Tebliğ

Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru : Melekler nasıl
tesbihle yaşarsa, Peygamber Efendilerimiz de tebliğle
yaşamıştır.” sözünü nasıl anlamalıyız?

Cevap: Melâike-i kirâm, Allah’ın nurdan yarattığı,
dolayısıyla nuranîliğe ve nuranîliğin açık olduğu
şeylere açık, güzel şeylerden istifade etmek ve
güzel şeylerle iştigal etmek üzere programlanmış
nuranî ve latif varlıklardır. Revâih-i tayyibe (güzel
kokular) ve kelimât-ı tayyibe (güzel sözler) gibi,
selim fıtratın hoşuna gidecek koku, söz ve davranışlar
onların da hoşlandığı şeylerdir.

“İleyhi yes’adü’l-kelimü’t-tayyibü
– Güzel ve temiz sözler O’na yükselir.” ilâhî beyanında
buyrulduğu gibi “Sübhanallah”, “Elhamdülillah”,
“Allahu Ekber”, “Lâ havle ve Lâ kuvvete illâ billâh”
gibi mübarek sözler O’na yükselir ve ulaşır. Zannediyorum
“Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasulullah” zikr-i
celîli bütün bu güzel sözlerin başında gelir. Sonra
da biri binlere bedel “Sübhanallahi ve bi hamdihi
Sübhanallahi’l-Azim” zikrini hatırlamak gerekir
ki, Cenab-ı Hakk’ı tesbih mahiyetinde ifade edilen
bu söz, Mesnevî-i Nuriye’de de işaret edildiği gibi
celâlî, cemâlî, vâhidî ve ehadî tecellileri bünyesinde
toplar.
İşte bütün bu tesbih, ta’zim, tahmid, tekbir ve
zikirler bir yönüyle meleklerin gıdasıdır. Bu kerim
şeyler melâike-i kirâmın sürekli aradıkları, baktıkları,
bulmak istedikleri ve onlara yakın bulunmaya çalıştıkları
hususlardır.

Fakat melâike-i kirâmın özel bir yanları
daha vardır. Öyle anlaşılıyor ki, onların vazife
ve sorumlulukları içinde en önemli mesele “tesbih”tir.
Bundan dolayıdır ki, Hazreti Adem’in onlara hususî
bir meselede rüçhaniyeti (üstün olması) karşısında
“Sübhaneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ inneke
entel Alîmu’l-Hakîm – Sübhansın Yâ Rab! Senin bize
bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Herşeyi
hakkıyla bilen, herşeyi hikmetle yapan Sensin” demişlerdir.
Bu söz bir hamd veya tekbir değil, tesbihtir. Böyle
bir noktada hususiyle tesbihi seçmeleri bize, onların
nezâhet-i fıtriyelerine, esas mahiyet ve tabiatlarına,
varlığa ait bir kısım levsiyâtın hiç bulaşmadığını
gösterir. Ayette hem bu durumun ifadesini görürüz,
hem de Cenâb-ı Hakk’ın onların bu nezahetlerini
göstermeye matuf suali ve meleklerin bu suale verdikleri
cevapla onların yine temiz çıkmalarına ve aklanmalarına
şahit oluruz.

Öyleyse melâike-i kirâmın nezahetini
ifadede tesbih çok önemlidir. İnsanlar tabiatlarının
gereği bazen esbabı işin içine karıştırabilir. Açık-kapalı,
küllî-cüz’î naturalizme girebilir. “Varlık” der
“kozmoz” der; aklî oyunlar ve aklın hokkabazlıklarıyla
rasyonalizmi işin içine sokabilir. Fakat meleklerin
mahiyetinde öyle bir nezahet vardır ki, Zat-ı Ulûhiyet
nasıl mukaddes, münezzeh, müsebbeh (tesbih edilen)
ise, onlar da bunu ifade etmek için özel mahiyette
donanımlı, bu işin memuru varlıklardır. İradeleri
yüzde doksan dokuz hep hayır istikametinde işler.
Kendilerine de bir irade verilmesi açısından iradenin
hakkı diyebileceğimiz, yüzde bir oranında, meyelanlarını,
meyelanlarındaki tasarruflarını kullanma hakkı varsa
da bu çok yanıltıcı değildir. Beşeri kendi tabiatıyla
baş başa bıraktığınız zaman temayülleri nasıl tabiatının
etrafında döner durur, melâike-i kirâm da herhangi
bir emirle mükellef olmasalar, yaratılış ve donanımları
itibarıyla tabiatlarına terkedilseler, nezahet etrafında
pervaz ederler, hep nezahete koşarlar. Bu hususlar
göz önünde tutulduğunda, melâike-i kirâmın tesbihten
gıda aldıkları söylenebilir.

