Sanat ve Alkış

Sanat ve Alkış
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Günümüz sanat dünyasında; “Egosu olmayan sanatçı
olamaz.” veya “Alkış sanatçının gıdasıdır.” gibi kanaatler dolayısıyla bir
sanatçının alkış ve takdir beklentisi tabiî kabul ediliyor. Böyle bir
atmosferde, mesleğini tevazu, mahviyet gibi ulvî değerlere muhalif olmayacak
şekilde sürdürmek isteyen bir sanatçının dikkat etmesi gereken hususlar
nelerdir? İzah eder misiniz?


Cevap: Mihverinde benlik ve enaniyetin bulunduğu bu
tür mülâhazalar sadece sanat camiasında değil, hayatın hemen her sahasında
insanları tesir altına alabilecek olumsuz duygulardır. Fakat işin tabiatı icabı
bir sanatkâr, icra ettiği sanatı halkın nazar ve teveccühüne sunma durumunda
kaldığından, denebilir ki, bu tür beşerî zaaf ve boşluklarla sanatkârın imtihanı
daha fazla ve daha çetin olur. O hâlde sanatını yüce ve yüksek değerler ufkunda
icra etmek isteyen bir sanatçı bu mevzuda daha dikkatli ve daha temkinli olmalı
ve iradesinin hakkını verip daha sağlam bir duruş ortaya koymaya çalışmalıdır.


Meselâ bir ressam beğenilip takdir edilecek bir eser ortaya koyduğunda,
günümüzde çokça ifade edilen “Mârifet iltifata tâbidir.” anlayışından hareketle
yaptığı resimlerinden dolayı iltifat ve alkış beklentisine girebilir. Fakat
meseleye “İltifat mârifete tâbidir.” anlayışıyla da bakabilir. Yani o,
elin-âlemin alkışını, iltifat ve takdirini beklemeden ulvî bir mefkûre uğruna
yapması gereken ne ise onu yapar. İltifat mevzuunu ise, “Allah’ın fazlî bir
lütfu olarak belki arkadan gelir.”, mülâhazasıyla ele alır. Evet, Cenâb-ı Hak
yapılan işlere ekstradan sürpriz bir mükâfat, takdir, alkış bahşedebilir. Fakat
mü’min, yapacağı işi planlarken başta böyle bir beklentiye girmez/girmemelidir.
Çünkü böyle bir durum ameli iptal edip ruhunu öldürür. Bu açıdan meselâ bir
sanatkâr, insanları rahatlatıp dinlendirir, streslerini atmalarına vesile
olurken, bu arada dine ait değerleri ihya edip canlandırmak, o değerleri gelecek
nesillere tertemiz hâliyle emanet etmek; gönülleri ulvî düşüncelere yönlendirip
mealiye müştak hâle getirmek gibi yüce bir gayenin peşindeyse, bütün bu
mülâhazalarını sırf Allah rızasına bağlı götürmelidir ki, ortaya koyduğu o cehd
ve gayretler, yaptığı o ameller zayi olmasın, alkış ve iltifat beklentilerinin
öldürücü atmosferinde heba olup gitmesin. Aynı zamanda ihlâslı hareket
ettiğinden dolayı, Allah’ın izni ve inayetiyle yaptığı o iş, hakikaten
gönüllerde mâkes bulsun.


Ancak meseleyi planlarken temelde insanların alkış ve teveccühünü esas
alırsanız, yapılan o işte ihlâs ve samimiyetten bahsedilemez. Neticede insanlar
alkışlasa bile Allah’ın (celle celâluhu) teyit ve desteğinden mahrum kalırsınız.
Diğer yandan, beklediğiniz takdir ve alkışı bulamayınca inkisar-ı hayale
uğrarsınız ki bu da meslek hayatınızda değişik kırılmalara sebebiyet verir. Bu
açıdan insan icra ettiği mesleğini küçük menfaatlere bağlamak yerine, onlarla
sonsuzluğu peyleme gibi büyük bir hedefin talibi olmalıdır.


