Akıl ve His Dengesi

Akıl ve His Dengesi
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Akıl-his-heyecan dengesi nasıl muhafaza edilebilir?
Bu mevzuda dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?


Cevap: Akıl; hakla bâtılı, doğruyla yanlışı, iyiyle
kötüyü birbirinden ayırma adına insana bahşedilen ilâhî bir armağandır. Ruhun en
önemli fakültelerinden biri olan bu ilâhî mevhibe her şeyi anlayıp kavrayamasa
da, belli ölçüde, birçok meseleyi idrak de ona müyesser kılınmıştır. O, vahiyle
beslenip semavî disiplinlere bağlı kaldığı müddetçe insan için ışıktan bir
rehber konumundadır. Böyle bir aklın eline, üzerinde düşünüp
değerlendirebileceği temel doneler verildiği takdirde, Ebû Hanife gibi bir
fıkıh, Maturidî gibi bir kelam veya Gazzâlî gibi bir düşünce âbidesi meydana
getirilebilir.


Evet akıl her zaman için böyle bir potansiyele sahiptir. Fakat aklın bu
potansiyeli değerlendirebilmesi, dinle irtibatını devam ettirerek meselelerini
onun muhkemâtına bağlı götürmesine vâbestedir. Zira akıl dinin emrine girip ona
tâbi olduğu, meselelerini dinin referansına bağladığı takdirde gerçek kıvamını
bulabilir. Bu noktada aklın; karşılaştığı mevzuları, dinin tefsir ve tevile açık
olan müteşabihâtına göre değerlendirmesi değil de, onun sabit ve değişmez
kaideleri olan muhkemâtıyla test etmesi çok önemlidir. İşte bu yapılabildiği
takdirde akıl, sınırlılığı içinde kendisinden beklenen birçok fonksiyonu icra
edebilir.


Akıl aynı zamanda mükellefiyetin çok önemli bir esasıdır. İnsan onunla
Allah’a muhatap olma seviyesine yükselir, onunla belli sorumluluklar yüklenmeye
ehil hâle gelir. Evet, mükellefiyet akla dayandırılmış olup akıl sahibi olmayan
kişiye şer’-i şerif teklif edilmemiştir. Bu sebeple denilebilir ki akıldan
mahrum bir şahsa, dünyada herhangi bir vazife ve sorumluluk yüklemeyen rahmeti
sonsuz Rabbimiz, Allahu a’lem, ahirette de onu hesap ve cezadan muaf tutacaktır.
Hatta böyle birinin iman esasları karşısında dahi sorumlu olup olmadığını tam
bilemiyoruz. İhtimal aklı olmayan bir insan bunlardan bile mesul olmayacaktır.
Hâsılı bizler bir yönüyle aklımız sayesinde dinin emirleriyle mükellef oluyor ve
bu sayede Cennet’i kazanma ve Cehennem’den uzak kalma liyakatini elde ediyoruz.


Aklın Fonksiyonları


Aklın hayatî derecedeki bu ehemmiyetine dikkat çekme sadedinde ilâhî kelamda
pek çok yerde “

أَفَلاَ يَعْقِلُونَ , أَفَلاَ تَذَكَّرُونَ , أَفَلاَ
يَتَدَبَّرُونَ , أَفَلاَ تَتَفَكَّرُونَ

