İlim Talebesi ve Maişet Derdi

İlim Talebesi ve Maişet Derdi

Soru:1) Tevbe Suresi’nin 122. ayet-i kerimesinde,

وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنْفِرُوا كَافَّةً
فَلَوْلاَ نَفَرَ مِنْ كُلِّ فِرْقَةٍ مِنْهُمْ طَائِفَةٌ لِيَتَفَقَّهُوا فِي
الدِّينِ وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ إِذَا رَجَعُوا إِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ
يَحْذَرُونَ


ifadeleriyle nazara verilen, dinde derinleşip sağlam bilgi
sahibi olmak ve cihada çıkanlar dönüp geldiklerinde onları inzar edip uyarmak
maksadıyla, sefere katılmayıp geride kalarak ilim faaliyetlerini devam
ettirmeleri istenen fırkanın günümüzde bir karşılığı var mıdır?



-Asr-ı Saadet’te hadiseler cüz’î olarak ortaya konmuş, cüz’î birer vakıa
olarak gerçekleşmiştir; fakat onlarda daha sonra meydana gelebilecek küllî
hadiselere işaretler vardır. Adeta her hadisede daha sonraki dönemlerin
meselelerinin çözümü için bir kısım uçlar bırakılmıştır. O uçlardan yürünerek
hâlihazırdaki problemlere yaklaşılırsa, mevcut problemlerin halledilmesi için
pekçok ipucu bulunabilir. Tarihselcilerin meseleye yaklaştığı gibi olmasa da,
meseleler günümüzün şartları açısından bir kere daha okunmalı ve
yorumlanmalıdır. (02:13)

-“Düşmanlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet
hazırlayın! Savaş atları yetiştirin ki bu hazırlıkla Allah’ın düşmanlarını,
sizin düşmanlarınızı ve onların ötesinde sizin bilemeyip de, ancak Allah’ın
bildiği diğer düşmanları korkutup yıldırasınız. Allah yolunda her ne
harcarsanız, onun karşılığı size eksiksiz ödenir, size asla haksızlık yapılmaz.”
(Enfâl, 8/60) Burada kuvvet kavramı son derecede kapsamlı bırakılmıştır. Maksat,
düşmana karşı üstünlük vesilesi olacak her türlü hazırlıktır. Âyet-i kerimede,
Kur’ân’ın indiği şartlarda en önemli savaş vasıtalarından olan at yetiştirme
misal verilmektedir. Daha sonraki asırlarda da hangi vasıtalar daha önemli ve
tesirli ise onlar üzerinde durulmalıdır. (03:00)

-Hazreti Üstad, “Artık
maddi kılıç kınına girmiştir. Medenilere galebe ikna iledir.” demektedir. Her
ülkenin savunmaya yönelik hazırlıkları tabii ki yine olacaktır. Fakat, imana,
Kur’ana ve insanlığa hizmete adanmış ruhlar kendi kültürlerini cihanın dört bir
yanına taşırken maddi kılıç, at, deve, uçak, tank ve kaba kuvvet değil, ilim,
fen, sevgi ve diyalog vasıtalarını kullanmalıdırlar. (04:52)

-Mü’minler
cihad ederken dahi arkada bir zümre kalmalı ve dini öğrenmelidir ki, diğerleri
dönünce de onlara dini öğretsinler. Cihad farz-ı ayn olduğu zaman bile, sizin
ilim ve kültür yuvalarınızın kapıları sonuna kadar açık olmalıdır. Eğer, her
tarafı düşmanın sardığı o devrede, ilim irfan yuvaları kapatılır ve herkes
cepheye gönderilirse, maddî cihad kazanılsa bile, ilim ve kültür adına çok şey
kaybedilmiş olur. Onun için İslâm, böyle fevkalâde durumlarda bile, bir kısım
insanların cepheye gitmeyip ilim ve kültür adına çalışma yapmalarını
emretmektedir. (07:30)

-Kendi kültür değerlerimizin elçileri dünyanın
dört bir yanına açılırken, belki olması gereken ölçüde beslenemeyebilirler.
Öyleyse, ruh ve mana köklerimiz adına beslenmesi mükemmel olan bir nesil
yetiştirilmeli ve öyle kaynaklar oluşturulmalıdır ki, diğerleri de zaman zaman
enerji tedarik ediyor ve metafizik gerilim alıyor gibi o tatlı su kaynağına
uğrayıp kendilerini yenilemelidirler. (08:50)

