Makalat – Şeyh Safi Buyruğu
![]() |
Kitap Adı : | Makalat – Şeyh Safi Buyruğu |
Özetleyen : | Muammer Durak | |
Yazarı : | Şeyh Safi Buyruğu | |
Dili : | Türkçe | |
Yayınevi : | Horasan Yayınları | |
Sayfa Sayısı : | 600 | |
Özeti İndir |
![]() |
Kitap Adı : | Makalat – Şeyh Safi Buyruğu |
Özetleyen : | Muammer Durak | |
Yazarı : | Şeyh Safi Buyruğu | |
Dili : | Türkçe | |
Yayınevi : | Horasan Yayınları | |
Sayfa Sayısı : | 600 | |
Özeti İndir |
Efendiler efendisi (aleyhi ekmelüttehâyâ) tarafından Mekke müşriklerine elçi olarak gönderilen Hazreti Osman’ın Hudeybiye’ye dönüşü biraz uzar. Arkasından da müşrikler tarafından şehit edildiği şâyiası duyulur. Her ne kadar başlangıçta savaşma niyeti olmasada bu haber üzerine Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Kureyşle savaşmaya karar verir, Sahabe-i Kiram’dan da kanlarının son damlasına kadar savaşacaklarına dair biat etmelerini ister. Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) bir ağacın altına oturur, Sahabe-i Kiram teker teker gelip Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in elini sıkar ve O’nu asla yalnız bırakmayacaklarına dair söz verirler. En sonunda Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) bir elini diğer elinin üstüne koyar, “Bu da Osman’ın (radıyallâhü anh) eli” buyurur ve ekler; “ Şahit olun, ben Osman’ın (Radıyallâhü anh) yerine biat ediyorum.”
Daha sonra bu haberin yalan olduğu anlaşılmış ve savaşa gerek kalmadan -bizatihi kendisi bir fetih olan- Hudeybiye anlaşması imzanlanmış olsa da Sahabe-i Kiram zor bir teslimiyet imtihanından da başarıyla çıkmış ve Allah (celle celâluhu)’yu hoşnut edecek bir tavır sergilemişlerdir.
İslâm Tarihi’ne “Bey’atu’r- Rıdvân” ismiyle nakşolan bu biatın sebebi Hazreti Osman’dır ve bu biat aynı zamanda, Allah (celle celâluhu)’nun, canları pahasına, verdikleri sözde sadakat sergileyen Sahabe-i Kiram’dan hoşnutluğunu bildiren ayet-i kerîmenin sebeb-i nüzulüdür. Nitekim bu biat sonrası şu ayet nazil olmuştur: “Gerçekten Allah, (Hudeybiye’de) o ağacın altında sana biat ettikleri zaman, müminlerden razı oldu. Onların kalplerindeki ihlâsı bildiği için üzerlerine sekîne, huzur ve güven indirdi. Onları hemen yakında gerçekleşen bir zaferle ve alacakları birçok ganimetle mükâfatlandırdı. Allah azîz ve hakîmdir (mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).
Hazreti Osman cömertlik ve Allah yolunda infak hususunda zirve sahabilerden biridir. Ticaretle meşgul olması münasebetiyle geniş imkânlara sahip olan Hazreti Osman özellikle de zor zamanlarda yaptığı fedakârlıklarla başta Efendimiz olmak üzere bütün sahabe-i kiramın takdirine mazhar olmuştur. Tebük gazvesi esnasında ordunun neredeyse üçte birisini teçhiz etmesi bunun en güzel örneklerinden biridir.
Tevbe Suresinde değişik yönleriyle anlatılan Tebük gazvesi, hicretin dokuzuncu senesinde vuku bulmuştur. Yaz mevsiminin bütün hususiyetleriyle kendini hissettirdiği, gölgenin en çok aranır olduğu ve hasat zamanın yaklaştığı bir zamanda Müslümanlar savaşa çağrılmıştı. Hem de dönemin en kuvvetli imparatorluklarından biri olan Bizans’a karşı. Genelde hedefini izhar etmeyen Efendimiz; gidilecek yerin uzak olması, düşmanın sayıca çok teçhizat bakımından da kuvvetli olması hasebiyle bu seferin Rumlara karşı olduğunu Sahabe-i kirama bildirmiş ve ona göre hazırlık yapılmasını istemişti.
Hem elde bulunan imkânlar hem de iklim şartları itibariyle zor bir savaştır. Bu yüzden de Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bazen fert fert bazen de toplu olarak inananları bu gazveden geri kalmamaları hususunda uyarıyor ve ellerindeki bütün imkânları bu uğurda seferber etmelerini istiyordu. Yine bir gün mescitte bir hutbe irad eder ve Tebük gazvesine gidecek olan fakat mali darlık içindeki orduyu teçhiz etmeye ve gerekli yardımı yapmaya Ashab-ı Kiramı teşvik eder. Bu esnada Hazreti Osman söz isteyip “gerekli malzemeleriyle birlikte yüz deveyi ben veririm” der. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), minberden bir basamak aşağı inerek yine müminlerden bu orduya yardım etmelerini ister. Hazreti Osman tekrar söz alır ve gerekli malzemeleriyle birlikte yüz deve daha vereceğini söyler. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir basamak daha iner ve aynı talebini biz kez daha tekrarlar. Yine cevap Hazreti Osman’dan gelir; “gerekli malzemeleriyle birlikte yüz deve daha veririm”. Bu hadise Allah Resulünü (aleyhi ekmelüttehâyâ) öyle duygulandırır ki ellerini semaya açar ve şöyle dua eder: “Allahım, Osman’dan razı ol. Çünkü ben ondan razıyım.” Ve arkasından da ekler: “Bu günden sonra yapacağı olumsuz davranışlar ve ameller Osman’a (Radıyallâhü anh) zarar vermez.”
Cahiliye devrini görmüş fakat o karanlık devrin tesiri altında kalmamış ve fıtrî safvetini muhafaza edebilmiş az sayıda insandan birisidir Hazreti Osman. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’den altı yaş küçük olan Hazreti Osman’ın gençliğinden itibaren Hazreti Ebubekir ile iyi bir dostluğu vardır. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’e ilk inananlardan biri olan Hazreti Ebubekir, kalbinde hidayet nurunun yanmasıyla birlikte hemen bunu en yakınlarıyla paylaşır ve onları da İslam’a davet eder. İşte Hazreti Osman bu davet vesilesiyle müslüman olur ve O da ilk inananlar gibi birtakım sıkıntılara maruz kalır. Amcası tarafından bağlanarak hapsedilen Hazreti Osman eski dinine geri dönmeye zorlanır. Ancak O’nun hak dinde sebat ve kararlılığını gören ve asla geri döndüremeyeceğini anlayan amcası başka çare bulamayıp Hazreti Osman’ı serbest bırakmak zorunda kalır.
