Muhammedî Ruh

Muhammedî Ruh
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Nübüvvet mesleği açısından, “Muhammedî ruh” ne demektir? Bu ruhun, tebliğ ve temsil vazifesinde bulunan mü’minlerin hal ve hareketlerine yansıması nasıl olmalıdır?


Cevap: Peygamberlerin hepsi, Cenâb-ı Hakk’ın seçkin kullarıdır. Allah Teâlâ onları özel donanımlarıyla dünyaya göndermiş ve kendi elçiliğiyle vazifelendirmiştir. Lâkin, onların bazılarını diğer bir kısmına tafdil eylemiştir. Umumî manada ve mutlak olarak her peygamberin faziletini tesbit etmekle beraber, bazı peygamberlere öyle hususî fazîletler vermiş ve onları öyle üstün kılmıştır ki, diğerlerinin o mevzûda onlara yetişmeleri mümkün değildir. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, Hazreti İsa, Hazreti Musa, Hazreti İbrahim ve Hazreti Nuh (alâ nebiyyinâ ve aleyhimüsselâm) için “Ulü’l-Azm” unvanının kullanılması da böyle bir hususiyetten dolayıdır. Şu kadar var ki, risalet tahtının sultanları olan bu en yüce peygamberler arasında dahi bir ufuk farkı söz konusudur.


Eşya ve hadiseler, Âdem Nebi’den (aleyhisselâm) İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallahu aleyhi ve sellem) kadar uzanan çizgide ruh, mana, idrak edilme ve yorumlanma açısından sürekli değişim geçirmiştir. Değişen şartlar her zaman farklı şekillerde toplumlara da aksetmiştir. Bundan dolayı, ayrı ayrı zamanlarda gelen peygamberlerin farklı hususiyetlerle donanmış olması gerekmiştir.


Hazreti Nuh’un Bedduası


Mesela; bir dönemin şartları ve o devirdeki insanların özellikleri ancak Hazreti Nuh gibi bir rasûlün gönderilişine müsait bir zemin teşkil etmişti. Bu itibarla, denebilir ki, şayet aynı dönemde risaletle görevlendirilseydi, Hazreti İsa’nın da Nuh aleyhisselamın hususiyetlerine bürünmüş olarak vazife yapması iktiza ederdi; eğer Hazreti Nuh da onun kavmine gönderilseydi, kendi tabiatının özelliklerini aşıp Mesihiyet ruhuyla hareket etmeye mecbur kalırdı. Günümüze gelinirken süratle küreselleşmeye doğru giden dünyada, bütün insanlığı kucaklayacak ve getirdiği düsturlarla kıyamete kadar beşerin ferdî, ailevî, içtimaî, idarî ve siyasî her türlü problemini çözebilecek âlemşümûl hüviyette bir peygambere ihtiyaç vardı.. ve Allah (celle celâluhu) böyle bir dönemde de o seviyede bir peygamberi, yani Nebîler Serveri Hazreti Muhammed’i (aleyhissalatü vesselâm) gönderdi.


Kur’an-ı Kerim’in peygamberleri anlatışına bakıldığında ve bu seçkin kulların güzîde hayatları incelendiğinde, onların bir kısmında cemâl bazılarında da celâl tecellilerinin öne çıktığı görülecektir. Bilhassa, Hazreti Nuh ve Hazreti Musa çizgisindeki peygamberlerde celâl cemâlin bir adım önündedir; dolayısıyla, onların kısmen sert bir mizaç sergiledikleri müşahede edilecektir.


