Allah’ı Zikir

Allah’ı Zikir
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Allah’ı ne kadar zikretmeliyiz
ya da zikir ne ölçüde olursa yeterli denebilir?

Cevap: Zikir; anma-hatırlama, belli duaları
belli bir sayı ve şekilde okuma, Allah’ı dil ve kalb
ile yâdetme ve hayatı duyarak yaşayıp varlığın koridorlarında
gezerken hemen her nesneden Allah’a ait bir mesaj
alma demektir. Her ne kadar zikir dendiğinde, Esma-i
Hüsnâ’dan bazılarını veya bir kısım duaları tekrar
etme anlaşılıyorsa da asıl olan kalb ve latîfe-i Rabbaniye’nin
bu hatırlama ve anmaya bağlanmasıdır.

Dille yapılan zikirde özellikle Cenâb-ı
Hakk’ın isimleri tekrar edilmektedir. Bir mürşidin
irşadı ve gözetiminde, o En Güzel İsimler’den bazıları
belli bir sayıya göre söylenmektedir. Sayı mevzuunda
Kitap ve Sünnet’te kat’i bir şey yoktur. Fakat selef-i
salihinden bazıları, o mübarek isimleri ebced hesabındaki
karşılıklarına göre çekmişlerdir. Meselâ, Allah lafz-ı
celâlinin ebced karşılığı 66’dır. Zikir sırasında
bu lafz-ı celâl’i bazıları 66 kez, bazıları da 66’nın
katları adedince tekrar etmişlerdir. Bununla beraber,
Esma-i İlâhî’den hangisinin sizin üzerinizde galip
ve hakim olduğunu biliyorsanız, o isme devam etmenizi
tavsiye etmişlerdir. Meselâ “Latîf” ismine
mazhar olabilirsiniz. O zaman her namazdan sonra onu
129 defa söylersiniz; çünkü bizim bildiğimiz iki ebced
hesabından birine göre Latîf ismi 129’a denk düşmektedir.

Zikir adına bazıları “Lâ mevcûde
illallah
” bazıları “Lâ meşhûde illallah
ya da “Lâ ilâhe illallah” ve bazıları da “
dan sonra bütün esmâ-i ilâhîyi birden mülâhaza ederek
illallah” demişler ve böyle küllî bir şuur
ve küllî bir mülâhaza ile “kelime-i tevhîd”e
devam etmişlerdir. Tekyelerde zikir dendiğinde çoğunlukla
Lâ ilâhe illallâh” çekme anlaşılmıştır. Bu
zikir “O’ndan başka Ma’budu bi’l-Hak, Maksûdu bi’l-istihkak
yok, sadece O var.
” manasını ifade etmesi açısından
kamil bir zikirdir. Hemen hemen bütün değişik tasavvuf
yolları veya tarikat versiyonları “Lâ ilahe illallah”ta
birleşir, onu çeker, sonra da “Muhammedu’r-Rasulullah”la
zikri bağlarlar.

Aslında zikir daha şümullü düşünülmelidir; yani anma,
unutan bir insanın hatırlaması olarak değil de hatırlamanın
sürekli olması, her fırsatta O’nu bir kere daha yâdetme
ve bunun insan tabiatının bir yanı haline gelmesi
şeklinde anlaşılmalıdır. Bu zaviyeden namaz, oruç,
zekat, hac ve tefekkür de bir zikirdir.

Meselâ namaz, zatında potansiyel olarak hatırlatıcı
bir güce sahiptir. Kur’an-ı Kerim, “ve ekımi’s-salâte
lizikrî – Beni hatırlamak için namaz kıl
” (Taha/14)
ayetiyle bu hakikati nazara verir. “Gündüzün her
iki tarafında ve gecenin saçaklarında (gündüze yakın
olan saatlerinde) namaz kıl! Muhakkak ki, iyilik kötülükleri
giderir. İşte bu, (Allah’ı) ananlar için bir hatırlatmadır.

