Soru: Kur’an-ı Kerim’de, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e tevcih edilen “Sakın inkarcılara arka çıkma!” ve “Sakın müşriklerden olma!” şeklindeki hitaplar nasıl anlaşılmalıdır? Bu türlü ilahî hitapları, Allah Rasûlü’ne yöneltilen birer itap olarak değerlendirmek doğru mudur?
Cevap: Dünden bugüne, kimi meşhur âlimlerin de aralarında bulunduğu bir kısım kimseler, bazı ayet-i kerimelerle Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in birtakım söz ve davranışlarının kınandığını ifade etmişlerdir. Söz konusu ayetleri kınama, azarlama ve paylama manalarına gelen “itap” kelimesiyle beraber anmış; hatta Allah Rasûlü’nün kendi kendisini azarlayamayacağı mülahazasıyla, “itap ayetleri” dedikleri bu ilahî beyanları Kur’an’ın Allah kelamı oluşunun delilleri arasında saymışlardır. Şu kadar var ki, kınama olarak gördükleri hitapların yapılan hatalardan dolayı mı, yoksa evlâ olanın ortaya konulmayışı sebebiyle mi olduğu konusunda ihtilaf etmişlerdir.
Öncelikle ifade etmeliyim ki, dinimizdeki peygamber telakkisi ve İnsanlığın İftihar Tablosu’na karşı edep anlayışımız bu türlü yorumlara katılmamıza manidir. Cenâb-ı Hak, kendi elçisine her sözü söyleyebilir ve O’na dilediği şekilde hitap edebilir. Fakat, bilhassa Mevlâ-yı Müteâl ile Nebiler Serveri arasındaki muhavereler hususunda bizim kendi haddimizi bilmemiz, edebimizi korumamız ve itap şeklinde anlaşılan beyanlar için farklı mahmiller aramamız lazımdır. Aslında, Kur’an-ı Kerim’e bir bütün olarak bakılsa ve bahis mevzuu olan ayetlerin nüzul sebeplerine, siyak ve sibaklarına dikkat edilse anlaşılacaktır ki; itap görünümlü ilahî beyanlar vesilesiyle ya hasenden öte ahsen ufku gösterilmiş, ya müşriklerin ve münafıkların muhtemel saldırılarına karşı Rasûl-ü Ekrem te’yid edilmiş, ya ta’dil perdesi altında takdir ve iltifatlar dile getirilmiş, ya da Rehber-i Ekmel’in şahsında ümmet-i Muhammed’e tembihlerde bulunulmuştur.
Ahsen Ufkunun Gösterilmesi
Bazı ayet-i kerimelerde rahmetin tebessümleri altında îkaz televvünlü bir iltifat sezilmektedir. Ortada bir hata ve günah yoktur; fakat, bir konuda “iyi” yakalanmışsa bile, her şeyin en güzeline layık olan Kainatın Medar-ı İftiharı’na “en iyi” işaret edilmektedir; adeta O’na “Sen hasen ile iktifa etmemeli ahseni bulmaya çalışmalısın!” denilmektedir.
Mesela; Tebük seferine çıkılacağı esnada münafıklardan bir topluluk hiçbir özürleri olmadığı halde cihada katılmamak için izin istemişlerdi. Allah Rasûlü pek çok maslahat gözeterek seksenden fazla münafığa izin vermişti. Bunun üzerine, “Hay Allah affedesi Nebî, niçin doğru söyleyenler iyice belli oluncaya ve yalancılar da meydana çıkıncaya kadar beklemedin de o münafıklara hemen izin verdin?” (Tevbe, 9/43) mealindeki ayet-i kerime nâzil olmuştu.
Bu hitapta, kat’iyen itap yoktur, sadece bir hatırlatma vardır; hatta güzele değil, her zaman en güzele layık olan Allah Rasûlü, bu âyetle de yine en güzele irşad olunmaktadır; dolayısıyla, bir tebcil, takdir ve sena dahi söz konusudur.