Bu sıkıntılı dönemde Allah Rasulü (aleyhi ekmelüttehâyâ)’nın damadı olma şerefine nail olan Hazreti Osman, Habeşistan’a hicret izninin verilmesiyle birlikte yanına eşi Rukiyye Validemizi de alarak hicret eder. Bu aynı zamanda İslâm tarihindeki ilk hicrettir. Hicret eden ilk müslümanlar da Hazreti Osman ve zevcesi Rukiyye validemizdir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bu hususu şöyle ifade eder: “Lut (aleyhisselâm)’dan sonra Allah yolunda ailesiyle birlikte ilk hicret eden kişi, Osman bin Affan’dır.”
Bedir savaşına, hasta olan Rukiyye validemizin yanında kaldığı için katılamaz Hazreti Osman. Fakat Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından gaziler arasında sayılmış ve aynı sevabı O’nun da kazandığı bildirilmiştir. Rukiyye validemiz ise yakalandığı hastalıktan kurtulamaz ve vefat eder. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) diğer kızı Ümmü Gülsüm’ü de Hazreti Osman’la evlendirir. Bu nur hanesinin iki güzide mensubuyla evliliğinden dolayı kendisine, iki nur sahibi manasına “Zinnûreyn” lakabı verilir. Hicretin dokuzuncu senesinde Ümmü Gülsüm Validemiz de vefat edince Rasûl-i Ekrem (aleyhi ekmelüttehâyâ) Hazreti Osman’a şöyle buyurur: “Eğer bir kızım daha olsa idi, onu da Sana nikâhlardım.”
Hicretin altıncı senesinde Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Sahabe-i Kiram’la birlikte Beytullah’ı ziyaret etme maksadıyla Mekke’ye hareket eder. Mekke müşrikleri bunu haber aldıklarında, müslümanları Kâbe’ye sokmamak için hemen savaş hazırlıklarına başlarlar. Hudeybiye’ye gelindiğinde Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem), Mekke’ye savaşmak maksadıyla değil, yalnızca umre için geldiklerini bildirmek üzere Hazreti Ömer’i Mekkelilere göndermek ister. Fakat bir taraftan Hazreti Ömer’in küfre karşı öfkesi, şiddeti ve bunu müşriklerinde çok iyi bilmeleri, diğer taraftan olumsuz bir durumda kendisini koruyup kollayabilecek bir yakının Mekke’de olmaması nedeniyle Hazreti Ömer Rasülullah’a, Hazreti Osman’ın bu işe daha layık olduğunu ifade eder. Çünkü Hazreti Osman çok daha yumuşak huylu ve halim bir insandır. Bu teklif Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’e mâkul gelir ve O’nu Kureyşlilere elçi olarak gönderir.
Hazreti Osman, Allah Rasulü (aleyhi ekmelüttehâyâ) ve müslümanların ne niyetle Mekke’ye geldiklerini Ebu Süfyan başkanlığındaki Kureyşlilere iletir. Küfre ve inada kilitlenmiş olan müşrikler buna izin vermeyeceklerini ancak isterse kendisinin Kâbe’yi tavaf edebileceğini söylerler. Hazreti Osman’ın cevabı ise şu olur: “Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) tavaf etmedikçe ben tavaf etmem”.
Mekke’de bunlar yaşanırken müslümanlar Hudeybiye’de Hazreti Osman’dan gelecek haberi beklemektedirler. Bir ara bir sahabî, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’e “Ne mutlu Osman’a (radıyallâhü anh). Kâbe’ye vardı, şimdi tavaf ediyordur.” der. Hazreti Osman’ı iyi tanıyan ve karakterini de çok iyi bilen Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) bu sahabîye şöyle cevap verir: “Biz tavaf etmedikçe Osman da (radıyallâhü anh) tavaf etmez.”
“Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) vefat ettiğinde, babamın karşılaştığı zorluklar, sağlam dağlara yüklenseydi, onları paramparça ederdi.” Hazreti Âişe validemizin bu sözü ilk halife Hazreti Ebubekir’in ne zorluklarla bu görevi ifa ettiğini açıkça gösteriyor. Fakat O da biliyordu ki peygamber varisi olmak kolay değildi. Bununla birlikte her ne zorluk olursa olsun başta Allah’ın (cc) izni sonra da sağlam, güvenilir, peygamberâne azim, peygamberâne gayret ve peygamberâne fetanet sahibi dostlar ve yardımcılar sayesinde hepsinin üstesinden gelinebilirdi. Bu yüzden daha hilafetinin ilk günlerinde, bizzat Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından techiz edilen Hazreti Üsame komutasındaki orduyu Şam üzerine gönderirken torunu yaşındaki Hazreti Üsame’den bir ricası vardı; peygamber veziri Hazreti Ömer’in kendisine yardımcı olmak üzere Medine’de kalması.
Kısa süren hilafeti müddetince Hazreti Ömer’i yanından ayırmayan Hazreti Ebubekir hastalanıp yatağa düştüğünde imamet vazifesini Hazreti Ömer’e vermiş ve kendisinden sonra halife olarak O’na biat edilmesini istemişti. Hazreti Ömer’in sertliğinden yakınarak, O’nu halife tayin etmesinden dolayı hakkın huzunda hesaba çekilirse ne diyeceğini soran bir sahabiye de şu cevabı verir: “Rabbime kavuşup O’nun huzuruna çıktığımda bu husus, bana soracak olursa; “Senin halkın üzerine onların en hayırlısını halife bıraktım.” diyeceğim.”
Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) ve Hazreti Ebubekir zamanında ekilen tohumlar Hazreti Ömer’in hilafeti döneminde meyve veriyor, birçok belde ”“daha da önemlisi- gönüller İslam adına fethediliyordu. Hazreti Ömer’in önderliğinde inanlar, Allah’ın ismini yüceltme aşkıyla Yaratıcı ile kulları arasındaki (cismaniyetimiz itibariyle varolan) manileri bir bir bertaraf ediyor ve gönülleri Allah’la buluşturuyorlardı.
Allah Rasulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem); “Ömer’i çokca anın. Zira O’nu andıkça adaleti hatırlarsınız. Adalet hatırınızda olduğu müdetçe de Yüce Allah’ı unutmazsınız.” mübarek sözleriyle vasfettiği Hazreti Ömer, yönetimde gösterdiği hassasiyet ve îlâ-yı kelimetullah yolunda aşk u heyecanıyla adeta insanlara saadet asrını anımsatıyordu. En küçük daireden en büyük daireye kadar, mesuliyet duygusunun kendisine yüklemiş olduğu sorumluluk şuuruyla hareket eden Hazreti Ömer, bir taraftan gecelerini namaz ve dua nurlarıyla aydınlatıyor, aile efradını da “Ailene namazı emret; kendin de ona sabırla devam et. Senden rızık istemiyoruz; bilakis Sana rızık veren biziz. Güzel sonuç, takva iledir.” (Tâhâ,132) âyetini okuyarak uyandırırıyor, diğer bir taraftan da Fırat’ın kenarında ölen bir deve veya koyundan dolayı hesaba çekileceğinin korkusuyla yaşıyordu.