(Hûd/114) ayeti de bu hususu ifade eder. Bu ayetten
anlaşılan şey, kılınan her namazın, yekün bir hasenat
teşkil etmesi ve bu hasenatın seyyiatı silip süpürüp
götürmesidir. Ayrıca ayet-i kerimenin sonunda, “Zâlike
zikrâ li’z-zâkirîn – İşte bu, Allah’ı ananlar için
bir hatırlatmadır
” denilerek, namazın hatırlatıcı
gücü bir kere daha nazarlara verilmektedir.

İşte zikri, Esmâu’l-Hüsnâ’dan bazı isimleri çokça
tekrarlama, O’nu anma; hatırlamayı namaz, oruç gibi
ibadetlerimizle sürekli hale getirme ve bu yâdetmeyi
tefekkürle iyice derinleştirerek bütün benliğimize
mâl etme çerçevesinde anlamak lazımdır.

Zikirde zirve nokta başta “Latîfe-i Rabbaniye
olmak üzere vicdanın bütün rükünleriyle Allah’ı yâdetmek,
yâni varlık kitabında sürekli parlayıp duran ve her
an bize ayrı ayrı şeyler fısıldayan ilâhî isim ve
sıfatları düşünmek; enfüsî ve âfâkî yollarla varlığı
ve varlığın perde arkası sırlarını araştırmak; her
zaman bir nabız gibi atan varlığın O’na şahitlik edişine
dair mülâhazalarla oturup-kalkmak şeklindeki kalbî
zikirdir.

Zikrullahın muayyen bir vakti yoktur. Zikretme, zamanın
her diliminde serbest dolaşıma sahiptir ve herhangi
bir hâl ile de mukayyet değildir. “Onlar Allah’ı
ayakta, oturarak, hatta yan gelip yatarken de anarlar

(Âl-i İmrân/191) fehvâsınca ne zaman, ne de hâl itibârıyla
zikrullah’a tahdid konmamıştır.

Ayrıca, Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de “Yâ eyyuhe’llezîne
âmenü’z-kürullâhe zikran kesîrâ ve sebbihûhu bükraten
ve asîlâ – Ey iman edenler! Allah’ı çok zikredin,
sık sık anın. O’nu sabah akşam takdis ve tenzih edin

(Ahzâb/41-42) buyurmaktadır. Bu, bize gösterilen bir
hedef, yakalamamız gereken bir ufuktur. Cenâb-ı Hakk’ı
bize bahşettiği nimetler ölçüsünde anmaya çalışmamız
gerekir. Ne var ki, hiç bir zaman Rezzâk-ı Kerîm’in
nimetlerine gereğince karşılık veremeyiz.. veremeyiz
zira, her gün binlerce defa O’nu ansak, nimetlerine
şükretsek de bu Cenab-ı Allah’ın üzerimizdeki nimetlerine
karşı çok az bir şükür sayılır. Çünkü “Ve in teuddû
ni’metallahi lâ tuhsûhâ – Allah’ın nimetlerini saymaya
kalksanız sayamazsınız
” (İbrahîm/34) fehvasınca
O’nun sayılamayacak kadar çok nimeti vardır üzerimizde..

Salavât Getirmek

Burada istidradî (arasöz) olarak bir hususu da hatırlatmak
gerekir: Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi
vesellem) mübarek nâm-ı celîli anılınca salavat getirmeyi
bazıları vacip kabul ederler. Salavâtı ömürde bir
kere söylemenin mutlak vacip olduğunda ihtilaf yoktur,
fakat bazıları Efendimiz’in adı her anıldığında “Sallallahu
aleyhi ve sellem
” demeyi vacip sayarlar. Bundan
dolayı da “Tahiyyât” tan sonra “Allahümme
salli-Allahümme bârik
” okumaya da “vacip
derler. Çünkü tahiyyât’ta “Eşhedu en lâ ilâhe illallah
ve eşhedu enne Muhammeden abdühu ve rasûluh
” ifadesi
vardır. Orada Efendimiz’in nâm-ı celîli geçtiğine
göre arkadan salât u selam okunmalıdır.