Enbiyâ-i izâm’a gelince, onların asıl
vazifeleri tebliğdir. Bunu da yine meleklerde olduğu
gibi mahiyet ve donanıma irca etmek mümkündür. Melâike-i
kirâm, iradelerinin hakkını verme alanı diyebileceğimiz
o yüzde bir nisbetindeki iradelerini, Cenâb-ı Hakk’ın
îkaz, irşad ve tenbihleriyle yanlışlık istikametinde
kullanmazlar. Onlar hakkında “Lâ ya’sûnallâhe mâ
emerahüm ve yef’alûne mâ yü’merûn” buyrulmaktadır;
yani “Onlar Allah’ın emirlerinde O’na isyan etmezler
ve ancak emrolundukları şeyleri yaparlar.” Enbiyâ-i
izâm ise insan olmaları yönüyle ve taşıdıkları tabiatları
itibarıyla melâike-i kirâm kadar fenalıklara kapalı
görünmemektedirler. Fakat Allah (c.c) onları hem
mâsum hem de masûn kılmıştır. Vazife ve misyonları
masûniyetin yanında mâsumiyeti, mâsumiyetin yanında
da masûniyeti gerektirir. İşte onların melâike-i
kirâma benzeyen böyle bir yanları vardır.

Fakat Enbiyâ-i izam’ı en büyük yapan
şey, çok büyük bir imtihan olan tebliğ ve bu tebliği
kendi iradelerinin hakkını vererek kavramaları,
anlamaları ve değerlendirmeleridir. Bu, kendi hayatiyetleri
için de çok önemlidir. Yani, o vazifeyi yapmasalar
yaşayamazlar; çünkü, Peygamberlik adına kondukları
yerde durmamış, konumlarının hakkını vermemiş olurlar.
Bundan dolayı ayet-i kerîmede “Yâ Eyyühe’r-Rasûlü
belliğ mâ ünzile ileyke min Rabbik, fein lem tef’al
fe mâ bellağte risaletek – Ey Resul, Rabbinden Sana
indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, risalet
vazifeni yerine getirmemiş olursun.” buyrulmaktadır.
Bu ayette peygamberler için zımnî, olabilecek en
yumuşak bir itab üslûbu vardır. Bunu kendi zaviyemizden
ele alacak olursak diyebiliriz ki, bu misyon eda
edilmediği zaman çok derin bir çukura düşmek ihtimali
vardır. Yani peygamberken, âlâ-i illiyyîn-i kemâlâttayken,
velinin kavs-i uruclarıyla ulaşabileceği noktayı
mebde’ yapmışken, başkalarının ulaştığı son noktada
işe başlamış bir insanken öyle bir yere düşersiniz
ki, o yer düz insan yeri bile değildir. Düz zemine
değil kovulmuş insan yerine düşersiniz. Bu talihsizliği
yaşayan, yani o dergâhtan kovulan ve ilelebed matrud
olan varlık da vardır.

Evet, tebliğ vazifesi Peygamberlerin
hayatiyetleriyle alakalıdır. Bir Peygamberin hayatiyeti,
vazifesini yapma hayatiyetidir. Onlar, kendilerine
verilen soluklarla ne kadar vazife eda edebileceklerse
onun hesabını yapar; soluklarını bir takvime bağlayarak
kullanırlar. Vazifeleri adına yapacak bir şey kalmayınca
da derler ki, “Artık bu solukları alıp vermemin
bir anlamı yoktur.” İsterseniz bunu da “Allahümme
e’r-Refika’l-â’lâ” mülâhazasına bağlayabilirsiniz.
Çünkü, dünya ufku itibarıyla Peygamber Efendimizin
yükseleceği yer kalmamıştır; dünya hayatı açısından,
kendi kemalâtının arşına ulaşmıştır. Öyleyse, O
terakkisine ancak öbür alemde devam edecektir. Yani,
öyle bir inkişafa ancak kudret ve meşîetin cereyan
ettiği öbür alem müsaittir. Hikmet ve esbab gibi
belli perdelerin olduğu bu alem, artık Hakîkat-ı
Ahmediye’nin (aleyhissalatu vesselam) terakkisine
müsait değildir. O, bir insanın yükselebileceği
kubbeye yükselmiş, hatta kubbenin bazı yerlerini
de çatlatmıştır. İşte O’nun yükselmesi “kâb-ı kavseyn”,
kubbeyi çatlatması da “ev ednâ” sırrını gösterir.

