Kur’an Kültürü ve Sahabe

Kur’an Kültürü ve Sahabe
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Kur’an kültürünün oluşmasında
sahabenin rolü nedir?

Cevap: Sorunun cevabına
geçmeden önce bir hususa dikkatlerinizi çekmek isterim;
Kur’an ve sahabe söz konusu olduğunda bunu mutlak anlamda
kültür olarak değil de bir sıfat ilavesiyle “Saf Kur’an
Kültürü” şeklinde adlandırmanın daha doğru olacagını
düşünüyorum. Çünkü; murad-ı ilahînin bir milletin duygusunu-düşüncesini
yönlendirmesinde; onun hemen her meselenin anlaşılması
ve her problemin çözümü için müracaat edilecek dupduru
bir kaynak halinde kabulünde sahabinin eşi-menendi yoktur.
Onlar her anlarında, hatta oturma, kalkma, yeme, içme
gibi en tabii insanî hallerinde bile Kur’an yörüngeli,
murad-ı ilahî eksenli bir hayat yaşamışlardır.

Şöyle denilebilir: Sahabe günlük hayatlarının
devamı adına gerekli olan icmalî bilgiyi iman haline
getirmiş, o şekilde algılamış ve benliklerine mal etmişler.
Sonra bu imanlarını tefekkürle açarak daha geniş bir
ilmî çerçeve içine almışlardır ki buna ikinci derecede
bir ilim veya marifet haline gelmiş bilgi denebilir.
İşte bu bilgi, sahabeyi Allah’a kurbetleri oldukça derin
insanlar haline getirmiştir. Tabiin ve tebe-i tabiin
döneminde de büyüklüklere açık, hatta o büyüklük ufkunu
yakalamış olan nice insanlar vardır ama hiçbirisi Kur’an’ı
sahabe ölçüsünde saf ve duru olarak anlayamamış, hayatlarına
mal edememiş, hepsinden önemlisi şuur altı müktesebat
haline getirememişlerdir.

Bu ufka ulaşmada sahabenin, Kur’an’ın
her zaman her zemin ve her konuda yeterliliğine inanmış
olmalarının büyük rol oynadığına inanıyorum. Kanaatim
o ki, bu ölçüde bir saf Kur’an kültürünün temin ve temsili
onlardan sonra kimseye nasip olmamıştır.

Aklınıza şöyle bir soru gelebilir:
Sahabe fetih sürecinde tanıştıkları dış kültürlerden
hiç mi etkilenmemiştir? Ölünceye kadar o seyri hep muhafaza
mı etmişlerdir?

İçlerinde elbette etkilenenler olmuştur.
Fakat genelde Sahabe-i Kirâm, Allah Rasulu (sallallahu
aleyhi ve sellem) ile beraberliklerinden olsa gerek
inandığı şeye çok iyi inanmış ve inandığı değerleri
bozacak şeyleri o müthiş feraset ve marifetleri ile
hemen ayırt edebilmişlerdir. Aslında bu noktada da sahabeye
ait bir farklılık hemen göze çarpmaktadır. Ehlinin malumu
olduğu üzere psiko-sosyologların bir tesbiti vardır:
“Galip milletler çok defa coğrafî açıdan genişler ama
temelde ruh ve kültür dünyaları açısından işgale uğrarlar.”
Yani fethettikleri ülkelerdeki hakim kültürün etkisi
altında kalırlar. Sahabe-i Kirâm bu genel tesbitin dışındadır.
Onlar çok azı müstesna bırakın fethettikleri yerlerin
kültürlerinin tesirinde kalmayı kendi kültürlerinin
taşıyıcılığını ve temsilciliğini yapmışlardır o diyarlarda.

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve
sellem) “Hayru’l-kurûni karnî ellezî ene fîhi, sümme’llezî
yelûnehum sümme’llezî yelûnehum – En hayırlı asır öncelikle
benim içinde bulunduğum şu asırdır; sonra onu takip
eden, sonra onu takip eden asırdır.” hadisine bir de
bu zaviyeden bakmak lazım.

