İçindekiler
Din Muameledir
Kur’ân-ı Kerim, onlarca âyetinde iman ve salih ameli birlikte zikreder. Bu âyetlerde, imanın hemen ardından söz amele gelir. Demek ki tek başına nazarî Müslümanlık yeterli değildir. Amelî Müslümanlığa ihtiyaç vardır. Yani mümin, sıkı bir şekilde iman esaslarına bağlı kalan ama orada kalmayan, sağlam imanının yanı sıra daima güzel şeyler yapan, söyleyen, güzel bir çizgi takip eden insandır. Her meselede olduğu gibi bu konuda da rehberimiz öncelikle İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem), ardından da, başta Hulefa-i Raşidin olmak üzere O’nun güzide ashabıdır. Nebiyy-i Ekrem buna şu şekilde dikkat çeker:
“Benim yolumu ve doğru yolda olan Râşid Halifelerin (Benden sonra gelecek ve aynen benim yolumu, rüşd yolunu takip edecek kimselerin) yolunu yol edinin. Bu yolu, azı dişlerinizle tutar gibi sımsıkı tutun.” (Tirmizî, İlim 16; Ebû Dâvûd, Sünnet 5; İbn Mâce, Mukaddime 6)
Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) amel konusunda nazarlarımızı, sünnet-i seniyesinden sonra Raşit Halifelere çevirmesi ve onların yoluna sımsıkı tutunmamızı emretmesi çok önemlidir. Çünkü onların yolu, gerçekte peygamber yoludur. Kur’ân’ın doğru anlaşılması, dinin müstakim bir çizgide yaşanması, nazarî Müslümanlığın amelî Müslümanlığa çevrilmesi, yani dinin hayat hâline getirilmesi, o yoldan sapmamaya bağlıdır. Taklit yoluyla öğrendiğimiz Müslümanlığı amelî Müslümanlığa çevirmek, İslam’ı derinliğiyle yaşamak istiyorsak o yolu takip etmeliyiz.
Sahabe-i kiramın en çok öne çıkan özelliklerinden biri, söyledikleri sözlerin belki on, yirmi katını pratikte de yaşıyor olmalarıydı. İşin edebiyatını yapmakla iktifa eden günümüz Müslümanları, onların ortaya koydukları bu Müslümanlık modeline her zamankinden daha çok muhtaçtır. Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, öncelikli hedefimiz, anne babamızdan ve çevremizden edindiğimiz nazarî Müslümanlığı amelî Müslümanlığa çevirebilmek, içinde yetiştiğimiz kültür ortamından bize intikal eden taklidî imandan sıyrılıp tahkikî imana geçmek olmalıdır.
İman-Amel İrtibatı
İman ve amel arasında çok güçlü bir irtibat vardır. Sağlam bir iman, ameli gerektirdiği ve ortaya çıkardığı gibi, amel de imanı besler ve güçlendirir. Allah’a, kitaplara, nebilere gönülden inanan bir insan, onların ortaya koyduğu emir ve yasaklara riayet eder. Bu da onun imanını güçlendirir, taklitten tahkike çıkarır ki bir mümin açısından bu çok önemli bir hedeftir. Zira taklidî imanın kabirde, berzah hayatında, mahşerde, sıratta ne kadar işe yarayacağını bilemiyoruz. Yine de başkaları hakkında düşünürken, Cenab-ı Hakk’ın rahmetinin enginliğine güvenerek, taklidî imanla da Cennet’e girilebileceğini düşünebiliriz. Fakat kendimiz hakkında düşünürken bunu yeterli görmemeli, imanımızı amelle desteklemeli, böyle yaparak onu tabiatımıza mâl etmeli ve tahkike ulaştırmalıyız.
Kelimenin kökeni itibarıyla mümin; Allah’a inanan, O’na güvenen insan demek olduğu gibi, aynı zamanda emniyet ve güvenin de temsilcisi demektir. Fakat önemli olan, isimler değil, bizim onların altını ne kadar doldurabildiğimizdir. Gerçekten imanı tabiatımızın bir parçası hâline getirebildik mi? Hakikaten yeryüzünde emniyet ve güvenin, istikamet ve adaletin temsilcileri olabildik mi? Aslında büyük iddialara, lafazanlıklara gerek yok; bizim kim olduğumuzu, Allah’a ne kadar inandığımızı, O’nunla nasıl bir irtibatımızın olduğunu ortaya koyacak şey, amellerimizdir. Bütün hareket ve davranışlarımız hatta reflekslerimiz ve iç dürtülerimiz hayır ve iyilik etrafında dönüyorsa işte o zaman inanıyoruz demektir.
Salih Amel Sadece İbadet midir?
Bilindiği gibi Kur’ân-ı Kerim, birçok âyet-i kerimede namaz, zekât, oruç, hac gibi ibadetler üzerinde durur. İyi bir Müslüman olabilme yolunda bu ibadetlerin çok önemli bir yeri vardır. Fakat amel-i salihi sadece ibadetlerden ibaret görmek doğru değildir. Onun alanı çok daha geniştir; müminin (ferdî, ailevî, ticarî, içtimaî, siyasî…) bütün davranışlarını kapsar. Dolayısıyla mümin, bütün davranışlarında helal-haram sınırlarına, dinin koyduğu ölçülere, ahlakî prensiplere dikkat etmek zorundadır. Dinin açıkça yasakladığı davranışlardan fersah fersah uzak durmalı, şüpheli alanlara da yaklaşmamaya çalışmalıdır. Söz gelimi, onun rüşvet alması söz konusu olamayacağı gibi, o, rüşvet ihtimali bulunan davranışlardan dahi kaçınmalıdır. Bütün işlerini adalet ve hakkaniyet esasına göre yürütmeli, kimsenin zerre kadar hakkına girmemelidir.