Hâla düşünüp tefekkür etmeyecek
misiniz? Onlar hâla tedebbürde bulunmuyorlar mı?
Düşünüp anlamayacak
mısınız? Onlar hâlâ akıllarını kullanmayacak mı?” gibi ifadelerle âyetlerin
fezlekesinin ona bağlandığını görüyoruz. Aslında bu ilâhî ifadeler aklın
fonksiyon ve derecesiyle alâkalı beyanlardır. Mesela, bir şeyin önü ve arkasını
birden düşünme, bir arka bir de ön planına veya bir dününe bir de bugününe
bakarak onları bir kıymet-i harbiyeye ulaştırma ameliyesine tedebbür denirken;
sistemli ve disiplinli bir fikir cehdi neticesinde dünkü malzemeyi bugünkü
müktesebatla bir araya getirerek bir terkibe varma veya sentezlerle yeni bir
kısım hakikatlere ulaşma ameliyesine de tefekkür denir. Her iki kelime de
geldikleri kip itibarıyla tekellüf ifade eder. Tekellüf ise biraz kendini
zorlama, şakakları zonklatma, kasıklarda sancı hissetme demektir. Görüldüğü
üzere ilâhî beyandaki bu ifadeler basit bir akıl faaliyetinden ziyade, hakikate
ulaşma yolunda aklın kullanımında ciddi bir cehd ve gayretin ortaya konması
mânâsına gelmektedir. Bu sebeple denebilir ki, nasıl latîfe-i rabbaniyenin sır,
hafî, ahfâ diye farklı buud ve derinlikleri vardır; aklın da bir yönüyle
tedebbür, tezekkür, tefekkür dediğimiz aklî buud ve derinlikleri söz konusudur
ve o, bu mertebe ve derinliklerle gerçek fonksiyonunu edâ eder. İşte bütün bu
fonksiyonlar Allah’ın izniyle akla veriliyor, akla bağlanıyorsa, bu, hareket ve
faaliyetlerde, tercih ve kararlarda onun hayatî derecede bir öneme sahip
bulunduğunu, asla hafife alınacak bir unsur olmadığını göstermektedir.


His Faktörü


Soruda ifade edilen his de insan için çok önemli ve hayatî bir unsurdur.
Gerçi günümüzde o, genellikle insan tabiatının bir gereği gibi görülmek ve
gösterilmek istenmektedir. Fakat hissi, mücerred olarak insan tabiatına havale
etmek ve onu sadece insiyakî bir tavrın neticesiymiş gibi göstermek doğru
değildir. Çünkü her ne kadar onun aslı, insan tabiatında bulunsa da, ferdin
içinde bulunduğu kültür ortamının ona kazandırıp kaybettirdiği hususları da göz
ardı edemeyiz. Mesela insan tabiatında bir şefkat duygusu vardır. Ancak insanî
değerlerin kaybolup gittiği bir kültür ortamı içinde fertte bulunan bu şefkat
hissi söndürülüp o toplumun efradı vahşi birer yaratık hâline getirilebilir. Bu
sebeple potansiyel olarak insan tabiatında bulunan o şefkat hissinin beslenip
geliştirilmesi, takviye edilip güçlendirilmesi gerekir.


His, aynı zamanda vicdanın dört temel rüknünden biridir. Duyup hissetme
mânâlarına gelen ihsas dediğimiz hâdise, insanda bulunan bu melekeyle
gerçekleşir. Yani insanın dışta olan şeyleri “içselleştirmesi”,
vicdanîleştirmesi ve onları içinde duyması vicdanın rüknü olan his unsuruna
bağlıdır. İhtisas dediğimiz mesele de onun mutâvaatıdır ki, insanın letaif-i
mâneviyesinin duyup hissettiklerini bütünüyle alıp kendine mâletmesi ve
tabiatının bir derinliği hâline getirmesi demektir.