Evet, Enbiyâ-i izâm kendilerine verilmiş
olan sayılı solukları hiç boşa kullanmamaya çalışırlar.
Bu şuur, vazifeleri gereği böyledir. Peygamber olarak
canlı kalmaları ve hayatiyetlerini devam ettirmeleri
adına bu gereklidir. Onlar asla emekli olmazlar.
Allah nezdinde en önemli bir vazifeyi yapacak, hem
de o vazifeyi dolu dolu yapacak, sonra da emekli
etmiş gibi siz onu geriye çekeceksiniz!.. Bu hal
O’nun kendi kıymetine göre bir hayat seviyesi değildir..
ayakları üzerinde yürüyorken sürünme demektir, uçuyorken
yerde emekleme demektir. Dolayısıyla yaşama demek
değildir. Öyleyse peygamberin peygamberce yaşaması
da aslında tebliğ vazifesine bağlıdır.

Diğer taraftan, tebliğ vazifesi, peygamberlik
misyonu olarak eda edilmesinin yanında insanların
dirilmesi açısından ele alındığında daha fazla önem
arzeder. Herkes üstünden bir mesajı alıp kendi seviyesinde
ve dûnundaki insanlara ulaştırabilir; böylelikle
vazifesini yapmış ve o sorumluluğun gereğini yerine
getirmiş olabilir. Fakat aynı zamanda tebliğin kendi
esprisi içinde, inandırıcı olarak, ısrarla, hiç
bir beklentiye girmeden, “Ve mâ es’elüküm aleyhi
min ecr, in ecriye illâ alallâh – Sizden hiçbir
istek ve beklentim yoktur; mükafatımı sadece Allah’tan
beklerim, O’ndan istediğim de benden hoşnut olmasıdır.”
denilerek yapılması, başkalarının dirilmesi adına
çok önemlidir. Yani, herşeyden önce mübelliğin kendisi
diri olacaktır o tebliğ vazifesini yapmakla. Sonra
da, bu vazifenin çok önemli bir buudunu başkalarını
diriltme teşkil edecektir. İnsanların içinde bulunacak,
peygamberâne bir hayat yaşayacak ve böylece hiç
kimse ona “gözünün üstünde kaşın var” demeyecek.
O’nun haline bakan herkes, şeytanî mantığı, şeytanî
aklı itiraz etse bile, melekî vicdanıyla diyecek
ki, “Ben böyle diyor, böyle düşünüyorum ama, âlem
de biliyor ki ben doğru değilim.”

Bir ayet-i kerime’de mealen “Ey Rasulüm,
onların söylediklerinin Seni üzeceğini elbette biliyoruz.
Doğrusu onlar Seni yalancı saymıyorlar. Fakat o
zalimler bile bile Allah’ın ayetlerini inkar ediyorlar.”
buyruluyor. Yani, o zalimler esasen Seni tekzib
etmiyorlar. Çünkü Senin tavırlarında yadırganacak,
“Bu doğru değildir” denebilecek hiç bir şey yoktur.
Demek ki, o insanlar da elli defa test etmişler
ve Peygamber Efendimiz bu denenmelerden daima doğru,
sadık ve emin çıkmış. Fakat onlar yine de Allah’ın
ayetlerini inkar etmişler ve daha büyük bir cinayet
işlemişler. O’nu Allah’ın elçisi olarak değerlendirmemişler
de, “Ebû Talib’in Yetimi” olarak görmüşler. Bundan
dolayı da “Sen …”, “Sen …”, “Sen …” demişler.
Ben onların çirkin sözlerini söyleyemeyeceğim, çünkü
O’na karşı bağlılık ve sadâkatım müsait değil onları
ifade etmeye.

