Türkiye’ye Özlem

Türkiye’ye Özlem
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Şu son rahatsızlıklarım vesilesiyle, ruhî mukavemetin
hastalık karşısında çok önemli olduğunu daha iyi anladım.
Öyle ki içime attığım düşünce ve sıkıntıların, rahatsızlıklarımı
bir kaç kat artırdığını gördüm. Bu arada bazı arkadaşlarımı
çok özledim. “Keşke yanımda olsalardı.” dedim. Kendisine
bakan yönüyle insan, Allah rızası için çalışmayı ve
hayatı beraber paylaştığı dostlarıyla özellikle sıkıntılı
anlarında beraber olmak istiyor. Bizim de başka bir
şeyimiz yok, sadece arkadaşlarımız var. Teselli olacağımız,
sıkıntılarımızı unutacağımız tek şeyimiz var o da arkadaşlarımız.
Bazen tanıdıklarım ziyarete geliyor; çok mutlu oluyorum.
Fakat buradan ayrılışları bende öyle bir burukluk hasıl
ediyor ki anlatamam. Adeta onlar giderlerken ruhumun
bir yanını da alıp götürüyorlar.

Bir de rahatsızlıklardaki temadî (devamlılık) psikolojisinin
hastalığı artırması gibi bu mekandan ayrılma veya ayrılamama
mevzuu da çok önemli bir faktör. Bir insan uzlete girer
ama onun uzun süre kalmaya niyeti olsa bile istediği
zaman çıkar gider. Bu, o insanın strese girmemesi, tesir
altında kalmaması psikolojisi açısından çok önemli bir
faktördür. Ben şu binadan dışarı aylarca çıkmıyorum.
Son üç-dört ay boyunca bir-iki defa çıktım ama arsa
sınırlarını bile geçmedim. Üç senedir buradayım, yakındaki
ağaçlıklı derenin yanına bir kere gittim. İnsanın kapısına
kilit vursalar sonra etrafına güller çiçekler koysalar,
bütün tabiatı getirseler hiç umurunda olmaz; sadece
kapısındaki kilidin çözülmesini ister. Benim de burada
sanki ayaklarımda kilit var; rahatsızlıklarımdan dolayı
ayrılamıyorum. Bu insana çok dokunuyor.. benim gibi
gurbet ve hastalıklarla ruhu hassaslaşmış birisine daha
çok. Bu durumdaki birisi ancak ölmeyi arzu edebilir.
Duaları da kabul olan bir kul ise, visal duası yapar
ve O’na kavuşur, olur biter. Ama Din-i Mübîn-i İslam’a
hizmete azmetmiş insanlar bunu yapmaya mezun değildir.
İşte bu mesele onun elini ayağını bağlar, dualarında
“emanetini al artık” diyemez.

Kendi tabiatlarının gereği bazı insanların sıkıntıları
sürekli artar ve ağırlığını daha bir derin hissettirir.
Belki bunun da ötesinde ben burasını başkalarından farklı
görüyorum; öldüresiye bir şey gibi duyuyorum. Ama sesimi
çıkarmıyorum Rabbime isyan olmasın diye. Çok fazla müteessir
oluyorum. Türkiye’nin değişik yerlerinden gelmiş topraklar
var burada, Cennet’ten gönderilmiş Hacer-i Esved gibi
hepsini odamın bir yerinde saklıyorum… (Ağlayarak
kalktı.)

Seviye

Kur’an-ı Kerim’de buyrulan “Ey insanlar, siz içinizdeki
şeyleri açığa vursanız da, gizleseniz de, Allah sizi
onlardan dolayı hesaba çeker.” (Bakara, 284) ayetinin
nesholunduğuna ve hükmünün kaldırıldığına dair rivayetler
var. Genel olarak düşündüğümüzde görürüz ki, bu bir
seviye meselesidir. Bazı insanlar vardır ki, içlerinden
bir şey geçmekle sorumlu olmayabilirler. Fakat belli
bir seviyeye göre Rabbimiz’le münasebet içinde bulunan
birisi, gözlerinin içine yabancı bir hayal girmemesine
azmetmiş bir insan o türlü fena şeyler tahayyül ederse
(hayalinden geçirirse) zihnini, aklını kirlettiğinden
dolayı muâheze olabilir (hesaba çekilebilir). Muhâsibi
“er-Riâye fi hukûkillah” adlı eserinde bunları sekiz
mertebeye ayırıyor. İmam Gazali’de de benzer şeyler
var. Hasılı bu seviye meselesidir. Hangi seviyede Rabbimiz’le
münasebet kurabilmişsek, hal, tavır, fiil ve hatta fikirlerimiz
de o seviyeye göre muameleye tabi tutulacaktır. Bazı
has kulların akıllarından geçen nâhoş şeyler bile Allah’a
karşı saygısızlık sayılır. Hatta ileri bir seviyenin
erlerinden bazıları -afedersiniz- tuvalette açılıp-saçılmayı
bile hayâya muhalif görmüşlerdir. Ebu Musa el-Eş’arî
(r.a) diyor ki: “Gece karanlığında yıkanırken belimi
doğrultmaktan hayâ ediyor, bir yerim açılacak diye yerin
dibine giriyorum.”