Allah Teâlâ dileseydi, daha o münafıklara izin vermeden Rasûl-ü Ekrem’i uyarırdı. Fakat, Cenâb-ı Hak, Kutlu Elçisine içtihat etme kabiliyet ve selâhiyeti vermişti; O da içtihat etmiş ve güzeli yakalamıştı. Ne var ki, Mevlâ-yı Müteâl, o en güzel kuluna haseni yakıştıramıyor, her zaman ahsenin peşinde olması gerektiğini belirtiyordu; en güzele değil de güzele temayül ettiği için O’nu rahmet ve iltifat ağırlıklı bir üslupla îkaz ediyordu. Bedir gazvesinde ele geçirilen esirlerin fidye karşılığında salıverilmelerinden sonra indirilen ayet-i kerimeler gibi diğer bazı ilahî beyanlar da bu kabildendi.
Münkirlerin Kınamalarına Karşı
“İtap ayetleri” arasında sayılan beyanlardan biri de; “Ey Peygamber, Allah’a karşı sorumluluklarını yerine getirmeye devam et, kâfirlere ve münafıklara itaat etme! Muhakkak ki Allah her şeyi bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.” (Ahzab, 33/1) mealindeki ayet-i kerimedir. Şayet, bu ilahî kelamın Ahzab sûresinin ilk ayeti olduğu ve mezkur surenin muhtevası gözönünde bulundurularak şümullü bir değerlendirme yapılırsa, burada da asla bir kınamadan bahsedilemeyeceği görülecektir.
Ahzab sûresi bir kısım içtimaî esasları bildirmekte, zıhar gibi bâzı batıl gelenekleri kaldırmaktadır. Rehber-i Ekmel’e karşı mü’minlerin davranışlarının nasıl olması gerektiğini, hakiki mü’minlerin vasıflarını, münafıkların karakteristik özelliklerini, tesettür meselesine ve aile hayatına dair bazı hususları anlatmaktadır. Dolayısıyla, “Kâfirlere ve münafıklara itaat etme!” hitabı, Ahzab savaşı ile hınçlarını alamayan münkirlerin ve münâfıkların Hazreti Zeyneb ile izdivaç meselesi bahanesiyle koparacakları fırtınaları, yayacakları yalanları, hazırladıkları çeşit çeşit saldırıları haber veren ve Rasûl-ü Ekrem’e hak bildiği yolda sabit kadem olmasını ihtar eden ilahî bir emirdir. Evet, bu sûrede inkarcıların ve münafıkların dedikodularına sebep olacak bazı hükümler indirileceğinden dolayı Allah Rasûlü daha ilk ayetle te’yid edilmiş ve ona “Kafirlere ve münafıklara uyma. Onların sözlerine kulak verip de görevini yerine getirmekten endişe duyma!..” denilmiştir.
Şu kadar var ki; eğer Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, -farzımuhal- nübüvvetle serfirâz olmayan, mücerret bir ideal ve aksiyon adamı gibi davransaydı, kendisine dehalet etmek isteyen bazı insanların düşüncelerine mümâşat ve mülayemet gösterebilir ve onları kendisine bağlamaya çalışabilirdi. İnsanların iman etmeleri konusundaki fevkalâde hırsından dolayı, onları da kazanabilmek için bazı münkirlerin bir kısım imtiyaz taleplerini muvakkaten kabul edebilirdi.
Allah Teâlâ, imana davet mevzuunda Rasûl-ü Kibriyâ’ya bazı ipuçları vermişti; neyi nasıl emredeceğini, hangi meseleyi ne şekilde yasaklayacağını ve insanları ne suretle Din-i Mübîn’e çağıracağını öz ve esas itibarıyla bildirmişti. Fakat, bir kısım meseleler de vardı ki, O’nun içtihadına bırakılmıştı. Gerçi, o içtihadlarda -gayr-i metluv da olsa- yine mutlak surette bir vahy-i ilahî ya da bir ilham-ı ilahî söz konusuydu; evet, bazı hususlar O’na doğrudan doğruya ve kelimesi kelimesine ifade edilmemişti ama hak ve hakikat bir nüve halinde içine atılmıştı. Bir yönüyle, o nüveyi açma, büyütme, şekillendirme, değerlendirme ve ifade etme mevzuu kendisine bırakılmıştı. Allah Rasûlü, çok defa o türlü malzemeleri o üstün fetanetiyle bizzat kullanır; işin içine kendi tasarrufunu ve içtihadlarını da katardı. İşte, Allah Teâlâ, beşerin hidayete ermesi için kıvrım kıvrım kıvranan Müşfik Nebi’nin bir kısım meselelerde ortaya koyması muhtemel içtihadı bildiğinden dolayı daha baştan O’na “Kâfirlere ve münafıklara itaat etme!” demiştir. Bu itibarla, şayet söz konusu ayetin bir îkaz ihtiva ettiğinden bahsedilecekse, bunun bir kınama olarak değil, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun beşerin kurtuluşu için çırpınıp durmasını takdir ve münkirlere karşı onu te’yid şeklinde anlaşılması gerekmektedir.