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi
vesellem) doğruluğu bilinen, güvenilirliği kabul
edilen bir insandı. Tebliğ vazifesini eksiksiz yapıyordu.
Bununla beraber, O’nun tebliğden daha önemli bir
yanı -başka bir yerde de denildiği gibi- hatta tebliğin
bir kaç kadem önünde bir yanı vardı, o da temsildi.
Temsil, O’nun hayat-ı dünyeviyesi ve hayat-ı uhreviyesi
adına işleyen ve daima gelişip inkişaf eden, O’nun
hasenât hanesine sürekli bereket akıtan bir husustur.
Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem), tebliği
ile mutlaka ümmetinin dualarından istifade ediyordur.
Fakat ellerinden tutup insanları doğru yola götürmede
rehber olmasından dolayı, “essebebü ke’l-fâil” sırrınca
herkesin yaptığı işten O’nun defter-i hasenatına
da bir şeyler akmaktadır ve bu yönüyle de Efendimizin
temsili tebliğinin önünde gelir.

Fahr-i Kainât Efendimiz bir peygamber
ve peygamberlerin en büyüğü olduğu halde, ahvâl-i
dünyeviye veya peygamberlik vazifesi itibarıyla
maruz kaldığı şeyler karşısında, kendinden evvel
gelen seleflerini okumaya çağrılmıştır. Çünkü, bizzat
peygamberlik mefhumu örnek olmaya şayeste planlanmıştır.
Kur’an-ı Kerim’de “Adem’i oku, Nuh’u oku, Hûd’u
oku…” şeklindeki ifadelerle Hazreti Nuh, Hûd,
Salih, Şuayb ve Lût (aleyhimusselam) efendilerimiz
ve bazı yerlerde de Hazreti İbrahim ve Hazreti Musa
(aleyhimüsselam) hatırlatılarak yedi tane çok önemli
örnekten bahsedilmektedir. Efendimiz’e (sallallahu
aleyhi vesellem), Hazreti Musa, Hazreti İbrahim
ve Hazreti Lut gibi peygamberlerin hayat serencâmeleri
vesilesiyle onların şahıslarında temsil edilen peygamberliği
bir kere daha okuması emredilmiştir.

Bu emirle şahıslar değil, peygamberlik
mefhumu ve mazmunu nazara verilmek suretiyle “Bu
yolun erkânı budur; bu yolda –tekerrür ede ede matlaşmış,
renk atmış bir sözle ifade edeceğim– kandan irinden
deryaları geçme var, dikenli tarlalarda yürüme var”
denilmiştir. Böyle çetin ve çetrefilli bir yolda
yürürken, O’na daha önce aynı yol üzerinde yürüyenler
gösterilmiş ve onların mukavemetleri, sarsılmadıkları
vurgulanmıştır. Meselâ; Kur’an, ağır imtihanlara
göğüs gerip yılmadan vazifesini yapması karşısında
Eyyub aleyhisselam için takdirini ortaya koymakta:
“Ni’me’l-abd, innehû evvâb – O ne güzel kuldu! Zira,
sürekli (Allah’a) rücudaydı.” buyurmaktadır.

İşte, Allah Teâlâ’nın, Peygamberini
o vazife ile tavzif eden ve o vazifeye göre böyle
donatan bir Sultan’ın, kapı kullarından birisine,
-o kul başımızın tacıdır bizim- “O ne güzel kul,
bakın kul böyle olur!” demesi ve Efendimiz’i (sallallahu
aleyhi vesellem) onları yeniden bir kere daha okumaya
çağırması temsil açısından çok önemlidir. Enbiyâ-i
izam’ın temsili sürekli nazara verilmiştir.. verilmiş
ve adeta “Geçmişte yaşayanlar öyle yaşadılar, Sultan-ı
Enbiya da öyle yaşadı; eğer siz de birilerini yaşatma
gibi bir tekeffül altına girmişseniz, bir adanmışlığı
kabul etmişseniz sizin için de yol budur.” denmiştir.
Dolayısıyla Efendimiz’e (sallallahu aleyhi vesellem)
vazifesi hatırlatılırken geçmiş peygamberlere yapılan
göndermeler bizim için de söz konusudur: Hazreti
Nuh bizim için de örnektir.. Hazreti Hud’un, Hazreti
Salih’in hayatından bizim de alacağımız pekçok ibret
vardır. Allah’ın salât u selâmı İnsanlığın İftihar
Tablosu ve onların üzerine olsun.