-İşte, sohbete bahis mevzuu
yapılan ayet-i kerime dile getirilen hakikatleri nazara vermektedir ki, kısaca
meali şöyledir: “Mü’minlerin hepsinin birden sefere çıkmaları uygun değildir.
Öyleyse her topluluktan büyük kısmı cihada koşarken, bir takım da dinde
derinleşip sağlam bilgi sahibi olmak için çalışmalı ve cihada çıkanlar dönüp
geldiklerinde

-kötülüklerden sakınmaları ümidiyle- onları inzar edip
uyarmalıdırlar ki, aksi haldeki muhtemel tehlikelerden korunmuş olsunlar.”
(Tevbe, 9/122) Evet, bu âyet, dini iyi öğrenmenin ve öğretmenin ne derece
gerekli olduğunu ortaya koymaktadır. Zira dünya ve âhiret mutluluğu, Allah’ın
hidâyetinin, kurtarıcı prensip ve ölçülerinin, hem rûhu hem de lafzıyla İslâm’ın
doğru bilinmesine bağlıdır. (11:42)


Soru: 2) Ruhlarının hususî mahiyette kabzedileceği haber
verilen ilim tâlipleri kimlerdir? Hak katında ilim talebesi sayılmanın şartları
nelerdir? (17:03)



-İlim talebesi, birinci derecede imana ve İslam’a müteallik meselelerin
arkasında olan ve öğrendiklerini tabiatina mal etmek suretiyle “ihsan” şuuruna
ulaşmaya çalışan hakikat aşığı insanlardır. (17:15)

-Tekvinî emirleri
doğru okuyup anlamaya çalışan ve bu niyetle fizik, kimya, matematik,
astronomi… ile meşgul olanlar gerçek ilim talebesidir. Zira, değişik
vesilelerle dile getirildiği üzere; Kur’ân, kâinat ve insan, Allah’ın isim ve
sıfatlarının değişik şekillerde tecelligâhı olarak, birbirleriyle fevkalâde bir
iç bağlantı halinde, birbirlerini şerh ve izah eden ve neticede Allah’ı tanıtan
üç küllî muarrif, üç küllî kitaptır. İşte gerçek ilim bunların birleşik
noktalarını araştırıp bulmaktan ibarettir. Şayet müslümanlar bu hakikatlerin
peşine düşer, o yolu işletip bir güzergah haline getirirlerse, bir faikiyet
kazanır ve diğer milletleri gözlerinin içine baktırırlar ki bu da kendi
değerlerinin kendi kıymetlerine göre kabulüne vesile olur.
(18:32)

-Hazreti Pir ne hoş söyler: “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir.
Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O
iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit,
birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”
(20:16)

-İnsan hayatının sonuna kadar talip olmalıdır. İster dini ilimler
isterse de fen bilimleri alanındaki çalışmalarını, elde ettiği malzemeleri ve
araştırmalarından süzülüp gelen üsareyi Allah’ı bilme ve sağlam bir muvazene
temin etme yolunda değerlendiren insanlar Hak katında ilim talebesi muamelesi
görür. (23:23)

-İlim talebelerinin ve Kur’an hâdimlerinin ruhları hususi
mahiyette kabzedilir. (24:00)


Soru: 3) Ashâb-ı Suffe’nin iâşesini Allah Rasûlü
(aleyhissalâtü vesselam) ve Sahabe efendilerimizin temin ettikleri haber
veriliyor. Bugün ilim tahsiliyle meşgul olan kimselerin, aldıkları burs ya da
maaşları aynı kategoride değerlendirip helal yiyip içmiş olduklarına ve ötede
hesaptan kurtulabileceklerine dair ümitlenmeleri bir hakikatin ifadesi midir,
yoksa o da bir aldanma mıdır? (25:23)