Heyecan Dinamiği


Heyecan mefhumu da aslında his rüknünün ayrı bir yanını oluşturur ve onun,
insanın iç yapısında eda ettiği ayrı bir misyonu, ayrı bir fonksiyonu vardır.
Evet insanın, insanî sorumluluk şuuruna ermesi, hakikî insan olma ufkuna
yürümesi bir mânâda onun, dünyada olup biten hâdiseler karşısında tepkisiz ve
hareketsiz kalmaması, ızdırap duyup heyecan yaşamasıyla irtibatlıdır. Bir dönem
başka bir münasebetle dile getirildiği gibi; “Falan kimse havadan nem
kapıyor” derler! Ona ruhum feda! Ya yağmur altında dahi ıslanmayanlara ne
demeli!..”
mülâhazasını burada da hatırlayabiliriz. Bu sebeple eğer bir
insan, dünyada birbirini takip eden kızıl kıyametleri, üst üste yaşanan zulüm ve
felaketleri bir sinema seyrediyor gibi seyredip duruyor, onlar karşısında
herhangi bir ürperti ve heyecan duymuyorsa, göğsünde kalb taşıdığı şüpheli bu
insanın ciddi bir heyecan yorgunluğu yaşadığı, daha doğrusu heyecan bakımından
ölüp gittiği rahatlıkla söylenebilir. İşte böyle durumda olan bir insanın
yüreğinde yeniden heyecan uyarıp tetiklemek çok önemlidir. Ancak en az bunun
kadar önemli diğer bir mesele de, yaşanan heyecanın dinin muhkemâtıyla ve akılla
test edilmesidir. Yoksa akıl ve dinin kontrolünde olmayan heyecan sahibi bir
fert, isyan ahlâkını yanlış bir şekilde yorumlayarak etrafını yakıp yıkabilir.
Dolayısıyla heyecanın belli kalıplara konulup dengeli hâle getirilmesi,
insanîleştirilip uysallaştırılması çok önemlidir ve böylece o bir tahrip unsuru,
zararlı bir duygu olmaktan çıkarılarak faydalı hâle getirilmiş olur. Bu açıdan
his ve heyecanı, bir taraftan aklın alanına giren sahalarda akılla ta’dil etmek,
dengelemek, aklın endâzesinden geçirip ölçülü hâle getirmek; diğer taraftan da
onu din-i mübîn-i İslâm’ın mihengine vurarak test etmek çok önemlidir.


Ferdî hukukun üstünde daha geniş hakları tazammun eden, içtimaî sorumluluğun
söz konusu olduğu meselelerde ise akıl-his dengesi daha bir ihtimam ve
hassasiyet ister. Böyle bir noktada aklîlik his ve heyecanla teyit edilirken;
his ve heyecan da mutlaka akılla test edilip dengelenmelidir. Mesela günümüzde
“bir mücadele sürdürüyorum” deyip canlı bombalarla masum insanları katletmenin
kat’iyen akılla, mantıkla izah edilir bir yanı yoktur. Hele din-i mübîn-i
İslâm’la test edilen bir akıl asla ve kat’a bu işin içinde değildir. Hatta
burada insanî bir histen ziyade sadece kör bir hissîlik vardır. Akılla test
edilmemiş kör hissîlik… Böyle kör bir hissiyata uyularak İslâm’ın kaderiyle
irtibatlı, bütün Müslümanların hukukunu ilgilendiren hayatî ve çok önemli böyle
bir meselede bir çok mesavî irtikap ediliyor, büyük günahlara giriliyor ve
neticede İslâm’ın dırahşan çehresi karartılmış oluyor. Öyle ki bir veya birkaç
güne sığıştırılan bu büyük yanlışları düzeltmek için birkaç sene sırf bu
istikamette çalışıp çabalamanız gerekiyor. Evet, birkaç sene gayret edip
çalışacaksınız ki o birkaç akılsızın meydana getirdikleri yanlış imaj ve
görüntüyü kalb ve zihinlerden silmeye muvaffak olabilesiniz.


Heyecanla Dopdolu Mantık Kahramanları


Özellikle bir heyet-i âliyeyi veya bir hareketi temsil konumunda olan veyahut
bir topluluk adına belli vazife ve sorumlulukları omuzlarında taşıyan insanlar,
kesinlikle hisleriyle hareket edemezler. Elbette ki bu şahıslar mutlaka his
bakımından dopdolu olmalıdırlar. Fakat aksiyon ve hareketlerini akıl
imbiklerinden geçirme mevzuunda da kat’iyen herhangi bir kusurda bulunmamalı,
mantık ve muhakeme mahrumu bir tavır ve davranış içine asla girmemelidirler.
Çünkü vazife ve sorumluluk sahası büyüdükçe vebali de o ölçüde büyük olur. Siz
bir heyet-i içtimaîyede bu tür bir hata yaparsanız o heyet-i içtimaiyeyi felç
etmiş olursunuz; fakat aynı yanlışlığı devlet çapında irtikap edecek olursanız o
zaman devlet çapında bir yıkıma sebebiyet verirsiniz. Evet bir devleti idare
ediyor veya siyasî bir insiyatifi elinizde tutuyorsanız, o zaman ulu orta
istediğiniz gibi konuşup hareket edemezsiniz. Deha çapındaki iki-üç insanın zekâ
ve karihasına sahip olsanız ve o insanların muhakemesi ölçüsünde bir muhakeme
kabiliyetiniz bulunsa bile yine de bu şekilde davranamazsınız. Bırakın böyle bir
dâhi olmayı, yüz dâhi gücünde bir zekânız, bir muhakemeniz olsa, sizin o
dehanıza deha katacak husus istişaredir. Çünkü İnsanlığın İftihar Tablosu
Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz mübarek beyanlarında “Dâhi olan insan haybet
yaşamaz.” demiyor; “İstişare eden haybet yaşamaz, hüsrana düşmez.” buyuruyor.
Bir Arap atasözünde denildiği gibi iki akıl bir akıldan hayırlıysa o zaman üç
akıl, dört akıl, on akıl evleviyetle bir akıldan hayırlıdır.