Ayrıca, Peygamber efendilerimiz vazifelerinin
gereği, tebliğ ve temsil işini kemâl-i hassasiyetle
öylesine yerine getirirler ki, bu mesele zamanla
onların tabiatları haline gelir. Hem bu vazife onların
tabiatıyla öyle bir bütünleşir ki; bunu, yemek yeme
gibi bir şeye hatta ailevî ahvâl içinde herhangi
bir duruma da benzetemeyiz; bunlar çok küçük kalır
temsilin fıtrat haline gelişi yanında.. çok küçük
kalır, zira Peygamberlerin dünyayı hafife alarak,
onu zerre kadar umursamayarak ve evi-yurdu hiçe
sayarak çok ciddi bir tehâlük içinde bu vazifeye
koştukları görülür. Meselâ, Efendimiz (sallallahu
aleyhi vesellem), Hazreti Hatice’nin vefatıyla hicretten
evvel ve hicretten sonra beş senelik bir dönemde
yalnız kalmıştır. Fakat -Hazreti Hatice validemize
sadakat ve vefası mahfuz- o meseleyi hiç bir zaman
problem olarak düşünmemiştir. Hicret ederken kızları
vardır: Zeynep, Ümmü Gülsüm, Fâtıma… hicreti tek
başına gerçekleştirmiştir ve kerîmelerini arkada
bırakıyor olması vazifesine engel teşkil etmemiştir.
Evlâtlarını müşriklerin bulunduğu yerde, kendisine
kılıçlarını, bıçaklarını gayzla bileyenlerin içinde
bırakmıştır. Yolda onlardan bir tanesi taarruza
maruz kalmış, erken bir doğum yapmış ve o hastalıkla
ölmüştür. Fakat Allah Rasulü hayatı boyunca bunları
bir kere bile mesele yapmamış, bunlar hakkında hiç
konuşmamış, “benim kızım şöyle, oğlum böyle…”
dememiştir. Eğer siyerciler, tarihçiler söylemese
onların ne zaman öldüklerini dahi bilemeyeceğiz..
hayatlarının ayrıntılarından haberdar değiliz. Çünkü
O’nun bize bildirdiği şey, bildirilmesi gerekli
olan şey davasıdır, dinidir. Ve O hayatını bu büyük
vazifesine göre programlamıştır. Yurdunu davası
için terketmiş; davası için terketme mevsimi geleceği
ana kadar da her gün ölümle burun buruna yaşamıştır.

Evet Allah Rasulü, kendisini tebliğe o kadar vermişti
ki, tebliğ O’nun tabiatı haline gelmişti. Bizim
sabah kalktığımız zaman, “Acaba bu gün yedide mi,
yedi buçukta mı, sekizde mi kahvaltı yapacağız?..”
türünden şeyler düşünmemize mukabil O bunları hiç
düşünmemişti. Yemeği unutmuş ve hatta bazen bir
eşi olduğunu bile unutmuştu vazifesi hatrına. Allah
(c.c) “Aralarında adaletle muamele yapın, onların
sizin üzerinizde hakları vardır.” buyurunca bu konunun
Allah hakkı olduğu ve bir Allah hakkı olarak onlara
riayet edilmesi gerektiği için eşlerine karşı da
mesuliyetinin gereğini yapmıştı. Ama bunun dışında
temelde daima gözünde tüten ve tüllenen tek şey
vardı, o da: “Dinimi daha açık, daha geniş nasıl
tebliğ ederim.” derdiydi. Meleğin tesbihten zevk
ve lezzet aldığı gibi, O ve diğer peygamberler de
tebliğle beslenmişler, tebliğle oturup kalkmışlar,
tebliğle hareket etmişler ve hayatlarını bir tebliğ
takvimi içinde yaşamışlardı.

Manevî hayatımızdaki bir
sıkıntı ve kabz halinde ne yapmalıyız; kitap mı
okumalıyız, evrâd u ezkârımızı mı artırmalıyız ya
da nafile namaz mı kılmalıyız?