Evet, bunlar seviye meselesidir. Şimdi bir kul belli
bir seviyede böyle davranmak gereği duyuyorsa, Rabbimiz’le
bu ölçüde münasebet içindeyse, kendi tavırları itibarıyla
aşağı seviyeye inemez. Birisini çavuş yapsalar; o da
“Ben çavuşluk yapmam, nefer olacağım.” derse, onu neferliğin
de altına atarlar. Cenâb-ı Allah, bir kulunu nereye
çıkarmışsa o kulun ona göre davranması gerekir. Bundan
dolayı, Üstad da bir yerde diyor ki; “Bu ihlâs kulesinden
düşerseniz derin bir çukura düşmek ihtimali var.” Yer
seviyesinde kalamazsınız. “Bi hasebi’l-mağrem el-mağnem
– elde edilen ganimet, altına girilen risk ölçüsünde
artar veya azalır.” Yani kişi, Allah’ın lütufları ve
ihsanları ile belli bir noktaya ulaştırılmışsa o noktanın
hakkını vermediği zaman düz insanlar seviyesinde kalmaz,
çok daha derin bir kuyuya düşer. Mesela birisi vardır;
aklına gelse ve yel gibi geçse: “Şu ana kadar vatana-millete
hizmet dedim, koşturdum; çok sıkıntı çektim; acaba bıraksam…”
Bunu telaffuz etmeden hayalinden bile geçirse onun için
ciddi bir sukûttur. Tavrını buna göre ayarlaması lazım.
Ama birisi de var ki kapıda, koridorda dolaşıyor. Vatan
uğrunda çalışmak, millete faydalı olmak için koşturmak,
kendisi için değil insanlar için yaşamak… bunların
manâsını bile anlamaz, dolayısıyla bu türlü düşüncelerden
sorumlu olmaz. Mazhariyetin ölçüsünde kapının önünde
değilsin, koridorda değilsin, salonda değilsin, harem
odasındasın, yatağın ucundasın. Sultan sana muamele
yaparken ona göre yapar. “Kurb-u sultan âteş-i sûzan
buved – Sultan’a yakınlık yakıcı bir ateştir.”

Akla şu da gelebilir: “Rabbim’le ileri seviyede bir
münasebet tehlikeli. Kendimi öyle geri seviyede bir
münasebete ayarlayayım.” Bu insanın elinde değildir.
Kalb marifetle besleniyorsa, okuyor düşünüyorsa, ilim
ve irfan ufkunu artırıyorsa, derinleşiyorsa, Rabbini
çok iyi biliyorsa bu onun elinde değildir. Bu durumda
birisinin öyle inmesine çıkmasına müsade etmezler. Muhasibi’nin
kitabından mülhem şöyle diyebiliriz: Er-Riâye li hukûkillah
alâ seviyeti’n-nâs. Yani “Allah’ın haklarına riayet,
insanların seviyelerine göredir.”

Rummân Arzusu

Mev’izelerde bir menkibe anlatılır: Bir çilehânede
dervişler günlerini ibadetle geçiriyorlar. Bir erbaîn,
iki erbaîn, üç erbaîn.. ancak ölmeyecek kadar yeyip-içmek,
elden geldiğince sadece ibadet ü tâatte bulunup dışarıya
çıkmamak orada bir prensiptir. El-ayak, göz-kulak, dil-dudak,
tamamen ibadetle meşgul edilir. Uyku da azaltır; bir
günde sadece bir saat kadar başlar bir yere konarak
geçiştirilir; ihtiyaç defedilecek kadar uyunur. Zaten
çok yeyip içmeyince de az uyumaya alışılır. İşte böyle
bir çilehâne ehlinden birisinin içine rummân (nar) arzusu
düşüyor. Bir türlü kafasından atamıyor. Aslında nar
-Allah öbür nârdan (Cehennem’den) muhafaza buyursun-
sevilecek bir meyvedir; fakat öyle, gönül bağlanan haneyi
terkettirecek kadar olmasa gerek. Nar isteği yerine
başka şeyler de düşünülebilir elbette. Tam kapıyı açıp
dışarı çıkıyor, bir de bakıyor ki kapının önünde yara-bere
içinde yatan birisi var. Yara-bere içinde ama hâlinden
çok memnun, çok müteşekkir, yüzünden behcet akıyor.
“Elhamdülillah Yâ Rabbi” diyor yatan adam. Bizimki “Yâhu
bu hâlinle böyle içten hamd ü senâ da ne?” deyince “Allah’a
hamdolsun” diyor. “Hiçbir zaman rummân arzusuyla Rahmân’ı
terkedip O’nun huzurundan ayrılmadım.” Derviş bunu duyunca
kendine geliyor ve tekrar çilehâneye dönüyor.

Kaç defa rummân arzusu bizi arkasından koşturmuştur.
Kâmil olmak kolay değil. Allah potansiyel insan yaratmıştır
ve hakikî insan olmayı kulun iradesine, cehdine, gayretine
ve azmine bağlamıştır. Azimsiz insanlar, sabırsız kullar
o hedefe ulaşamazlar.