Hazreti Musa zamanında büyük bir kıtlık olur. Defalarca yağmur duasına çıkılmasına rağmen beklenen rahmet esintisi bir türlü gelmez. Sonunda Hazreti Musa Kelîmullah Alemlerin Rabbine bir kere daha musırrâne yalvarır ve dualarına icabet edilmeyişinin hikmetinden sual eder. Ardından kendisine şöyle nida edilir: “Ey Musa! İçinizde bir günahkâr var ve içinizde bulunup tevbe etmediği sürece duanıza icabet adilmeyecek.” Bunun üzerine Hazreti Musa tekrar yalvarır ve o günahkarın kendilerine bildirilmesi ister. Allah Teâla da Hazreti Musa’ya, kulunu ifşa edip mahcup etmeyeceğini ancak herkesin kendini o günahkâr kul bilip hâlis, ciddî ve yürekten tevbe ederek Rabbilerine yönelmeleri gerektiğini nida eder.
Hazreti Ömer’in hilafeti esnasında da zaman zaman yağmur şeklinde tecessüm eden rahmet inkıtâa uğruyor ve bu tür kıtlıklar yaşanıyordu. Bu gibi durumlarda Sahabe-i Kiram yağmur duası için samimiyetine ve Allah’la olan irtibatina güvendikleri Hazreti Ömer’e koşuyorlardı. O ise bütün bu olanları kendinden biliyor, bir köşeye çekilip tevbe ediyor ve dua dua yalvarıyordu: “Allahım! Ümmet-i Muhammed’i, Ashab-ı Resûlullah’ı benim günahlarımdan dolayı mahvetme. Yağmursuzluk benim günahlarım sebebiyledir.”
Bütün hayatını bu çizgide sürdüren Hazreti Ömer, hain bir köle tarafından hançerlenip şehadet şerbetini içerken bugün ülkemizin sahip olduğu toprağın üç katından daha büyük bir alana hükmediyordu. Fakat geride bıraktığı mal vereceklerine yetmiyordu ki son nefesini verirken oğlu Hazreti Abdullah’a, en yakınlarından borç alıp onları ödemesini istiyordu.
Bu faslı da Hazreti Ömer’in Hazreti Ahnef’e söylediği birbirinden değerli tavsiyelerle bitirelim; “Ey Ahnef! Çok gülenin, heybeti azalır. Alay edenle, alay edilir. Bir şeyi devamlı yapan, o şeyle anılır. Çok konuşan, çok yanılır. Çok yanılan ve hataya devam eden sonunda yüzsüz kalır. Hayâ perdesi yırtılıp yüzsüz hale gelen kimsenin, Allah korkusu (verâ) azalır. Verâsı azalan kişinin de kalbi katılaşır.”
Hz. Ömer’in ve hemen arkasından Hz. Hamza’nın müslüman olmaları her ne kadar inananlar için büyük bir moral kaynağı ve maddi anlamda bir güç olsa da, müşrikler ellerindeki bütün imkanları değerlendiriyor, fırsatını bulduklarında her türlü eziyeti sabır kahramanlarına reva görüyorlardı. Çare olarak ilk etapta Habeşistan’a hicret edilmesine izin veren Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) daha sonra da kendisine rüyasında gösterilen ve Sahabe-i Kirama, “güvenlikte olacağınız bir diyar” diye tasvir ettiği Medine’yi işaret buyururlar. Buna bile tahammülleri olmayan müşrikler Medine yollarını tutmuş ve muhacirleri geri döndürmenin yollarını arıyorlardı. Bu yüzden birçok sahabi kimsenin görmeyeceği bir şekilde gizlice hicret ediyordu.
Hz. Ömer’in hicreti ise çok daha farklıdır ve İbn-i Mesud’un değerlendirmelerine göre tam bir fetihtir. Hz. Ali O’nun hicretini şöyle anlatır: “Ömer’den başka gizlenmeye ihtiyaç duymadan hicret eden hiçbir kimseyi bilmiyorum. O, hicrete hazırlandığında kılıcını kuşandı, yayını omuzuna taktı, eline oklarını aldı ve Kâbe’ye gitti. Kureyş’in ileri gelenleri Kâbe’nin avlusunda oturmakta idiler. O, Kâbe’yi yedi defa tavaf ettikten sonra, Makâm-ı İbrahim’de iki rekat namaz kıldı. Halka halka oturan müşrikleri tek tek dolaştı ve onlara; “Yazıklar olsun size! Kim anasını evladsız, çocuklarını yetim, karısını dul bırakmak istiyorsa şu vadide beni takip etsin.” dedi. Onlardan hiçbiri Ömer’i engellemeye cesaret edemedi.”
Medine döneminde de Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) en büyük yardımcılarından biri yine Hz. Ömer’dir. Vahyin yol göstericiliğinde şekillenen saadet asrına yön veren her hadisede o, hep ilk saflarda ve Allah Rasulü’nün dizinin dibindedir. Sağlam ve net kararlarından dolayı Hz. Ömer’e çok güvenen Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) birçok önemli kararın arefesinde muhakkak O’nunla da istişare eder ve fikirlerine çok değer verirdi. Murâd-ı ilahinin hangi doğrultuda gerçekleşebileceğini çok iyi sezen Hz. Ömer birçok meselede o kadar isabetli görüşler bildirir ki Allah Rasülü O’nu şöyle vasfeder: “Allah, hakkı Ömer’in dili ve kalbi üzere indirmiştir.”, “Benden sonra eğer peygamber gelecek olsaydı, o Ömer olurdu.”, “ Ümmetler içinde ilhama mazhar kişiler vardır. Eğer benim ümmetimden bu konumda birisi varsa, o da Ömer’dir.”, “Sizden önceki Benî İsrail içinde peygamber olmadığı halde (hak ve hakikati konuşan) insanlar vardı. Eğer benim ümmetimde de onlardan varsa, bunların bir tanesi Ömer’dir.”
İşte bu hususiyetleri haiz olan Hz. Ömer -kendi deyimiyle- üç hususta (Kâbe’nin kıble tayin edilmesi, örtünme ve Bedir esirlerine ne yapılacağı) vahy-i ilahinin kendi düşüncesi istikametinde nazil olduğunu bildirir. Halbuki bu mesele biraz tahkik edildiğinde görülmüştür ki; üç değil hemen hemen on beş meselede ayet-i kerime Hz. Ömer’in görüşünü destekler mahiyette nazil olmuştur. Muhterem hocamızın yaklaşımıyla; “En büyük fazilet, fazilet adına yapılan şeylerin dahi hatırlamamaktır.” mazmununun en güzel temsilcilerinden biri yine Hz. Ömer’dir.
Bütün bunlara rağmen o görüşünün hatalı olduğunu anlar veya daha doğru bir yaklaşım görürse hemen kendi fikrinden vazgeçer ve diğer görüşü benimserdi. Bu yüzden de kendisine “elvakkâf inde’lhak” denilmiştir. Hakk’ın hatırını âli tutan ve hiçbir hatıra feda etmeyen “Vakkâf”. Hak hakikat söz konusu olduğunda tereddütsüz inkıyad eden“Vakkâf”.
