Kolektif Şuur ve Ferdî Kabiliyetler

Kolektif Şuur ve Ferdî Kabiliyetler
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Kolektif şuur içerisinde ferdî kabiliyetlerin köreldiği iddia ediliyor. Kolektif şuur içerisinde ferdin çiçek açması, ferdî istidatların inkişaf etmesi nasıl mümkün olur?


Cevap: “Ferdî istidat ve kabiliyetler, kolektif şuur içerisinde körelmeye maruz kalır.” şeklinde bir yaklaşım kanaatimce doğru değildir. Aksine kolektif şuur; farklı istidat ve kabiliyetlerin inkişaf etmesi için uygun bir ortam hazırlamanın ad ve unvanıdır. Evet, o, gerçek mânâ ve muhtevasıyla ortaya konulduğunda, insanlar o zeminde beyin fırtınaları yaşar, kendilerini rahatça ifade eder ve fikirlerini açık bir şekilde ortaya koyarlar. Çünkü o atmosferde, insanlar, en azından kendileri kadar başkalarının da bir kısım hakikatleri ortaya koyabileceğine inanır, hakikate karşı saygılı davranır ve hakikat kimin elinden çıkarsa çıksın onu alır, öper, baş tâcı ederler. Dolayısıyla orada fertler, bir aklın yerine yüz aklın, bin aklın, hatta birkaç bin aklın çalıştığını görür ve ulaşılan neticelerin o birkaç bin aklın vâridâtıyla elde elde edildiğini müşâhede ederler. Bu durum da, orada bulunan insanlara farklı düşüncelere saygılı olma, farklı mülâhazalara açık durma duygu ve düşüncesini verir. Böylece daha derin ve engince düşünür, daha güzel neticelere ulaşırlar.


Fakat bazıları “kolektif şuur” derken, onu, müstebidâne ve oligarşik bir hâkimiyet kurma; şahsî ve hususî fikirlerin ortaya çıkmasına engel olmak için farklı düşünenlere baskı uygulama şeklinde anlıyorlarsa, böyle bir anlayışın kolektif şuurla hiçbir alâkasının bulunmadığı açıktır. Dolayısıyla böyle kör bir telakki karşısında ferdî istidat ve kabiliyetler de git gide körelip dumûra uğrayacaktır. Bu sebeple diyebiliriz ki, kabahat kolektif şuurda değil, onun mânâ ve muhtevasını farklı bir kalıba ifrağ edip yeni ifadesiyle işlevini değiştirenlere aittir.


Hani demokratik anlayışın tam yerleşmediği bir kısım ülkelerde, insanlar, “Demokrasi bize de bir kısım haklar veriyor. Bizim de ifade hürriyetimiz var, din ve vicdan hürriyeti bizim de hakkımız.” dediklerinde, oligarşik anlayışın temsilcileri hemen, “Oturun oturduğunuz yerde. Demokrasi sizin neyinize? O size göre bir urba değil!” diyerek, her ne kadar ad ve unvan “demokratik yönetim” olsa da, demokrasinin ruhuna zıt muamelelerde bulunuyorlar. İşte zavallı kolektif şuurun başına da böyle bir urba geçirilmişse, elbette ki onunla gelecek bir kısım güzel ve müspet neticeler elde edilemeyecektir.


Çünkü her şey kendi mânâsına sadık kalındığı sürece ondan olumlu ve güzel sonuçlar alınır. Mesela “Ben nebiyim.” diyerek nebilik iddiasında bulunan, ancak peygamberlikle hiçbir alâkası olmayan bir sahtekârın peşinden körü körüne gidildiğinde o kimseden alınacak şey, sadece yalan ve kehanettir. Demek ki önemli olan isimler değil; önemli olan, o ismin arkasındaki müsemma ve müsemmanın çerçevesidir.


Kolektif Şuurun Yaşandığı Çağlar


Bu sebeple, öncelikle “Biz kolektif şuur derken ne anlıyoruz? Kolektif şuur nasıl çalışır ve orada meseleler nasıl müzakere edilir?” sorularının cevaplarını ortaya koymamız gerekir. Bana göre “Bizim Rönesansımız” diyebileceğimiz beşinci ve altıncı asra kadar İslâm dünyasında hemen her şey çok rahat konuşulmuş, münakaşa edilmiş, yazılıp çizilmiş, farklı düşünce ve telakkilere medenice cevaplar verilmiştir. Mesela bir bakarsınız Beyazıd-i Bistâmî Hazretleri vahdet-i vücudla alâkalı kendine göre bir kısım sübjektif mülâhazalar serdeder. Aynı silsileden gelen Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri ise onu sorgular. Daha sonra bakarsınız Ebu’l Hasan el-Harakânî Hazretleri veya muasırı Abdullah el-Ensârî gibi zatlar gelir, onlar da daha farklı mütalaalar ortaya koyarlar. İşte bu süreçte hiç kimse bir diğerini tekfir ve tadlîlde bulunmaz, tekfir ve tadlîlde bulunmak bir yana, insana ve onun fikirlerine saygı çerçevesi içinde meseleler müzakere edilir.


