Rehin Bırakılan Zırh

Rehin Bırakılan Zırh
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Onca zengin sahabînin varlığı da düşünülünce, Cenâb-ı Hakk’a yürüdüğü esnada Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in mübarek zırhının bir yahûdide rehin oluşunun ifade ettiği manalar ve bize verdiği mesajlar nelerdir?


Cevap: Buhârî ve Müslim gibi muteber hadis kitaplarının muhtelif rivâyetlerinde nakledildiğine göre; Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) bir yahûdiden veresiye yiyecek satın almış ve borcuna mukabil demirden mâmul zırhını rehin bırakmıştı. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem), bu borcu ödeyemeden âhirete irtihal buyurmuş; ne zaman sonra, Hazreti Ebû Bekir (radiyallahu anh) bedelini vererek Nebî yadigârı mübarek zırhı rehin olmaktan kurtarmış ve onu Hazreti Ali’ye (radiyallahu anh) emanet etmişti.


İstiğnâ İnsanı ve Beklentisizlik


Aslında, Rasûl-ü Ekrem’in irtihal-i dâr-i bekâ buyurmasından evvel, ümmet-i Muhammed (aleyhissalâtü vesselam) arasında da çok zengin insanlar vardı. Hazreti Osman ve Abdurrahman b. Avf (radiyallahu anhüma) servetinin çokluğuyla meşhur sahabîlerin sadece ikisiydi. Onlardan başka, oldukça geniş imkanlara sahip bulunan, Medine’de ticarete hâkim olan, Kaynuka, Kureyze ve Nadr pazarlarına ağırlığını koyan mü’minler de mevcuttu. Şayet, Habîb-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, onlara azıcık bir imada bulunsaydı, Ashâb-ı Kirâm bütün servetlerini ortaya dökerlerdi.


Zira, onlar, mal-mülk bir yana, kendilerinden canları istendiğinde dahi hiç tereddüt etmeden öne atılmışlardı. Bedir, Uhud ve Hendek başta olmak üzere bütün mücahede meydanlarında, Rasûlullah’ı korumak için kendi hayatlarından seve seve vazgeçmeye hazır olduklarını isbat etmiş, gerektiğinde başlarını ve kollarını O’na kalkan olarak kullanmışlardı. Onlardan bazıları birer şehit olarak öteye kanatlanmış; kimileri de sıranın kendilerine gelmesini iştiyakla beklemişlerdi. Nebîler Sultanı’nın uğrunda ruhlarını dahi feda etmeye âmâde bulunan bu hasbîler için servet ü sâmânın, mal-mülkün hiç sözü olmazdı. Küçük bir işaret görselerdi, bütün varlıklarını çok rahatlıkla verebilirlerdi.


Şu kadar var ki, İstiğnâ İnsanı (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât) Sahabe-i güzine borçlansaydı, onlar, verdiklerini kat’iyen borç olarak görmez ve onu asla geri almazlardı. Hele Hazreti Sâdık u Masdûk’un zırhını borcun teminatı olarak ellerinde tutmaya hiç yanaşmazlardı. İşte, İnsanlığın Medâr-ı Fahrı, böyle bir minnet altında kalmaya kesinlikle razı olamayacağından dolayı, Ashâb-ı Kiram’dan değil de bir yahûdiden borç istemiş ve karşılığında kalkanını rehin bırakmıştı.


Dahası, Nezâhetin Hülâsâsı (aleyhissalâtü vesselam) ashabından borç almayı istiğna anlayışına muvafık bulmamış; onlardan hiçbir dünya malı istememeyi, risâlet vazifesine karşılık ücret beklememe esasının icabı saymıştır. Din-i Mübîni tebliğ ve temsil etmesine, insanlara saadet-i dareyn vesilelerini bildirmesine ve hususiyle Sahabe’ye Cennet yolunu göstermesine mukabil en küçük bir menfaat talep etmediğini bu vakıayla bir kere daha ortaya koymuş ve dava-yı nübüvvetin vârislerine yine hüsn-ü misal olmuştur.