Allah’ın insan gönlüne en büyük armağanı olan havf ve recâ dengesi, Hz. Ömer’in en güzel vasıflarından birisidir. O cennetle müjdelenmiş olmasına rağmen hep hesap gününde Rabbin huzuruna nasıl çıkacağının korkusuyla yaşıyordu. Allah’ın rahmetinden her zaman ümitvâr olma ve ”“hafizanallah- cehenneme gitme korkusuyla tir tir yaşama adına Hz. Ömer’e atfedilen şu söz bizim içinde ne güzel bir ölçüdür: “Eğer gökten birisi seslenerek; “Ey insanlar, biriniz hariç hepiniz cennete gireceksiniz.” deseydi, cehenneme gidecek o bir kişi ben olabilirim diye korkar ve “Ey insanlar, biriniz hariç hepiniz cehenneme gireceksiniz.” deseydi cennete gidecek o bir kişi ben olabilirim ümidini taşırdım.
Hazreti Ömer (Radıyallahu anh) -2-
Yüce Allah’tan, “firavuna git ve ona varlığımı birliğimi tebliğ et” emrini alan Hz. Musa (aleyhisselam) bu ağır sorumluluk karşısında şöyle dua etmişti: “Rabbim! Göğsümü genişlet, işimi kolaylaştır, dilimin düğümünü çöz ki sözümü iyi anlasınlar. Ailemden kardeşim Harun’u bana vezir (yardımcı) yap, beni O’nunla destekle, O’nu görevimde ortak kıl ki Sen’i daha çok tesbih edelim ve çokça analım. Şüphesiz Sen bizi görmektesin.” (Taha, 25-35) Kabul olan bu dua vesilesiyle Hz. Harun peygamberlikle şereflendirilmiş ve Hz Musa’ya hem bir yardımcı hem de bir teselli kaynağı olmuştu.
Aynı şekilde Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) hususi duasına mazhar olan Hz. Ömer, risaletin altıncı senesinde müslüman olmuş ve inananların gücüne güç katmıştı. Her ne kadar biraz gecikmeyle iman etmiş olsa da Hz. Ömer sanki bir rampadan amûdî yükseliyor gibi yükselmiş ve kısa zamanda Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) birçok meseleyi kendileriyle istişare ettiği en yakın dostlarından biri olmuştu. Bu hususu ifade sadedinde Allah Rasülü (aleyhi ekmelüttehâyâ) şöyle buyurur: “Benim gökte iki, yerde iki vezirim var. Göktekiler Cebrâil ve Mikâil; yerdekiler ise Ebu Bekir ve Ömer’dir.”
Hz. Ömer’in gönül kapılarının İslâm’a açılmasına vesile olan hadiseyle alakalı değişik rivayetler vardır. Daha çok meşhur olan ise şudur; müşriklerin Efendimizi (sallallahu aleyhi ve sellem) öldürme planları yaptıkları toplantıda bu işi Hz. Ömer üzerine alır ve yola çıkar, ancak yolda kızkardeşi Fatıma ile eniştesi Said’in müslüman olduklarını öğrenir ve “önce onların işini bitireyim” diyerek kızkardeşinin evine yönelir. Eve geldiğinde onların birşeyler okuduklarına şahit olur ve hışımla içeriye girer. Önce kardeşini ve eniştesini tartaklayan Hz. Ömer daha sonra ne okuduklarını öğrenmek ister ve kendisine verilen Tâhâ Suresi’nin sihirli atmosferinde dolaşmaya başlar. Okuduğu her ayet küfrî mülahazaların başına adeta bir balyoz gibi iner ve çok farklı niyetlerle girdiği bu evden müslüman olarak çıkar. Hz. Harun’un Hz. Musa’ya vezirliğinden de bahseden bu mübarek sure, Efendimizin (aleyhi ekmelüttehâyâ), hayatında bir nevi veziri, vefatından sonra ise ikinci halifesi olacak Hz. Ömer’in hidayetine vesile olur.
Diğer bir rivayette ise Hz. Ömer bizzat kendisi şöyle anlatır;”Rasûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) kendimi arzetmek için çıktım. Fakat onun benden önce mescide girdiğini ve Hâkka suresini okumaya başladığını görünce, arkasına oturdum. O Kur’ân’ı okudukça ben şaşırıyordum. Bir ara (içimden) “Bu Kureyş’in dediği gibi bir şâirdir.” dedim. Bunun üzerine, “O elbette şerefli bir peygamberin (Allah’tan aldığı) sözüdür. O bir şairin sözü değildir. Ne de az düşünüyorsunuz.” (Hâkka, 4041) ayetini okudu. Ardından “Öyleyse kâhindir.” dedim. Ama “Bir kahinin sözü de değildir. Ne az düşünüyorsunuz.” ve devamla, “Alemlerin Rabbinden indirilmiştir. Eğer O, bazı laflar uydurup bize iftira etseydi, elbette onu kıskıvrak yakalardık. Sonra onun can damarını koparırdık. Sizden hiç kimse buna engel olamazdı. O (Kur’ân) takva sahipleri için bir öğüttür.” (Hâkka, 4248) ayetlerini okudu. “Artık bundan sonra İslâm, kalbime her yönüyle oturdu.”
Hayatı boyunca Efendimizden (sallallahu aleyhi ve sellem) hiç ayrılmayan Hz. Ömer Allah Rasülü’nü o kadar sever ki adeta O’nun üstüne bir tozun konmasına dahi tahammülü yoktur. O’na yapıcalacak en küçük bir saygısızlıkta bile “bırak beni Ya Rasûlullah şunun kafasını uçurayım” demekten kendini alamaz. Hudeybiye’de Efendimiz’e söylediği itiraz ifade edebilecek birkaç sözden dolayı hayatı boyunca nedamet duymuş, istiğfar etmiş, sadakalar vermiş ve fakat bunu her hatırladığında da iki büklüm olmuştu. Birgün mescitte otururken Hz. Ömer, Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) elinden tutar ve şöyle der: “ Allah’a yemin olsun ki Sen bana nefsim hariç herkesten, her şeyden daha sevimlisin.” Allah Rasulü (aleyhi ekmelüttehâyâ) ise cevaben şöyle buyurur: “Beni kendi nefsinizden de fazla sevmedikçe hakiki imana erişemezsiniz.” Bunu duyan Hz. Ömer hiç tereddüt etmeden kalbini konuşturur: “Allah şahit ki şu anda Sen bana kendimden de daha sevimlisin.” der ve şu cevabı alır: “İşte şimdi oldu Ya Ömer.”
Cahilî karanlığın en koyu olduğu anda hakikat şafağı sökmüş ve kıyamete kadar insanlık semasını aydınlatacak İslâm güneşi doğmuştu. Gönüllerde tevhidin yerine ikame edilen putlar, risalet şualarıyla kardan adamvâri yavaş yavaş erimeye başlamıştı. Fakat daha önce kendilerine peygamber gönderilen kavimlerde olduğu gibi toplumun önde gelenleri hem bu ilâhi davetten yüz çeviriyor hem de iman edenlere her türlü eziyeti reva görüyorlardı.