Nuh aleyhisselâm tebliğ vazifesini eksiksiz yerine getirmiş; yılmadan, yorulmadan devamlı sûrette kavmini Allah’a imân ve kulluk etmeye çağırmış; isyan ederlerse azaba yakalanacakları hususunda ikazlarda bulunmuştu. Fakat, pek çokları onun davetine icabet etmedikleri gibi, Allah’a inananlara zulüm ve işkenceden de geri durmamışlardı. Hazreti Nuh’un çağrısına koşanlar birer ikişer çoğaldıkça, münkirler daha bir endişeye kapılmış ve düşmanlıklarını safha safha artırmışlardı. Kavminin bu husumetine rağmen tebliğ ve temsil vazifesine uzun süre devâm ettikten sonra, onların bir türlü imâna gelmeyeceklerini iyice anlayan Nuh aleyhisselâm sonunda şöyle dua etmişti: “Ya Rabbî! Yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma! Zira bırakırsan onlar Senin kullarını, Senin yolundan saptırırlar ve sadece kendileri gibi kâfir, ahlâksız çocuklar dünyaya getirip yetiştirirler. Ya Rabbî beni, annemi, babamı ve evime mü’min olarak girenleri, erkek ve kadın bütün mü’minleri affet. O zalimleri ise, daha da beter, daha da perişan eyle!” (Nuh 71/26-28).


Cenâb-ı Hak bu Kutlu Nebî’nin duasını kabul buyurmuş ve o kavmin altını üstüne getirmiştir. Fakat, Kur’an-ı Hakîm’in bu hadiseyi kıssa ederken kullandığı üslupta göze çarpan, şartlara bağlı bir karakter mevzubahistir; ayetlerde o gün öyle bir peygamberin gerekliliğini vurgulayan bir eda vardır. Dolayısıyla, Hazreti Nuh’un, Allah’ın rızasına muhalif olarak hissiyatını seslendirdiğini düşünmek ve öfkesini öne çıkararak o insanların helakı için beddua ettiğine ihtimal vermek büyük bir hatadır. Ulü’l-Azm bir peygamberin, Mevla-yı Müteâl’in muradının aksine bir arzu ve istekte bulunması düşünülemez. Meseleye, “peygamber de olsa bir insanın öfkesi” şeklinde yaklaşmak kat’iyen doğru değildir; böyle bir yorum çok yanlış bir algılamanın neticesidir. Ayrıca, bir peygamber hakkında değerlendirmede bulunurken çok temkinli davranmak icap eder. Zaten, Allah’ın muradı -kapalı dahi olsa- o istikamette bulunmasaydı, Cenâb-ı Hak, “Ben o şekilde yazmadım, Benim kader planım öyle değil” der ve onun talebini geri çevirirdi. Halbuki Yüce Yaratıcı, elçisinin istediğini aynıyla gerçekleştirmiştir. Demek ki, o zamanki şartlar ve o dönemin insanlarının tabiatları öyle gerektirmiştir.


Hazreti Musa Yörüngesi


Benzer hususlar Hazreti Musa için de geçerlidir. Malum olduğu üzere, özellikle sihibazların iman etmelerinden sonra, Firavun iyice azgınlaşmış, baskı ve zulmünü arttırmıştı; Musa aleyhisselâma inananları şehit etmiş, hatta Hazreti Âsiye’nin de canına kıymıştı. Firavun ve kavmi küfürde ve imansızlıkta ısrâr edince, çeşitli belâlara mübtela olmuşlar; önce şiddetli bir kuraklık ve çetin bir kıtlığa tutulmuşlardı. Sonra da su baskını, çekirge, haşarât ve kurbağa istilâsına uğramışlardı. Başlarına belâ geldikçe Hazreti Musa’ya gidip ondan eman dilemiş; fakat belâ kalkınca azgınlıklarına devam etmişlerdi. Nihayet, Musa aleyhisselam şöyle yakarışa geçmişti: “Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun ve kavmine dünya hayatında zinet ve mallar verdin. Öyle ki, netice itibarıyla onlar da, ey Rabbimiz, (başkalarını) Senin yolundan çevirip saptırıyorlar! Ey Rabbimiz! Onların mallarını yok et, kalblerini de sıkıp daraltıver; çünkü onlar, o acıklı azabı görmedikçe iman etmeyecekler.” (Yunus, 10/88)


Bu ifadeler de Seyyidina Musa’nın karakterini nazara vermektedir. Musa aleyhisselam bîzâr olduğu o kavme karşı böyle beddua etmiştir. Ne var ki, bir peygamberin Cenâb-ı Hak’tan bir işaret almadan o şekilde tazarruda bulunması nübüvvet âdâbıyla telif edilemez. Belki orada Allah’ın emri sarih değildir, fakat mutlaka bir işaret vardır; aksi halde, bir peygamber Allah’ın emrine muhalif hareket ettiği zaman dergah-ı ilahîden kovulur. Demek ki, onun bedduası da ilahî azaba istihkak kesbeden, oldukça materyalist ve çok kaba bir topluma karşı, şartların gereği olarak dile getirilmiştir, konjonktüreldir.


