Salih Amel ve Riya Virüsü

Salih Amel ve Riya Virüsü
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Salih amel işlemeye çalışırken kişinin gönlünden gayr-ı ihtiyarî “başkaları da görsün, duysun” gibi duyguların geçmesi, o amellerden hâsıl olan sevabı tamamen zâyi eder mi? Bu gibi durumlarda insan gizli şirke düşmüş sayılır mı?


Cevap: Sorunuza esas teşkil eden hususun, ciddi mânâda hassasiyet isteyen bir mevzu olduğu muhakkak. Çünkü ince bir niyet çizgisi, bir başka ifadeyle niyetin tam olarak ayarlanıp ayarlanamaması amelin mahiyetini değiştirebilir; değiştirebilir ve güzeli çirkine, “tayyib”i “habis”e dönüştürebilir. Fakat hassasiyet ve incelik isteyen bu konuda, doğru ve dengeli bir bakış açısına sahip olabilmek için öncelikle mükellefiyet mevzuuyla alâkalı önemli gördüğüm bir hususa dikkatlerinizi çekmek istiyorum.


İmanın Gereğini Yapmak Boynumuzun Borcu


İnanan bir insan, inancının gereği ne ise, onu yerine getirmekle mükellef ve sorumludur. Evet, bir mü’min, nelere ve nasıl inanıyor, hangi güzelliklere gönül bağlamış ve ne şekilde düşünüyorsa, onları tavır ve davranışlarıyla dışa aksettirmesi icap eder. Mesela, Cenâb-ı Hak’la düzgün, kavi bir irtibatı, Resûl-i Ekrem Efendimiz’le sağlam bir münasebeti bulunan ve bu durumu tabiatının bir yanı, bir derinliği hâline getirmiş bir fert, kalbiyle benimsediği o inanç esaslarını, diğer uzuvlarıyla da ortaya koyacak ve hayatının her ânında, o imanın gereklerini yerine getirecektir/getirmesi gerekir. Bu istikamette o, ibadetlerini tastamam ifa edecek, namazlarını hakkını vererek kılmaya çalışacaktır. Elbette ki bütün bunları, “falan görsün, filan duysun” gibi mülâhazalara bağlı olarak değil, sırf Allah’ın (celle celâluhu) emrini yerine getirip O’nun rızasına kavuşabilmek için yapacaktır.


Bir başka ifadeyle, bir mü’minin, elden geldiğince imana, İslâm’a, Kur’ân’a ait güzellikleri sergilemesi ve dinine-diyanetine ait o güzellikleri nerede olursa olsun başkalarından saklamaması icap eder. Bu konuda istisna olabilecek nadir yerler vardır. Mesela, bulunduğu konum itibarıyla, Allah’a mensubiyeti, Efendimiz’e bağlılığı, inandığı değerlere olan sadakati hazmedilemeyecek bir ferdin iç dünyasına ait o güzellikleri sergilemesi umumun hukukunun zarar görmesi gibi bir durumu netice verecekse, o fert, mevcut durumu nazar-ı itibara alarak diğer insanlar gibi hareket etmeyebilir. Bu mevzuda yüreği eriyip gitse, vicdanen ezilip iki büklüm olsa da mânevî hak ve hazlarından fedakârlıkta bulunarak konumu neyi gerektiriyorsa ona göre davranabilir. Fakat bir kez daha ifade edelim ki bu, umumî değil istisnaî bir durumdur.


Bu gibi istisnaî hâller dışında, bizim, ister Hıristiyan, Yahudi âleminde, ister din şeklinde organizasyonun yaşandığı başka bir muhitte, isterse dinî inancın olmadığı dünyanın herhangi bir yerinde, inancımızı ve o inancın gerektirdiği kulluğu açıktan açığa yapmamız asıldır ve bunda da bir mahzur söz konusu değildir. Çünkü biz Cenâb-ı Hakk’a karşı kulluk borcumuzu yerine getiriyoruz. Bu borcu eda ederken başkaları o ameli görebilir. Fakat unutulmamalı ki, o insanlar orada olsa da, olmasa da, biz bu vazifeyi yerine getirecektik.


Hâsılı, bir mü’minin, imanının gereklerini her zaman ve mekânda temsil edip sergilemesinde hiçbir mahzur yoktur. Aksine bu onun boynunun borcudur. İşin bir yanını bu husus teşkil eder.