Evet, Sahabe-i Kiram Kur’an’ın Allah’tan
geldiğine aksine ihtimal vermeyecek şekilde inanıyor
ve ona çok güveniyorlar. İşte bu inanç ve güven Kur’an’ın
hakiki anlamda temel kaynak halinde algılanmasının nedeni
oluyor. Karşılarına çıkan en küçük problemlerde bile
hemen o kaynağa yöneliyorlar. Böylece saf Kur’an kültürü
oluşuyor. Mesela, Seyyidina Hazreti Ömer evlilik akdi
esnasında tesbit edilen mehir miktarı hakkında üst sınır
belirlenmesi gerektiğini söylüyor -Ömerce bir zühul
sayılabilir, bize göre bir zühul da değildir. Çünkü
evlenmeyi kolaylaştırmak adına çok önemli bir husus
olduğundan bunu hemen her aklı başında halife düşünmüştür-.
O, bunu mehir miktarının evliliğe engel olmaması için
yapıyordu. Bir hutbe esnasında mescidde irad edilen
bu beyan karşısında bugün adını sanını dahi bilmediğimiz
bir kadın; “Ya Ömer! Senin bana ulaşmayan bir başka
bilgiyle Efendimiz’den duyduğun bir şey mi var? Çünkü
Kur’an’da Allah “Ve âteytüm ihdâhünne kıntâran” diyor.
Demek ki kantar kantar mehir verilebilir.” Hazreti Ömer
hiç tepki göstermeden o kadının itirazını yerinde buluyor
ve kendi kendine “Yaşlı bir kadın kadar da dinini bilmiyorsun.”
diyerek sözünü geri alıyor.

İşte saf Kur’an kültürü derken kastım
bu idi. Hazreti Ömer’de gördüğümüz Kur’an’ın karşısındaki
bu teslimiyet, sahabenin hepsinde vardı. Bana göre bu
teslimiyet, bu kabullenme hem Kur’an’ın, hem de Efendimiz’in
bir mucizesidir.

Bu mucizenin oluşmasında sahabenin
ümmiyetinin rolü olduğunu unutmamak lazım. Yalnız ümmiyet
derken kasdım okuma-yazma bilmeme değil, o güne kadar
olan hayatlarında dış dünyanın kültürlerine karşı yabancı
ve kapalı olmalarıdır. Yani Yemen, Mısır, İran, Hindistan
vb. yerlerde yaşayan insanlara nisbetle kadim kültürlerle,
dinlerle ilişkileri yok denecek kadar azdı sahabenin.
Dolayısıyla zihinleri temizdi, diriydi ve duruydu. Kur’an’ı
anlama ve yorumlama mevzuunda başka kaynaklara müracat
etmiyorlardı. Bu, o tertemiz Kur’an havuzunu bulandırmama
adına çok önemli idi. Çünkü insanlar, farkına varmasalar
da düşünce yapılarını oluşturan temel felsefeye göre
konuşur, yazar ve yaşar. Dolayısıyla dıştan bizi tanımayan
ama beslendiğimiz kaynaklara da vakıf bir insan herhangi
bir yerde ve herhangi bir mevzu hakkında ileri sürdüğümüz
bir görüşten hareketle bizim hakkımızda belli bir kanaata
sahip olabilir. Mesela siz bir yerde: “Allah celle celâluhû
çok mucizeler gösterir, böyle harikalarla bizi kendisine
davet eder, fakat bütün bütün aklın elinden ihtiyarı
da almaz.” deseniz, Külliyat’ı azıcık okumuş bir insan,
Bediüzzaman’ın “Akla kapı açar fakat ihtiyarı elden
almaz.” sözünden hareketle sizin beslenme kaynağınız
hakkında tahminde bulunabilir.
İşte bu anlamda, yani yabancı kültürlerin tesirinde
kalmama anlamında sahabe ümmi idi. Bu ümmiyetin sahabeye
ait saf Kur’an kültürünün oluşumundaki katkısı inkar
edilemez. Nitekim bu saflardan saf durumun bozulmasında
Yahudi ve Hıristiyan kültürü ile yetişmiş insanların
etkisi çok büyüktür. Üstad’ın, “Ka’bu’l-Ahbar müslüman
olurken, onun mâlumat-ı sabıkası da müslüman olmuştur.”
tespiti bu noktada çok önemlidir.