Evet, beklentisizlik Peygamberlik mesleğinin şiarıdır; insanları kurtarmak için kendi hayatını istihkâr ederek her gün ölüp ölüp dirilme, sürekli çalışma, hep koşturma, zahmet çekip meşakkatlere katlanma ama bütün bunlara bedel hiçbir ücret istememe irşad yolunun hususiyetidir. Nitekim, Hazreti Nuh, Hazreti Hûd, Hazreti Salih, Hazreti Lût ve Hazreti Şuayb (Allah’ın salat ve selamı Efendimizin ve bütün peygamberlerin üzerine olsun) hep aynı cümleyi tekrar etmiş; “Bu hizmetten ötürü sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak Rabbülâlemîn’dir” (Şuarâ, 26/109) diyerek, bütün peygamberlerin ortak duygu ve düşüncesini dile getirmişlerdir. Mevlâ-yı Müteâl, Sultân-ı Rusül Efendimiz’e, “De ki: Sizden bu hizmetim için hiçbir ücret istemiyorum, malınız sizin olsun! Benim ücretim yalnız Allah’a aittir ve O, her şeye şahittir.” (Sebe’, 34/47) buyururken de, nübüvvetin bu ulvî yönünü nazara vermiştir.


Bu itibarla, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz’in Ashâb-ı Kirâm’dan borç istememesi O’nun mutlak istiğnasının ve beklentisizliğinin gereğidir. O, “Ben size dini öğrettim, haydi siz de bana diyet ödeyin!” manasına gelebilecek en ufak bir tavra kat’iyen girmemiş, hiçbir zaman bunun imasında bile bulunmamış ve o şekilde anlaşılabilecek her şeyden uzak durmuştur.


Bir Vesile Arayışı


Fakat, Rasûl-ü Ekrem’in bir yahûdi ile alış verişinde aynı mahzur söz konusu olamaz. Çünkü, o yahûdi, kendisini O’na minnettar kabul etmemektedir; dolayısıyla, Allah Rasûlü’nün ondan borç istemesinin zımnen de olsa risâletine bedel arayışı şeklinde anlaşılması mümkün değildir. Öyleyse, ailesinin iaşesini temin etmek maksadıyla ondan veresiye yiyecek satın alması ve minnet altına girmemek için de borcuna mukabil zırhını rehin bırakması gayet tabiîdir.


Ayrıca, Rehber-i Ekmel Efendimiz’in bu davranışında bazı dini kaideleri vaz’ etmek gibi daha pek çok hikmet gizlidir. Mesela; Allah Rasûlü, bu uygulamasıyla, Ehl-i Kitap’la alış veriş yapılabileceğini göstermiştir. Müşriklerle ticarî muamelelerde bulunma yerine, şöyle böyle bir hukuka sahip olan ve mübayaa, rehin ve ipoteke dair bazı kuralları gözeten Ehl-i Kitap’la alış veriş yapmayı tercih etmiştir.


O devirde, Medine çevresinde Yahudîlerin Hristiyanlardan daha fazla olmaları ve zenginlikleri de ayrı bir faktördür. Onlar ticarette ve maddî servette önde geliyorlardı; dolayısıyla, ille de borç alınacaksa onlardan alınırdı. Dahası, tahıl ürünlerini ekseriyetle onlar satardı. Bu açıdan da, Peygamber Efendimiz’in onlardan birinden yiyecek satın alması normaldir.


Diğer taraftan, İki Cihân Serveri’nin (aleyhissalâtü vesselam) herkesle bir çeşit münasebet kurup her insanı kazanmaya çalıştığı da hatırdan dûr edilmemelidir. İhtimal, Fazilet Güneşi, bir alış veriş vesilesiyle de olsa, o insanla irtibata geçip onu da iman nuruyla aydınlatmayı dilemiştir. Nitekim, Kâinât’ın Fahrı Efendimiz, hayat-ı seniyyelerinde İslâm’a sığınan ya da mü’minlere karşı düşmanlık yapmayan herkese iyi davranmış ve onlara ikramda bulunmuştur. İslam’ın zimmetini kabul edenleri, hukukta Müslümanlarla bir tutmuş; her fırsatta, âlemlere rahmet olduğunu onlara da hissettirmiştir: Davet ettiklerinde davetlerine icabette bulunmuş, cenazelerine saygı göstermiş ve hastalarını ziyaret etmiştir. Özellikle, Müslümanların vesâyâsı altında bulunanları hep aziz tutmuş ve imanın vaadettiği güzellikleri görmeleri için onlara uygun zeminler hazırlamıştır.