Beşerî Boşluk ve Zaaflarımız


Diğer taraftan salih amel yolunda bulunurken, ihlâsa münafi tehlikeler karşısında, yüreğimiz her zaman tir tir, duygu ve düşüncelerimizi temiz tutmanın, kalb safveti ve gönül duruluğunu muhafaza etmenin gayreti içinde olmamız gerekir. Bu istikamette günde belki yüz defa; “Allahım! Duygularımıza, hayal ve tasavvurlarımıza falanın filanın takdir etmesi gibi bir mülâhaza girmesin. Ne olur, bahtına düştük! Bizi bir lahza olsun ihlâstan ayırma!” diye dua edip Cenâb-ı Hakk’a sığınmalıyız. Çünkü insanız. Değişik zaaf ve boşluklarımız var. İçimizdeki bu boşluklar, delik ve kanallar şeytanın cirit attığı alanlardır. Şeytan bu menfez ve boşluklardan kalbimizin safvetini, niyetimizin duruluğunu bulandıracak sevimsiz şeyler akıtabilir; akıtıp kalb ve ruhumuzda yaralar açabilir.


Hemen ifade edeyim ki, bir insan, şeytanın bu tuzak ve vesveselerine karşı uyanık ve dikkatli davranır, azimli ve kararlı bir tavır ortaya koyar ve Allah’ın izniyle şeytanın bu hücum ve tasallutlarına mağlup olmazsa hem vazifesini yapmış, hem de defter-i hasenâtına, niyetinin hulûs ve enginliğine göre büyük ecirler yazdırmış olur. Evet, hayal ve tasavvur dünyasına gelip toslayan ve onu sarsmak isteyen bu tür fırtınalar karşısında insan, dimdik durabiliyorsa, o duruşun mutlaka sevabını alır. Belki bire on, belki bire yüz, belki de bire yedi yüz ama kat’iyen o mevzudaki cehdinin mükâfatını elde eder.


Münafıkça Tavırlar: Riya ve Süm’a


Beşerî boşluk ve zaaflarımızdan kaynaklanan ve insanın kalb ve ruh hayatını felce uğratacak olan riya, süm’a gibi bu hastalıklar farklı şekillerde kendini gösterir. Kimi zaman doğrudan doğruya sırf başkaları görsün, başkaları duysun diye yapılan ameller vardır. Bu durum apaçık bir nifak sıfatıdır. Kimi zaman ise yapılan amelin keyfiyetini derin gösterme ve böylece yapılan o amellerde insanların takdir hislerini de nazar-ı itibara alma gibi bir durum söz konusu olabilir.


Münafıkların âdeta ayaklarını sürüye sürüye, gevşek gevşek, esneye esneye namaza gidiş hâlleriyle alâkalı Kur’ân-ı Kerim’de resmedilen şu tablo birinci duruma misal olarak verilebilir. Âyet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: “

إِنَّ الْمُنَافِقِينَ يُخَادِعُونَ اللَّهَ وَهُوَ خَادِعُهُمْ وَإِذَا قَامُوا إِلَى الصَّلَاةِ قَامُوا كُسَالَى يُرَاءُونَ النَّاسَ وَلَا يَذْكُرُونَ اللَّهَ إِلَّا قَلِيلًا

Münafıklar Allah’ı aldatmaya çalışırlar, Allah da onların hilelerine ve oyunlarına karşılık verir. Onlar namaza kalkarken üşene üşene ve sırf insanlara gösteriş yapmak için kalkarlar. Yoksa aslında Allah’ı pek az anar, pek az hatırlarlar.” (Nisa sûresi, 4/142) Devr-i risaletpenahide Müslümanların hakim olduğu dönemde münafıklar, ya ganimetten istifade etmek, pay almak için veya kendilerince önemli gördükleri daha başka menfaat ve çıkar mülâhazalarından dolayı namaz kılıyor gibi görünme gayreti içinde bulunuyorlardı. Bundan dolayı mescide isteksizce geliyor, namazı kerhen kılıp, apar topar mescidden kaçmanın yoluna bakıyorlardı. Görüldüğü üzere münafıkların bu tavır ve davranışlarında esasında namaz kılma gibi bir dertleri yok; sadece öyle görünme, kendilerini öyle gösterme gibi bir gayret söz konusu. Namaz için söylenen bu hususu diğer ibadetler için de düşünebiliriz. Mesela Cenâb-ı Hakk’ı zikir gibi bir derdi olmayan, saatlerce bir yerde oturarak “laklak” edip lakırdıya dalan biri, insanların bulunduğu bir yerde, sırf onlara gösterme ve duyurma maksadıyla eline tesbihi alıp birdenbire zikretmeye duruyorsa onun bu hâli de yukarıda resmedilen çerçeveye dahildir.


