Kanaat ve Tesvîf

Kanaat ve Tesvîf
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: İktisadî hayatımızdan düşünce dünyamıza kanaatin bizler için ifade ettiği mânâlar nelerdir? Tesvîf zaviyesinden kanaati değerlendirir misiniz?


Cevap: Kanaat, iktisadî ve dengeli yaşama, alacağı şeyleri ihtiyaç ölçüsünde alma ve yine kullanacağı şeyleri de ihtiyaç ölçüsünde kullanmak suretiyle israftan sakınmak demektir. Diğer bir ifadeyle kanaat:

وَابْتَغِ فِيمَا آَتَاكَ اللَّهُ الدَّارَ الْآَخِرَةَ وَلَا تَنْسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا

“Allah’ın sana verdiği her şeyde ahiret yurdunu ara; bu arada dünyadan da nasîbini unutma!” (Kasas Suresi, 28/77) âyet-i kerimesinde veciz bir üslupla dile getirildiği gibi Cenab-ı Hakk’ın bahşettiği imkânları ahireti kazanma yolunda kullanırken, dünyayı da unutmadan ondan meşru dairede istifade etmektir.


Kanaat sebeb-i berekettir. Dolayısıyla esbap açısından kanaatkâr olan bir insan tekeffüften, tese’ülden ve zilletten kurtulacağı gibi, diğer yandan ilâhî berekete de mazhar olur. Hz. Pir bu mevzuu anlatırken kendi hayatından da misaller serdetmiştir. Mesela bir okka balı talebelerine de ikram etmek üzere üç ay yediğini ama bitiremediğini naklediyor. Kendisi ruhunun ufkuna yürüdükten sonra kalan balı Üstad’ın önemli talebelerinden biri olan Hulusi Efendi almıştı. 1986’da kendisini ziyarete gittiğimde, “bu Üstad Hazretlerinden kalma baldır” diyerek kalan bu baldan getirmiş ve bir kaşık da fakire ikramda bulunmuştu. Evet, kanaat sebeb-i bereket olduğu için, siz bir şeyden alırsınız ama o, hiç bilemeyeceğiniz şekilde olduğu gibi kalabilir.


Ancak burada üzerinde durulması istenen kanaat daha ziyade, dünyaya ait işlere çok fazla inhimak etmeme, onları düşünmeme ve böylece zihni onlarla kirletmeme manasına bir kanaattir. Tabiri diğerle kanaatin öbür kutbunda, “Allah bes baki heves” ya da

حَسْبُنَا اللّٰهُ

” deyip Allah ile kanaat etme vardır. Yani Allah bize yettiğine göre, O’nun dışındaki şeyler “olsa ne olur, olmasa ne olur” düşüncesiyle hareket etmektir. Yanlış anlaşılmasın, sebeplere riayet etmek başka bir mesele; onların getirisini çok önemli görmek tamamen başka bir meseledir. Zira Cenab-ı Hakk, hikmetinin iktizasına göre bazen verir, bazen de vermez. İşte bir insanın her iki durumdan da hoşnut olması bir kanaat ifadesidir.


Zat-ı Ulûhiyet’le kanaat etmenin yanında bizim gaye ölçüsünde birer vesile olarak gördüğümüz Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) nübüvvetine ve İslam dinine kanaat etme de çok önemlidir. Bildiğiniz üzere bizim sabah akşam okuduğumuz dualarımızdan birisi de; “

رَضِينَا بِاللهِ رَبًّا وَبِاْلإِسْلاَمِ دِينـــــاً وَبِمُحَمَّدٍ رَسُـــولاً

Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, peygamber olarak da Hazreti Muhammed’den (aleyhissalâtü vesselâm) razı olduk.” duasıdır.


Tesvîf


İşte kanaat adına ortaya konan bu duygu, düşünce ve mülahazaları desteklemeye matuf bir kısım argümanlar vardır ki, soruda dile getirilen tesvîf de bu argümanlardan biridir. Arapça bir kelime olan tesvîf, “sevfe” edatından türemiştir. Muzari fiilin başına gelen “sin” harfinin yakın geleceğe delalet etmesine karşılık “sevfe” uzak geleceğe delalet eder. Yani muzari fiilin başına gelen “sevfe”, o fiilin uzak bir gelecekte vuku bulacağını ifade eder. Dolayısıyla tesvîf, bir şeyin hemen olması yönünde hırs gösterme değil, “bugün olmazsa yarın olur, yarın olmazsa öbür gün olur, öbür gün olmazsa daha öbür gün olur” düşüncesiyle hareket etmektir. Başka bir ifadeyle, birer perde olan esbaba riayet etmekle birlikte, meseleyi tamamen esbaba bağlı götürmemek demektir. Çünkü meseleyi esbaba bağladığınız ve ona dilbeste olduğunuz takdirde hırsa girmiş ve dolayısıyla da takdir-i ilâhîye karşı kanaatsizlik sergilemiş olursunuz. Öyle ki, gözünüzü sebeplerin getirisine diker ve ille de olsun diye çırpınır durursunuz. Sonra da bu tatminsizlik ve hırsla, günümüzde çokça görüldüğü üzere, değişik spekülasyonlara girilir, hortumlama yolları araştırılır ve böylece türlü türlü haramlar irtikâp edilmiş olur.


