Vicdan Mekanizması ve Hüve Nüktesi

Vicdan Mekanizması ve Hüve Nüktesi

Soru: 1) Seneler geçtikçe kimileri sırf his insanı, kimileri cerbezeci, bazı kimseler irfan mahrumu, bazıları da âtıl olabiliyorlar. Bir hizmet erinin mezkûr boşlukları yaşamaması, tek kanatlı olmaması ve zamanının gerisinde kalmaması hususlarında vicdan mekanizmasını dengeli beslemesinin rolü nedir? İman hizmetinde geçirilen yıllar ile doğru orantılı bir şekilde his, zihin, latîfe-i rabbâniye ve iradenin alması gereken hisseler de değişir mi?



-Her türlü şehevî arzu ve kaprisler, kin, nefret, öfke, inat gibi belli hikmet ve gayeler için insana verilen duygular nefis mekanizmasını meydana getirirler. İnsanın özü, kendini duyuş ve bilişi de diyebileceğimiz vicdan ise; insan ruhunun, iyiyi kötüden tefrik edebilen irade, kalbin ayrı bir derinliğinin unvanı sayılan lâtîfe-i rabbâniye (fuâd), şuur vâridatıyla zihin ve ihsas televvünlü his halîtasından oluşan bir mekanizmadır; insanın, hem kendini hem de bütün varlığı, varlığın Allah’la münasebetini duyan, sezen, yorumlayan ve rükünlerinin canlılığı ölçüsünde imana, mârifete, muhabbete, aşk u iştiyaka menfezler oluşturan melekûtî bir mekanizma. Bu iki mekanizma çoğunlukla birbirinin aleyhine işler. Şu kadar var ki, vicdan mekanizmasının galebesi halinde, nefis mekanizması da müsbete dönüşür ve insanın yücelip yükselmesine hizmet eden bir sistem haline gelir. (01:15)

-Allah’a karşı vazifemiz, O’nun bize luftettiği bütün nimetleri “ma hulika leh” (yaratılış gayesi) istikametinde kullanmaktır. (04:10)

-Vicdan mekanizmasının rükünleri sayılan lâtîfe-i rabbâniye, irade, zihin –buna bütün buudlarını birden nazara alarak şuur da diyebiliriz– ve his gibi lâtîfeleri de yaratılış gayelerine göre kullanmak ve onları bu yönde sürekli geliştirip canlı tutmak gerekmektedir. Bu itibarla, vicdan mekanizmasının da rehabilitasyona ihtiyacı vardır. (07:01)

-Cismaniyet, heva ve hevesin tesirlerinden sıyrılarak belli ölçüde de olsa aşkınlaşan akıl, kalbin birkaç adım gerisinde, fakat onun refiki ve kendi ufku ölçüsünde lâtîfe-i rabbaniye mevhibelerinin de mazharıdır. Kur’an’a teslim olup nuranîleşen bir akıl, kalb ve ruhun ötelere açık menfezlerinden fizik ötesi âlemleri mütalâa ettiği sürece, onun ufkunda tecellileri tecelliler, inkişafları da inkişaflar takip eder. (09:28)

-“Hidayet” kelimesinin zâhirî mânâsından başka bir mânâsı daha mevcuttur.. ve hidayet seviye seviyedir. Dalâlete düşen ve Allah’ın gazabına uğrayan insanlardan olmayıp iman ufkunda yaşama bir hidayet olduğu gibi, Esma-yı Hüsnâ’nın ifade ettiği çerçevede bir Zat-ı Uluhiyet mülahazasına ulaşma da hidayet-i tâmmedir. (12:30)

-Herkes kendi konumuna göre hidayet talebinde bulunmaktadır. Sapmışlar ve günahkârlar, “Bizi sırat-ı müstakime, Sana doğru varan yola ilet.” derken, Kur’ân’ın tarif buyurduğu hidayete ermeyi istemektedirler. Yarım yamalak inanmışlar ise, “Bizi taklitten kurtar, bize tahkikin âb-ı hayatını içir ve eşyanın hakikatini göster.” demekte ve erdikleri hidayetin kemalini talep etmektedirler. Kemale eren kimse ise, “ihdina’s-sırata’l-müstakîm” sözüyle “Allahım, hidayetimi devam ettir, can boğaza gelinceye kadar emanetinde beni emin kıl, emin bir insan olarak emaneti Sana teslim etmeye beni muvaffak eyle.” demektedir. (15:30)

-Şahsi hayat adına iman, marifet ve muhabbet yolunda himmetin âli tutulması gerektiği gibi Allah’a karşı ubudiyeti ifade etme noktasında da çıta yüksek tutulmalıdır. Bu konuda, Hazreti Üstad’ın, tesbihin bir tanesinde zerrat-ı kâinat adedince tesbihleri duyabilen seleflerine imrenmesi ve onlardaki bu enginliği yakalayabilmek için senelerce gayret göstermesi ne güzel bir misaldir!.. (18:32)

-Bir kudsî hadiste Cenab-ı Hak, -meâlen- “Beni iste ve ara ki, bulasın; ararsan bulursun!” buyuruyor. (25:12)


Soru: 2) Ruh için temel gıda olması açısından “Hû” nasıl anlaşılmalıdır? Cismin her nefeste havaya olan ihtiyacının fıtrî ve tabiî olarak karşılanmasına mukabil, ruhun her dem “Hû”ya olan ihtiyacı nasıl temin edilmektedir? (26:28)



-“Hû”, Zât-ı Hakk’ı, bütün celâlî tecellileri, umum cemâlî celevâtı, topyekün esmâ-i hüsnâsı ve bilcümle sıfât-ı sübhâniyesiyle ifade edecek genişlikte sırlı bir kelimedir. Onun bu ihata ve vüs’atinden dolayı olmalıdır ki, mercii mülâhazaya alınması şartıyla, bu zamiri İsm-i Âzam addedenler de olmuştur. Binâenaleyh, hem kibâr-ı mütekellimîn hem de pek çok sofî, O’nu, ıtlakındaki derinlik ve ihatasındaki enginlik itibarıyla “Hû” zamiriyle anmayı bir mânâda tercih etmiş ve mülâhazalarını onun kuşatıcılığına bağlamışlardır. (26:45)

-Hava ile Hüve (Hû) arasında çok ciddi bir irtibat vardır. Hava, Hû’ya dayanmaktadır. Aslında, her insan “Hû” ile soluklanmaktadır. Evet, ister inansın ister inanmasın, her insan hem de her nefes alış verişinde “Hû” demek zorundadır; şuursuzca bile olsa “Hû” demeyen yaşayamaz. (32:12)

-Hidayetin mertebeleri olduğu gibi kalb kaymasının da derekeleri vardır; evet, kalbin kayması da derece derecedir. Bu açıdan, “Ey bizim kerîm Rabbimiz, bize hidâyet verdikten sonra kalplerimizi saptırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz lütfu bol olan vehhab Sensin Sen!” (Âl-i İmran, 3/8) mealindeki ayet-i kerimeyi herkes kendi halini mülahazaya alarak çokça okumalıdır. (34:58)