Melekler ve Melekleşme Ufku

Melekler ve Melekleşme Ufku
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Kur’ân-ı Kerim’de melekler pek çok yönleriyle nazara
veriliyor. Meleklerin hâl ve vasıflarının anlatılmasında hangi maslahat ve
hikmetler söz konusu olabilir?

Cevap: Meleklerin özellik ve hususiyetlerinin
anlatıldığı âyet-i kerimelere dikkat edildiğinde, bu nuranî varlıkların;
Allah’ın bütün emirlerini kusursuz bir şekilde yerine getirdikleri, O’na karşı
tasavvur edemeyeceğimiz ölçüde havf u haşyetle dopdolu oldukları, devamlı
surette O’nu tenzih, tesbih ve takdis ettikleri, ibadet ü taate bıkkınlık
göstermeyip ubudiyetlerini tevazu, mahviyet ve saygıyla eda ettikleri gibi
özelliklerin öne çıktığını görürüz. Mesela onların bu vasıflarının anlatıldığı
bir yerde;

لاَ
يَعْصُونَ اللهَ مَا أَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ


Onlar asla Allah’a isyan etmez ve kendilerine verilen bütün emirleri tam
olarak yerine getirirler.”
(Tahrim, 66/6) buyurulurken, başka bir âyet-i
kerimede bu temiz, günahsız ve masum varlıkların Allah karşısındaki tavırları;

فَالَّذِينَ
عِنْدَ رَبِّكَ يُسَبِّحُونَ لَهُ بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَهُمْ لاَ يَسْأَمُونَ

Rabbinin nezdinde olan melekler, gece gündüz O’nu
tenzih, tesbih ederler ve asla bıkkınlık göstermezler.”
(Fussilet, 41/38)
ifadeleriyle anlatılır. Nahl Sûresi’nde ise; “

يَخَافُونَ
رَبَّهُمْ مِنْ فَوْقِهِمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ


Üstlerindeki Rabbilerinden korkarlar ve emredildikleri şeyi harfiyen yerine
getirirler.”
âyet-i kerimesiyle onların Cenâb-ı Hakk’a karşı tahayyül ve
tasavvurumuzu aşkın şekildeki haşyetle dopdolu hâlleri nazara verilir.


Melekler bir taraftan ibadet ü taate karşı işte bu şekilde engin ve derin bir
zevk duyarken diğer taraftan münkerata karşı da ciddi bir tiksinti içindedirler.
Kamil imanın anlatıldığı şu hadis-i şerifi bir mânâda onların tabiatlarının bir
şerhi olarak da okuyabiliriz. Söz konusu hadis-i şerifte İnsanlığın İftihar
Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

ثَلاثٌ
مَنْ كُنَّ فِيهِ وَجَدَ بِهِنَّ حَلاَوَةَ الإِيمَانِ : أَنْ يَكُونَ اللَّهُ
وَرَسُولُهُ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِمَّا سِواهُمَا، وأَنْ يُحِبَّ المَرْءَ لا
يُحِبُّهُ إِلاَّ للَّهِ، وَأَنْ يَكْرَهَ أَنْ يَعُودَ في الكُفْرِ بَعْدَ أَنْ
أَنْقَذَهُ اللَّهُ مِنْهُ، كَمَا يَكْرَهُ أَنْ يُقْذَفَ في النَّارِ

Üç şey vardır ki, onu yaşayan imanın tadını tatmış
demektir: Allah ve Resûlü’nü, her şeyden ve herkesten daha fazla sevmek..
sevdiğini sadece ve sadece Allah rızası için sevmek.. Allah Teâlâ hazretleri
kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra küfre tekrar dönmeyi, ateşe
atılmanın ürperticiliğinden daha ürpertici ve tehlikeli görmek.”
(Buhârî,
Îmân 9; Müslim, İman 67) Demek ki insan; küfür, dalâlet ve sapıklıktan
kurtulduktan sonra yeniden o çirkef ve karanlık atmosfere dönmeyi Cehennem’e
dönme gibi kerih görmedikçe imanın tadını hakiki mânâda tatmış olmaz. İşte
burada sıradan bir inanmanın ötesinde, iz’an dediğimiz aksine ihtimal vermeyecek
şekilde imanı içine sindirme, onu içselleştirme; küfür, dalâlet, isyan ve günaha
karşı da tiksinti içinde olma ve bu hâli tabiatının gerçek rengi hâline getirme
gibi farklı bir derinlik söz konusudur. Hadis-i şerif, böyle iz’an sahibi bir
kimsenin ezvak-ı ruhaniye ve ezvak-ı kalbiyeyi bütün derinliğiyle duyabileceğine
işaret ediyor ki, işte melekler yaratılışları itibarıyla bu enginlik ve
keyfiyette olan varlıklardır.