Üç-Beş Alkışa Feda Edilenler


Bir ressam veya bir musikişinas için dile getirilen bu ifadeleri, aynen bir
vaiz veya bir müezzin için de düşünebilirsiniz. Meselâ bir müezzin kalbinin
sesini diline aktararak ezan okuyabilirse, gönüllerde daha ciddi, daha samimi
bir heyecan uyarabilir. Bunun için o, ezan okumadan önce ellerini kaldırıp
mertçe şöyle dua edebilmelidir: “Allah’ım, beni burada bir gırtlak ağası
şeklinde kendi hesabıma bağırtma! Bana gönlümün sesini duyurma imkânını
bahşeyle! Eğer buna muvaffak olamayacaksam daha baştan sesimi kesiver!” Çünkü
bir insanın gönlünden kopup gelen şey neyse dilinden de dökülen o olmalıdır. Bir
insan, ezanda, diliyle, “Allah büyüktür. O’nun eşi-menendi yoktur. Mâbud-u
Mutlak, Maksud-u bi’l-istihkak sadece ve sadece O’dur. Hazreti Muhammed Mustafa
(sallallâhu aleyhi ve sellem) O’nun Eşsiz Nebisi’dir.” mazmununu terennüm
ederken, diğer taraftan içten içe kendini gösterme ve ispat etme gayreti içinde
bulunuyorsa, esasında o insan, “Allah büyüktür.” derken dahi kendini terennüm
ediyor; dolayısıyla tevhit yolunda bulunduğunu zannederken şirk gayyasına doğru
yol alıyor, demektir. Oysaki Allah’ın büyük, kendisinin bir hiç olduğuna
yürekten inanan bir insan, bu mazmunu sesiyle-sözüyle ifade ettiği gibi, aynı
zamanda kalbiyle de o heyecanı soluklamalıdır. Ezanla ilgili ifade edilen bu
mülâhazalar, bir kamet veya bir aşr-ı şerif okumada veya imamlık yapan bir
kimsenin kıldırdığı namaz için de söz konusudur.


O hâlde tıpkı bir musikişinasın söylediği şarkıyı notalara bağlı
seslendirmesi gibi, siz de Allah’ın rıza ve hoşnutluğuna bağlı kalarak o
kelimeler neye delalet ediyorsa, işte o mazmuna bağlı olarak sanatınızı icra
etmeli ve baştan sona bu ritmi korumaya çalışmalısınız. Korunan bu ritim, Allah
nezdinde makbul olan ritimdir. Yoksa mânâ ve mazmunu göz ardı edip işi kendi
mülâhazalarınıza bağlı götürürseniz, onu öbür tarafta yüzünüze çarpıverirler.
Evet, öte tarafta size “Sen zaten ‘desinler, alkışlasınlar, iltifatta
bulunsunlar’ diye onu icra etmiştin, isteyip durduğun o şeyler sana verildi,
burada alacağın bir şey kalmadı!” denir. Bu açıdan, bir kez daha ifade
edelim ki, ses, eda ve icra güzelliği bu kadar ucuza peylenmemelidir. Şayet
bunlarla Cennet’i peyleme söz konusuysa, hatta daha da ötesinde bunlarla
Allah’ın rızası peylenecekse, o hâlde yapacağınız işi niye dünyada alacağınız
üç-beş alkışa feda edesiniz ki! Düşünün, bir hadîs-i kudside Cenâb-ı Hak,

أَعْدَدْتُ لِعِبَادِيَ الصَّالِحِينَ مَا لاَ عَيْنٌ رَأَتْ وَلاَ
أُذُنٌ سَمِعَتْ وَلاَ خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ

“Ben, sâlih
kullarıma öyle şeyler hazırladım ki, onları ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne
de herhangi bir insan tasavvur etmiş.”
(Buhari, Bed’ü’l-halk 8) buyuruyor.
Evet, dünyanın binlerce sene mesudane hayatı bir saatine bile mukabil gelmeyen
Cennet hayatı ve o Cennet hayatının da binlerce senesi bir dakikasına mukabil
gelemeyen rü’yet-i Cemal ile müşerref olma mazhariyeti, şart-ı âdi planında,
insanın bu dünyada Cenâb-ı Hak’la münasebetine bağlıdır. Ve yine bir hadis-i
şerifte Cennet ehli için Cenâb-ı Hak:

أُحِلُّ عَلَيْكُمْ رِضْوَانِي فَلَا أَسْخَطُ عَلَيْكُمْ بَعْدَهُ
أَبَدًا

“Sizden razı olacak ve artık size ebediyen hiç
gazaplanmayacağım.”(
Buhari, Rikak 51) buyurmaktadır ki, nimetlerin en
büyüğü bu mazhariyet, dünyada neye tekabül eder? İnsana akseden yanıyla ötede
nasıl tebellür eder? Bunu şu an kestirebilmemiz mümkün değildir. İhtimal, Allah
(celle celâluhu), “Ben sizden razıyım.” dediği zaman insan orada bir kere daha
değişecek, bir kere daha yeni bir vücud kazanıp yeni bir varlığa erecektir.


İşte bu güzelliklerin söz konusu olduğu yerde, insanın bütün bunları bırakıp
pesbayağı şeylere kendini bağlaması; bağlayıp o türlü beklentilere girmesi
–Allah aşkına– akıllıca bir davranış sayılabilir mi? O hâlde insana düşen,
yaptığı bütün işleri Cenâb-ı Hakk’ın rızası istikametinde gerçekleştirmeye
çalışmasıdır. Çünkü ancak rıza istikametinde yapılan ameller, faaliyetler,
hareketler sonsuzluk gamzeden bir semereye dönüşür; dönüşür ve yedi, yetmiş,
yedi yüz veren.. başaklar hâline geliverir.


Hem, dünyada alkış alıp almayacağınız, aldığınız alkışların devam edip
etmeyeceği şüpheli değil mi? Bugün alkışlayanlar, yarın ideolojilerine, keyif ve
beklentilerine aykırı bir şey söylediğinizde sizi alıp yerden yere vurabilirler.
Böylece siz ümitsizliğe kapılır, inkisar üstüne inkisar yaşar, kabiliyetlerinizi
inkişaf ettirip geliştirmek bir yana, onları köreltecek bir yola
sürüklenirsiniz.


Şâh-ı Geylanîlik Teklif Edilse Dahi


Bütün bunlardan dolayı, bırakın halktan iltifat ve alkış beklemeyi,
istemediğiniz hâlde size gösterilen iltifat ve teveccühler karşısında dahi:
“Allah’ım ben bu işi bu insanlar alkışlasınlar diye yapmamıştım. Ama onlar
‘maşallah’, ‘barekallah’ deyip takdir ediyorlar. Ben bu kadar alkışla bu ameli
devam ettirebilir miyim yoksa gurur ve fahre düşüp kaybedenlerden mi olurum,
bilemiyorum. Bundan dolayı Allah’ım, aczimi-zaafımı itiraf ediyor, Senden
altından kalkamayacağım, boynumu kıracak şeyleri bana yüklememeni niyaz
ediyorum.” deyip kalb safvetiniz için alkış ve takdirlerden rahatsızlık duyup
samimiyet peşinde olmalısınız. Hatta bir yönüyle o alkışları istidraç saymalı ve
“Bu ölçüde lütufların başımdan aşağı yağdırılması acaba benim yavaş yavaş helake
sürüklenmemin takdir buyrulduğu mânâsına mı geliyor? Eğer öyleyse Allah’ım,
Senden diliyor ve dileniyorum, ne olur bahtına düştüm, şımartıp küstahlaştıracak
hiçbir alkış ve takdiri, iltifat ve teveccühü bana nasip eyleme!” mülâhazasıyla
hareket etmelisiniz. Çünkü eğer insan halkın teveccühüne aldanır,
muvaffakiyetleri kendi güç, kuvvet, iktidar, bilgi ve kabiliyetine bağlarsa o
vakit, kazanma kuşağında kayıpların en acısını yaşıyor demektir.