Kur’an-ı Kerîm’in anlatımıyla peygamberler tarihine baktığımızda ilk inananlar hususunda âdetullahın genelde bu şekilde cereyan ettiğini söylemekte mümkün. Bir tarafta Allah’ın kendilerine türlü türlü nimet, güç, kuvvet ve imkan verdiği fakat bunlara karşılık şımaran, Alemlerin Rabbini inkar edip haktan sapan, bununla da kalmayıp başkalarını da saptıran, peygamberlerle alay edip iftira atan ve Onlar’a inananlara hakk-ı hayat tanımayan sapkın bir topluluk. Diğer tarafta ise; “hoştur bana Sen’den gelen” deyip Allah yolunda her türlü eziyete katlanan, iki saadetin birarada verilmeyeceğine inanıp ahiretleri adına dünyadan vazgeçen, az da olsalar zayıf ta olsalar sarsılmaz imanları sayesinde kâinata meydan okuyan seçkin bir zümre. Nitekim vahyin ruhuna âşina gönül Necâşî’nin Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve nübüvveti hakkında Ebû Süfyân’a sorduğu sorulardan birisi de şudur: “O’na tâbi olanlar kim? Halkın eşrafı mı yoksa zayıfları mı?” İlk inananların zayıflar olduğunu öğrendiğinde ise şu tespiti yapar; “Evet, peygamberlerin tabileri de bunlardır.”
İşte böyle bir esnada, şirk borazanının daha çok duyulduğu, mü’minlerin ise ancak gizli gizli biraraya gelip ilk vahiyleri mütaala ettikleri bir ortamda Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle dua eder; “Allahım, Ömer b. Hattab veya Ebu Cehil, şu iki kişiden hangisi senin nazarında sevimli ise onunla İslâm’ı güçlendir.”
Bu duanın üstünden çok geçmemişti ki Allah (cc) Hz. Ömer’in kalbini yumuşattı ve bu büyük insan mü’minlerin safına dahil oldu. Yukardaki tablo çerçevesinde baktığımızda Hz. Ömer gibi eşraftan birinin müslüman olması gerçekten çok büyük bir olaydı. Abdullah b. Mes’ud bunu değerlendirirken şöyle der: “ Hz. Ömer’in müslüman olması bizim için bir fetih, hicreti büyük bir nusret ve halifeliği ise rahmetti. O müslüman olduğundan beri hep izzetli olmuşuzdur.”
Müslüman bir çevrede doğup büyüyen bizler Yüce Allah’ın (cc) bizlere en büyük ihsanı ve ilk mevhibelerinden olan iman hakikatini kâmet-i kıymetine uygun bir şekilde duymakta zorlanıyor ve bazen de ülfet paletleri altında ezilmekten kendimizi kurtaramıyoruz. Firavuna, “Eğer Musa’ya galip gelirsek bizi nasıl ödüllendireceksin.” diyerek dünyalık peşinde koşan sihirbazlar az zaman sonra neyin sihir neyin gerçek olduğunu anlamış ve imanlarından dolayı hurma ağaçlarında çarmıha germekle, ellerini ayaklarını kesmekle kendilerini tehdit eden küfür yobazına şu cevabı vermişlerdi: “Yapacağını yap! Sen, ancak bu dünya hayatında hükmünü geçirebilirsin. Biz ise Rabbimize iman ettik….”
Aynı şekilde iman, Hz. Ömer için de büyük bir inkılab olmuştu. Zulme ve haksızlığa fıtraten hiç tahammülü olmayan Hz. Ömer imanını müteakip hemen Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) huzuruna gelir ve şöyle der: “Ya Rasûlallah. Biz ölsek de yaşasak da hak üzere değil miyiz?” Allah Rasûlü’nden “Evet, siz ölseniz de yaşasanız da hak üzeresiniz.” cevabını aldığında inanlar için yeni bir dönemi başlatacak şu teklifte bulunur: “Allah seni hak üzere gönderdi, öyleyse neden gizlenelim? Artık açığa çıkalım.”
İşte bu teklif gizlice toplanma, ibadetleri gizlice yapma dönemini sona erdirmiş ve Allah’ın varlığı, birliği inananlar tarafından Mekke sokaklarında haykırılmıştı. Başta Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Ömer ve Hz. Hamza olmak üzere tüm müslümanlar Kabe’ye kadar heybet ve vakar içinde yürümüşlerdi. Bu olaydan sonra da Allah Rasûlü Hz. Ömer’e “Faruk” lakabını vermişti. Hakla batılı ayıran “Faruk”, hakkın sesi soluğu olan “Faruk”, küfre haddini bildiren “Faruk”, müşriklerin içlerine korku salan “Faruk” …
Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Veda Hutbesi’ni îrad buyurdukları gün akşam üzeri şu ayet nazil olmuştu; “İşte bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâm’ı beğendim” (Maide, 3). Uğrunda canlarını, mallarını, her şeylerini feda ettikleri dinlerinin kemale erdirildildiği müjdesini alan Sahabe-i Kiram bir taraftan bunun haklı sevincini yaşıyorlar bir taraftan da Allah’a hamdediyorlardı. Hz. Ebu Bekir ise bir kenara çekilmiş ağlıyordu. Sebebi sorulduğunda da şu cevabı veriyordu; “Bu âyet, aynı zamanda Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatının yakın olduğunu da haber veriyor, onun için ağlıyorum.”
Medine’ye dönüldüğünde çok geçmeden Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) rahatsızlanmıştı. Yaklaşık iki hafta süren bu rahatsızlığında Allah Rasülü ayakta duracak, yürüyecek kadar tâkâta sahip olduğu sürece, bazen de iki sahabinin kolları arasında mescide çıkıyor ve namazı kıldırıyordu. Rahatsızlığı çok artıp mescide çıkamayacağı zaman da Hz. Ebu Bekir’e imamete geçmesini emrediyordu. Böylece Hz. Ebu Bekir Rasülullah’ın vefatından önce 17 vakit namaz kıldırmıştı.
Güneş bir daha batmamak üzere gurub etmiş, sadece birtek “Baki”nin varolduğunun habercisi ölüm koridoruna, İnsanlığın İftihar Tablosu da girmiş ve “Rafik-i Âlâ”ya yürümüştü. Vefat haberi Sahabe-i Kiram üzerinde şok tesiri yapmış ve üzüntünün de tesiriyle ne yapacaklarını ne diyeceklerini bilemez hale gelmişlerdi. Hz. Ömer’in kılıcını çekip; “Resûlullah ölmemiştir. Kim öldü derse, onu iki parça ederim.” dediği bir hengamda Ashab-ı Kiram’ı sakileştirmek yine temkin insanı Hz. Ebu Bekir’e düşmüştü: “Sizden kim Muhammed’e ibadet ediyor idiyse, bilsin ki Muhammed ölmüştür. Ve kim Allah’a ibadet ediyor idiyse, bilsin ki Allah bakidir ve O’nun için ölüm yoktur. Cenâbı Hakk, Kur’ânı Mübin’de: “Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce nice peygamberler gelip geçmiştir. Demek eğer O ölür veya öldürülürse geri mi döneceksiniz? Kim geri dönerse Allah’a hiçbir surette zarar veremez. Allah ise şükredenlere karşılık verecektir.”