Meleklerin özellik ve hususiyetlerine bu şekilde işaret nev’inden kısa bir
temasta bulunduktan sonra sorunuzdaki esas unsur olan hikmet ve maslahat
mevzuuna geçebiliriz.


İnsanın Melekût Yönü


Bilindiği üzere insanın bir mülk bir de melekût yanı vardır. Yani onun fiziğe
ait bir yanı olduğu gibi fizik ötesine açık bir mahiyeti de vardır. Evet onun,
bir taraftan behîmî hisler, şehvetler, gazaplar, kinler, nefretlerden ibaret
hayvanî bir yanı, diğer taraftan da iz’an, irfan, mârifet, muhabbet, kulluk ve
tevazu gibi melekî bir cenahı söz konusudur. İşte insanın, potansiyel
insanlıktan hakikî insan olma ufkuna yükselmesi, mahiyetinde bulunan bu meleklik
yönünü inkişaf ettirmesiyle mümkün olacaktır. Yoksa cismaniyetine bağlı kaldığı,
hayvaniyetinin güdümünde yaşadığı; yani yiyip içip yan gelip kulağı üzerine
yattığı sürece o, mülk âleminin dar çerçevesi içinde sıkışır kalır; kalır da
ahsen-i takvîm sırrına mazhar bir varlıkken hayvanlardan da aşağı bir duruma
düşer. Fakat o, hayvaniyetten çıkıp cismaniyeti bırakırsa yani nefsanî, hayvanî
ve cismanî kâzurattan temizlenerek Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i ilâhiye, evsaf-ı
sübhaniye ve şuun-u rabbaniyesinin nurlarıyla tenevvür ederse farklı bir
mahiyete erer, farklı bir mahiyet kazanır.


İşte âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerde meleklerin bu ölçüde zikredilip
nazara verilmesinin hikmetlerinden biri, insanda potansiyel hâlde bulunan bu
melekiyet yanını harekete geçirmek, tetiklemek, neşv ü nema bulmasını sağlamak
ve böylece onu melekleşme ufkuna ulaştırmaktır. Evet meleklerin hâli, nazara
verilmek suretiyle melekleşmeye bir teşvik ve çağrı yapılmakta, mahiyetimizde
meknî bulunan melekûta ait hususiyetleri inkişaf ettirmemiz istenmektedir.


Melekler ve Sonsuzluk Duygusu


Biraz önce de ifade edildiği üzere insan beden ve cismaniyetin dar
çerçevesinde kalır, âlem-i melekûta açılmazsa, tıpkı çuval içinde kalıp neşv ü
nema vetiresine girmeyen ve böylece yalnız başına yok olup giden bir tohum gibi
olur. Böyle bir tohumda çoğalma, artma ve bereketlenme söz konusu olamayacağı
gibi, mevcut hâliyle kaldığı müddetçe onun için çürüme ve yok olma mukadder
demektir. Fakat o tohum ne zaman ki toprağın altına girer ve neşv ü nema
sürecine dahil olursa, sümbüle, derken oradan başağa yürür, başak başakları
netice verir ve Allah’ın izniyle, bir tek tohum ambarlar dolusu buğdaya dönüşür.
Aynen bunun gibi insan, maddiyatın dar mahpesinde kurtlanıp çürümek için değil
sonsuzluğa yürümek için var edilmiştir. Bu sebeple onun mutlaka mahiyetinde
mündemiç bulunan ebedilîği duyup hissetmesi, ölümsüzlüğe uyanması, uyanıp kalb
ve ruhunu sonsuzluğa yönlendirmesi gerekir. İşte insanın bütün bunları kendi
içinde duyup hissedebilmesi, hissedip gerçekleştirebilmesi için meleklerin
Allah’la olan daimî münasebetleri, aktif, canlı ve kesintisiz kulluk hâlleri
nazara verilmiştir. Çünkü Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bize, Miraç
yolculuğu esnasında her geçtiği yerde oraya ait melekler topluluğunu kullukla
bütünleşmiş bir vaziyette müşâhede ettiğini ve kimisi rükûda, kimisi secdede ve
kimisi kıyamda olan bu meleklerin yaratıldıkları günden beri hep aynı ibadet
şekliyle Rabbilerine arz-ı ubûdiyette bulunduklarını bildirmektedir. İşte
onların bu kesintisiz kullukları, Allah’la olan bu daimî münasebetleri bizim
için canlı ve hayattar ebedî bir varoluşa çağrı gibidir.