Bir Zerre Kir Temizi Kirletebilir


Bazen de ortaya konulan amel, sırf başkalarına gösterme-duyurma gibi bir maksada matuf olmamakla beraber, şahıs o ameli yerine getirirken, amelin keyfiyetini derin gösterme gibi bir inhirafa kendini kaptırabilir. Mesela şahıs, yalnız olduğu bir yerde namaz kılarken tadîl-i erkâna riayet etmeden onu geçiştirivermektedir. Öyle ki, bir kere dahi “

سُبْحَانَ رَبـّـِـيَ الْعَظِيمِ

Yüceler Yücesi Rabbimi tenzih ü takdis ederim!” deyip demediği anlaşılmayacak şekilde rükûa gitmesi ile kalkması bir olmakta; rükûdan kalktıktan sonra da tam doğrulmadan hemen secdeye gitmektedir. Secdedeki hâli de rükûdan farklı değildir. Hâlbuki fukahadan bazıları en az üç defa, her harfin hakkını vererek, tastamam bir şekilde “

سُبْحَانَ رَبـّـِـيَ اْلأَعْلَى

Tenzih ü takdis ederim Yüceler Yücesi Rabbimi!” diyecek kadar secdede durmayı secdenin eksik olmaması için gerekli görmüşlerdir. Şimdi yalnız bulunduğu zaman, bu şekilde –bağışlayın– “süb.. süb..” diyerek rükûu ve secdesini geçiştiren bir insan, başkalarının yanında özene bezene namaz kılıyor gibi bir tavır içine giriyorsa, hadisin beyanıyla o şahıs, “gizli şirk” kokan bir davranışta bulunuyor demektir. Evet, o tür davranışlara şirk bulaşır. Çünkü orada Allah ve rıza-yı ilâhî mülâhazası gözetilmemiş, aksine başkalarının hoşnutluğu nazar-ı itibara alınmıştır. Hâlbuki dışa akseden derinlik kalbde varsa bir kıymet kazanır. Yoksa kendini beğendirmeye yönelik derin görünme çok tehlikeli bir durumdur ve hafizanallah kişi mü’min de olsa onun defterine bu bir şirk ameli olarak kaydedilir.


Hâlbuki Müslümanlık temelde insanları şirkten kurtarmak için gelmiş ilâhî kanunlar mecmuası bir nizamın unvanıdır. Burada bir kez daha ifade edelim ki, Allah (celle celâluhu), Allah olduğu için mâbud, mahbûb, maksûd ve matluptur. Yoksa ibadet edildiği için Allah değildir. Dolayısıyla bütün mülâhazaların Zat’ına bağlanarak kulluk edilmesi ve bu kulluk vazifesinde hiçbir şeyin O Zât-ı Ecell ü A’lâ’ya ortak koşulmaması O’nun hakkı, biz kapıkullarının da vazifesidir. Bu vazifeyi yerine getirirken başka mülâhazaları işin içine katmak o işi kirletmek demektir.


Konuyu hulâsa edecek olursak sorunuzun cevabını insanların farklı seviyelerdeki durumlarında bulmak mümkündür. Yapılan, yapılmaya çalışılan ibadet ve hizmetlerde sadece ve sadece Cenâb-ı Allah’ın rızasını ve hoşnutluğunu mülâhazaya alma, her hâlükârda kulluk borcunu tastamam yerine getirme gayreti içinde olma ve hatta “Acaba ihlâsa zıt bir kısım düşüncelerle kulluğumu bulandırıyor muyum?” düşüncesiyle tir tir titreme hâli var ki, bu, mü’min olarak hepimizin ulaşmak istediği bir ufuk olmalıdır. Bir de, Allah’ın rızasını bırakıp başkalarına şirin görünme, “maşallah, barekallah” dedirtip iltifat ve alkış beklentisi içinde olma gibi bir hâlet-i ruhiye vardır ki, bu da hiç şüphesiz mü’mine yakışmayan, şirki işmam eden çirkin bir hâldir.


Allah için yapılan her şey Kur’ân-ı Hakîm’in ifadesiyle söyleyecek olursak “tayyip” olmalıdır. Tayyip olanın içine “habîs” olanın zerresini bile karıştırmamak iktiza eder. Çünkü o bir zerre kir, temiz olanın da kirlenmesine belki de tefessüh ederek çürüyüp gitmesine sebebiyet verecektir. Bu ise nefis ve şeytanı sevindirmekten başka bir şey değildir. Mü’minin gayesi ise onları değil Allah’ı hoşnut etmek olmalıdır.


