Kur’ânî Akıl ve Fonksiyonları

Kur’ânî Akıl ve Fonksiyonları
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Din-i mübîn, aklı olanı muhatap alıyor ve mükellefiyet için akıl sahibi olmayı şart koşuyor. Diğer taraftan aklı her şey kabul eden anlayış ve ekollerin tarih boyu değişik inhiraflara sürüklendiği görülüyor. Bu noktada bir mü’minin akla ve aklın fonksiyonlarına bakışı nasıl olmalıdır?


Cevap: Aklın fonksiyon ve sınırları, geçmişten bugüne İslâm dünyasında farklı mülâhaza ve yorumlara tâbi tutulmuş bir husustur. Meselâ aklı her şey kabul eden Mutezile ekolü akla haddinin üstünde değer atfetmiş ve ona haddinin üstünde fonksiyonlar yüklemiştir. Günümüzde de, Müslümanlığın hakikatini ancak ehl-i itizalin anladığını, aklın gerçek değerini onların kavradığını ifade ederek, itizal düşüncesini benimseyen Neo-mutezile diyebileceğimiz şahıs ve ekoller vardır. Bunlar, vahy-i semavînin yanında, aklı, edille-i şer’iye içinde yer alan ikinci bir kaynak olarak görmüş ve böylece ona götürebileceğinin üstünde bir yük yüklemişlerdir.


Diğer taraftan İmam Muhasibî, akıl ve mantığa, Kur’ânîlik tabirini ilave ederek “Kur’ân aklîliği” demiş ve akıl için bir kısım sınırlar belirleme yoluna gitmiştir ki, akıl için esas olan da budur. Evet, eline bir kısım kıstaslar verildikten sonra onları değerlendirme ve yorumlama mevzuunda akla hak ve imkân bahşedilmeli ve böylece ona götürebileceği bir yük yüklemelidir. Aksi takdirde hakâiki keşfetme, hakikatü’l-hakâika ulaşma gibi mevzuları akla emanet edenler, bu ağır yükü onun omuzları üzerine yükleyenler akla hıyanet ettikleri gibi, hakikate de hıyanet etmiş olurlar. Çünkü akıl, bir yönüyle zahiri eşyayı değerlendirmede, bazı pozitivist mülâhazalar ileri sürmede, natüralizm çerçevesinde bazı hususları ele almada bir kısım fonksiyonlar eda edebilse de, fizikî dünyanın verasında, hakikat-i esma, hakikat-i sıfât, hakikat-i ulûhiyet gibi bir mü’min için çok önem arz eden metafizik dünyaya ait mevzularda, aklın tek başına söz söylemesi mümkün değildir. Aynı şekilde bu âlemin, tebeddül ve tagayyür ederek farklı bir elvan ve eşkâlle yeniden insanların karşısına çıkması, değişerek insanlara avdet etmesi gibi mevzularda da akıl, tek başına yetersiz kalır. Çünkü akıl, kâinatta hâkim olan tekvînî emirlerin yani Allah’ın vaz’ ettiği kanunların ıttıradına, âdet-i ilahiyenin yeknesak hareket etmesine bağlı olarak, bildiği bazı şeylerden bilmediklerine intikal edebilir. Fıkıh sahasında icra edilen kıyas gibi, mevcut kanunları “makîsun aleyh” yaparak belli sonuçlara ulaşabilir. Fakat dünyevî kıstaslar içinde ele alınması mümkün olmayan Zât-ı Baht, Zât-ı Bari, Zât-ı Vacibü’l-Vücud’a giden yol gibi bir kısım hakâik vardır ki, bunların akılla izah edilmesi mümkün değildir. Akıl bu mevzua sadece mücerred mânâda ulaşabilir. Meselâ Hz. Ömer’in amcası Zeyd b. Amr gibi fetret ehli insanlar, bu kâinatı yaratan bir zatın varlığına inanmış, ancak “O Zât kimdir, tasarruf dairesi nedir, O’na nasıl ibadet edilir?” gibi sorulara cevap bulamamışlardır.