Ezcümle; Sakîf kabilesinden bazıları, İslam’ı kabul etmelerine karşılık olarak bir kısım imtiyazlar istemişler; Allah Rasûlü’ne müracaatla, kendilerinin bazı vecîbelerden muaf tutulmalarını talep etmişlerdir. Sıradan bir ideal ve aksiyon adamının o türlü isteklere kayıtsız kalması ve muhataplarının kendinden uzaklaşmalarını göze alması çok zordur; çünkü, insan fıtratında her şeye rağmen taraftar toplama gibi zaaflar vardır. Fakat, İnsanlığın İftihar Tablosu, her türlü zaaftan korunmuş bir rasûldür. O’nun gayesi, insanları kendine değil, Allah’ın (celle celâluhu) dinine bağlamaktır. Öyleyse, Rasûl-ü Ekrem’in, dini bütünüyle kabul etmeyen Sakîflilere taviz vermesi ve onların hatırına dinin ahkâmını değiştirmesi imkansızdır.
Nitekim, mevzuyla alâkalı ayet-i kerimede, Sakîf kabilesinin isteklerine karşılık Allah Rasûlü’nün takındığı kesin tavır ortaya konmaktadır: “Eğer Biz seni yüce ve yüksek dağlar gibi tesbit etmeseydik, evet, mehip dağlar misillü, hakikatin içine bu kadar kök salmanı sağlamasaydık, az da olsa onlara meyledebilirdin.” (İsrâ, 17/74) denilmektedir. Demek ki, Ferîd-i Kevn ü Zamân (aleyhissalatü vesselam), öyle sağlam bir iman zeminine oturmuştur ki, O’nun bulunduğu yerde bir toprak kaymasından bahsetmek mümkün değildir.
Allahu a’lem, bu ilahî beyan şu manalara gelmektedir: Eğer, Biz bütün davranışlarını vahyin kontrolü altına almasaydık ve sen başkaları gibi, dini tebliğde yalnızca akıl ve mantık yolunu tutup gitmiş olsaydın, senin de “Ben, bunları böylece kabul edeyim; sonra onları yavaş yavaş dine ısındırır, tam ve kâmil mü’min olmalarını sağlarım.” diye düşünmen ihtimal dahilindeydi. Fakat, sen kat’iyen böyle bir mülahazaya girmedin. Ne var ki, böyle bir düşünceye meyletmemen, Bizim tesbitimiz sayesindedir. Biz, seni bir an dahi kendi başına bırakmış değiliz ki, sen onların taviz taleplerine meyletmiş olasın!..
Ayrıca, sen, cibilliyet itibarıyla, insanların hidayetine karşı çok hırslısın ve sinesi herkese açık bir insansın. Onlara da sineni açmak istemen, senin bu engin şefkatinin muktezasıdır. Şayet, sen sadece o derin şefkatin zaviyesinden karar verecek olsaydın, onların hidayeti adına, getirdikleri teklifi muvakkaten kabul eder ve onları hidayet kapısından geri çevirmezdin. Fakat Biz sana bütün duygularında istikamet ve ölçü verdik. Böylece seni ifrat ve tefritten koruduk. Şefkatin ifratı, seni onlara meylettirebilirdi; fakat Bizim korumamız sayesinde sen, onlara meyletmedin; şefkatte de dengeyi gözettin. Çünkü, sen kime, ne zaman ve ne ölçüde şefkatli davranılacağını çok iyi bilmektesin. Onun için, merhametini ilâhî merhametin önüne geçirerek bir sapık düşünceye taviz vermekten berîsin!..