– Kur’ân-ı Kerim’de inananlara, amellerini, Allah’a, Resulü’ne ve mü’minlere arz edecek gibi yapmaları emrediliyor. Yapılan amellerde mü’minlerin nazar-ı itibara alınma mevzuunu nasıl anlamalıyız?


– Bu konuyla alâkalı Tevbe sûre-i celîlesinde iki âyet-i kerime geçmektedir. Bunlar peş peşe iki sayfada yer alırlar. Bunlardan birincisi,

وَسَيَرَى اللَّهُ عَمَلَكُمْ وَرَسُولُهُ ثُمَّ تُرَدُّونَ إِلَى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ

Yapacağınız her şeyi Allah da, Resûlü de görüp değerlendirecek, daha sonra da, gizli olsun açık olsun, her şeyi bilen Allah’ın huzuruna götürüleceksiniz.” (Tevbe sûresi, 9/94) şeklindedir. Sizin bahsettiğiniz âyet ise hemen peşindeki sayfada gelir:

وَقُلِ اعْمَلُوا فَسَيَرَى اللَّهُ عَمَلَكُمْ وَرَسُولُهُ وَالْمُؤْمِنُونَ وَسَتُرَدُّونَ إِلَى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ

De ki: “Amel edin: Yaptıklarınızı Allah da, Resûlü de, mü’minler de görecekler. Sonra gizli ve açık her şeyi bilen Allah’ın huzuruna çıkarılacaksınız. O da yaptığınız her şeyi bir bir sizin önünüze çıkaracak, karşılığını verecektir.” (Tevbe sûresi, 9/105) Görüldüğü üzere ikinci âyette mü’minler kaydı da yer almıştır.


Bu âyet-i kerimelerdeki hitap, hem imkânları olduğu halde Allah Resûlü’yle birlikte cihada iştirak etmeyen, etmemekle birlikte değişik bahane ve mazeretlerin arkasına sığınan münafıklara; hem de cihada katılmak isteyip de değişik sebeplerle katılamayan, ancak bu durumdan pişmanlık duyup tevbe eden mü’minlere yöneliktir. Dolayısıyla burada birinciler için bir tehdit, ikinciler içinse bundan sonra yapacakları salih ameller açısından bir teşvik vardır. Tabii âyet-i kerimelerin evvelemirde onlara yönelik olması o âyetlerde bizim hissemiz olmadığı mânâsına gelmez.


Netice itibarıyla her iki âyet-i kerimenin de inananları ihsan ve itkan ufkuna çağırdığı açıktır. Bildiğiniz üzere ihsan, Allah’ı görüyormuş gibi O’na kulluk yapmaktır. Biz O’nu görmesek bile O bizi görmektedir. İtkan da yapılan ameli salih bir şekilde yani kusursuz ve arızasız olarak yerine getirmeye denir. Aslında itkan vicdandaki ihsan şuurunun lâzımî bir neticesi gibidir. Bu kat’iyen başkaları görsün de beğensinler mânâsına gelmez. Aksine “Siz amellerinizi, Allah, Resûlü ve mü’minlerin teftişine arz ediyor gibi halisane ve sapasağlam yapın; yapın da Allah, Resûlü ve mü’minler ister bu dünyada isterse ahirette o amelleri gördükleri zaman takdir etsinler.” mânâsı vardır. Yani Allah ve Resûlü sizin amellerinizden hoşnut olduğu gibi, mü’minler de o amelleri görme imkânına kavuştuklarında “Maşallah, bin barekallah; namazı, orucu, zekatı, tevazu ve mahviyeti, hudû ve huşûuyla ne derin bir kulluk gerçekleştirmiş!” ifadeleriyle takdirlerini dile getirebilsinler.


Evet, orada sen yoksun, amelin var. Öyleyse koy arızasız, kusursuz salih amellerini ortaya. Kendin de bir kenara çekiliver. Allah ve Resûlü beğendiği gibi inanan kullar da beğensinler o amelleri ve “İşte Cenâb-ı Hakk’a karşı böyle kulluk yapılır.” desinler. Yoksa insanlara beğendirmek kastı ve maksadıyla bakırı altın gibi göstermeye kalkışma. Elbette ki rıza-ı ilâhî istikametinde yapacağın işleri altın, gümüş kıvamında yapmaya çalış. Zira ötede altına, gümüşe değer veriliyor ama zinhâr bakırı altın gibi göstermeye çalışma. Çünkü sen bir bakır ortaya koyup da üzerine Reşat mührü bile bassan o yine bakır, yine bakırdır. Evet, değil Reşat mührü, o bakırın üstüne Fatih, Selahaddin, Abdülhamid mührü de vursan o yine bakır, yine bakır, yine bakırdır!.