Belki bunların hepsini belli nisbetlerde yapmak
icab eder. Herşeyden önce bir değişiklik, psikolojik
tavır ve durum değişikliği gerekir. Psikologlar,
insanın kendini yenilemesi ve üzerindeki sıkıntı
halini atabilmesi için bir hal, tavır ve durum değişikliğini
tavsiye etmektedirler. Bazen insan ağır ve bunaltıcı
bir kabz hali yaşayabilir, öyle bir durumda Cenâb-ı
Hakk’a çok ciddi teveccüh etmesi iktiza eder. Tevbe
ve istiğfar ile O’na yönelmesi gerekir. Bazen gönlün
bir halvete girmesi, bir yere kapanıp yakarışa geçmesi,
içini O’na dökmesi lazım gelir. Bazen de insanın
arkadaşlarıyla oturup kendi durumunu ortaya koymasına,
başkalarının düşüncelerini de yanına almasına, kendisi
olarak ayakta duramayacağı düşüncesiyle başkalarına
dayanmasına ihtiyaç vardır. Bazı şeyleri müzakere
etmeli, lahûtîliğe açılmalı, biraz gönlünün sesini
dinlemeli, ruhu sıkan o dış saikler biliniyorsa
dıştan gelen seslere, gelip çarpan gürültülere karşı
az da kapanmalı, vicdanda bazı şeyleri görmeye,
duymaya ve hissetmeye çalışmalıdır.

Eskiden kulaklarımızı iki yandan da kapadığımız
zaman duyduğumuz gürültü ve uğultunun Kevser’in
sesi olduğunu söylerlerdi. Espriyle karışık söylenen
bu sözün bence derin bir manası vardır: Dıştan gelen
ses ve gürültülere karşı kapandığınız zaman kalbinizin
kan pompalamasını, vücudunuzdaki gürül gürül kan
deverânını duyarsınız. Oysaki normal durumda o sesi
farketmezsiniz. Parmaklarınızın ucunu kulaklarınıza
ne kadar sıkı tıkarsanız, o sesi o kadar net duyarsınız.
İşte imkan varsa insanlar, içlerindeki sesi duyabilmek
için bir ortam hazırlamalılar; içlerine kulak vermeli,
kendi özlerini dinlemeli ve oradaki Kevser çağıltısına
ulaşmalılar.

Ayrıca bir kabz halinde yapılması gereken şey şahıstan
şahısa, durumdan duruma değişebilir. Önce ruhun
sıkılması, kalbdeki heyecanın pörsüyüp solması,
ruh dünyasının matlaşması arkasındaki saikler düşünülmeli
ve mücadele o saiklere uygun bir plan dahilinde
verilmelidir. Ruhdaki matlaşmayı açma, onu yeniden
yeşertme yolları bulma, o hali hazırlayan saikler
gözetilerek ele alınmalıdır. Her insan dış yüzü
itibariyle hasta görüntüsü sergileyebilir. Eğer
meselenin üzerine sadece bir hastalık şeklinde gidilirse
tedavi zorlaşır. Oysa meseleye hastalık değil de
“hasta” açısından yaklaşılırsa, daha isabetli teşhis
konulup uygun tedavi yolları bulunabilir. Değişik
münasebetlerle tekrarladığım “hastalık yok, hasta
var” prensibiyle her şahıs fert fert düşünülmeli,
“bu şunun, bu da şunun hastası” şeklinde o ferdin
durumuna uygun bir tedavi yolu takip edilmelidir.

Öyle insan vardır ki, ondaki donuklaşma, duraklaşma,
bıkkınlık, yılgınlık ve yorgunluk hali size ait
meselelerden dolayı olmuş olabilir. Küçük bir latife
ve bir nükte ile o kilitlenmeyi açmak gerekir. Yerinde
alıp bir tenezzühe çıkarmak, tenezzüh ufku itibariyle
ona bazı şeyler anlatmak iktiza eder. Bazen açıp
bir kitap okumak, bir başka zaman da bazı şeyleri
müzakere etmek faydalı olur.

Mesela, insanda ibadet ü taata karşı bir ülfet
hasıl olmuşsa ve bu hal kalbde bir sıkıntı meydana
getirmişse, o noktada zorlamamak, muhatabın o durumda
kaldıramayacağı şeyleri söylememek gerekir. O durumda
daha yumuşak, ümit verici, reca duygusunu canlandırıcı
bir üslup kullanmak uygun olur. Hani ashab-ı kiram
efendilerimiz, Kur’an-ı Kerim’in ardarda gelen emirlerinin
yüklediği mesuliyet karşısında çok etkilenmiş, kendi
duyuşları ve hassasiyetleri ölçüsünde adeta kemikleri
birbirine geçmişti de o sırada Yusuf Suresi nazil
olmuştu. Ahsanü’l-kasas (en güzel beyan) olarak
nazil olan bu sure çok büyük hikmetler ihtiva ediyor,
Hakîm ve Alîm isimlerinin gölgesinde Enbiyâ-i İzam’la
alakalı bir serencâmeyi anlatıyor, ailevî ve içtimâî
hayat için önemli dersler veriyordu.. veriyordu
fakat, bütün o önemli dersler bir kıssa çerçevesinde
anlatıldığından dolayı hem sahabe rahat bir nefes
alıyor ve hem de ilâhi beyanın kendilerine verdiği
mesajı kavrıyorlardı.