Kur’an-ı Kerim süzüldüğü zaman aynı şartlar altında benzer sözler söyleyen başka peygamberler görmek de mümkün olacaktır. İşte, bu türlü söz, tavır ve davranışlar, Hazreti Nuh ve Hazreti Musa ile aynı yörüngeyi paylaşan Hak elçilerinin ruh hallerini ve tabiatlarını yansıtmaktadır. Evet, Hak nezdinde onların her biri güzîde bir konumdadır; hepsi Allah’ın seçkin elçileridir; fakat, onlarda celâl tecellileri daha çok görülmektedir; çünkü, gönderildikleri toplumların hususiyetleri ve dönemlerinin şartları öyle olmasını gerektirmektedir.


Halîliyet ve Mesîhiyet


Diğer taraftan, hususiyle Seyyidina Hazreti İbrahim ve Hazreti İsa ile temsil edilen bir çizgi daha vardır ki, bunda da cemâl tecellileri daha baskındır; cemâl celâlin önündedir. Bu yolun esasları hilm ü silm, mülâyemet ve müsamahadır.


Nitekim, Keldanîlerin türlü türlü zulümlerine, çeşit çeşit işkencelerine ve kendisini ateşe atmalarına rağmen, Hazreti İbrahim ellerini kaldırıp, “Rabbim! O putlar insanlardan çoğunu baştan çıkardı; bundan böyle kim benim izimce yürürse o bendendir. Kim de isyan ederse Sen Gafûrsun, Rahîmsin.” (İbrahim, 14/36) diyerek dua etmiş; kavmine lanet okumamış ve onların helakini istememiştir.


Hazreti İsa da, kavmi, kendisine her türlü ezâ ve cefâyı revâ gördüğü halde, “Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar Senin kullarındır; şayet mağfiret buyurursan hiç kuşkusuz Aziz Sensin, Hakîm Sensin.” (Mâide, 5/118) diye niyazda bulunarak ciddî bir edep tavrı sergilemekle beraber şefkat ve merhametini dillendirmiştir.


İşte, Rehber-i Ekmel (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz, hem Hazreti Nuh ve Hazreti Musa ile hem de Hazreti İbrahim ve Hazreti İsa ile temsil edilen meslekleri bütünüyle nazar-ı itibara alarak, kendisinin hilm, silm, mülâyemet ve müsamaha yolundakilere benzediğini ifade etmiştir.


Binaenaleyh, Bedir esirlerinin akıbetiyle alâkalı olarak Ashab’ın ileri gelenlerinin kanaatlerine başvurulunca, Hazreti Ebu Bekir (radiyallahu anh) esirlerin serbest bırakılmalarına, Hazreti Ömer (radiyallahu anh) ise öldürülmelerine taraftar olduğunu belirtmiştir. Bunun üzerine, Allah Rasûlü, önce Hazreti Sıddık’a teveccüh ederek, “Yâ Ebâ Bekir! Sen aynen atam Hazreti İbrahim’e ve Hazreti İsa’ya benziyorsun.” buyurmuş; sonra da Hazreti Faruk’a dönerek, “Yâ Ömer! Sen de Nuh ve Musa (aleyhimessselam) gibisin.” demiştir. Nihayet, kendisinin de, Halîlullah ve Ruhullah’a benzediğini ifade sadedinde esirlerin şartlı olarak salıverilmelerini hükme bağlamıştır.