Aktif Akıl


Elbette ki, İslâm akla kendi kamet-i kıymetine göre bir değer ve önem atfetmiştir. Kur’ân-ı Kerim birçok yerde doğrudan doğruya aklın kendisine göndermede bulunmuştur. Meselâ bir yerde

أَفَلَا يَعْقِلُونَ

(Yasin sûresi, 36/68) ifadesiyle, şimdiki ve gelecek zamana delalet eden bir kip kullanarak meseleyi beyan buyurmuştur. Yani “Bugün ve yarın akletmezler mi, akıllarını kullanmazlar mı?” çerçevesinde akla bir fonksiyon yüklemiş ve böylece aklın sürekli aktif hâlde bulundurulmasına dikkat çekmiştir ki, bu da akla verilen ehemmiyetin ifadesi demektir.


İslâm’ın akla verdiği değeri ifade eden bir diğer husus da, aklı mükellefiyetin temel ve esası saymasıdır. Öyle ki, aklı olmayan, ne yaptığını bilmeyen, önünü arkasını tefrik u temyiz edemeyen kişi dinî ahkâmla mükellef tutulmamıştır. Mükellef konumunda bulunma, bu dünyada bir kısım esrarın sırlı anahtarı olduğu gibi ahiretin de kapılarını açan bir anahtardır. İşte bütün bunlar akla yüklenen çok önemli fonksiyon ve vazifelerdir.


Müstakim Çizgi


Fakat bu noktada, kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye gibi, ifrat ve tefritleri ortaya konarak, kuvve-i akliyeye de sırat-ı müstakîm yolu gösterilmelidir. Meselâ, eğer insanda bir gazap, karşı koyma ve başkaldırma hissi olmasa, haremgâhının çiğnenmesi, gözünün önünde zulüm ve tecavüzlerin irtikâp edilmesi durumunda dahi o, bir gayret-i insaniye, bir gayret-i diniye ve bir gayret-i namusiye izhar edemez. Evet, kendini salmış ve bu hislerden mahrum kalmış bir insan, gözünün önünde bohemlik yapılması durumunda dahi o bohemliğe göz yumar. Dolayısıyla bir taraftan bazıları ateşe koşan kelebekler gibi şehevat-ı nefsaniyelerinin peşinden koşarken, beri tarafta diğerleri de bu tablo karşısında sükût etmek suretiyle dilsiz şeytan konumuna düşmüş olur. Bu açıdan kuvve-i gadabiyenin Allah’ın vaz’ettiği kanunlar çerçevesinde önemli bir yeri vardır. İsterseniz buna “Kur’ânî gadab” da diyebilirsiniz. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de:

وَغَضِبَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ وَلَعَنَهُمْ وَأَعَدَّ لَهُمْ جَهَنَّمَ وَسَۤاءَتْ مَصِيرًا

Allah, onlara gazap etmiş, lânetlemiş ve onlara Cehennem’i hazırlamıştır. Ne kötü yerdir orası!” (Fetih sûresi, 48/6) buyurmak suretiyle gazaplandığını (yani gazabın gereği neyse onu yaptığını) ifade buyurmuştur. Bu açıdan diyebiliriz ki, zulüm, tecavüz ve haksızlıklar karşısında iradenin hakkını verme mânâsında insanda mutlaka gazap hissinin olması gerekir.


İşte Kur’ân tarafından kabullenilmiş bu çerçevedeki bir kuvve-i gadabiyeye sahip olan insan, başkaldıracağı yerde başkaldırmasını bilir; dik durması gerekli olduğu yerde dik durur; kendini ifade edeceği yerde kendini ifade eder ve değerlerine saygıda asla kusur göstermez. Bütün bunlar gazap mevzuunda dikkat edilmesi gereken hususlardır. Kendini salıp bu ölçülere dikkat etmeyen bir insanın ise ölüden farkı yoktur. Onun için Hz. Pir bir yerde: “İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Tâ ki, hakikat-i İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvüc-sâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!” demiş ve bu tür insanlara ölü nazarıyla baktığını ifade etmiştir. Evet, başkaldırması gerekli olan şeylere baş kaldırmayan, en azından rey çerçevesinde orada varlığını ispat etmeyen tepkisiz, reaksiyonsuz insanların varlığıyla yokluğu arasında fark yoktur. Merhum Mehmet Âkif de bu mevzuda korkunç bir tefrite düşen ve kendini salan insanların hâlini şu mısralarıyla dile getirir:



“Ey dipdiri meyyit, “İki el bir baş içindir.”
Davransana… Eller de senin, baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana… Sen böyle değildin.
Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz?”