Allah Rasûlü’nün Zühdü


Meselenin bir diğer yanı, Rasûl-ü Ekrem’in (sallallahu aleyhi ve sellem) zühdü ve dünya karşısındaki duruşudur. Gerçek İnsân-ı Kâmil, zühde bağlı bir hayat sürme, istikbal endişesi taşımama, mal-mülk biriktirmeme ve tûl-i emele girmeme husûsunda, ailesine yiyecek alabilmek için zırhını rehin verecek kadar titiz yaşamıştır. Halbuki, dileseydi mal-mülk sahibi olabilirdi ve kimseye borçlanmak zorunda kalmazdı; fakat, O dünyayı sadece bir misafirhane olarak görmüş, onun güzelliklerinden sarf-ı nazar etmiş ve asıl ebedî âleme ait işlere alâka göstermiştir. Habîb-i Edîb (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz, “Benim dünya ile ne alâkam olabilir ki?!. Şu yeryüzündeki hâlim, bir ağacın altında gölgelenip azıcık dinlendikten sonra yoluna devam eden yolcunun hâline benzer.” buyurmuş ve mübarek şahsî hayatı itibarıyla hiçbir zaman yarınları düşünmemiş, gelecek günler için herhangi bir maddî hazırlık peşine düşmemiştir. Mezar taşlarına nakşedilmesiyle meşhur şu sözler, Allah Rasûlü’nün dünyaya bakışının hülâsâsı gibidir:


“Çeşm-i ibret ile bak dünya misafirhânedir
Bir mukim âdem bulunmaz ne aceb kâşânedir,
Bir kefendir sermayesi, akibet şah u gedâ,
Pes buna mağrur olan Mecnun değil, ya nedir?”


Evet, bir kefenlik sermayesinden dolayı mağrur olma cinnetine düşmeyenler, dünyaya bir misafirhane olarak bakar ve bu hayata değil, ebedî âleme, o âlemin vüsati, derinliği ve ebediyeti ölçüsünde alâka gösterirler. Ecelin ne zaman geleceği belli olmadığından dolayı da ölümün her an kapılarını çalabileceğinin şuuruyla yaşarlar. Bir Arap şairinin ifadesiyle, “El-mevtü ye’tî bağteten / Ve’l-kabru sundûku’l-amel – Ölüm ansızın çıkıp geliverir; kabir ise, amel sandığıdır.” Dünya malı mezarda beş para etmez; insanın Karun kadar serveti de olsa orada işe yaramaz. Kabirde hora geçebilecek tek kıymetli metâ, sâlih ameldir; çünkü, o ancak sâlih amelleri içine alan bir sandukçadır. Bu itibarla da, akıllı insan, her an karşı karşıya kalabileceği ölüme hazırlıklı olan, beraberinde götüremeyeceği eşyaya bel bağlamayan ve hep öteler hesabına yatırımlar yapan kimsedir.


İşte, İnsanlığın İftihâr Tablosu, ömrünü hep bu anlayışa bağlı olarak sürdürmüş ve arkadan gelen ümmetine örnek olmuştu. O kendi irfan ufku, marifet enginliği ve Allah’la münasebetteki derinliği itibarıyla çok aşkın bir kulluk çizgisi takip etmişti. Evet, O’nun, kulluktaki enginliği ölçüsünde, Cenâb-ı Hak’la ve ötelerle ayrı bir münasebeti vardı ki, biz buna “sübjektif mükellefiyet” ya da “sübjektif ubudiyet” diyoruz. Zira, Allah Rasûlü bunu tamim etmiyor, herkesten aynı çizgiyi izlemelerini istemiyordu; insanları zora koşmamak ve onlara takatlerinin üzerinde bir mesuliyet yüklememek için hep “yüsr” yolunu gösteriyor ve dinin özündeki kolaylığa dikkat çekiyordu. Fakat, kendisi o kulluğu en ağır şekliyle götürüyordu ve böylece, bazı yüksek himmetli insanlara da ibadetten öte ubudiyet ve ubudet zirvesini işaret ediyordu.