Fahr-i Kainat Efendimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem)
varlığı, varlığımızın gayesini öğrenmemize vesile
olmuştur. O, varlığın çehresini aydınlatan bir nur
kaynağı, kainatın ille-i gayesidir. Kainat fabrikasının
temel ürünü, en kıymetli meyvesi Efendimiz sallallahu
aleyhi vesellem’dir. O’nun varlığı, bir yönüyle kainatın
mebdeidir; taayyün-ü evvel bir çekirdek gibi O’nunla
başlamıştır. Sonra bi’setiyle, vazife ve misyonuyla
O, kainat ağacının meyvesi olarak da sonda gelmiştir.
İsterseniz Nizamî gibi konuşarak şöyle diyelim; kainat
şiiri O’nun adına bestelenmiştir. Hükmü bir kafiye
gibi o şiirin sonunda gelmiştir. Öyleyse herşey O’na
bağlanmaktadır.

Bu zaviyeden bakınca Efendimiz’e çok şey borçluyuz.
Bundan dolayı, O’nun adı anıldığı her zaman salavât
getirmeyi vacip sayanlar olmuştur. Fakat hiç kimse
Cenab-ı Hakk’ın nâm-ı celîli anılınca, “Allah
denilince her defasında “celle celâlühû” gibi
bir ta’zim ifadesi söylemeye “vacip” dememiştir.
Neden? Çünkü, Allah Teâlâ’nın nimetlerinin altından
kalkılamaz. O’nun her an üzerimize yağdırdığı nimetlerine
o nimetler enginliğinde şükürle mukabele edilemez.
Mesela, bir düşünce silsilesi farzedelim, altmış dakikalık
bir saati düşünelim. Bunu evvela dakikalara ayıralım.
Sonra saniyelere, sonra saliselere… sonra da âşirelere
ayıralım. Âşirelerin içinde de Cenab-ı Hakk’ın lütuflarına,
nimetlerine mazharız. Eğer hiç durmadan O’nun üzerimizdeki
varlık, hayat, latife-i Rabbâniye, his, şuur, irade…
gibi nimetlerini düşünsek ve bunların hepsine mukabelede
bulunmak istesek; hiç durmadan, “elhamdu lillah,
elhamdu lillah, elhamdu lillah..
” desek yine de
yetiştiremeyiz. Çünkü bu “elhamdu lillah”ı
biz âşirenin içine sokamayız. Oysaki biz o âşire içinde
de varız. Ne ile varız? Allah’ın bizi perverde ettiği
nimetleriyle; O’nun bizi insanca donatması ve imana
hazırlamasıyla, şuurumuzu açmasıyla varız.

Küçük Bir Sermaye

Öyleyse Allah zikredilir, Allah’a şükredilir, fakat
yine de O’nun bütün nimetlerine mukabelede bulunmak
mümkün değildir. Ancak biz elimizden ne kadar geliyorsa
o kadarını yapmalı, ortaya koyduğumuzun azlığı şuuru
içinde O’na dönerek, “Ci’tüke bi bidâatin müzcâtin,
fe evfi lenâ Yâ Vefiy! – Ey herşeyin karşılığını tam
olarak veren en Vefalı! Sana değersiz, çok küçük bir
sermaye ile gelsem de, Sen onu tam kabul et ve bana
öyle mukabelede bulun!
” demeliyiz. Hani,Yusuf
aleyhisalatu ve’s selamın kardeşleri HazretiYusuf’a:
Ci’nâ bi bidâatin müzcâtin, fe evfi lenâ’l-keyle
ve tesaddak aleynâ – Biz değersiz bir sermaye ile
geldik ama sen (lütuf ve kereminle) tahsisatımızı
tam ölçek ver de parasını veremediğimiz kısmı da sadakan
say.
” demişlerdi. Biz de Cenab-ı Hakk’a, “Hiç
bir şeye değmeyen, minnacık bir sermaye ile Sana teveccüh
ettik. Sen Vefiysin, bizim bu pek küçük sermayemize
çok büyük lütuflarla, ihsanlarla mukabelede bulunmak
Senin şanındandır. Şanına sığınıyoruz.
” demeliyiz.