Vakıa bazı yerlerde Maktul Sühreverdi ve Hallac-ı Mansur gibi kimseler hakkında bazı sert kararlar verilmiştir. Bu zatlar âlem-i sekr hâlinde söyledikleri bazı sözleri, âlem-i sahve geçtikleri zaman da söylemiş, bundan dolayı saf ve masum kitleleri idlal ederler mülâhazasıyla tecziye edilmişlerdir. Onlara tevbe teklif edilmiş, ancak onlar düşüncelerinde ısrar etmiş ve ölüme yürümüşlerdir. Hayatıyla alâkalı yazılanlara bakılacak olursa, Hallac-ı Mansur asılmaya götürüldüğü esnada dahi fikirlerinde ısrarcı olmuş, iltibaslı ifadelerinden geri adım atmamıştır. Mesela ömrünün son anlarıyla alâkalı şöyle bir vak’a nakledilir: Bir gün bakarlar ki, kapılar kilitli ama Hallac hapishanede yok. Ertesi gün bakarlar ki, hapishane yerinde yok. Üçüncü gün ise Hallac, hapishane ile birlikte avdet etmiştir. Sebebini sorarlar. Şöyle cevap verir: “Birinci gün ben O’nun yanındaydım. İkinci gün O, buradaydı. (Yani mekân lâ mekân oldu. Bu cisim cümle cân oldu. Nazar-ı Hak ayân olunca sizler körler gibi baktınız.) Üçüncü gün ise biz buradayız.” Şimdi ölüme götürüldüğü anda dahi mütalaa bu olunca, o zamanın hâkimleri, “İltibasa açık bu tür yanlış ifadeler saf kitleleri dalâlete sürükler, bunun önüne geçmemiz gerekir.” düşüncesiyle adalet-i izafiyeye göre içtihadda bulunup hüküm vermiş olabilirler. Böylece artık Hallac’ın o sözleri hangi mânâda söylediğine bakılmamış ve söylediği o iltibaslı sözlerin başkaları için vesile-i dalâlet olabileceği endişesiyle de hakkında verilen karar infaz edilmiştir. Ancak bilinmesi gerekir ki, bu tür kat’î hükümler, ses kesme adına yapılan müdahaleler umumî değildir, sınırlı bir çerçeve içinde kalmıştır. Mesela, Hallac’tan sonra gelen ve İslâm âleminde hemen herkes tarafından hüsnükabul gören Şâh-ı Geylânî Hazretleri, “Ben o dönemde bulunsaydım onu kurtarırdım.” der. Demek ki, Şâh-ı Geylânî Hazretleri, Hallac’ın mütalaalarında bir râh-i necat görmüştür. Hatta denilebilir ki, benzer bazı mütalaaları Hazreti Şâh-ı Geylânî de ifade etmiştir. Sahabî mesleğine en yakın olan İmam-ı Rabbânî Hazretleri’nin Mektubat’ında bile, bir kısım müteşabih beyanlar olduğu söylenebilir. Nitekim kendi döneminde Mekke-i Mükerreme’deki ilim mahfilleri tarafından düşünce ve kanaatleri hakkında pek çok tenkit gelmiştir. Kendisini sevenler tarafından yapılan bu tenkitlere müdafaa tarzında cevabî mektuplar da yazılmıştır. Bilindiği üzere o mektuplar Arapça basılan Mektubat’ın kenarlarında mevcuttur. Hâsılı, bir kısım istisnalar hariç tutulacak olursa İslâm’ın o altın döneminde, umumî mânâda fikirler hep saygıyla karşılanmış, hürmet görmüştür. Evet, o dönemde çok farklı mütalaalar serdedilmiş, telakkiler ortaya konulmuş, ortaya konan o meseleler rahat bir şekilde müzakere ve münakaşa edilmiş, teâti-i efkârda bulunulmuş ve neticede efkârın müsademesinden bârika-ı hakikat tecellî etmiştir. Bundan dolayı diyebilirim ki, o dönemde yaşayan insanlar, farklı düşünce ve kanaatlere saygı noktasında, bana şu modern çağdaki insanlardan daha medenî, daha anlayışlı, daha müsamahalı gelmektedir.


 – Üstün dimağların, kolektif şuurun ahengine ters düşmeden duygu ve düşüncelerini ifade etmeleri nasıl mümkün olur? Genel ahenge ters düşülmemesi için nelere dikkat edilmelidir?


– Bir mesele toptan, birdenbire, bütünüyle ortaya konulursa şok tesiriyle ciddi tepki alabilir. Bundan dolayı farklı düşünce, teklif ve projeler insanların zihin dünyasına ısındıra ısındıra, rehabilite ede ede verilmelidir. Hem üstün dimağlar, bir mânâda rehber insanlar demektir. Donanımları itibarıyla farklı düşünce ve kanaatler ortaya koymaya açıktırlar. Ancak bu noktada akl-ı selime göre hareket edilip aklın derinliğinden istifade edilmesi çok önemlidir. Aklın derinliği ise diğer insanların hissiyatını hesaba katmaktır. Mesela bu donanımda olan bir insanın kendi kendisine şu soruyu sorması gerekir: “Acaba bu tür sürpriz ve orijinal bir teklifle bana gelinmiş olsaydı ben onu nasıl karşılardım?” Evet, rehber konumunda bulunan üstün dimağlar başkalarını kendilerinin yerine koyarak meseleye bu açıdan bakmasını bilmelidir. Bu yapılabildiği takdirde, düşünce ve projeleri toptan bir hâlde toplumun önüne koyarak “Alın bunu, kurtarın kendinizi!” şeklinde tepki görecek bir yaklaşım içine girmemiş olurlar.