Kuvve-i gadabiyenin tefritinin komplikasyonları olduğu gibi, ifratının da kendine göre değişik komplikasyonları vardır. Birdenbire öfkesine kapılma, akl-ı selimi, dinin emir ve yasaklarını göz ardı ederek hissiyatla hareket etme de gadabın ifrat hâlidir. Meselâ, günümüzde canlı bombalarla masum insanların üzerine gitme gazap duygusundaki ifratın bir sonucudur. Hâlbuki dinimizde zulüm ve haksızlıklara karşı koymanın, onlarla mücadele etmenin belli kural ve kanunları vardır. Fakat bakıyorsunuz bir şahıs kalkıp çok rahat kendi kendine ilan-ı harp edebiliyor. Tabiî, ondan sonra öyle bir vahşet irtikâp ediliyor ki, bu tablo karşısında içimize kan damlıyor, İslâm’ın dırahşan çehresi karartılıyor. İşte acı acı müşâhede ettiğimiz bu komplikasyonlar kuvve-i gadabiyenin ifratı neticesinde ortaya çıkmıştır. Bu acı tablo karşısında bize düşen de dinimizin gerçek hüviyetiyle tanınıp bilinmesi için bütün ceht ve gayretimizi ortaya koymak olmalıdır. Evet, insanlığa yeniden doğruyu anlatma, “İslâm bu değildir!” deme ve canlı bombalarla kendini ve masum insanları katletme gibi bir anlayışın bu dinde yerinin olmadığını ifade etme, bir mü’min olarak boynumuzun borcudur.


Diğer taraftan kuvve-i şeheviye de insanda bulunan önemli hislerden birisidir. Allah (celle celâluhu) Kur’ân-ı Kerim’de bu hakikati kabul ettiği gibi, sünnet-i sahiha da bunu tarsin buyurmuştur. O sebeple bu hissi bütün bütün görmezlikten gelme, akâmet ve hasûrluk demektir ki, böyle bir yaklaşım Kur’ân ve Sünnet’e terstir. Zira Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) buyuruyor ki:

تَنَاكَحُوا تَكْثُرُوا فَإِنِّي أُبَاهِي بِكُمْ اَلْأُمَمَ يَوْمَ الَقِيَامَةِ

Evlenin, çoğalın, zira ben, kıyamet gününde sizin çokluğunuzla iftihar ederim.” (Abdürrezzak, Müsannef, 6/173) Dolayısıyla Kur’ân’ın araladığı kapının önünün kesilmemesi ve meselenin Kur’ân’ın gösterdiği disiplinler içinde değerlendirilmesi çok önemlidir. İsterseniz siz buna da “Kur’ânî şehevîlik” diyebilirsiniz. Gerçi “Kur’ânî akıl” tabirini kullanan İmam Muhasibî, bu kuvveler için böyle bir şey dememiştir. Ancak “Kur’ânî gadabîlik”, “Kur’ânî şehevîlik” hatta “Kur’ânî hırs”, “Kur’ânî rekabet” gibi kavramların kullanılmasında bir mahzur olmasa gerek. Nitekim Hz. Pir, insanda bulunan duyguların her birerlerinin bir “gayet’ül gayât’ının olduğundan bahsediyor. İşte asıl mesele, insanın fıtratına yerleştirilen bu duyguları gaye-i kusvalarına yönlendirebilmektir. Meselâ insanda bir ebedî yaşama arzusu ve bir tûl-i emel hissi vardır. Bu duyguların esas tevcih edilmesi gereken yer ise ahiret âlemidir. Çünkü bu dünya sınırlıdır. Gelen gidiyor, konan göçüyor. Bu açıdan ebediyet arzusunun fanî dünyada tatmin edilmesi mümkün değildir. İşte akıl da bu kategori içinde ele alınmalı ve ifrat ve tefritlere girilmeden onun Kur’ânî yanı öne çıkartılmalıdır. Bunun ötesinde akla taşıyamayacağı, altında kalıp ezileceği bir sorumluluk ve mesuliyet yüklememelidir.