Evet, biz Cenâb-ı Hakk’ı ne kadar anarsak analım
yine de O’nun nimetlerine karşı şükür, hamd ve tesbih
mukabelesini gereğince yerine getirmiş olamayız. Bu
sebeple, daha önce hatırlattığım ayet-i kerimede,
Yâ eyyuhe’llezîne âmenü’z-kürullâhe zikran kesîrâ
denilip Allah’ın çokça anılması söylendikten sonra
ve sebbihûhu bükraten ve asîlâ” denilerek
Cenab-ı Hakk’ı tesbih ve takdis etme, O’nun noksan
sıfatlardan müberrâ ve münezzeh olduğunu anlatma mevzûu
nazara verilmektedir. Zaten biz de bunun için sabah-akşam
Sübhâneke Yâ Allah, teâleyte Yâ Rahman, ecirnâ
mine’n-nâr, bi afvike Yâ Rahman
” diyor; O’nu tesbih,
takdis ve tenzih ediyoruz.

Böylece de, memur olduğumuz şeyleri elimizden geldiğince
yerine getirerek bir yönüyle “çok”un misalini ortaya
koymuş oluyoruz. Evet, dûn-himmet olmamalı.. “şu kadar
yeter” denmemeli. Rabbimizi ne kadar anarsak analım
yine de O’nun bize olan nimetleri karşısında zikir
ve şükürde bulunamadığımız mülahazası hatırdan çıkarılmamalı.

Diğer taraftan, Cenâb-ı Hak, “Anın Beni ki
anayım sizi!
” (Bakara/152) buyurmaktadır. Yani
biz, Allah’ı zikr u fikr u ibadetle yâdedeceğiz, O
da bizi teşrîf ve tekrîmle anacak.. biz duâ ve münacâtlarla
O’nu mırıldanıp duracağız, O da icâbetle bize lütuflar
yağdıracak.. biz dünyevî işlerimizin arasında O’nu
unutmayacağız, O da dünya ve ukbâ gâilelerini bertaraf
ederek bizi ihsanla şereflendirecek.. biz yalnız kaldığımız
dönemlerde de O’nunla dolup taşacağız, O da yalnızlıklara
itildiğimiz yerlerde bize “Enîs u Celîs” olacak..
biz rahat olduğumuz zamanlarda O’nu dilden düşürmeyeceğiz,
O’da rahatımızı kaçıran hâdiseler karşısında rahmet
esintileri gönderecek.. biz O’nun yolunda ihlâslı
olacağız, O da bizi gözlerin görmediği, kulakların
işitmediği, insan tasavvurunu aşan hususî iltifat
ve hususî pâyelerle şereflendirecek.

Allah (celle celalühu) ayetin devamında “veşkürû
lî ve lâ tekfürûn
” buyurmaktadır. Yani, “Beni
anın; nimetlerimi, lütuflarımı anın, onlara karşı
lâkayd kalmayın, görmezlikten gelmeyin; şükürle mukabelede
bulunun, nankörlük etmeyin
” demektedir. Acaba,
ne yapsak ki körlük ve nankörlük olmasa? Ve ne yapsak
ki, O’nu anmış sayılsak ve aynı zamanda O’nun tarafından
da anılanlar sırasına girsek?

