Vicdan Yalan Söyler mi?

Vicdan Yalan Söyler mi?

Soru: Vicdanın yalan söylemeyeceğine inanıyoruz; fakat, eserlerde “eğer vicdanı tefessüh etmemişse” şeklinde kayıtlar görüyoruz. Vicdanı haktan uzaklaştıran sebepler nelerdir; bu bozulma nasıl bir vetireden sonra gerçekleşir? Hangi ameller çürümeye yüz tutmuş bir vicdanın yenilenmesine ve canlanmasına vesile olabilir?



-İnsanın özü, kendini duyuş ve bilişi de diyebileceğimiz vicdan; insan ruhunun, iyiyi kötüden tefrik edebilen irade, kalbin ayrı bir derinliğinin unvanı sayılan latîfe-i rabbâniye (fuâd), şuur vâridatıyla zihin ve ihsas televvünlü his halîtasından oluşan bir mekanizmadır; insanın, hem kendini hem de bütün varlığı, varlığın Allah’la münasebetini duyan, sezen, yorumlayan ve rükünlerinin canlılığı ölçüsünde imana, mârifete, muhabbete, aşk u iştiyaka menfezler oluşturan melekûtî bir mekanizma. (01.00)

-Geniş bir sistem olan vicdanın rükünlerinden bir tanesi felç olsa, artık vicdan fonksiyonunu eda edemez. Aslında, Hak varlığının hiçbir zaman susmayan bütün şahitleri gibi, vicdan da tek başına hakkı ve hakikati haykıran ilâhî ve semavî bir sadâdır. Fakat bu, vicdanın bizim tarifimize giren vicdan olması itibarıyladır. Yoksa, nefis mekanizmasının altında kalıp ezilmiş bir vicdandan aynı neticeleri beklemek elbette ki mümkün değildir. Evet, bir insan düşünün ki, bütünüyle bir şehvet, kin, öfke, makam ve mansıp sevdalısı hâline gelmiştir. Yaptığı her işinde ruhunu sarmış bu negatif duyguların tesirindedir. İşte, vicdanının elini kolunu bağlamış ve dolayısıyla da onu tesirsiz kılmış böyle bir insana kelimenin tam mânâsıyla “vicdansız” denir. (02.02)

-Vicdan, kelime olarak “bulmak” mânâsına gelir. İnsan onunla hem kendini hem de Rabbini bulur. İnsanın bir mülk, bir de melekût yanı vardır. İnsanın mânevî cephesini de maddî cephesini de ayrı birer mekanizma şeklinde ele almak ve öyle değerlendirmek daha uygundur. İsterseniz bunlardan, mânevî olana vicdan mekanizması, diğerine de nefis mekanizması diyebilirsiniz. Kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ âlem-i emre ait Rabbanî latîfeler, irade, idrak, şuur, his ve duygular vicdan mekanizmasını meydana getirirken; her türlü şehevî arzu, istek ve kaprisler, belli hikmet ve gayeler için insana verilen kin, nefret, öfke, inat gibi duygular da nefis mekanizmasını meydana getirirler. Bu iki mekanizma âdeta hep birbirinin aleyhine işler. Şu kadar var ki, vicdan mekanizmasının galebesi halinde, nefis mekanizması da müsbete dönüşür ve insanın yücelip yükselmesine hizmet eden bir sistem hâline gelir. (03.45)

-Vicdanda bir nokta-i istinat ve bir de nokta-i istimdat vardır. İnsan bunlarla acizliğini ve hiçliğini idrak eder. Bu idrakle, Cenâb-ı Hakk’a dayanır; dayanır ve ne isteyecekse O’ndan ister. Ne var ki, hayatında bir kere olsun vicdanını dinlememiş bir insanın, bunu duyup sezmesi mümkün değildir. (05.47)

-Kalb; göğsün sol tarafında bulunan ve çam kozalağına benzeyen organın dublesi, alternatifi, melekûtî buudu ve aynı zamanda, şuur, idrâk, ihtisas, akıl ve irade gücünün de merkezi rûhânî bir latîfedir. Bu rûhânî lâtîfe, cismânî kalb ile sımsıkı alâkalıdır. Bu alâkanın keyfiyeti, dünden bugüne filozofları ve İslâm hukemâsını bir hayli meşgul etmiştir. Ancak, “sanavberî” (çam kozalağı şeklinde) et parçası olan zâhirî kalb ile insanın insanlığının remzi ve bütün duygularının hayat kaynağı olan “latîfe-i rabbâniye” arasında bir hakikatin iki yüzü denebilecek şekilde münasebet bulunduğunda şüphe yoktur. (06.27)

-Kalb, düşünce sıhhati, tasavvur sıhhati ve ruh sıhhati, hatta beden sıhhati için âdeta bir kale gibidir. İnsanın maddî, mânevî duyguları bu kaleye sığınır ve korunmuş olurlar. Bu açıdan insan için bu kadar önemli olan kalbin de karantinaya ve gözetilmeye ihtiyacı vardır. Zira o, yaralanınca tedavisi çok güç ve ölünce de hayata döndürülmesi çok zor bir lâtîfedir. Kur’ân bize:

رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا

“Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma…” (Âl-i İmran, 3/8) duâsını öğütlemekte, Peygamber Efendimiz de sabah-akşam el açıp hem de defaatle,

اَللَّهُمَّ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دِينِكَ

“Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Kalbimi dininle sabitleyip perçinle!” tazarruunda bulunmakla bu çok önemli korunma ve karantinayı hatırlatmaktadır. (08.01)

-Reyn, bir şeyin üzerinin pasla kaplanması, her tarafının paslanması demektir. Cenâb-ı Hak, “Hayır hayır! Gerçek şu ki, onlar yapageldikleri o kötü işler yüzünden kalblerini is-pas sardı da (ondan dolayı inkar yaşıyorlar.)” (Mutaffifin, 83/14) buyurmuş; Allah Rasûlü de “Her günah onu işleyenin kalbinde siyah bir nokta oluşturur, bir leke yapar. Eğer kul, tevbe edip vazgeçer, mağfiret dilenirse kalbi yine parlar. Döner tekrar günah işlerse, o lekeler artar, nihayet kalbini ele geçirir. İşte Kur’ân’da yüce Allah’ın zikrettiği “râne” budur.” sözleriyle bu ilahî beyanı ve onda yer alan “râne” kelimesini şerh etmiştir. Evet, pas tutan bir kalbin bütün ufukları kararır; artık o iyiyi kötüden ayırma kabiliyetini kaybeder; beyazı siyah, siyahı da beyaz görmeye başlar; başlar ve onun bir daha da kendine gelmesi, fıtrî saffetini elde etmesi çok zor olur. (11.48)

-İradenin devamlı olarak güçlendirilmesi gerekir. Bunun için dua ve istiğfar, çok ama çok önemli iki faktördür. Üstad Hazretleri, “İstiğfar meyelân-ı şerrin kökünü keser, dua meyelân-ı hayra kuvvet verir.” diyerek bu hakikate parmak basar. (16.17)

-Eğer günah tevbeyle çabuk silinmezse, Üstad’ın dediği gibi, bir günah, bir günah, bir günah daha derken ona inzimam eden diğer günahlarla kalbde “hatm” olur, hafizanallah, kalb mühürlenir. Bundan dolayı, “Her günah içinden küfre giden bir yol vardır.” Böyle bir mühürlenme ve damgalanmanın kesbi insandan, halk’ı da Allah’tandır. Bu hususu, insanın gaflet ve bir kısım fenalıklara alışması sonucu bir deformasyon şeklinde de yorumlayabiliriz. İman, amel-i salih işlene işlene insan tabiatının bir derinliği haline gelip sübut mührüyle şereflendirildiği gibi, her biri küfrün ayrı bir kapısı sayılan günahlar da tevbe, inabe ve evbe ile giderilmediği takdirde, insanın üst üste ve iç içe kaymalar yaşaması kaçınılmaz olur. Bu itibarla, böyle bir “hatm”de kat’iyen cebir söz konusu değildir; zira arzu, intihab, ihtiyar insana, mükellefe; böyle bir temayüle halk’la cevap vermek de –isterse vermeyebilir– Cenâb-ı Hakk’a aittir. (18.40)

-Müslim’in rivayet ettiği bir hadis-i şerife göre: Amr b. Âs (radıyallahu anh) Peygamber Efendimiz’e gelerek, bağışlanmak şartıyla kendisine biat etmek ve Müslüman olmak istediğini söylediğinde Peygamberimiz, “Bilmez misin ey Amr, İslâm, kendisinden önceki günahları yok eder. Hicret, kendisinden önceki günahları yok eder. Hac, kendisinden önceki günahları yok eder.” buyurur; İslam’ın, Müslümanlıktan önceki her şeyi silip süpürüp götürdüğünü müjde verir. Demek ki, o dönemde ne kadar çatlama, kırılma, yıkılma ve tahrip olmuşsa, Müslümanlık onların hepsini tamir etmiş. Zaten İslam, insanlardaki eksiği, gediği, kırığı, döküğü tamir etmek için gelmiştir. Dökülüp yollarda kalanları kaldırıp varmaları gerekli olan noktaya yönlendirmek için gelmiştir. Öyleyse, insanlar Müslümanlığa girdikten sonra cahiliye döneminde bir kambur gibi sırtlarına aldıkları o günahlarla kalmazlar. Allah, onlara rahmetiyle muamele eder ve sırtlarında ağırlık yapan her şeyden kurtarır onları. Hicret, hac ve güzel bir topluluk içinde bulunma da günah kirlerini giderir, vicdanı diriltir ve insanı değiştirir. (24.20)

-Muhterem Hocamızın, Muzaffer Arslan Ağabey’le tanışması.. Hazreti Üstad’dan selam alışı.. daha çok küçük yaşlarında Peygamber Efendimiz’i rüyada görebilmek için yaptığı dualar.. yetiştiği nezih çevre.. merhum babasından kaynaklanan Ashab sevgisi.. ve “Bu asırda da Sahabe gibi kimseler yaşıyormuş!..” demesine vesile olan hâlis insanlar… (31.25)