Bu itibarla, Hazreti Rûh-u Seyyid’il-Enâm halîliyet ile mesîhiyeti cem’etmiştir. Hıllet ve müsamaha yolunu seçmiş; bu meslekte varıp zirveye ulaşmış, tahtını hullet ve şefkat ufkuna kurmuştur. Hazreti İbrahim’de bir çekirdek gibi icmalî bulunan halîliyet ve hıllet ile bir tohum misillü Hazreti Mesih’in özünde var olan mesihiyet ve re’fet, İnsanlığın İftihar Tablosu’nda ser çekmiş bir ağaca dönüşmüştür. Onlardaki hilm ve şefkatin tafsil ve inkişafı, hakikî insan-ı kâmil Hazreti Habibullah’la gerçekleşmiştir ki, işte bu habîbiyet ve hulletin unvanı Muhammedî Ruh’tur.


Muhammedî Ruh


Evet, Muhammedî ruh, içten samimi bir dostluk, kardeşlik, ülfet tavrı ve ünsiyet muamelesi şeklinde tezahür eden İbrahimî ve Mesihî üslûbu özünde birleştirmiş insan tabiatıdır. Artık beşeriyetin bu karakter ve tabiattaki insanlara muhtaç olduğunu bilen Cenâb-ı Hak, evvelki iki elçisinin hususiyetlerini Allah Rasûlü’nde (aleyhi ekmelüttehaya) toplamış ve rehber-i ekmel olarak O’nu göndermiştir. Zira, Muhammedî ruhla hayatiyet kazanan insanlar, başkalarını şefkatle kucaklayacak ve onları kaçıracak davranışlardan fersah fersah uzak duracaklardır. Onlar, muhataplarını celbetme, yumuşatma ve düşündürme metodunu deneyecek; her meseleyi empatiyle değerlendirip karşıdakileri anlamaya çalışacak, böylece iç fetih dediğimiz gönüllere girmeyi başaracak, en azından herkesi bir insaf zeminine çekecek ve sonra söylemek istediklerini dile getireceklerdir. Bu suretle, hem diğer insanların ufuklarını açmış hem de onları kendilerine karşı insaflı davranmaya sevketmiş olacaklardır.


Muhammedî ruh, şefkat ve merhametle yoğrulmuş karakter demektir. Öyle bir karaktere sahip olan insanın, başkalarının şekavetini istemesi mevzubahis olamaz. Hatta, muhatapları nasıl davranırsa davransın, onun mukabele-i bilmisil yapması, kahriyeler okuması ve lanetler yağdırması mümkün değildir. Zira, beşere bu ruhu kazandıran Şefkat Peygamberi, şahsına reva görülen işkenceler, eziyetler ve zulümler karşısında dahi insanların hidayetlerini dilemiştir. Hele kendi ümmeti söz konusu olunca, onların ebedî kurtuluşu hesabına gece gündüz dualar etmiş ve gözyaşı dökmüştür.


Ezcümle; Müşfik Nebî, bir gece hangi işarete ve endişeye binaen, kim bilir nasıl sarsılmıştı ki, sabaha kadar, Hazreti İbrahim’in duası olan, “Ya Rabbî! Doğrusu onlar (putlar) insanların çoğunu saptırdılar. Artık bundan sonra kim bana tâbi olursa, o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, o da Senin merhametine kalmıştır, şüphesiz Sen Gafûrsun, Rahîmsin.” (İbrahim, 14/36) mealindeki ayet ile; Hazreti İsa’nın duası olan, “Ya Rabbî! Eğer onları cezalandırırsan, şüphe yok ki onlar Sen’in kullarındır. Onları affedersen, Aziz ü Hakîm (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sen’sin!” (Mâide, 5/118) mealindeki ayeti tekrar tekrar okumuş, ellerini kaldırıp “Allah’ım! Ümmetimi (mağfiret et), ümmetimi (mağfiret et!)” diye yalvarmış ve ağlamıştı. Bunun üzerine Allah Teala, “Ey Cebrail! Muhammed’e git ve O’na de ki: Biz seni ümmetin hususunda razı edeceğiz ve asla kederlendirmeyeceğiz.” buyurmuştu.