Hissî Boşluklara Düşmemenin Yolu: Meşveret


Mevzuu misallendirerek bir nebze daha açmaya çalışalım. Diyelim ki sizin,
umumun hukukuna taalluk eden bir vazife ve sorumluluğunuz var. Siyasî veya
gayr-i siyasî büyük bir kitlenin mesuliyetini taşıyor, bir kısım hayırlara matuf
olarak onları yönlendirme konumunda bulunuyorsunuz. Eğer yapılacak iş ve vazife
sadece sizin insiyatifinize bırakılıyorsa, siz dâhi bile olsanız bazen nefsinize
uyarak yanılabilir, herhangi bir hissin tesirinde kalıp halet-i ruhiyenizi o işe
karıştırabilirsiniz. Mesela, uykunuzu tam almadan öfke edalı kalktığınız bir
günde, yapacağınız o işe gerginlik ve öfkenizi aksettirebilirsiniz. Veya
çocuğunuzun canınızı sıktığı, sizi üzdüğü bir günde, o can sıkıntınızı işinize
yansıtabilirsiniz. Hâlbuki o işin içinde Allah hakkı vardır, umumun hukuku söz
konusudur. Dolayısıyla hak ve hukukun azamet ve büyüklüğünü düşünüp yaptığınız o
işte hata etmemeye gayret göstermelisiniz. Fevrî bir davranış neticesinde bunca
insanın hukukuna tecavüz etme ihtimalinizin bulunduğunu, dahası haklarını
çiğnediniz o insanların ahirette sizden davacı olabileceğini ve bu işten
yakanızı kurtaramayacağınızı hesaba katmalısınız. İşte bütün bu olumsuz
durumlardan kurtulmanın çaresi istişaredir, meşveretin hakkını vermektir. O
dâhiler dâhisi Hazreti Ali birçok meseleyi çevresindeki insanlarla istişare
ettiyse, hatta hiçbir şekilde meşverete ihtiyacı olmayan, vahiyle müeyyed
bulunan Efendiler Efendisi (sallallâhu aleyhi ve sellem) bizlere rehberlik etme
adına birçok kez ashabıyla meşveret buyurduysa bize de kendi aklımıza, kendi
dehamıza bakmadan meşveret etmek düşer.


Bildiğiniz üzere Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hudeybiye
Sulhü’nden sonra sahabeye kurbanlarını kesmelerini emretmesine rağmen onlar;
“Belki Allah Resûlü verdiği karardan vazgeçer ve biz yeniden Kâbe’ye yürürüz.”
ümidiyle bu emri uygulamada biraz ağır davranmışlardı. Peygamber Efendimiz
(aleyhissalâtu vesselâm) ise bu durum karşısında Ümmü Seleme Validemizle
meşveret etmişti. Ümmü Seleme Validemiz: “Ya Resûlallah! Onların tavırlarına
bakma. Sen kendi kurbanını kes ve ihramdan çık. Zannediyorum onlar da verdiğin
karardaki kesinliği anlayınca sana itaat edeceklerdir.” demişti. Nitekim O’nun
(aleyhissalâtü vesselâm) mübarek mülâhazaları da aynı istikametteydi ki çıkıp
kurbanını kesince birdenbire herkes kollarını, paçalarını sıvamış, bıçakları
ellerine almış ve kurbanlarını kesmişlerdi.