Evet, kabz halinin saikleri farklı farklı olabilir.
Bir insan bir günah işlemiş ve uzaklaşmıştır.. bir
başkası çok yakın olma fırsatı bulmuş, yakınlığın
hakkını verememiş ve dolayısıyla uzak muamelesi
görmüştür. Çok yakınlara celbedildiği halde, yakınların
yapması gereken şeyi yapmadığı için uzaklara düşmüştür.
Dolayısıyla o da kendini çok uzak görür. Böyle bir
insanın içinde bulunduğu o ruh haleti mutlaka gözönünde
bulundurulmalıdır.

Bilinmelidir ki; -Allahın izin ve inâyetiyle- her
kapalı ve kilitli insanı bir şekilde açmak mümkündür.
Fakat bir mürşide ihtiyaç vardır. Tasavvuftaki mürşidlik
manasına demiyorum, az da olsa insanların genel
ufkunu kavrayan bir rehberi kastediyorum. Bazen
bir insan, birdenbire bütün duyguları dumura uğramış
gibi, olumsuz, nâmüsait bir ortamda yapraklarını
salan çiçekler gibi kendini salmış olabilir. Böyle
bir durumda onu iyi dinlemeniz gerekir.. Gücünüz
yetiyorsa gayet tatlı ve mülayim bir eda ile onu
dinlemek, bir psikanalize tabi tutmak, içini okumaya
çalışmak ve sonra da içinde bulunduğu ruh haletine
uygun bir üslupla o sıkıntılı durumunu gidermesine
yardımcı olmak iktiza eder. Bu mevzuyu Ziya Paşa’nın
sözüyle şimdilik bitirelim:

Bil illeti, kıl sonra müdâvâta tasaddî,

Her merhem her yâreye derman mı sanırsın.
En ummadığın keşfeder esrar-ı derunun,
Sen herkesi kör, alemi sersem mi sanırsın.

O’nun Muradı

“Allahümme veffiknâ ilâ mâ tühibbu ve terdâ – Allahım
bizi kendi istediğimiz değil, Senin hakkımızda razı
olacağın, rıza ve hoşnutluğunu kazandıracak işlere
muvaffak eyle.” duası çok sevdiğim bir duadır. “İlâ
mâ tühibbu ve terdâ” deyip O’nun rıza ve hoşnutluğunu,
kendi nefislerimizin değil de O’nun muradını talep
etme, kendimize rağmen yapılmış bir duadır.

O esnada isteyeceğimiz başka şeyler de olabilir.
Fakat mü’mine yaraşan O’nun muradı ardına düşmektir.
Mesela, insanlar her bucakta kabus içinde kabus
yaşıyorken, inananlar dörtbir taraftan kuşatılmış,
kolu kanadı kırılıp felç edilmiş vaziyette, dört
asırdan beri ızdırap yudumluyorken birdenbire her
taraftaki mazlumun ahı dinse, her yanda sevinç nağmeleri
duyulsa, dünya yaşanacak bir Cennet halini alsa
ve bu işin vesilesi de bizim milletimiz görülse,
herkes öyle olduğunu kabul etse ve biz de bunun
farkında olsak.. işte o zaman bile “Ya Rabbi! Sen
bize isnat edilen, milletimize bağlanan bu işten
hoşnut değilsen biz de hoşnut değiliz.” diyebiliyor
ve içimizden de hakikaten o şeye karşı tiksinti
duyuyorsak O’nun rızasını arıyoruz demektir.

Evet, O’nun hoşnutluğu herşeyden önemlidir. Bundan
dolayı “ilâ mâ tühibbu ve terdâ” sözü bizim daimi
virdimiz olmalıdır.