Ta’dil ü Takdir Ayetleri
Evet, Mahbûb-u Âlem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, insanları ebedî hüsrandan kurtarma davasına o kadar gönülden bağlanmıştı ki, Kur’ân-ı Kerim, O’nun bu konudaki ızdıraplarını, “Neredeyse sen, onlar bu söze (Kur’an’a) inanmıyorlar diye üzüntünden kendini helâk edeceksin” (Kehf, 18/6) ifadesiyle dile getirmektedir. Benzer ayet-i kerimelerde de, Cenâb-ı Allah, Rasûl-ü Ekrem’ine “Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse üzüntüden kendini yiyip tüketeceksin” (Şuara, 26/3), “Kur’ân’ı sana, meşakkat çekip, bedbaht olasın diye indirmedik.” (Tâ Hâ, 20/2) şeklinde hitap etmektedir.
Aslında, bu ilahî hitaplar da Allah Rasûlü’nün, ister ümmet-i davetin isterse de ümmet-i icabetin genel tavır ve durumları karşısındaki duyarlılığını, insanlığın kurtuluşu hakkındaki hassasiyetini, O’ndaki ölesiye yaşatma arzusunu ve kurtarma cehdini nazara vermektedir. Bu itibarla, mezkur ayet-i kerimeleri de Peygamber Efendimiz’in heyecanlarını ta’dil eden ve onu îkaz için inen birer ilahî kelam şeklinde anlamak eksik, hatta yanlış olur. Evet, beyanlarda ta’dil ve tembih söz konusu olduğu kadar, ciddi bir takdir ve iltifat da vardır.
Cenâb-ı Hak, Rasûl-ü Ekrem’ine adeta “Habibim, şu ilâhî mesaja kulak verip ona dilbeste olmuyorlar ve inanıp onun rehberliğinde huzur-u daimiye yürümüyorlar diye öyle üzülüyor, öyle kederleniyorsun ki neredeyse bir mum gibi eriyip tükeneceksin. Senin bu yüce ve incelerden ince ruhun ileride öyle bir kaynak haline gelecek ki, gönlünde azıcık haşyet duygusu barındıran herkes kalb kâsesini doldurmak için o kaynağa koşacak. Öyleyse, Sen tebliğ vazifeni yap, takdiri Allah’a bırak; kendine o kadar eziyet etme!” demektedir ki, bu hem çok ulvî bir iltifattır, hem bir ızdırap insanında olması gereken ruh enginliğini gösterme ve arkadan gelenlere hedef belirleme demektir, hem de Kur’ân’ın mesajının hüşyar gönüllerde ma’kes bulacağının bir müjdesidir.
Ümmet-i Muhammed’e Tembih
Diğer taraftan, Usulüddin âlimleri Rasûl-ü Ekrem’e müteveccih olan hitapların çoğunda onun şahsında ümmet-i Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem) tembihlerde bulunulduğuna kâildirler. Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de, ilk kez vaz’ edilen ya da mükerreren nazara verilen pek çok emir ve yasak vardır ki, bunlar Peygamber Efendimiz’e hitaben dile getirilmiştir; fakat, bu türlü beyanlar, -hâşâ- o emir ve yasaklara göre davranmadığından dolayı İnsanlığın İftihar Tablosu’nu kınama ve azarlama (itap) ifadeleri değil, vahy-i ilahîye gereğince uymayan kimselerin mü’mince yaşamaları için birer davet ve îkazdır.