İşte, bizim mesleğimizin esasını da bu duygu oluşturmaktadır; bizim gözlerimizi diktiğimiz ufuk Muhammedî ruhtur. Her Kur’an talebesi ve hizmet aşığı, karakteri itibarıyla olabildiğine ince, fevkalâde narin, bir anne gibi şefkatli; hep mütevazı, mahviyet içinde, yüzü yerde ve herkesi sevgiyle kucaklamaya hazır bir insan olmalıdır. O kendi asrında Muhammedî Ruh’un (aleyhi ekmelüttehâyâ) izdüşümü bir varlık olmaya çalışmalıdır. Evet o, en uzaktakilere bile yakın durmalı ve meclisini, Peygamber meclisi gibi herkese açık tutmalıdır ki, can alıcı hasım ruhlar dahi ellerinde olmayarak kendilerini birden onun şefkat iklimine salıversinler.. bir kere de o atmosfere girenler artık bir daha ayrılmayı düşünmesinler…


Muhammedî ruhun mümessili, ötelerle sağlam irtibat içinde bulunduğu halde, insanlara karşı muamelesinde bu farklılığını hissettirmeyecek kadar muhlis ve mütevazı olmalı; insanlar içinde insanlardan bir insan olarak yaşamalı; onlarla oturup kalkmalı, onlarla yiyip içmeli; bu arada her zaman gönüllere nüfuz etme yolları araştırmalı; “sohbet-i Cânân” deyip sürekli nazarları O’na çevirmeli ve iklimine uğrayan herkese hakiki insan olma ufkunu göstermelidir. O, Cenâb-ı Hakk’ın teveccühünü vifak ve ittifakta görmeli, iftirakı ilahî inayetten mahrum kalmanın sebebi bilmeli ve bu duyguyla hemen herkesle uzlaşmanın, vifak ve ittifakı temin etmenin ve hayatı başkalarıyla paylaşmanın vesilelerini kollamalıdır.


Tabii ki, diğer peygamberlerin hususiyetleri ve yolları da saygıdeğerdir; bütün güzel hasletler enbiya ve rusûlün hepsinde belli ölçüde mevcuttur. Fakat, Muhammedî ruh, farklı bir ufuktur. Onda evrensel bir dinin cihanşümul prensipleri ve topyekün insanları kucaklayıcılığı vardır. Dahası, bu kuşatıcılık sadece Nebiler Serveri Efendimiz’e ve O’nun mesajına mahsustur.


İnsanlığın İftihar Tablosu’nun Ufku


Kâdı Beyzavî, tefsirinin birinci cildinde, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in ufku ile alâkalı olarak şu kıyaslamaları dile getirmektedir:


İsrailoğulları maruz kaldıkları zulümden kaçarken, onları takip eden Firavun ve askerleri iyice yaklaşıp, iki topluluk birbirini görecek hale gelince, Hazreti Musa’nın arkadaşları, “Eyvah! Bize yetiştiler!” dediler. (Şuara, 26/61) Seyyidina Hazreti Musa, “Hayır, asla! Rabbim benimledir ve O muhakkak ki bana kurtuluş yolunu gösterecektir.” (Şuara, 26/62) cevabını verdi. Hazreti Musa’nın “Rabbim benimledir” derken sadece kendi şahsından bahsetmesi ve “yol gösterecektir” buyururken de Arapça’da geleceği ifade için istimal edilen “sin” ilavesini kullanması iki hususu ima etmektedir: Birincisi, demek ki, İsrailoğulları’nın ekserisinde Allah’a güvensizlik, tevekkülsüzlük ve teslimiyetsizlik hâkimdir. İkincisi ise; Hazreti Musa, Cenâb-ı Hakk’ın maiyyetinden emindir ama “Allah mutlaka bizimle beraberdir ve şüphesiz şimdi bir yol gösterecektir.” dememiş; beklediği kurtuluş vesilesinin ileriye matuf olduğunu işaret eder gibi bir üslupla konuşmuştur.


Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz ise, müşrikler tarafından Mekke’den çıkarılıp Sevr Mağarası’na sığındığı esnada, kendisini takip edenlerin gürültülerinin duyulduğu bir anda, Hazreti Ebu Bekir’e “Sen hiç tasalanma, zira Allah bizimle beraberdir” demiştir. (Tevbe, 9/40) Bu ifadede, ileriye matuf bir kurtuluş recası değil, Allah’ın maiyyetinin hâl-i hâzırdaki mevcudiyetine olan inanç; tefviz ve sika ufku söz konusudur.