Hiç unutmam, ekonomi alanında uzmanlık yapmış ve bütün mümaresesini bir ekonomi kitabına döktürmüş bir zat, kitabı için “Yazdım, attım ortaya. Alsınlar, görsünler, akıllarını başlarına toplasınlar, uygulasın ve iktisadî açıdan kurtuluşa ersinler.” demişti. Şu an o zatın bu mevzudaki şahsî mülâhaza ve mütalaalarını değerlendirecek değilim, o ayrı bir mesele. Fakat şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, dünya tarihinde şimdiye kadar bir kitabın yazılıp da o kitap okunup gerekleri uygulandıktan sonra ekonomik durumunu düzeltebilen tek bir ülke yoktur. Hatta iktisat tarihi açısından şu soru dahi sorulabilir: Acaba ekonomi kitapları mı ekonomiyi düzeltiyor, yoksa ekonomi mi ekonomi kitaplarına kaynaklık yapıyor? Çünkü herkes kendi çağının ekonomisini yazmakta, bu arada belki bazı kapalı noktalara dair çözüm tespitlerinde bulunmaktadır. Fakat asıl problem mevcut, işleyen sistem içinde çözüme kavuşmaktadır.


İşte ekonomi sahasında olduğu gibi, umumî mânâda herhangi bir düşünce ve proje topluma sunulurken, insanların hissiyatları, anlayış ve idrakleri mutlaka nazar-ı itibara alınmalıdır. Mademki Kur’an-ı Kerim, yüceler yücesi bir sıfatın sesi-soluğu olmasına rağmen, çoğunluğun idrak seviyesine göre insanlara seslenmiş ve Kelam-ı İlahî’nin insanlarla muhaveresi böyle bir tenezzül çerçevesinde cereyan etmiştir. Yani ilâhî tenzilde, insan idrak ve kabulü nazar-ı itibara alınmış ve meseleler hep ona göre vaz’ edilmiştir. İşte topluma rehberlik yapabilecek üstün dimağlar da bu ilâhî ahlâkı göz önünde bulundurup ortaya koyacaklarını muhatapların anlayış ve hissiyatını nazar-ı itibara alarak ortaya koymalıdırlar.


Benzer durum insanları ebedî hayata, sonsuz mutluluk diyarına davet ederken de söz konusudur. Mesela siz İslâm’ın o kendine has büyüleyici güzelliklerini temsille ortaya koymadan, pratik hayatta göstermeden; gösterip gönül ve zihinleri ona ısındırmadan, “Alın Kur’ân’ı okuyun; okuyun da aklınız başınıza gelsin. Gözünüz açılsın gerçekleri görün, dünya ve ukbâ hakikatlerine erin!” derseniz bu, onlar üzerinde şok tesiri yapar ve tepkiye sebep olur.


Bundan dolayı öncelikle o insanlara sizi tanıma fırsatını vermeniz gerekir. Siz onlara öyle bir kapı aralayacaksınız ki oradan sizi temâşâ edip tanıyacaklar; tanıyacak ve bugün ve yarınları adına endişe edecekleri hiçbir hususun sizde olmadığını bizzat müşâhede edecekler. Bu durum zamanla güven atmosferi oluşturacak ve o insanlar aheste aheste sizin duygu ve düşüncenize, ruhunuzun ilhamlarına sahip çıkacaklar.


Evet, hak ve hakikate tercüman olma noktasında hikmet-i tedbir ve hikmet-i teenniyle hareket edilmesi gerekir ki hiç yoktan yere muhatap ürkütülüp kaçırılmış olmasın. Yoksa belli alışkanlıkları olan, belli konularda âdeta kireçlenmiş telakkilere sahip bulunan insanlar karşısında siz “O kireci ateşe tutacağım, böylece onu kırıp hemen düzelteceğim.” şeklinde meseleye yaklaşırsanız inşa edeyim derken nice yıkımlara sebebiyet verirsiniz. Bir düşünün, kireçlenmiş uzvunuz için hastahaneye müracaat etseniz, o uzvun iyileşmesi adına önünüze nasıl bir tedavi safhası koyar ve yapmanız gerekli pek çok şeyi sizden nasıl bir süreç içerisinde yapmanızı isterler. İşte, insanların ruhlarına, his ve zihinlerine sunulacak teklifler de tekvînî emirlerdeki bu hususlar göz önünde bulundurularak yapılmalı ve hep Rahmânî bir lütuf olan teenniyle hareket edilmelidir.