Evet, verilen bu emirler ve getirilen yasaklar, umumî hüküm bildiren ifadelerdir. Yoksa, -hâşâ- onların Rasûl-ü Ekrem tarafından tatbik edilmediğini ve söylenenlerin aksinin yapıldığını haber veren beyanlar değildir. Meselâ, Kur’an, Peygamber Efendimiz’e “Namazı ikâme et!”, “Oruç tut!”, “Zekât ver!” demektedir. Bu cümleler birer emir cümlesidir, dolayısıyla da, bunları Rehber-i Ekmel Efendimiz’e karşı birer ihtar kabul etmek yanlıştır. Aynen bunun gibi, Kur’an-ı Kerim, Allah Rasûlü’ne “Fakirleri yanından kovma!” demiştir. Fakat, bu söz de, hiçbir surette “Niçin fakirleri yanından kovdun veya kovuyorsun?!.” şeklinde anlaşılmamalıdır. Rasûlullah’ın, bütün hayatı boyunca bu emre muhalif hiçbir hareketi görülmemiştir ki, bu emir, o harekete binaen gelmiş kabul edilsin. Bu itibarla da mezkur ayetlerde ilk muhatap İnsanlığın İftihar Tablosu olsa bile, asıl hedef kitlenin önce mü’minler sonra da bütün insanlar olduğu âşikârdır.
Keza, Fazilet Güneşi (aleyhi ekmelüttehâyâ) inkarcılara tâbi olmaktan ve şirke düşmekten fersah fersah uzaktır. Ne var ki, bu apaçık hakikate rağmen, -daha önce de geçtiği üzere- Rehber-i Ekmel’e “Sakın inkarcılara arka çıkma!” ve “Sakın müşriklerden olma!” (Kasas, 86-88) şeklinde hitap edilmiştir. (Bir yönüyle, bu ifadelerin meallerini, “inkarcılara arka çıkmazsın” ve “müşriklerden olmazsın” şeklinde vermek de mümkündür.) Zira, O’nun şahsında ümmeti uyarılmış; Allah’ın gönderdiği Kur’an sayesinde doğru ile eğri açıkça belli olduğu için mü’minlerin yanlış yolda giden inkarcılara destek olmamaları, tevhid inancından asla ayrılmamaları ve şirk şâibesine sebebiyet verebilecek söz ve davranışlara kat’iyen yaklaşmamaları tembih edilmiştir.
Bir de, bu ayetlerde kastedilen şirkin, puta tapma ve başka ilahlar edinme şeklindeki mutlak şirkten farklı olması melhuzdur. Aksi halde, mü’minlerin de hedef kitle sayılmamaları iktiza eder. Çünkü, inanan insanların puta tapmaları kat’iyen düşünülemez. Demek ki, mutlak şirkten başka izafisi ve itibarisi ile başka şirk çeşitleri ya da şirk şaibesi taşıyan sözler ve fiiller de vardır. Bu itibarla da, mezkur ilahî beyanlarda, riya gibi şirk-i hafî kabul edilen çirkinliklerden de uzak durmanın lüzumu vurgulanmaktadır. Hiçbir kavlinde ve amelinde sunîliğin en küçüğüne dahi rastlanmayan, hayatını bütünüyle tevhid âbidesini ikâmeye adayan ve şirkin sadece kendisinden değil, fiilinden, cehdinden, gayretinden, azminden, niyetinden, taakkulünden, tasavvurundan ve tahayyülünden bile uzak yaşayan Allah Rasûlü’ne hitaben “Sakın müşriklerden olma!” denilerek, bu konuda ümmetin ne ölçüde hassas davranması gerektiğine dikkat çekilmektedir.
Bu açıdan da, bu ikazları biz kendi üzerimize almalıyız. Evet, şirkten menedilenlerin öncelikle biz olduğumuza inanmalıyız. Öyleyse, sabah akşam “Allah’ım, bilerek ya da bilmeyerek şirke düşmekten Sana sığınırım. Şirk işmam eden duygu, düşünce, söz ve tavırlarımdan dolayı beni yarlığamanı dilerim. Şüphesiz Sen gaybı bilensin (benim gönlümden geçenleri de Sen bilirsin).” diyerek Cenâb-ı Hakk’a sığınmalıyız.
Yine, bir başka ayet-i kerimede, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e müteveccihen “O halde, sen sabret! Çünkü Allah’ın vaadi gerçektir. Hem günahından istiğfarda bulun; sabah akşam Rabbine hamd ederek zikir ve ibadete devam et.” (Mü’min, 40/55) buyurulmaktadır.