Bu açıdan, Muktedâ-yı Ekmel Efendimiz, dünyanın en zâhid insanıydı; hem kendisi hem de ailesi için sade bir hayatı seçmişti. Şüphesiz bu sadelik dünya nimetlerinden mahrum olmaktan kaynaklanmıyordu. Nitekim, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) henüz dünya itibarıyla hayattayken müslümanlar geniş araziler fethetmiş, büyük ganimetler kazanmış ve çeşitli zenginlik kaynakları elde etmişlerdi. Hatta, bu sayede, daha önce hiç malı bulunmayan pek çok sahabî servete kavuşmuştu. Buna rağmen, Hazreti Fahr-i Âlem’in saadet hanesinde hâlâ haftalarca bir çorbanın dahi pişirilemediği dönemler olurdu.


Ezvâc-ı Tâhirât’ın Tercihi


Şu kadar var ki, Nebîler Serveri’nin eşleri de birer beşerdi; her insanda bulunan bazı duygular onlarda da zaman zaman hükmünü icra ediyordu. Hane-i Saadet’te vahiyle besleniyor olmalarına rağmen, dünya nimetlerine karşı tabii alâka onların içlerinde de bir ölçüde canlılığını koruyordu. Gerçi, o huzur atmosferinde, bugünkü evlerden yükselen şikayet edalı sesler hiçbir zaman duyulmamıştı; fakat, birkaç kere, onların da günde bir-iki öğün yemek yeme ve herkesin istifade ettiği kadar dünyadan istifade etme arzuları ve bu arzularını açığa vuran imaları olmuştu. Cenâb-ı Hakk’ın mü’minlere bol bol nimetler lutfettiğini görünce, Ezvâc-ı Tâhirât da kendilerine verilen nafakanın arttırılması hususunda Gönüllerin Efendisi’ne başvurmuşlardı. Fakat, Ufuk İnsan (aleyhissalâtü vesselam) zevcelerinin bu müracaatından hiç memnuniyet duymamış; bilakis, oldukça üzülmüş ve hoşnutsuzluğunu belirtmişti.


Hatta, Habîb-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, eşlerinin daha fazla nafaka talep etmelerinden dolayı o kadar hüzünlenmişti ki, hücre-i saadetine kapanmış ve bir süre hiç kimseyle görüşmek istememişti. Bunun üzerine, Allah Teâlâ, Kutlu Nebî’ye eşlerini dünya nimetleri ile kendisi arasında dilediklerini seçmekte serbest bırakmasını emretmişti. Hikmetin Lisân-ı Fasîhi, önce Hazreti Aişe (radiyallahu anha) validemizle konuşmuş ve ona “Sana bir şey söyleyeceğim, ama anne ve babana danışmadan acele ile karar vermeni istemiyorum!” demiş; sonra da, “Ey Peygamber, eşlerine de ki: Eğer dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim ve sizi güzelce boşayayım! Yok, eğer Allah’ı, Rasûlünü ve âhiret mülkünü isterseniz, haberiniz olsun ki Allah sizin gibi iyi hanımlara büyük mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzab, 33/28-29) mealindeki ilahî beyanı okumuştu. Hazreti Aişe, bu sözleri duyar duymaz hiç tereddüt etmeden, “Ya Rasûlallah, anne ve babama Senin hakkında mı danışacağım; hayır, ben kesinlikle Allah’ı, Peygamberini ve ahiret yurdunu tercih ediyorum!” demişti.