Melek Enginliği ve Öteler


Melek enginliği ve derinliği içinde ahiret âlemini duyup hissetme mevzuuna
geçmeden önce ötelerle alâkalı bir mülâhazamı ifade etmek istiyorum. Şöyle ki,
ahiret âleminde cismaniyetimizin ne keyfiyette olacağını tam olarak bilemiyoruz.
Bu mevzuda kelamcıların ve usûlüddin ulemasının mütalâaları başımızın tacıdır.
Onlar, Kur’ân ve Sünnet’te ortaya konan meselelere imanın gereği olarak,
nassları o günkü anlayışları içinde yorumlamış ve o istikamette deliller
serdetmişlerdir. Onların mütalâalarına bir şey diyemeyiz. Ancak ahirette sahip
olacağımız vücudun mahiyeti hakkında kesin bir şey söylemek oldukça zordur.
Allah (celle celâluhu) bizi bu âlemde atomlar, elektronlar, nötronlardan veya
bunların ötesinde eterden/esirden yarattıysa, ahirette de bizi eterin/esirin
ötesinde ve bunlara esas teşkil edecek olan daha farklı bir unsurdan, –ona da
madde diyeceksek– daha farklı bir maddeden yaratabilir. Bu açıdan “Ahirette de
muhakkak bugünkü bildiğimiz mânâda etimiz, kemiğimiz olacak, orada da oksijen
soluklayacak ve karbondioksit ifraz edeceğiz, şöyle yiyip içeceğiz…” gibi
şeylerle meseleye sınır koyabilmemiz mümkün değildir. Çünkü oradaki hususiyetler
bu dünyaya hiç benzemiyor, orada her şey çok farklı bir şekilde cereyan edecek.
Mesela Cennet’te ıtrahat ve –ihtimal zevk için uyuma olsa bile– yorgunluğa bağlı
uyuklama ihtiyacı olmayacak. Bu sebeple bizim âhiret âlemiyle alâkalı âyet ve
hadislerdeki ifadeleri ıtlaka bağlayıp ötelerin mahiyet ve keyfiyeti hakkında
kesin ve net beyanda bulunmaktan kaçınmamız gerektiği kanaatindeyim. İşte
“tasavvurumuzu aşkın” o ahiret âlemini bütün buud ve derinlikleriyle duyup
hissetme, zevk alıp yaşama keyfiyetimiz bu dünyada melekût yönümüzü inkişaf
ettirmemiz ölçüsünde olacaktır. Melekler ise tabiatları icabı bu dünya şartları
içinde de bu enginlik ve derinlikte olan varlıklardır. Çünkü o nuranî
varlıkların akisleri, kendileri gibi hakikidir. Aynaya aksettiği zaman,
hakikatiyle akseder. Bu sebepledir ki Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadeleri
içinde, “Meselâ, Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm, Dıhye suretinde huzur-u
nebevîde bulunduğu bir anda, huzur-u ilâhîde, haşmetli kanatlarıyla Arş-ı
Âzam’ın önünde secdeye gider, hem o anda hesapsız yerlerde bulunur, evâmir-i
İlâhiyeyi tebliğ ederdi. Bir iş bir işe mâni olmazdı”.
Bu açıdan nurdan
yaratılan meleklerin hayatları boyunca mazhar oldukları hususiyetlere bizler
melekût yönümüzü inkişaf ettirdiğimiz seviyede ahiret âleminde mazhar olacağız.
Bir mânâda Cennet’teki mahiyetimiz melekler gibi olacak. Bunun tezahürü olarak
da Cennet’te aynı anda çok farklı nimetlerden faydalanma imkânı bulacağız.
Mesela, bir taraftan Cuma yamaçlarında Cenab-ı Hakk’ın cemal-i bâ-kemalini
müşâhede ederken, aynı anda Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında
O’na takdim edilen maide-i semaviyeden istifade edecek ve O’nun huzurunda
olmanın verdiği insibağı yaşayacağız. Belki de, binlerce yıllık mesafelerin
Miraç’ta Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) için dürülüp tayyedilmesi gibi,
Cennet’te de binlerce nimeti aynı anda duyup hissedeceğiz. İşte bütün bunlar
melekliğe ait hususiyetlerdir.