Ufuk itibarıyla, Rehber-i Ekmel’in bu sözünün Hazreti Musa’nın sözüne çok ciddi bir rüçhaniyeti vardır. Zira, Seyyidina Hazreti Musa’nın yoldakiler adına söylediği sözü, Allah Rasûlü müntehilere verilmiş bir nimet mahiyetinde seslendirmektedir.


Yine, Hazreti Musa, Firavun’un karşısına çıkacağı zaman “Ya Rabbî, genişlet göğsümü, kolaylaştır işimi, çözüver şu dilimin bağını. Ta ki anlasınlar sözümü!” (Tâhâ, 20/25-28) demiştir. Bu dilek, onun talep mevkiinde bulunduğunu ve o kapıya yoldaki bir insan edasıyla teveccüh ettiğini göstermektedir. Ne ki, Hazreti Musa’da bir istek halinde ortaya çıkan bu husus, Peygamber Efendimiz’e Allah’ın bir lütfu olarak, “Biz senin kalbine inşirah vermedik mi?” (İnşirah, 94/1) âyetiyle mevhibe ve minnet ufkunda tecelli etmiştir. Diğer bir ifadeyle, Hazreti Musa’nın (aleyhisselam) Rabbinden istediği inşirah-ı sadr, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’e bir nimet olarak verilmiş ve böylece O’nun şükran duyguları coşturulmuştur.


Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. Bunlar bize hangi ufku paylaştığımızı ya da paylaşmamız gerektiğini göstermektedir. Evet, her devrin bir anlayışı ve her döneme düşen peygamberin kendine has bir ufku olmuştur. Bizim bahtımız da Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz’le gülmüştür. Bu açıdan, durumumuzu ve konumumuzu çok iyi değerlendirerek, nerede ve kimin arkasında bulunduğumuzu tam kavramamız ve ona göre davranmamız gerekmektedir. Bu idrak sayesinde, “Bütün insanlığın gönlüne nasıl gireriz, bağrımızı herkese nasıl açarız, sesimizi-soluğumuzu cihana nasıl duyururuz, Muhammedî ruhun varidâtını ve mevhibelerini başkalarının sinelerine nasıl boşaltırız ve nasıl onları da bu yüce hakikatten haberdâr kılarız?” dememiz, bu soruların cevaplarını arayarak, bu istikamette gayret göstermemiz icap etmektedir.


Hâsılı, Muhammedî ruh, elden geldiğince affetmeyi, kine, nefrete yenik düşmemeyi ve öç alma duygusuna kapılmamayı salıklar ki, zaten sürekli Allah’a doğru yürüyor olma şuurunda bulunanların başka türlü olmaları da düşünülemez. Onlar, oturur kalkar hep başkaları için hayır yolları araştırır, hayır dileklerinde bulunur, ruhlarındaki sevgiyi hep canlı tutmaya çalışır; gayza, nefrete karşı da bitmeyen bir kavga sürdürürler. İşe gönüllerinden başlayarak, her bucakta iyilik, güzellik fidelerinin boy atıp gelişmesine ortam hazırlar ve kimi zaman zehir olsa da, herkesi ve her şeyi şeker-şerbet gibi kabul ederler. Karakterlerinin ana çizgileri haline gelen hilm, silm, merhamet ve mülayemet sayesinde, üzerlerine kinle ve nefretle gelenleri bile tebessümlerle ağırlar ve en mütecaviz orduları sevgi ve şefkatin yenilmeyen gücüyle püskürtürler. Şu kadar var ki, başkalarına saygılı oldukları kadar onurlarına da düşkündürler; müsamaha, şefkat, mülâyemet ve inceliklerinin bir zaaf şeklinde yorumlanmasına asla müsaade etmezler; zira onlar, gerekirse, bir an bile tereddüt yaşamadan, hayatı istihkâr edebilecek bir ruh yüceliğine sahiptirler.