Kırık Testi

Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî Hazretleri bir menkıbe
anlatır: Bir zamanlar dönemin insanları, sadece toprağa
değil kalblere de hükmetmesini bilen sultanlarını
çok severler. Kendileri de bu hayırlı insan tarafından
tanınmak ve sevilmek arzu ederler. Bu sebeple bazı
günlerde Bağdat’a gider, sultanın huzuruna çıkar,
ona hediyeler verirler. Zenginlerin ve imkanı olanların
kıymetli hediyeler takdim ettiği bir gün, bir fakir
de, sultana yaraşır bir hediye arar. Değerli hiçbir
şey bulamayınca evindeki bir tarafı kırık testi aklına
gelir. Köyün buz gibi suyundan testiyi doldurur ve
yola revan olur. Az sonra karşılaştığı birisi, ne
yaptığını, nereye gittiğini sorup öğrenince alaylı
bir şekilde, “Bilmiyor musun sultan suyun kaynağında
oturuyor. Hem sizin çeşmenin suyu da onun.” der.
Fakir adam kızarır, yutkunur, kelimeler boğazında
düğümlenir ve “Olsun!” der, “sultana
sultanlık gedaya da gedalık yaraşır. Sultana has hediyem
yoksa da onun suyunu ona takdim etmeye müştak ve onun
sevgisiyle dolu bir gönlüm var.” Kırık testisiyle
Sultan’ın huzuruna çıkar. Sultan sultanlığına uygun
muamele eder; ona da ikramda bulunur ve geriye dönerken
de, “Bize ne ile gelirse gelsin onu boş çevirmeyin,
testisini altınla doldurun.” der.

Mevlana bu türlü meseleleri çok güzel değerlendirir.
Bu menkıbeyi anlatır ve “Değersiz bir sermayeyle gelsek
de teveccüh ettiğimiz kapı Allah’ın kapısıdır” der.
Bizim arkadaşlar da bu mülâhazayla internetteki sayfalarına
“Kırık Testi” ismini vermişler.

Üstad Hazretleri de Yirmi Dördüncü Söz’de, “küllî
bir niyet”i anlatırken şöyle diyor: “Meselâ, nasıl
ki bir adam, beş kuruş kıymetinde bir hediye ile bir
padişahın huzuruna girer. Ve görür ki, herbiri milyonlara
değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş.
Onun kalbine gelir: “Benim hediyem hiçtir, ne
yapayım?” Birden der: “Ey seyyidim! Bütün
şu kıymettar hediyeleri kendi namıma sana takdim ediyorum.
Çünkü sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı,
bunların bir mislini sana hediye ederdim.” Yani,
“Ey padişahlar Padişahı! Ey sultanlar Sultanı! Bu
insanlar sana şu kıymetli hediyeleri veriyorlar; benim
elimde ise ancak bu var. Eğer elimden gelseydi, mümkün
olsaydı, bütün o hediyeler kadar bir hediye Sana takdim
ederdim..” der.

İşte bu hususta niyet çok önemlidir. Çünkü niyet,
ibadet ü taatın gerçek derinliğini teşkil eder. İbadet
ü taat bir fiil, bir davranış ve bir aksiyondur. Onun
gerçek derinliği de insanın niyetinde, onu hâlisane
ortaya koymasındadır. Bununla beraber, yaptığı şeyi
çok görmeme, yeterli görme gafletine düşmeme, edâ
ettiklerini az görme ve daha fazlasının arkasına düşme
esastır. Evet, kimseye “bin rekat namaz kıl” demiyoruz.
Fakat birisi kalksa ve dese ki “Bin rekat namaz kılıyorum,
ne dersiniz?” Ben derim ki ona, “Elinden geliyorsa
bin rekat daha ilave et. İkibin rekat kıl!” Bunu demezsem
belki şundan dolayı demem: Allah Rasulü (sallallahu
aleyhi ve sellem) “İnne’d-dine yüsrun, ve len yüşâ’dde’d-dîne
illâ galebeh – Din tamamen kolaylık üzerine bina edilmiştir.
Onu zorlaştırır, yaşanmaz hale getirirseniz mağlup
olur, dinin gereğini yapan kimseye de onu terkettirirsiniz.”
Ben de böyle bir zorlaştırma hatasına düşmemek için
“daha fazlası” demem. Ama Rabbimizin üzerimizdeki
hukuku açısından bana sorarsa bin değil üç bin rekat
bile kılsa “daha fazlası” demem gerekir.