Aklın Fonksiyonları ve Hikmet


Aynı zamanda Kur’ân-ı Kerim’de farklı âyet-i kerimelerde ele alınan tezekkür, tefekkür ve tedebbür gibi aklın diğer ürün ve fonksiyonları da iyi kullanılmalıdır. Meselâ tedebbür, bir şeyin mebde ve müntehası veya sebep ve sonucu arasında gelgitler yapıp mekiğin dokunması ve bu şekilde bir sonuca varma, bir ürün elde etme ameliyesidir. Yani, işin, bir başına, bir de sonuna bakma, sonra başıyla sonu arasında münasebetler kurma ve ona göre bir dantelâ ortaya koyma demektir tedebbür. Bu yönüyle o, akla ait önemli bir fonksiyondur. İşte aklın bu tür tâlî yanları, derinlikleri ve farklı buutları vardır ki, bunların iyi değerlendirilmesi, dinimizde teslimiyet anlayışına zıt olmadığı gibi, dinin bir emridir.


Evet, Kur’ân akla değer veriyor. Onsuz mükellefiyet olmuyor. Akıl olmadan tezekkür, tefekkür ve tedebbürden bahsedilemez. İçtihad ve istinbata açık alanları doldurma ancak akıl yoluyla gerçekleşir. Fakat akla bütün bunların üstünde bir konum verdiğiniz zaman onu gülünç duruma düşürürsünüz. Biz günde kırk defa namazlarımızda

اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ

derken Cenâb-ı Hak’tan bizi itidal ve adalet yoluna hidayet buyurmasını niyaz ediyoruz ki, akıl mevzuunda ifrat ve tefrite düşmeme de buna dâhildir.


Zira hak ve hakikate ulaşmada bir alet konumunda bulunan akıl; tefekkür, tezekkür ve tedebbür gibi olumlu şeylerde kullanıldığı gibi, demagoji ve diyalektikte de kullanılabilir. Birisi bir şey dediğinde hemen ona bir laf yetiştirme, lafını ağzına tıkama, ağzına fermuar vuruyor gibi sesini kesmeye çalışma aklın ifratıdır. Yapılması gereken ise, Kur’ânîliğe bağlılıkla, insana saygının gereği olarak durulması gerekli olan yerde durmasını bilmektir. Gözünü bir makam ve mansıba diken, bir menfaat ve paye elde etme peşinde koşan veya elde ettiklerini korumayı düşünen bir kimsenin karşı tarafı yıkmaya matuf diyalektik ve demagoji içeren lafları aklın ifratta kullanılmasının sonucudur.


Aklın suistimal edilmesi, olumsuz şeylerde kullanılması ve onda ifrata gidilmesi, aklın ürünsüzleştirilmesi demektir. Oysaki, mü’minin bir saat tefekkürü bir senelik ibadet hükmündedir. Bundan dolayı tefekkür, mü’mine gösterilen iki hedeften birisi olmuştur. Yani onun sükûtunda tedebbür, tezekkür ve tefekkür olmasına karşılık, konuşmasında da hikmet vardır. Hikmet, eşya ve mavera-i eşyaya ait hakikatin ortaya konması demektir. Zaten sükûtunda tedebbür, tezekkür ve tefekkür olmayan, eşya ve hâdiseleri hallaç etmeyen, içinde bulunduğu zamanı doğru okumayan, kısaca sistemli ve disiplinli bir düşünce ameliyesine sahip olmayan insanın ortaya hikmet adına bir şey koyması da mümkün değildir. Bu açıdan olumlu düşünceler, tedebbürler, tezekkürler, tefekkürler gerçeği bulma, doğru yorumlara ulaşma ve bir yönüyle kanaat önderi olma mevzuunda vazgeçilmez esaslardır. Zaten büyükler de hayatlarını hep bu anlayışa göre disipline etmişlerdir. Zira onlar on defa düşünmüş, bir defa konuşmuşlardır. Cenâb-ı Hak da hikmetle onları serfiraz kılmıştır. Evet, O buyuruyor ki;

وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا

(Bakara sûresi, 2/269) Bir insana hikmet verilmişse, yani mâvera-i tabiata ait hakikatleri okuyabiliyor, eşya ve hâdiseleri hallaç edebiliyor, yollar vurup hakikatü’l-hakâika yürüyebiliyorsa işte o insana çok önemli hayırlar verilmiş demektir.