Elbette ki böyle bir hâdise karşısında yapılması gereken en uygun hâl tarzı
zaten Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) muazzez ve mübeccel
zihinlerinde mevcuttu. Çünkü vahiy ile müeyyed fetanet-i uzma sahibi bir
Rehber-i Küll’ün bu durum karşısında yapılması gereken neyse onu düşünmemesi
mümkün değildir. Bu sebeple O’nun bu davranışını, her konuda bize rehber olan o
Zât’ın (aleyhissalâtü vesselâm) meşveret mevzuunda da bize numune-i imtisal
olması şeklinde okuyup anlamamız gerekiyor.


Bu hâdisenin derununda üzerinde durulması gerekli olan birçok önemli hakikat
ve ders vardır. Ezcümle “kadının ruhu var mı; kadın da bir insan mı, değil mi?”
münakaşasının yapıldığı bir dönemde, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem)
bir peygamber olarak, hem de eşi olan bir kadınla istişarede bulunması,
zannediyorum günümüzde kadın haklarını savunduğunu iddia eden kişilerin bile
şaşırıp kalacağı bir tavırdır. Aynı zamanda bu hâdisede bir yönüyle kadın
şefkatine müracaatta bulunma esprisi de söz konusudur.


Evet, his ve heyecan Allah’ın ihsan ettiği, şükür isteyen çok önemli
nimetlerdir. Fakat o nimetlerin üstünde daha önemli bir nimet vardır ki, o da, o
nimetlerin akılla test edilmesidir. Yani tefekkür, tezekkür, teemmülle
sağlamasının yapılması, derinleştirilmesi zamanîleştirilmesi yani her yerde
uygulanır hâle getirilip evrensel bir dinamik hâline dönüştürülmesidir.


Bu açıdan en küçük mevzudan en büyük meseleye kadar his, heyecan ve akıl
dengesini sağlamak çok önemlidir. Müslüman denge insanıdır. Kur’ân dengeyi
sırat-ı müstakîm olarak ortaya koyar. Denge ise, ifrat ve tefritlerden uzak
yaşama demektir. Fatiha sûre-i celilesinde yer alan “

اِهْدِنَا الصِّرَاطَ
الْمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ
عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ

” âyeti de günde kırk defa bize bu espriyi telkin
eder. Allah (celle celâluhu) daha Kur’ân’ın hulâsası olan ilk sûrede, evsaf-ı
sübhaniyesini, güç ve kuvvetini ifade ettikten, bizi kulluk sırrına çağırdıktan
ve onu hakkıyla eda etme adına yardımı kendisinden istemeye bizi davet ettikten
hemen sonra en büyük yardımın sırât-ı müstakîme hidayet olduğunu vaz’ buyuruyor.
Malum olduğu üzere mü’min beş vakit namazıyla günde en az kırk defa Cenâb-ı
Hak’tan bunu istiyor. Ancak denge, mü’min hayatında o kadar önemlidir ki, onu
günde kırk defa değil, bin defa bile talep etsek zannediyorum yine de kamet-i
kıymetine uygun talepte bulunmuş olmayacağız.


Son bir husus olarak şunu da ifade etmeliyim ki, his, heyecan ve akıl dengesi
dinimiz açısından çok önemli bir husus olduğundan, sırat-ı müstakîmi bulma veya
hadd-i itidale ulaşma mevzuunda gösterilen her cehd ü gayret ibadet ü taat
sayılır. Bu sebeple biz bir mesele karşısında hemencecik kendimize göre bir
karar verme yerine o mesele üzerinde kafa yorar, teemmülde bulunur,
etrafımızdaki kimselerle istişaresini yapar, böylece yeni tahlil ve terkiplere
girer ve işte bütün bunlardan sonra bir tercihte bulunursak bu istikametteki her
türlü sa’y ü gayretimiz, fikrî cehdimiz inşallah bize ibadet ü taat sevabı
kazandıracaktır.