Ebû Hureyre (radıyallahu anh) her gün oniki bin defa
“Sübhanallah” diyor. Sebebi sorulunca da “Günahlarım
kadar söylüyorum, fazla değil” diyor. “Günahı neydi
ki?” diye sorabilirsiniz. “Acaba ne işliyordu?” diye
aklınızdan geçirebilirsiniz ama ben O’nun bir şey
işlediğine kâni değilim. Kendisini Suffe’de Allah
Rasûlü’ne adamış; üç sene zarfında, yirmi senede alınamayacak
bilgiyi almış; sahabenin alimleri arasına girmiş;
arkadaşlarının şahidlik ettiği gibi Rabbinden gelecek
lütuf ve ihsanlardan başka dünya nimeti adına her
şeye kapanmış bir insanın kötü bir şey işleyeceğine
ihtimal vermiyorum. İhtimal biraz evvel bahsettiğim
gibi Allah’ın lütuflarını görüp de ona şükürle mukabele
edememe, her salise, rabia, hamise… ve aşire O’nun
nimetlerine mazhar olduğu halde şükrünü tam olarak
yerine getirememe duygusuyla iki büklüm oluyor ve
“sübhanallah” ile mukabelede bulunuyor. İhtimal kendi
muhasebesini yapıyor, “O’ndan ayrı bir anım geçti.”
diyor ve o ana istiğfar ediyor.

Muhasebe ve Hüsn-ü Zan

Bir diğer çok önemli husus da şudur: Ben kendi hakkımda
düşünürken demeliyim ki, “Her namazdan sonra uzun
uzun tesbihat yapmam, her gün Mecmuatü’l-Ahzab’tan
bir bölüm okumam, bir-iki saatımı zikre, fikre vermem
katiyen benim durumumda olan bir insanın şükür mukabelesi
sayılamaz. Bu kadarcık bir evrâd u ezkârla bana dense
dense “tembel” denir, “miskin, uyuşuk” denir. Ama
bu hizmet-i imaniye ve Kur’aniye’deki arkadaşlarımı
düşünürken, onlar namazlarının sonunda ister herkesin
bildiği “Sübhanallah, Elhamdulillah, Allahuekber”
şeklindeki malum tesbihatı yapsınlar, isterse de “Yâ
Cemîl Yâ Allah…” diyerek Esmâ-i İlâhî’yi uzun uzun
saysınlar, “inşaallah vazife-i ubudiyetlerini, genel
durumun ve şartların müsaadesi ölçüsünde yerine getiriyorlardır”
demeliyim. Onlar hakkında katiyen hüsn-ü zan etmeliyim.
Kendim hakkında da hüsn-ü zanna zerre kadar yer vermemeliyim.
Yoksa biraz evvel bahsettiğim şekilde, insanlar hakkında
“Hiç kimse sorumluluğu ölçüsünde Allah’ı anmıyor.”
diye bir mülahazaya girersem sû-i zan etmiş olurum.
“Bunlar ne zikir, ne fikir, ne de şükür vazifelerini
hakkıyla eda edemiyorlar.” dersem sû-i zanna saplanmış
olurum. O da tehlikelidir ve kaybettirir. Her zaman
tekrar ettiğim bir mülâhazayla bağlayayım bunu; Kendimiz
hakkında sürekli suç arayan, suç derleyen, tevsî-i
tahkîkatta bulunan bir savcı gibi davranmalıyız. Ama
başkaları hakkında da, onların fahrî avukatı gibi
olmalı, hep onları müdafaa etmeliyiz. Başkaları hakkında
hüsn-ü zan, kendi hakkımızda da sürekli muhasebe esasına
bağlanmalıyız.