Uhud savaşında “Allah Rasülü öldürüldü” şayiası üzerine ”“münafıkların da kışkırtmalarıyla- bazı müslamanların “bu saatten sonra cihad etmenin bir manası kalmadı” deyip kılıçlarını bırakmalarından dolayı nazil olmuştu bu âyet-i kerime. Onları teskin etmiş ve böyle bir durum olmuş olsa bile nasıl davranmaları gerektiğini ders vermişti. Şimdi bir kere daha aynı âyet-i kerime Hz. Ebu Bekir’in sesiyle inananları sabredip sabit kadem olmaya davet ediyordu.
Evet bazen bir peygamberle bazen bir sahabiyle bazen Allah’ı seven ve Allah’ın da kendilerini sevdiği bir milletle ve bazen de Allah’ın veli kullarıyla temsil edilen bu dava, îman-küfür mücadelesi kıyamete kadar devam edecekti. Bizlere düşenin de Yüce Allah’a güvenip sa’ye sarılma, hikmete râm olup başımıza ne gelirse gelsin sabretme olduğu muhakkak.
Mescidin, her türlü devlet işlerinin yürütüldüğü bir merkez ve devlet reisliğinin de aynı zamanda bu mescidin imamı olduğu düşünüldüğünde Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) rahatsızlığı esnasında Hz. Ebu Bekir’i imametle görevlendirmesi bir yönüyle kendisinden sonra kimin halife olacağına da gayet açık bir işaretti. Bu yüzden Sahabe-i Kiram da, O varken başkasının halife olamayacağı hususunda icma etmiş ve Hz. Ebu Bekir’e biat etmişlerdi.
Askerî, idarî ve ilmî bir dâhi olan Hz. Ebu Bekir bu zor görevi yüklenmiş, yaklaşık iki buçuk yıl süren hilafetinde -Allah’ın izniyle- bütün zorlukların üstesinden gelmiştir. Bir taraftan irtidat hadiseleri diğer taraftan yalancı peygamberler ve daha başka türlü türlü problemler. Hz Aişe bu durumu şöyle anlatır; “Rasûlullah vefat ettiğinde, babamın karşılaştığı zorluklar, sağlam dağlara yüklenseydi onları paramparça ederdi.”
Bütün bu olumsuzluklara rağmen Hz. Ebu Bekir emaneti hakkıyla eda etmiş ve arkasında sadece beytü’l-malden kendisine tahsis edilen bir köleyle bir parça kumaş, bunların yanında da ”“Hz. Ömer’in ifadesiyle”“ yaşanması çok güç bir hayat bırakarak sevgililer diyarına gitmişti.
Allah Rasulü’nden (sallallahu aleyhi ve sellem) aldığı dersle hakiki imanın zirvelerine yürüyen Hz. Ebu Bekir (radiyallahu anh) bir taraftan kalbine taht kuran iman hakikatlerini ne pahasına olursa olsun başkalarına da duyurmaya çalışıyor bir taraftan da bütün varını-yoğunu bu uğurda harcıyor, elinde-avcunda ne varsa Allah yolunda sarfediyordu. O’nun irşadıyla Mekke’nin önde gelenleri bir bir müslüman oluyor hatta Aşere-i mübeşşereyi teşkil eden on sahabiden beşi ”“Hz.Osman, Talha bin Ubeydullah, Sa’d bin Ebi Vakkas, Abdurrahman bin Avf, Ebu Ubeyde bin Cerrah”“ yine O’nun gayretleriyle hakka teslim olup ilk saftaki yerlerini alıyorlardı.
Bunun yanında Hz. Bilal-i Habeşî başta olmak üzere Allah’a imanla hakiki hürriyete kavuşmalarına rağmen hâlâ müşriklerin elinde köle olarak bulunan ve türlü türlü işkencelere maruz kalan din kardeşlerini bütün bu sıkıntılardan kurtarıp azâd ediyordu. Hz. Bilal-i Habeşî’yi azâd ettiği zaman efendileri şöyle diyordu “Değil o kadar çok para vermek, Ebu Bekir bize bir dinar bile verseydi yine kabul eder ve Bilal’den kurtulurduk.” Bunu duyan Hz. Ebu Bekir’ın cevabı ise bu husustaki azmini ve kararlılığını gösterir nitelikteydi; “Verdiğim kadarına razı olmasalardı ve ondan kat kat fazla da isteselerdi yine verir ve Bilal’i onların ellerinden kurtarırdım.”
Allah yolunda infak Hz. Ebu Bekir’in en önde gelen vasıflarından biriydi. Aynı zamanda bu hususta Sahabe-i kiram arasında tatlı bir yarış da vardı. Yine bir keresinde himmetlere müracaat edilmişti. Hz. Ömer “İşte bu sefer geçeceğim Hz. Ebu Bekir’i” dedi. Hemen evine koşup elinde o esnada ne varsa hesaplayıp yarısını Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) huzuruna getirdi. Daha sonra gelen Hz. Ebu Bekir ise kendi ifadesiyle Allah ve Rasulü’nü ailesine bırakmış ve bütün varlığını toplayıp getirmişti. Bu manzara karşısında Hz. Ömer duygularını şöyle ifade ediyordu: “İmkânı yok, ben Ebu Bekir’i hiçbir zaman geçemem.”
Bu sayede Allah katında öyle bir dereceye ulaşmıştı ki peygamberlerin zellelerine benzer küçük bir hatası dahi vahy-i ilahi ile düzeltilirdi. İfk hadisesi Hz. Ebu Bekir’i o kadar üzmüştü ki, yakın akrabalarından olan ve devamlı maddi destekte bulunduğu Mistah’ın da bu işe karıştığını duyduğunda bir daha ona yardım etmeyeceğine dair yemin eder. Bunun üzerine de Nur Suresi 22. ayet nazil olur: “İçinizden faziletli ve servet sahibi kimseler akrabaya, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere, mallarından vermeyeceklerine dair yemin etmesinler; bağışlasınlar, feragat göstersinler. Allah’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.” Hemen tevbe eden Hz. Ebu Bekir “Evet; vallahi ben, Allah’ın beni affetmesini isterim” der ve ömrü boyunca bu yardımı devam ettirir.
Efendimizin biricik sırdaşı, yoldaşı, mağarada arkadaşı, yâr-i vefadarı, kendisinden sonra halifesi ve daha nice güzel hasletlere sahip olmasına rağmen kendisini hep düz bir müslüman olarak görür ve imtihanı kaybetme korkusuyla tir tir titrerdi. Defalarca cennetle müjdelense bile “Rasûlullah vahy ile korunuyordu. Benim ise beni yalnız bırakmayan bir şeytanım vardır” der ve kendisini hiçbir zaman ahiret adına emn-u emân içinde görmezdi. Kendisinden bahsedilmesinden hoşlanmaz, böyle bir şeye şahit olduğunda da “ Rabbim! Sen beni benden daha iyi biliyorsun. Ben de kendimi bu insanlardan daha iyi tanıyorum. Rabbim! Zannettikleri gibi beni hayırla serfiraz kıl ve bilmedikleri yönüyle de beni affeyle, bu söylediklerinden dolayı da beni hesaba çekme.” yakarışlarıyla dergah-ı ilâhiye yönelirdi.