-İlmin ve ilim talebesinin millete kazandıracaklarına binâen toplum talebeye
bakmakla mükelleftir. Hatta bazılarına göre; talebe-yi ulûm atlaslar giyse,
kapısının eşiği altından olsa yine ona zekat ve sadaka düşer. “Dini ilimleri
öğretmek veya öğrenmekte olan ve bu sebepten ötürü çalışmaya imkan bulamayan
ilim talebesinin, zengin dahi olsa zekat alması caizdir.” denmiştir. (ed-Durrul
Muhtar/ Reddul Muhtar, 2/372) (25:54)

-Talebe, halkın teveccühünü
suistimal etmemeli; yapılan yardımları hak etmek için ölesiye çalışmalıdırlar.
Mesela; dört senelik bir eğitim iki üç senede tamamlanabilecekse, ne yapıp edip
bunu başarmalı ve vefaya vefayla karşılık vermelidirler.
(27:44)

-İnsanlık âleminin medar-ı iftiharları enbiya-yı izam
efendilerimiz, hayatları boyunca hep istiğna ruhuyla yaşamış; isteyeceklerini
yalnız Allah’tan istemiş, dertlerini yalnız O’na açmış; eda ettikleri risalet
vazifesi, yaptıkları hizmet ve fedakârlıklar karşısında da hiç mi hiç beklentiye
girmemiş, ücret talebinde bulunmamışlardır. Kur’ân-ı Kerim pek çok yerde bu
hususa dikkat çekmiş; meselâ Şuarâ sûresinde Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih, Hz.
Lut ve Hz. Şuayb’ın (ala nebiyyina ve aleyhimüssalâtü vesselâm) gibi enbiya-yı
izamın,


وَمَۤا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلاَّ عَلٰى
رَبِّ الْعَالَمِينَ


“Ben yaptığım tebliğ vazifesi karşılığında sizden hiçbir şey istemiyorum,
ücretim ve mükâfatım münhasıran Âlemlerin Rabbi Allah’a aittir.” (Şuarâ, 26/109)
sözlerini nazara vermiştir. (31:35)

-Hazreti Üstad, hediye kabul
etmemesinin sebeplerini anlatırken Yâsîn suresinde anlatılan ve beklentisizliğe
dikkat çeken bir mübarek Zât’ı da yâd eder: Hazreti Mesih’in havarileri, bazı
rivayetlerde Antakya olduğu söylenen yere gittiklerinde, zamanın idarecileri
hemen onların hapsedilmelerini isterler. Havarilerin hapsedildiğini duyan
Habib-i Neccar koşa koşa onların yanına gider ve ilgililere hitaben, “Kendileri
hidayette olan ve sizden de hiçbir ücret istemeyen bu insanlara uyun..” (Yâsîn,
36/21) der. Kur’ân bu âyetle, bir tebliğ ve temsil insanının iki özelliğini
nazara vermektedir: Birincisi, tebliğcinin önce kendisinin hidayette olması;
ikincisi ise, yaptığı vazife mukabilinde kimseden bir şey istememesidir.
(32:40)

-Hâsılı; peygamberlik mesleğinin hakiki mirasçıları, dava-i
nübüvvetin vârisleri son nefeslerini verinceye dek hep istiğna ruhuyla hareket
etmeli, müstağni yaşamalı ve asla Allah’tan başka hiç kimse karşısında bel
kırmamalı, boyun bükmemeli, minnet altına girmemelidir. Çünkü –Rabbim muhafaza
buyursun– hizmet insanı, minnet altına girerse, altına girdiği minnetin diyetini
çok ağır bir şekilde ödemek zorunda kalabilir. Bu sebeple iman ve Kur’ân
hizmetinde bulunanlar, bir ömür boyu iktisat ve kanaat düsturlarına sımsıkı
sarılmalı, icabında aç kalmalı, gerekirse günde bir öğünle iktifa etmeli, fakat
kat’iyen başkalarına diyet ödeyecek bir duruma düşmemelidir. Evet, onlar ister
şahısları, isterse aile ve yakınları itibarıyla el âleme el açmaktan, tese’ülde
bulunmaktan uzak kalmalıdır. Zira her el açış, her tekeffüf Allah’ın inayet ve
rahmetinden, O’nun tutup kaldırmasından bir adım uzaklaşma ve kazanma kuşağında
bir kayıp, bir hüsran yaşama demektir. (33:18)