Hatta şunu ifade edeyim: Peygamberlik müessesesi, Hatemü’l-Enbiya
aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz’le sona erdiğinden, O’ndan sonra bir
peygamberin gelmesi mümkün değildir. Ancak gavs ve kutup gibi makamlar her zaman
için söz konusu olabilir. İşte size gavslık-kutupluk bahşedilse, Şah-ı
Geylanîlik teklif edilse dahi, “Ey Rabbim! Vallahi ben onu istemiyorum;
dilediğine ver o makamı. Bunun yerine ben Senin kapının eşiğinde değersizliğine
inanmış, sadık, küçük bir kul olarak yaşamayı tercih ederim.”
diyebilmelisiniz. Evet, maddi-mânevî hiçbir makama dilbeste olunmamalıdır.
Zira dilbeste olunması gereken bir makam varsa o da Allah rızası ve o rızayı
kazanma istikametinde insanları iyilik ve güzelliğe yönlendirme gayretidir. Yani
onların güzel düşünüp güzel görmelerini sağlayarak hayatlarından lezzet
almalarını temin etme ve böylece ebedî şekavetlerinin önünü kesme cehdidir.
Fakat bu son söylediğim husus bile bir vesile kabul edilmeli ve her şey yalnız
ve yalnız rıza-yı ilâhî hedefine bağlanmalıdır.


Bu konuda ihlâsı yakalama adına sohbet-i cânan meclisleri çok önemlidir. Bir
şiirde; “Keşke sevdiğimi sevse kamu halk u cihan/Sözümüz cümle heman kıssa-i
Cânân olsa!” (Taşlıcalı Yahya) denildiği gibi, biz de bir araya geldiğimizde,
kubbedeki taşlar gibi, düşmemek için baş başa vermeli, birbirimize destek olmalı
ve âdeta bir pusula, bir kıblenüma gibi birbirimize hep rıza ufkunu hedef
göstermeliyiz. Böyle bir gaye için İhlâs Risalesi’ni ve Lahikalardaki ihlâsla
alâkalı mevzuları müzakere etme bana çok önemli geliyor. Yerine göre formatla
oynayarak meseleye farklılık kazandırmalı ve onları yeniden bir kere daha, bir
kere daha okumalıyız. Hazreti Üstad kendisi, İhlâs risalesini 115 defa
okuduğundan bahsediyor. Demek ki her defasında, okuduklarından ayrı bir
derinliğe açılıyor, farklı şeyler duyup hissediyor. Elbette ki konuyla alâkalı
tarih boyunca büyük şahsiyetlerin telif ettiği daha pek çok kıymetli eser var.
Meselâ İmam Gazzâli’nin değişik eserlerinde ve Hâris el-Muhasibi Hazretleri’nin
er-Riaye’sindeki ihlâs mevzuları insanın gözünü açacak, yüreğini hoplatacak bir
tondadır. Ancak günümüzde, o zatların ortaya koyduğu insan-ı kâmil resmine
bakınca bazılarımız ümitsizliğe kapılabilir, onların hassaslardan hassas
ölçüleri karşısında ye’se düşebiliriz. Elbette ki o devasa şahsiyetler bizim
başımızın tacıdır. Hepimiz başımızı onların ayaklarının altına kaldırım taşı
gibi koymaya âmâde bulunuyoruz. Ancak çağın şartlarına göre sunulmuş olan
Hazreti Pir’in reçetelerinin günümüz insanı için daha objektif, daha münasip
olduğu söylenebilir. Hâsılı hangi vesileyle olursa olsun, netice itibarıyla bizi
Allah’a yönlendirecek, her birimizi iltifat ve alkışın kulu-kölesi olmaktan
kurtarıp birer rıza talibi haline getirecek eserler okumalı ve böylece
yaptığımız işlerdeki bereketin Allah rızasına bağlı olduğunu asla hatırdan
çıkarmamalıyız.