Ferdiyetçiliğin öne çıkarılıp değişik vasıtalarla insanımıza benlik ve enaniyetin pompalandığı, zaman zaman inananların bile sarsılıp kendi istek ve arzularını hak rızasının önüne geçirdikleri; çoğumuzun, yaptıklarımızı bırakın, şöyle böyle ucunda kenarında durduğumuz işlere dahi sahip çıkıp onlarla övündüğümüz bu enaniyet çağında böyle Sıddık bir ruha ne kadar da muhtacız.
Peygamberlerden sonra beşeriyet tarihinin en faziletlileri olan Ashâb-ı kirâm derece itibariyle birbirinin aynı değildir. Değişik kriterler göz önünde bulundurularak yapılan değerlendirmelerde değişik tabakalara ayrılmışlardır. Her ne kadar diğer tabakalarda bazı takdim ve tehirler olsa da birinci tabakayı Aşerei Mübeşşere (sağlıklarında cennetle müjdelenmiş on sahabi) ve hassaten Raşit Halifeler teşkil eder. Bunun da ötesinde Efendimiz’in de (sallallahu aleyhi ve sellem) bir vesileyle buyurdukları gibi; bütün insanların kendisinden yüz çevirip inkar ettikleri, alay edip değişik ithamlarda bulundukları bir hengamda iman edip gönül kapılarını kendisine açan Sıdk Kahramanı Hz. Ebu Bekir o birinci tabakanın da en başında gelir.
Miraç mucizesi münasebetiyle kendisine “Sıddık” dendiği meşhur olsa da O, ta en başından, Allah’a imana davet edildiği ilk günden itibaren Efendimiz’den (sallallahu aleyhi ve sellem) ne duymuşsa aynen kabul edip tasdik etmiş ve hiçbirisine en küçük bir itirazda bile bulunmamıştır.
Hz. Ebu Bekir İslam’la müşerref olmadan önce de nezih bir hayata sahipti. Dürüst, güvenilir ve hiçbir zaman putlara tapmayan Hanif bir insandı. Nasıl Efendimiz (Aleyhi Ekmelü’t-Tehâyâ) her türlü alçaklığın, rezilliğin ve hıyanetin normal karşılandığı Cahiliye devrinde bile emn u emanetin temsilcisi olmuş ve “Emin” ismiyle yadedilmiştir, Hz. Ebu Bekir de doğruluktan hiç ayrılmamış hep hak ve hakikatın peşinde olmuştur.
Hz. Aişe Validemizin anlattığı şu hadise Hz. Ebu Bekir’in hem cahiliye devrinde nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu hem de müslüman olduktan sonra nasıl bir teslim ve tevekkül kahramanı haline geldiğini açıkça gösterir: Müşriklerin eziyet ve işkenceleri dayanılmaz boyutlara ulaştığı bir dönemde Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Ebu Bekir’e de Habeşistan’a hicret etmesi için izin verir. Mekke’den ayrılıp Berkü’l-Gimâd denilen yere vardığında Mekke’nin ileri gelenlerinden İbnu’d-Dağine ile karşılaşır. Nereye gittiğini sorduğunda Hz. Ebu Bekir şu cevabı verir; “Beni kavmimin ezası Mekke’den çıkardı. Onların kötülüklerinden korunmak ve bir yere çekilip orada Rabbime ibadet etmek için hicret ediyorum.” Bunun üzerinre Hz. Ebu Bekir’i iyi tanıyan İbnu’d-Dağine; “ Senin gibi bir insan ne yerini yurdunu terkeder ne de buna zorlanır. Çünkü sen herkese yardım eder, hakkı hukuku korur ve doğruluktan ayrılmazsın. Güçsüze, yolda kalmışa yardım, misafire ikram eder ve akrabalarını gözetirsin. Haydi Mekke’ye geri dön ve Rabbine orada ibadet et ben sana kefilim.” der ve beraberce Mekke’ye gelirler. Daha sonra Mekke’nin ileri gelenleriyle görüşen İbnu’d-Dağine Hz. Ebu Bekir’e söylediklerinin aynısını onlara da söyler ve O’nun kendi himayesi altında olduğunu ifade eder. Mekkeliler bazı şartlarla bu kefaleti kabul ederler.
Hz. Ebu Bekir avlusuna yaptığı küçük bir mescitte ibadetine devam etmektedir ve zamanla O’nun Hak karşısında mahviyeti, Rabbine olan yakarışları ve ağlaya ağlaya Kur’an okuması birçok insanın dikkatini çeker. Evinin önüne gelip O’nu dinlemeye başlarlar. Bundan son derece rahatsız olan müşrikler İbnu’d-Dağine’den Hz. Ebu Bekir’i uyarmasını, inancını yaymaktan ve ibadetlerini insanların görüp etkilenebilecekleri bir şekilde yapmaktan vazgeçirmesini isterler. Müşriklerin bu isteklerini kendisine ileten ve eğer bunları kabul etmezse himayesini kaldıracağını söyleyen İbnu’d-Dağine’ye Hz. Ebu Bekir’in cevabı şu olur: “Senin himayeni sana iade ediyorum. Bana Allah’ın himayesi yeter”
Efendimize Sevgisi ve Bağlılığı
Her ne kadar bütün Sahabe-i Kiram Peygamber Efendimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem) her şeyden çok sevseler de bu hususta zirveyi Hz. Ebu Bekir tutar. Ölesiye O’nu müdafaa eder ve her türlü kötülükten korumaya çalışırdı. Bir keresinde müşrikler kendilerini zulmetten nura çağıran Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) üzerine yürümüş ve O’na el uzatmışlardı. Bunu duyan Hz. Ebu Bekir Hızır gibi oraya yetişmiş ve Firavun’un huzurunda hakikatı haykıran Mü’min-i âli firavn gibi müşriklerin yüzlerine haksızlıklarını çarpmıştı: “Rabbim Allah dedi diye bu masum insanın canına mı kıyacaksınız?”
Tehlikeler, musibetler ve belalar karşısında göğsünü germiş ve hep Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) siper olmuştu. Çok defa ölesiye dayak yemiş saaatlerce baygın yattıktan sonra ayıldığında ilk sözü şu olmuştu:“Muhammed’e (Aleyhi Ekmelü’t-Tehâyâ) ne oldu, O nasıl şu anda?!.”
Hz. Ebu Bekir, Efendimiz’le (sallallahu aleyhi ve sellem) konuşacağı, bir şey söyleyeceği veyahutta Rasülü Ekrem Efendimiz kendisine seslendiği zaman her defasında söze “bi ebî ente ve ummî yâ Rasulallah!” yani “Anam Babam Sana feda olsun yâ Rasulallah!” der ve söze öyle başlardı. Nitekim Mekke’nin fethinden sonra iman eden babasını biat etmesi için Allah Resûlü’nün huzuruna getirir. Babası Ebû Kuhâfe Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) elini tutup biat ettiği esnada O gözyaşlarına hakim olamaz ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Allah Rasülü (Aleyhi Ekmelü’t-Tehâyâ) sebebini sorduklarında da şöyle cevap verir: “Ya Resûlallah, babamın yerinde şu anda, îmanını çok arzu ettiğiniz Ebu Talib’in bulunmasını arzu ederdim. Şu uzanan elin babamınki yerine Ebu Talib’in eli olmasını ne kadar isterdim. Çünkü O’nun îman etmesini çok istemiştin. Babamın îman etmesi benim bir arzumdur. Fakat, amcanın iman etmesi senin çok şiddetli arzundu, nasib olmadı. İşte ben ona ağlıyorum.”