Buraya bir küçük haşiye daha koymak istiyorum: Ben
ölçü olmasam da bazen canımı sıkan şeyler oluyor.
Meselâ, namazda imam arkasında ses çıkarmalar oluyor.
Birisi durup dururken boğazı sıkılıyor gibi sesli
sesli “Allaaahuekber” diyor; “ettehiyyaaaaatü lillaaaahi
vessalavaaaatü” diyor. Dinde böyle bir sorumluluk
yoktur. İnsan kendi kendisi duyacak, anlayacak kadar
söylemelidir. Şimdi bu harekete bir zaviyeden bakınca
“Bu bir riyadır” dersiniz. Vakıa, duyurmaya matuf
olan şeylere riya değil “süm’a” denir. Göstermeye
yönelik hareketlere, kendini ihsas etmelere de “riya”
denir.

İşte birinin böyle bir hareketi karşısında aklımıza
o şahsın süm’a yaptığı gelebilir. Meselâ gece erkenden
kalkıyor, kapıları sertçe açıp kapatıyor, su sesini
duyuruyor bize. İçimize “Acaba daha sessiz yapamaz
mı bunu? Allah’a doğru yaptığı bu yolculuğu sessizlik
içinde götüremez mi? Çok inceyse şayet, inceliğini
ortaya kalınlık şeklinde koymak suretiyle hakkında
su-i zan ettirmemeli değil mi?” gibi duygular gelebilir.
Bu meselenin bir yanı. Fakat bu türlü meselelerde
biz, neden o adam hakkında böyle düşünürüz? Çünki
bir insan, ibadet ü taata, o ibadet ü taat teşri kılınırken
söz konusu olmayan meseleleri iradî olarak katarsa
Allah’a ibadete başka şeyleri karıştırmış olur. Dinde,
imamın arkasında boğaz sıkılıyor gibi ses çıkarmak
diye bir şey yoktur. İbadet ü taat yaparken ses çıkarılacak
diye bir şey yoktur. Bunların hepsi süm’adır dinimize
göre. Ve dolayısıyla bu tür hareketlere riya ve süm’a
nazarıyla bakılır. İnsanın kalbinde öyle kendini harap
edecek kadar bir incelik yoksa, içinde bulunduğu manevî
hava itibariyle gerçekten boğazı sıkılır gibi olmamışsa,
“Allah” dendiği zaman halinde bir değişiklik olmuyor,
aynı kararında devam ediyorsa çok iyi bir kul hali
sergilemek onun hakkı değildir. O, o seviyenin insanı
değildir ki; halkın içinde “Allah” diye seslensin.
Onu iradesiyle ve düşünerek söylediyse, mani olabileceği
halde olmayıp söylediyse riya ve süm’a yaptı demektir.

Bu, temelde ibadetin içinde olmayan bir şeyi ibadete
karıştırma demektir. Onun için Allah Rasulü (sallallahu
aleyhi vesellem) riya hakkında “debîbü’n-neml” buyuruyor.
Yani, karanlık bir zeminde bir karıncanın yürürken
bıraktığı izler gibi bir şeydir riya.. farkına varamazsınız,
ibadetinizin içine girer de farkedemezsiniz.

Gizli Şirk

Ebu’l-Leys Semerkandî Hazretleri’nin Tenbîhü’l-Gafilîn’in
ihlâs bahsinde naklettiği, Ahmed b. Hanbel Hazretleri’nin
Müsned’inde geçen bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır:
“İnne ehvefe ma ehâfu aleyküm eş-şirkü’l-esğar. Kâlû;
me’ş-şirkü’l-esğar? Kale, e’r-riya – Allah Rasulü,
“Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey küçük şirktir.”
deyince Sahabe Efendilerimiz “Küçük şirk nedir?” dediler.
Efendimiz de “Riya” karşılığını verdiler.” Bir rivayette
de “şirkü’l-esgar” yerine “şirkü’l-hafî (gizli şirk)”
ifadesi vardır. Nedir Allah’a gizli gizli eş-ortak
koşmak? Küçük dahi olsa gösteriş yapmaktır.. kendini
ihsas etme, iradî olarak kendini sergilemedir.