Hâlbuki bizim şu dünyada cismaniyetimiz itibarıyla paylaştığımız bir
atmosfer, yaşadığımız bir ortam vardır ki, hareket alanımız oldukça sınırlıdır.
Mesela elimizi uzattığımız zaman ancak yanımızdaki insana temas edebiliriz. Çayı
elimize alıp içmemiz, yemeğimizi yememiz, oturmamız, kalkmamız hep dar daireli,
dar alanlı ve dar çerçeveli hareketlerdir. Fakat Cennet’te, tıpkı dünyada bazı
ebdâllara müyesser olduğu gibi bir anda bin farklı yerde bulunabiliriz. Mesela,
aynı anda rahmaniyet, rahimiyet, rezzakiyet ufkundan Cenâb-ı Hakk’ı müşâhede
edebiliriz. Nuranî ve melekî yapımızla arzu ettiğimiz her yerde O’nu
duyabiliriz. İşte bu sırdan dolayıdır ki, Cennet’in bir saatlik hayatı dünyanın
binlerce sene mes’udane hayatına tereccüh ediyor. Çünkü orada binlerce seneyi
dürüp bir kitap gibi aynı anda duyabilme imkânını elde ediyoruz. Görmemiz de
dünyadaki gibi, üç buudlu, dört buudlu veya beş buudlu değil, belki yüz buudlu
olacak ve biz bir şeyi aynı anda yüz buuduyla görüp hissedebileceğiz. İşte
Kur’ân-ı Kerim’de meleklerin ahval ve evsafının anlatılmasıyla, bu dünyada
melekleşme yolunda yürüyenlerin ahiret âleminde o ufku paylaşacağına işaret
ediliyor ve âdeta onların akıbet-i mukaddere veya akıbet-i muhakkakasına iş’arda
bulunuluyor.


Rehber-i Ekmel Efendimiz ve Melekleşme Ufku


Esasında Nebiler Serveri’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) lâlugüher sözleri
ve pür-nur hayatı insan tabiatının melekleşme hâlini en çarpıcı ve canlı
misallerle ortaya koymaktadır. Mesela O (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir
hadis-i şeriflerinde; “Allah her nebiye bir arzu, istek ve şehvet vermiştir.
Bana gelince, benim şehvetim, gece namaz kılmaktır.”
(Taberânî,
el-Mu’cemü’l-kebîr, 12/84) buyurmaktadır. Demek ki, bizim yeme, içme ve daha
başka cismanî şeylere karşı duyduğunuz arzu, iştiha ve şehevanî duygular nasıl
tabiatımızın bir parçası ise, Peygamber Efendimiz’in (aleyhi ekmelüttehâyâ
vetteslimât) ibadet ü taata olan düşkünlüğü de O’nun tabiatının bir gereğiydi.
Evet itaat ve kulluk O’nun tabiatı haline gelmişti. Çünkü O (sallallâhu aleyhi
ve sellem) baş döndüren ibâdet, ubûdiyet ve ubûdetiyle melekûtî yanını
derinleştirip enginleştirmişti. Fıtratında mündemiç bulunan nüve ve çekirdekleri
inkişaf ettirmişti. Hazreti Bûsîrî’nin ifadesiyle Hazreti Muhammed Mustafa
(aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) bir beşer olarak bizim aramızda bulunuyordu,
ancak O herhangi bir beşer gibi değildi. Evet O, kendini aşmıştı; ayakları mülk
âlemindeydi ama melekût âleminin üveykiydi.


İşte Nebiler Serveri’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) asliyet planında
yaşadığı bu melekleşme ufku zilliyet planında bizim için de söz konusudur.
Elverir ki Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’da meleklere has zikredilen ahval
ve evsafı biz de örnek alıp onları hayatımıza tatbik edelim ve o yolda sa’y u
gayrette bulunalım.