Oğlu Abdurrahman, müslüman olduktan sonra birgün kendisine: “Bedir savaşında, birdenbire gözüme iliştin. Önüne gelen herkese kılıç sallıyordun. Seni başkalarına bırakıp; ”˜O’nu başkası öldürsün’ dedim ve bir başka tarafa gittim.” dediğinde ona şöyle diyordu: “Oğlum sen o gün benim karşıma çıksaydın,Vallahi ben senin gibi yapmazdım. Allah ve Resûlü için oracıkta seni öldürürdüm.”
O da bir insandı, bir babaydı, bir oğuldu, zengin bir tüccardı, toplum içinde itibarı olan ve kabilesinin önde gelenlerinden biriydi. Fakat söz konusu Allah’a iman, Rasulüllah’a muhabbet ve teslimiyet olduğunda hepsini bir çırpıda siliyor ,“bi ebî ente ve ummî yâ Rasulallah!” diyordu. Allah ve Rasulü’nü sahip olduğu bütün her şeyden çok seviyor ve o ölçüde de Onlar tarafından seviliyordu. Nitekim Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Ebu Bekir’e olan sevgisini şöyle ifade eder: “Benim tek dostum, halilim Allah’tır. Allah Teala İbrahim’i (aleyhisselâm) dost edindiği gibi beni de dost edinmiştir. Eğer ben ümmetimden birini dost edinecek olsaydım o Ebu Bekir olurdu. Fakat o benim din kardeşim ve arkadaşımdır.”
Yaratılış gayesinden uzaklaşmış, dünyanın, nefsin ve şeytanın oyuncağı haline gelmiş beşeriyet son bir kez daha peygamber sesi soluğuyla kendisini yaratan ve yaşatan Yüce Allah’a imana davet edilmiş ve Efendimiz (sallallahü aleyhi vesellem) bütün alemleri kucaklayan mesajıyla gönderilmişti. Evet türlü türlü istek ve arzuların kulu-kölesi olmuş insanoğlunun bütün bu prangalardan kurtulması da ancak bu sayede yani Vahid ü Ehad olan Alemlerin Rabbi’ne inanmakla olabilirdi. Åžefkat kahramanı Efendimiz (sallallahü aleyhi vesellem) vahyin yol göstericiliğinde mana aleminin kapılarını açıyor ve hakiki insanlığa giden yolları gösteriyordu. Zulüm ve vahşetin hükümferma olduğu cahiliye çağını tarihin bir daha benzerine şahit olmadığı gül devrine çeviriyordu.
Her ne kadar kibrine, gururuna, inadına, sahip olduğu makamına, atalarından tevarüs ettiği batıl inançlara ve daha başka sebeblere takılıp İnsanlığın İftihar Tablosu’ndan yüz çeviren bir takım bedbahtlar olduysa da azıcık vicdanının sesini dinleyenler fevc fevc O’nun nurlu iklimine koşuyorlardı. Hem de taşlar altında ezilmeyi, parça parça edilmeyi göze alarak, sabah evden çıkarken akşam geri dönüp dönmeyecekleri belli olmadığı bir ortamda. Bir taraftan işte bu zor şartlar altında Allah’ın (cc) dinine ve Resulüne sahip çıkan bu kudsiler diğer taraftan da Efendimiz’e (sallallahü aleyhi vesellem) nazil olan vahyin ilk muhatapları olma şerefine nail oluyorlardı.
Allah Rasülü’nün getirmiş olduğu hakikatlere gönülden bağlanmaları, O’nun nurlu halkasında sohbetiyle müşerref olmaları hasebiyle “musahabe kahramanları” manasına Ashab ifadesiyle isimlendiriliyorlardı. Doğrudan Efendimiz’in (Aleyhi Ekmelü’t-Tehâyâ) nübüvvetleri ve risaletleriyle münasebettar olduklarından daha sonra gelen hiçbir veli bu Altın Neslin faziletine ulaşamamıştır. Evet Sahabe-i kiram, beşeriyet tarihinin peygamberlerden sonra en büyük insanlarıdır. Hatta İmam-ı Rabbani’nin ifadeleri çerçevesinde; ittifakla ilk müceddid kabul edilen Ömer İbn Abdülaziz, Vahşî’nin ancak atının burnundaki bir toz olabilirdi.
Sahabe-i kiram vahiy buudlu rahmet sağanağı altında dini her gün daha farklı duyuyor ve her gün farklı bir boya (sıbğatullah) ile boyanıyorlardı. Cahiliye dönemi kırıntılarını bir bir söküp attıkları iç dünyalarında din bünyanı adına her gün yeni bir kerpiç koyuyorlardı. Yeni bir emir daha, yeni bir nehiy daha…
Mekke müşriklerinin eziyetleri altında ilk şehitler verilirken, boykot edilip ölüme terkedilirken dahi ağaç yaprakları ile besleniyor ama -henüz bir izin olmadığından dolayı- mukabele-i bilmisilde bulunmuyorlardı. Sabrediyor ve her zaman murad-ı ilahiyi kendi iradelerinin önünde tutuyorlardı. Hicret emri aldıklarında kimisi ailesini, çoluk-çocuğunu, kimisi malını mülkünü, kimisi de sahip olduğu her şeyi geride bırakıp kendilerine yeni yurtlar ediniyorlardı. Allah yolunda cihatla emrolunduklarında ise her defasında kendilerinden sayıca ve techizatça kat kat fazla kuvvetlerle göğüs göğüse geliyor ve bunu cennetlere açılan bir koridor biliyorlardı.
Hudeybiye’de Efendimiz’in (sallallahü aleyhi vesellem) abdest suyunun bir damlasının dahi yere düşmediğini, Sahabe-i kiram Efendilerimiz tarafından bu damlaların ”“birbirleriyle yarışırcasına- yüzlerine gözlerine sürüldüğünü gören Mekkelilerin elçisi Urve geri döndüğünde tespitlerini şu şekilde dile getirecekti; “Ben nice Kisralar, Kayserler ve Necaşîler gördüm. Fakat bunların hiçbirini etrafındaki insanların Muhammed (sav)’e olan bağlılığı gibi bir bağlılık içinde görmedim. Gelin beni dinleyin ve bu adamla uğraşmayın!”
Sahabe-i kiram Efendilerimiz, Allah Rasülü’nün terbiye atmosferinden geçmiş, “Allah’a (cc) ve Rasülüne iman ettim” diyen bir insanın nasıl bir yaşam sürmesi gerektiğinin en güzel örnekleri olmuşlardı. Onlar’ın yaktığı çerağlarla yollarını aydınlatmayanların da vuslata ermek yerine yollarda kalacakları muhakkaktır.
NOT: İnşallah önümüzdeki yazıdan itibaren Sahabe-i kiram Efendilerimizin mübarek hayatlarından özetle bazı tablolar aktarmaya çalışacağım.