Aslında, o hanede İnsanlığın İftihar Tablosu’na eş olmak, pek çok sorumluluk isteyen büyük bir pâyeydi ve pek ağır mükellefiyetleri beraberinde getiriyordu. Bu itibarla da, o muallâ annelerimizin hepsi çok büyük kadınlardı; öyle ki, eğer onlardan sadece bir tanesi belli bir döneme düşmüş olsaydı, o zaman diliminin tamamını aydınlatırdı. Şayet, onlar farklı farklı devirlerde gelmiş bulunsalardı, kendi devirlerinin müceddidi ve müctehidi olurlardı. Çünkü, onlar Eşsiz Âile Reisi’nin rahle-i tedrisinde Allah’a gönülden teveccühle ve tam bir istiğna ruhu ile kıvamlarını bulmuşlar; tahammül edilmesi çok zor olan şartlara bütün bir ömür boyu katlanmışlardı. Mesela, onlar günde bir defa yiyecek bir lokma ya bulur ya da bulamazlardı. Hazreti Aişe’nin (radiyallahu anhâ) ifadesiyle, “Bazen bir ay geçerdi de, Âl-i Muhammed aleyhissalâtu vesselâm’ın hücrelerinin hiçbirinde ateş yanmazdı.” Hâne-i Saadet’in güzide fertleri sadece hurma ve su ile iktifa ederlerdi.


Evet, Habîb-i Ekrem’e zevce olma şerefine ermiş o muallâ hanımların, o hanede bulunmaları aslında bir katlanmaydı; Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in istiğnasını paylaşma, zühdüne ortak olma, dünyevî zorlukları beraberce aşma ve el ele Cennet’e koşmaydı. Mü’minlerin anneleri, Rehber-i Ekmel’in yol göstericiliğiyle kullukta zirveye ulaşmış; kendilerini tamamen Allah’a adamış ve mâsivâdan bütün bütün sıyrılmışlardı. Belki, ruhlarındaki insanî duygular ve beşerî istekler topyekün silinip gitmemişti; fakat onlar, nefsanîlikten arınmaları sayesinde o hislerin yönlerini de ahirete tevcih etmiş ve insaniyette kemal derecesine yükselmişlerdi.


Öyle ki, Hazreti Aişe (radiyallahu anhâ) annemiz, Mahbûb-u Âlem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’den sonra kavuştuğu fevkalâde bolluğa rağmen zahidâne hayattan vazgeçmemiş; binaenaleyh, zarif ve yumuşak kumaşlardan elbise diktirebileceği halde, kaba ve sert giysilerle iktifa etmişti. Bir gün, üzerinde kalın Yemen bezinden yapılmış fiyatı üç-beş dirhem olan bir elbise varken, azize validemiz, yanındakine şöyle demişti: “Gözünü çevir de, şu cariyeme bir bak! Zira, o şimdi benim giydiğim şu elbiseyi evin içinde giymekten utanır. Halbuki, Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında benim bu kaba kumaştan bir elbisem vardı; Medine’de nikah için süslenen her kadın gelip onu benden iâreten (ödünç) alırdı.”


Sözün özü; İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât) zühd ve istiğna anlayışına bağlı yaşamıştı. Her zaman yaşatma duygusuyla oturup kalkmış, başkalarının sevinç ve neş’eleriyle yetinmiş; eline geçen her şeyi dağıtıp başkalarını sevindirmişti. Kendisi sade ve duru bir hayatla iktifa etmiş; basit yemiş, basit içmiş, basit giymiş ve bu çizgisini hayatının hiçbir faslında değiştirmemişti. O’na, yaşatma yaşamadan daha zevkli geliyor; yedirme yemeden daha fazla haz veriyor ve sevindirme sevinmeden daha şirin görünüyordu. Onun için, Efendiler Efendisi, bulduğu her şeyi muhtaçlara infak ediyor, bulamadığı zaman da onları vaatlerle sevindiriyordu; mutlaka her düşküne el uzatıyor, düşenleri tutup kaldırıyor, borçluların borçlarını ödüyor ve en paslı gönüllerin dahi paslarını çözerek o karanlık dehlizleri nurefşân birer “beyt-i Hudâ” hâline getirmek için her fırsatı değerlendiriyordu. Bundan dolayıdır ki, Ferîd-i Kevn ü Zaman, (aleyhissalatü vesselam) yürüyüp ötelere ulaştığında mübarek zırhı, üç-beş kuruşluk nafaka karşılığında bir dünyalı nezdinde rehin bulunuyordu.