Eğer namazda bazı duygular iradeyi aşkın gelirse
ve insan bu sebeple değişik sesler çıkarırsa mazur
olabilir. Meselâ, bir kul namaza öyle konsantre olmuştur
ki, O’nun dizlerine başını koyuyormuş gibi hisseder.
Cenâb-ı Hak diz, baş ve ayaktan münezzeh ve mukaddestir
ama Recaizade’nin dediği gibi “Allahım nerede ayakların!”
ifadesi bir duyuşun ve sezişin seslendirilmesidir.
İşte kul, o derece yoğun his ve ihsasların içindeyken
boğazı yırtılacak kadar “Allah” dese de mazurdur.
Zira o durumdaki bir insan ne yaptığının, ne dediğinin
farkında değildir. Ona yaptığını haber verseniz, “Ben
öyle bir şeyin farkında değilim, hatırlamıyorum.”
diyecektir. Meselenin temeli de budur. Böyle bir durumda
değilken ibadete dıştan, iradî bir şey karıştırmaya
kimsenin hakkı yoktur. O telvis etme, saf ve dupduru
bir işi bulandırma olur.

Fakat önemli bir nokta daha vardır ki; o da, biz
bir başkasında ne görürsek görelim onun hakkında “riya
yapıyor” diyemeyiz. Elimizde riya yapıp yapmadığını
ortaya çıkarabilecek belli bir mihenk taşı yoktur.
Allah’la irtibatlı mı söylüyor; iradî mi, gayr-ı iradî
mi?.. aşk ve heyecanını mı seslendiriyor, yoksa kendisini
ifade etmek, etrafa duyurmak için mi bağırıyor?..
Kur’an okuyor ama acaba kendini ihsas maksadına matuf
mu okuyor, Allah rızası için mi?.. şeklinde başkalarını
sorgulamaya hakkımız yoktur. Elâlem etrafımızda değişik
değişik sesler çıkarabilirler, bu bizi rahatsız da
edebilir. Fakat onlar hakkında sû-i zanna hakkımız
yoktur. O kapı kapalıdır bizim için. İhtimal biz anlamasak
da o insan çok farklı şeyler anlıyor ve dolayısıyla
da bu sesler onun vicdanından kopup geliyor, gırtlağına
çarpıyor, ses tellerine dokunuyor ve ses tellerine
dokununca da bir udun, bir kemanın ses verdiği gibi
ses veriyordur.. başkaları hakkında böyle düşünürüz.
Kendimiz hakkında da sert ve katı davranır; çok küçük
bir kaçamak, bir sızıntı bile olsa affetmeyiz onu.

Evet, bu iki şeyi birbirine karıştırmamalı, yanlış
anlamaya girmemeli. Zikirde, fikirde öyle olduğu gibi,
diğer tavır ve davranışlarda da başkaları için hep
olumlu ve müspet düşünmek, hüsn-ü zan etmek; kendimiz
hakkında da mülâhaza dairesini daima açık bırakmak,
“acaba yine bir tuzak mı var nefsimde?” demek…

Hastalığıma ve halsizliğime rağmen Cenab-ı Hakk’ı
anma gibi önemli bir mevzu hatırına zorla da olsa
bu kadarcık birşey söyledim. Evet, zikir, Cenâb-ı
Hakk’ın gizli-açık nimetleri karşısında O’nu ins-cin
herkese ilân etmenin ünvânıdır ve inananlar için havadan,
sudan daha önemlidir. Hem o kadar önemlidir ki, bu
ilân kesildiği an yeryüzü ve ondaki varlıkların da
hikmet-i vücudu kalmaz. Bundan dolayı, Allah Rasulü
-aleyhi ekmelü’t-tehâyâ- yeryüzünde “Allah! Allah!”
diyenlerin kalmayışını kıyametin kopmasının bir habercisi
olarak saymıştır.