve
beklemesini bilmek gerek. Elektrikle işleyen aletlerde
veya elektronik sistemlerin harekete geçmesinde bile
bir bekleme süresi var. Burada da bekleme süresine ihtiyaç
duyulması gayet tabiidir.

Yolun yarısı alınmıştır
dedik ama bu iş bundan sonra ters yüz edilemez,
dağıtılamaz, kimse bozamaz iddiasında
da değiliz. Her şeyden evvel biz Allah’ın
inayetiyle kendimizi böyle bir tabiyede bulduk. Allah’ın
inayetiyle geç kalmış olsak bile durumu iyi
okuma, imkanları değerlendirme zemini bulduk.
Ümidimiz yine Allah’ın inayetiyle bunun devam edeceğidir.
Tek taraflı yani bizim canibimizden bir ahdi bozma
olmazsa bu iş devam eder. Ama bizden bir ihanet
olursa, Allah’a karşı münasebetlerimiz bozulursa,
O da muamelesini değiştirir. Bir başka
tabirle muhlisînden (ihlâslı kullardan) olmazsak
Allah bugüne kadar meccanen (karşılıksız)
verdiği lütufları çeker alır elimizden.
Dua edelim, bizi ihlâstan ayırmasın, verdiği
lütufları elimizden almasın. Çünkü dünyanın
esasen bu türlü bir anlayışa, bu türlü bir
mülâhazaya, eskilerin ifadesiyle, eşedd-i ihtiyaç
ile ihtiyacı var.

Sözün başında iki çevreden bahsettim. Bunların
ikisi de dost çevredendi. Bir de düşmanlar var.
Düşman demek de istemiyorum; istemiyorum çünkü
Allah tanımaz, Peygamber kabul etmez, manevi veya
kudsi kavramı içine girecek her şeye kapalı
bir çevrenin dahi bu süreçte bir yeri var. Tıpkı
Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâm) müşriklerle
münasebetlerinde olduğu gibi. Ama onlar bu sürece
karşı almış oldukları tavırlarla
o ismi kendilerine kendileri veriyor ve “Düşmanız
biz!” diyorlar. Sizden gelecek her türlü hayra ve iyiliğe
hayır diyorlar. Alabildiğine mütemerrid, kendi
menfaatlerinin ötesinde ne milleti, ne devleti, ne de
insanlığı düşünmeyen paranoyak bir
çevredir bu.

Evet, bizim bunlara karşı bir yaptırım
gücümüz yok ama Allah’ımız var. "Hasbünallâhu
ve Ni’me’l-Vekîl. Ni’me’l-Mevlâ ve Ni’me’n-Nasîr"imiz
var. "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh" gibi
bir hazinemiz var. Dopdolu, hiç bitmeyen, kullandıkça
artan bir hazine. Korkmayın Allah yanınızda
ise size kimse bir şey yapamaz. Asrın Beyin
Yapıcısı’nın sık sık vurguladığı
gibi: “Endişe etmeyin kardeşlerim! Biz inayet
altındayız.”

Bir serçe bir kartalı

Salladı vurdu yere

Yalan değil doğrudur

Ben de gördüm tozunu

diyor ya Yunus. Öyle de gün gelecek kartal yuvarlanacak,
serçe de gülecek. Çünkü küçüğe büyük şeyler
yaptıran Allah’tır. Ye’se düşmeyin. Yeis
“mâni-i her kemâldir”. Bir bataktır o. Akif’in
ifadesi ile düşerseniz boğulursunuz. Azminize
sımsıkı sarılın; sarılın
çünkü önünüzde katedeceğiniz yol daha çok uzun.
Geçilmesi gereken derin sular var. Yine Yunusça diyelim:

Bu yol uzaktır

Menzili çoktur

Geçidi yoktur

Derin sular var.

Fakat o sulardan boğulmadan geçen, öteki vadiyi,
öteki kıyıyı kendilerine yurt edinmiş,
halden sıyrılmış, sahib-i makam
olmuş o kadar çok insan var ki. Siz niçin bunlardan
birisi olmayasınız?