Müslümanların amellerine dair hükümleri ihtiva eden fıkıh kitapları, temel olarak amelleri ikiye ayırır: İbadât (ibadetler) ve muamelât. Muamelât; ibadetler dışında kalan her tür fiili içine alır. Hususiyle insanlar arası muameleler, münasebetler buraya girer. Ulema, “Din muameledir.” demiş. Gerçek mümin, muameleleriyle, haram-helal hassasiyetiyle belli olur. Ağızlardan dökülen sözlerin gerçek hayatta karşılığı yoksa, fikirler pratikle desteklenmiyor teoride kalıyorsa, bunların bir kıymeti yoktur. Birileri kalkıp sahabe olmaktan bahsedebilir, Hulefa-i Raşidin’in yolunu takip ettiğini öne sürebilir, kendisini dinleyenlere büyük vaatlerde de bulunabilir. Ama acaba onun tavır ve davranışları sözleriyle paralellik arz ediyor mu? Muamelelerinde milimi milimine hassas davranıyor mu? Helal, haram konusunda yeterince dikkatli mi?.. Öyle ise sözlerine kulak vermeye değer. Ama değilse, o bir yalancı, bir sahtekârdan başka bir şey değildir. Maalesef günümüzde bu tür örneklerle o kadar sık karşılaşıyoruz ki, hayalinizi birazcık etraf-ı âlemde dolaştıracak, ferasetinizle iz sürecek olursanız çevrenizde yığınla misalini bulabilirsiniz. Âşık Ruhsatî, yaşadığımız bu tabloyu çok güzel resmediyor:
Bir vakte erdi ki bizim günümüz
Yiğit belli değil, mert belli değil…
Herkes yarasına derman arıyor
Deva belli değil, dert belli değil…
Ben, bu şiiri biraz değiştirerek şöyle diyorum:
Bir vakte erdi ki bizim günümüz
Mümin belli değil, münafık belli değil…
Herkes yarasına derman arıyor
Yâr belli değil, ağyâr belli değil…
Maalesef ahvâl-i âlemin çok girift olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Öyle yalanlar söyleniyor, ayak oyunları oynanıyor, iftiralar atılıyor ki nice saf mümin bunlara inanıyor. Ama elbet bir gün Allah hükmünü verecek, kimin ne olduğunu ortaya çıkaracaktır.
Mü’minlere Düşen Vazife
Kim ne yaparsa yapsın, samimi mü’minlere düşen vazife, nazarî imanlarını amelî imana çevirmek, İslâm’ın hem ibadetler hem de muamelâtla alakalı konularda kendilerine çizdiği çizgiyi korumak ve her durumda karakterlerinin gereğini ortaya koymaktır. Bir taraftan iffet ve ismetlerine toz konduracak her tür tavır ve davranıştan uzak durmalı, diğer yandan da insanlarla olan münasebetlerinde kılı kırk yarar derecede adaletli, hakkaniyetli, ölçülü, nazik ve insanî olmalı, hatta bu yüce seciyelerini insanlarla sınırlı da tutmamalı, bütün varlığı şefkatle kucaklamalıdırlar. Bir insanın imandan nasibi, mahlukata duyduğu şefkati ölçüsündedir. Bu yüzden gerçek mümin, vaktinden önce bir ağacın yaprağını koparmayı, yürürken yerdeki karıncalara dikkat etmemeyi dahi bir çeşit cinayet sayar. İşte bu kıvam korunabildiği takdirde insanlık mü’minlere bağrını açacak, onları benimseyecek, onlara sahip çıkacaktır. Bırakın, şefkat ve merhamet mahrumları, gayz, kin ve nefretleri içinde debelenedursunlar.
Tahkikî imana ermiş, imanlarını amelle taçlandırmış hakiki mü’minler, dinin emirlerini yerine getirme, mahlukata şefkatle yaklaşma, insanlarla olan münasebetlerinde şer’in, hakkın, hukukun çizgisini koruma gibi konularda ne kadar hassas hareket ederlerse etsinler, ne kadar güzel ameller ortaya koyarlarsa koysunlar, kendilerini geriye çekmeyi, hatta gizlemeyi de bilirler. Onlar, başarılarıyla öne çıkma, takdir edilme peşinde değildirler. Allah’a yürekten inanan, O’nun her şeyi bilmesini, görmesini yeterli bulur. Onların ehemmiyet verip endişe duydukları tek şey, işledikleri amellerin Allah’ın rızasına muvafık düşüp düşmediğidir. Çünkü onlar, yapılan şeylerden O razı olduktan, bunlara bir değer atfettikten sonra başkaları bilse ne olur bilmese ne olur, değer atfetse ne olur atfetmese ne olur, mülahazası ile yaşarlar.
***
Not: Bu yazı, 6 Eylül 2015 tarihlerinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.