Malumdur ki, Habîb-i Edîb Efendimiz’in sıfatlarından birisi de ismettir; o, Allah’ın inayetiyle günahlardan hep uzak yaşamıştır ve her türlü masiyetten korunmuştur. Öyle ki, İnsanlığın İftihar Tablosu, dünya misafirliğinin ilk senelerinde dahi benzersiz bir iffet ahlakı sergilemiştir. Ebu Talib der ki; “Onu yanımdan hiç ayırmıyordum; hatta çoğu gecelerde bile bağrıma basıp yatırıyordum. Bir sabah çamaşırını değiştirecekti ki, kendisine baktığımı gördü. “Amca!..” dedi, “Lütfen sırtını döner misin; benim bedenimi kimse görmedi, sen de bakma bana!..” Ferîd-i Kevn ü Zaman Efendimiz, bu sözü söylediğinde daha beş yaşındaydı ama O “tabii iffet”, “tabii ismet” ve “Allah ile tabii irtibat” diyebileceğimiz bir halin sahibiydi. Beşerin ufkunda yalancı bir şafağın dahi çakmadığı bir yerde ve dönemde, O, gün ortası gibi bir aydınlık içinde yaşamıştı. Dolayısıyla, O’nun kendi günahlarından dolayı istiğfar etmesi söz konusu değildir.
Şu kadar var ki, böyle bir emri, Seyyidü’l-masumîn Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) kendi ufku açısından ve sübjektif mükellefiyet zaviyesinden değerlendirmiş ve “Acaba hangi hayalimden dolayı böyle îkaz edildim?” demiş olabilir. Kaynaklarda, bu hususla alâkalı bir bilgi görmedim; fakat, çok engin bir hassasiyete sahip olan Fahr-i Kâinat Efendimiz’in (aleyhi ekmelüttehâyâ) söz konusu tembihi kendi üzerine alması ve ondan “Habibim, sen ki masum ve masûnsun, karakterini oluşturan iffet ve ismet surlarının ötesine hayalinle dahi olsa geçmemelisin!..” neticesini çıkarması muhtemeldir. Nitekim, Güzeller Güzeli Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselam) günde yetmiş ya da yüz defa istiğfar etmesindeki sır da, terakkide sınır tanımayışında ve sübjektif mükellefiyetin zirvesini tutuşunda aranmalıdır. O, devamlı yükseldiğinden dolayı, her an arkada bıraktığı dûn mertebelere bakmış ve her basamakta bir önceki için “estağfirullah” demiştir; kendi ufkuna yakıştıramadığı -bizim nezdimizde mahzursuz- bir hayal sebebiyle dahi istiğfar etmiştir. Bu itibarla da, ayetteki “istiğfarda bulun” emri, Sâdık u Masdûk Efendimiz’in şahsında ümmetine müteveccihtir; mü’minlerin sabah akşam yarlığanma dilemeleri emredilmektedir.
Hâsılı; Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e tevcih edilen “Sakın inkarcılara arka çıkma!”, “Sabret!..”, “Günahından istiğfarda bulun!..” ve “Sakın müşriklerden olma!” şeklindeki hitapları birer itap gibi anlamak yanlıştır. Mümkünü vâki kılacak hiçbir hâdise yokken, Peygamber Efendimiz’de bir zaaf aramak, pek hatarlı bir düşünce kayması olsa gerektir. Allah (celle celâluhu), ezelde O’nu tesbit edip korumuştur. O’nun varlığı, hak ile bütünleşmiş, hareketleri vahiy ile perçinlenmiş, kalbi de Allah marziyatıyla dopdolu hale gelmiştir. Böyle bir Sultanlar Sultanı, semalara taht kurmuşken, O’nun topuğuna çamur bulaşacağına ihtimal vermek ya çamurun, ya da semalara taht kurmanın ne demek olduğunu bilmemektir. Bu itibarla da, îkaz görünümlü hitaplarda, başka manalar, değişik hikmetler aramak ve onların bağrındaki tebcil, takdir ve sena mesajlarını kavramaya çalışmak lazımdır.