Emanette Emin miyiz?

Emanette Emin miyiz?

Soru: “İlk hak başka, temsille gelen hak daha başkadır. Eğer hak, kendi değerleri ölçüsünde temsil edilmiyorsa, geriye alınır ve hakikî temsilciler yetişeceği âna kadar da nisbî iyiliği önde olanlar arasında dolaşır durur.” buyuruluyor. Bu sözden, hizmet erleri için hangi mesajlar çıkarılabilir?



-Bütün hakların hakiki sahibi, eczâ u mürekkebâtın, cevâhir u ârâzın, esbâb u müsebbebâtın da sahibi olan Cenâb-ı Hak’tır. Ne var ki O, bu hakları, bir kısım yetkili makamlar vasıtasıyla bazı kimselere menfaat, bazılarına salâhiyet, bazılarına da o menfaatlerden yararlanma ve o salâhiyeti kullanma hakkı olarak bahşetmiştir. Bu açıdan hakları ikiye ayırabiliriz: “Bahşedilmiş haklar” ve “iradeye terettüp eden haklar” (01:00)

-Bir insana bahşedilen ilk hak ve mevhibeler, bir yönüyle Cenâb-ı Hakk’ın, onun iradesinin hakkını vererek ortaya koyacağı yüksek bir performansa önceden lutfettiği bir avanstır. Bediüzzaman Hazretleri bu hususu Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz ile alakalı olarak nazara vermekte; “Allah, O’nun istikbalde yapacağı şeyleri bildiğinden dolayı O’na sanki bir avans vermiştir.” demektedir. Elhak dost ve düşmanın şehadetiyle o Nebiler Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem), iradesinin hakkını vermiş, bu performansı burada tam göstermiştir. (03:50)

-Günümüzde bizden daha zeki, çok donanımlı, oldukça mükemmel ve hemen her meseleye aklı eren insanlar var. Fakat, onların çoğu, sıradan bir mü’min kadar bile iman hakikatlerini kavrayamıyorlar. Bu açıdan, O’nun yolunda olmak ve O’na ulaşma peşinde bulunmak da Cenâb-ı Hakk’ın hususî bir mevhîbesidir. O’na karşı kulluk şuuruyla dolmak ve i’lâ-yı kelimetullah uğrunda çeşit çeşit hayırlı faaliyetlere koyulmak da O’nun ekstra bir lütfudur. Her insana özel olarak lutfedilen istidat ve kabiliyetler, makam ve mevkiler, yer ve konumlar da birer bahşedilmiş hak sayılır. İnsan, bunları Cenâb-ı Hakk’ın rızası istikametinde değerlendirebildiği sürece nimetlerin şükrünü edâ ediyor ve konumunun hakkını veriyor demektir. (05:56)

-Benlik girdabına düşmemenin yegâne çaresi bir yüksek mefkureye dilbeste olmaktır. Bir bataklığa yuvarlanmamak, batmamak ve boğulmamak için yüksek bir gayeye yapışmak lazımdır. (10:30)

-Cenâb-ı Hak, bizi bir şekilde belli bir yere kadar çekmiş; kalbimize iman nuru koymuş ve bize başkalarının imanı hususunda hizmet etme imkânları lütfetmişse, bahşedilmiş o hakkı bir sermaye gibi değerlendirmemiz, nemalandırmamız ve onun yedi veren, hatta yetmiş veren bir başak haline gelmesi için var gücümüzle çalışmamız gerekmektedir ki konumumuzun hakkını vermiş olalım. Özellikle önemli mevkilerde bulunanlar, yapılması gerekli olanları yerine getirmek için “öz beynini burnundan kusarcasına” çalışmazlarsa, kendilerine bahşedilen imkânları harcamış ve konumlarına terettüp eden vazifeleri ihmal etmiş sayılırlar. (11:25)

-İnsanlar, kendilerine bahşedilen nimetlere vesile olan fıtrî misak, güzel ahlâk ve sâlih amel gibi meziyetlerden uzaklaşır, bir deformasyona uğrar ve inanmışlığa yakışan iyi huylarını değiştirirlerse, Cenâb-ı Allah ilahî âdeti muktezasınca o topluluğa ihsan ettiği nimetlerini keser ve onların kötü hâle düçar olmalarını hükme bağlar. İçten içe çürüyen, bozulan ve âdeta mahiyet değiştiren bir toplum, kıymetli bir emanetin emanetçisi olamayacağından dolayı, Allah Teâlâ İslamiyeti yüreklerinde taptaze duyacak yeni bir kavim getirir ve emanetini. değişikliğe uğramış kimselerden alıp onlara teslim eder. (18:18)

-Cenâb-ı Hak, Mâide sûresinin 54. ayetinde şöyle buyuruyor:


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لاَئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ


“Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, (bilsin ki), Allah öyle bir kavim getirir ki, O, bu kavmi sever, onlar da O’nu severler. Mü’minlere karşı yüzleri yerde, kâfirlere (küfür sıfatlarına) karşı ise onurludurlar. Allah yolunda mücahede ederler ve kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah, atâsı, ihsanı çok bol olan Vâsi’ ve her şeyi en iyi şekilde bilen Alîm’dir.” (22:20)

-Emanetin elimizden alınmaması için, muvakkat emanetçi değil, konumunun gereğini yerine getiren ve kıvama dikkat eden “dâimi emanetçi” olmaya çalışmalıyız. Bu hususta birbirimizi bilhassa dualarımızla desteklemeli ve hem kendimiz hem de kardeşlerimiz için sürekli “Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl.” demeliyiz. (29:42)



*** Çay Faslından Hakikat Damlaları… (31:28)



-Gizli ajandamız olduğunu iddia edenler, bir gün hakikati anlayacak ve çok mahcup olacaklar. Bize düşen; sabır, mülâyemet ve şeffafiyetle doğruları anlatmaya devam etmek; Allah’ın rızasından başka hiçbir hususta hırslı olmadığımızı her fırsatta dile getirmektir. (32:30)

-Yapmaya çalıştığım kulluğa bedel olarak Cennet’e bile razı olmam; onu Allah kendi lütfuyla verirse verir, ama ben sadece O’nu isterim. Bu hâlimi, Hasan Şâzelî’liğe, Ahmet Rufâî’liğe, Şah-ı Nakşibend’liğe tercih ederim. Bana dense ki; “Sen şu hâlinden sıyrılıp, Gavs-ı Azamlıkla serfiraz edileceksin.” Size yeminle teminat veririm, istemem ben onu. Hâşâ, o Hak dostlarını hafife aldığımı zannetmeyin; ben dualarımda onları şefaatçi yapıyorum. Her gün isimlerini sayıyor ve “Allahım beni onların şefaatine mazhar eyle” diyorum. Onların nasıl yüce kâmetler olduğunun ve kendi hiçliğimin, sığlığımın da farkındayım. Fakat, dünyevî menfaatler bir tarafa, keşif, keramet ve harikuladelikler talep etmeyi ve hatta ubudiyetimi Cennet mükafatına bağlamayı bile kulluk anlayışıma ters bulduğumu ifade etmek istiyorum. (35:08)

-Bugün terörle, canlı bombalarla ve duyguları baskı altına alınarak robotlaştırılmış insanlarla karartılan İslam’ın çehresinin, diyalog vasıtasıyla ve güzel bir temsille yeniden ve kendi güzelliğine yakışır bir tarzda gösterilmesi lazımdır ki, bu bizim en önemli vazifelerimiz arasındadır. (40:00)

-“Bir mum, diğer bir mumu tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez.” (42:33)