Aslında burada İnsanlığın İftihar
Tablosu’nun “İnnâ ümmetün ümmiyyetün..” yani “Biz ümmi
bir ümmetiz…” hadisini de zikretmek gerekir. Bence
bu hadisi okuma yazma bilmeme şeklinde değil, başkalarına
ait bilgi kırıntılarıyla zihnin, hafızanın kirletilmemiş
olması şeklinde anlamak lazım. Yoksa Araplar duyduklarını
unutmayan çok zeki bir kavim. Bir gün boyunca hiç ara
vermeden cahiliye dönemine ait şiirleri okuyanlar var.
Hazreti Ebubekir gibi soy ağacını belki 20-30 nesil
geriye götürerek ezbere sayanlar var. İrvaz b. Sâriye’nin
rivayet ettiği; “Efendimiz Sabah namazını kıldı, çıktı
minbere, konuştu konuştu; öğlen vakti geldi, namaz için
ara verdi. Sonra İkindi’ye kadar yine konuştu. İkindi’yi
kıldı, Akşam’a kadar yine konuştu…” hadisindeki o
konuşmaların hepsini hafızasında tutup kelimesi kelimesine
bize rivayet edenler var. İşte bu anlamda ümmi olan
bir ümmet. Başka kültür, başka anlayış, başka mantık
ve başka felsefelere itibarları yok. Kur’an bize ve
her şeye yeter mülahazası ufuklarını kaplamış.

Soru: Üstad Hazretleri’nin
talebelerinin de ilk dönemleri itibarıyla bir yönüyle
ümmi olmaları aynı esaslara müstenittir diyebilir miyiz?

Cevap: Üstad’ın talebelerinin
hepsine ümmi demek doğru bir tespit değil. Hoca Sabri
Efendi, Hulusi Efendi, Hasan Feyzi Efendi, Mehmet Feyzi
Efendi gibi onlarca okumuş, devrinin kültürüne vakıf
talebeleri var. Fakat genele bakınca ümmi demek doğru
olabilir. Bununla beraber onların ümmiliği yarım ümmilik.

Bu husus bir tarafa, Üstad’ın iradi
olarak tercih ettiği ümmiliğe bu vesile ile dikkatlerinizi
çekmiş olayım. O, çağın ortaya koyduğu bilgilere rağmen
Kur’an’ı öne çıkarmış, her şeyi Kur’an ve Sünnet’le
test etmiş ve bunda da başarılı olmuş bir insandır.
Bu anlamda onda bir ümmiyet tercihi vardır. Bildiklerine
Kur’an rengi kazandırmış, Kur’an’ı bir filitre olarak
kullanmıştır o. Yazıyı işlek şekilde yazamamasından
dolayı değil de, dışarıda bırakması gerekli olan şeyleri
bırakması açısından yarı ümmi. Bu çok önemli ama gözden
kaçan bir husustur. Yabancı bir düşünce yoktur onda.
Her şeyiyle yerlidir O.

Soru: Çağımızın gereklerine
göre bizim yeniden bir Kur’an kültürünün oluşturulması
hususunda ister tam ister yarı ümmiyet ufkunu yakalayabildiğimizi
düşünüyor musunuz?

Cevap: Günümüzde bir tarafta okumayanlar
var; öte tarafta da okuyanların dengesiz okuması söz
konusu. Ortada bir temel olmadan, okunan şeylerin Kur’an
ve Sünnet çizgisine uygun olup-olmadığını test edecek
temel kriterler bilmeden okuma dengesiz bir okumadır.
Böyle bir okuma şekli insanı alır başka taraflara götürür.
Onun için önce temel esasların bilinmesi, dolayısıyla
bu bilmeyi sağlayacak eserlere öncelik verilmesi gerekir.
Bunlara metedolojik bilgiler de diyebiliriz. Gerçi İslamî
ilimler adına günümüze uygun, bahsini ettiğim türden
metodolojik bilgiler verecek eserleri kaleme alabilmiş
değiliz ama bu durum onların bilinmemesini gerektirmez.
İşte bu tip insanlar yani dengesiz okuyanlar en son
okudukları kitabın tesirinde kalarak sağda solda görüş
beyan eder, bir gün sonra da önceki gün söylediklerine
ters görüşleri rahatlıkla ortaya koyabilirler. Bu onların
“İbn-i zaman” (zamanın çocuğu=dar zaman aralıklarına
bağlı yaşayanlar) olduklarının delilidir. Halbuki
bizim şimdi “ibn-i zaman”lara değil, zamanlarını aşan
eserlere kulak veren, hatta böylesi eserler ortaya koyabilen
insanlara ihtiyacımız var.

Sahabe misali, çağın gerçeklerini
ve ihtiyaçlarını nazara alıp problemleri çözüme kavuşturacak
bir “Saf Kur’an Kültürü” nün oluşması için zamana ihtiyacımız
olduğu kanaatindeyim. Evet, Batı’nın hayatın hemen her
alanındaki etkilerinden sıyrılıp kendini Kur’an’a verecek
nesiller elbet bir gün arz-ı dîdar edecek ama biraz
daha sabır ve gayret…