Halbuki kanaat, insanı dilencilikten kurtarır, müstağni hale getirir ve onu başkalarının malına gözünü dikmeden alıkor. Esasen tesvîf dediğimiz de işte budur. Üstad Hazretleri’nin Hakikat Çekirdekleri’nde işaret ettiği gibi, bir zat, canı bir şeyler istediğinde “sanki yedim” deyip ona harcayacağı parayı bir yerde biriktirmiş ve daha sonra onunla Sanki Yedim Camii yaptırmış. Siz de aklınıza bir şey geldiği zaman kuvve-i zaikanızı tatmin adına birkaç lokma veya birkaç damla ile iktifa edebilirsiniz. Çünkü yutaktan içeriye gittikten sonra baklava ve böreğin, soğan ve sarımsaktan bir farkı yoktur. Demek ki baklava ve börek, ağzımız, dilimiz ve dudağımız arasında kuvve-i zaikamızda hasıl ettiği lezzet yönüyle biraz bizi aldatıyor. Öyle ise biz de onu aldatalım. Ağzımıza aldığımız küçük bir miktarı evirelim, çevirelim ve “senin hissen budur” diyelim.


“Torunlarım için de Bir Yazlık”


Hayatın değişik yönleri itibarıyla insanın dünya adına bazı talep ve istekleri olabilir. Hususiyle görenek ve tiryakilikle arzu ve isteklerimiz önü alınmaz bir hale gelebilir. Bunlar öyle büyür, kabarır ve şişerler ki zamanla başa çıkılmaz bir durum arz edebilirler. Mesela ormanların içinde, şırıl şırıl suların aktığı bir ırmak kenarında başkalarına ait yazlık evleri görürüz; görürüz de bu tablo bizim içimizde bir dürtü olur ve bizde de aynı arzuyu tetikler. Görenek ve tiryakilikle içten içe “keşke benim de böyle bir yazlığım olsaydı” demeye başlarız. Hatta bununla da yetinmez, “benim hayatım önemli olduğu gibi, çocukların hayatı da çok önemli. Bir de onlar için ev edineyim. Arkadan torunlarım gelecek, benim mutlaka onlar için de bir hazırlık yapmam gerekir. Bir villa, bir yalı da onlar için kondurayım” gibi farklı mülahazalara kapılırız. İşte içinde yaşadığımız çevre, görenek ve tiryakilik bizdeki bu arzuları tetikliyor, bir yönüyle bizi o işin müptelası haline getiriyorsa o zaman meseleyi tesvîfe havale etmeliyiz. Yani mevcutla kanaat edip meseleyi Cenab-ı Hakk’ın öbür tarafta ihsan edeceği nimetlere bağlamalıyız. Bu kanaatimiz neticesinde inşallah Allah (celle celaluhu) bize ahirette altından ırmaklar akan yalılar lütfedecektir. Yoksa biz dünyadaki imkânlara teveccüh eder ve onları bütünüyle burada kullanmayı düşünürsek

أَذْهَبْتُمْ طَيِّبَاتِكُمْ فِي حَيَاتِكُمُ الدُّنْيَا وَاسْتَمْتَعْتُمْ بِهَا

(Ahkâf Suresi, 46/20) âyetinin tokadına maruz kalırız. Yani ötede bize denir ki; “Bütün zevklerinizi dünya hayatınızda kullanıp tükettiniz, onlarla safa sürdünüz. Allah’ın verdiği o güzel ve hoş nimetleri israf edip bitirdiniz. Hakkınızı dünyada kullanıp ahirete bir şey bırakmadınız”.


Bu mülahaza ve endişelerle hareket eden Ebu Zer el-Gıfarî Hazretleri, bugün yiyeceği varsa yarını düşünmemiştir. Ömer b. Abdülaziz halife olduğu halde hayat tarzını hiçbir zaman değiştirmemiştir. Ekmeğini zeytinyağına batırmış, iki öğün yemek yemiş ve ömrünü bu istikamette geçirmiştir. Denilebilir ki, Emevilerin bütün mesavisine denk gelecek şekilde bir mehasin sergileyen o kâmet-i bâlâ, o dönem insanlarının tul-i emellerini, tevehhüm-ü ebediyetten neşet eden bitip tükenme bilmeyen arzu ve heveslerini değiştirmeye muvaffak olmuş büyük bir müceddit, çok önemli bir simadır. İki buçuk senede iki yüz elli senede yapılamayacak işleri yapan o insan, iki buçuk senelik halifelik dönemini altın çağ olarak tarihe nakşetmiştir.


İşte Kur’an-ı Kerim ve sünnet-i sahiha bize böyle bir ufku göstermektedir. O halde bize düşen de, “ille de her şey bugün olacak” demeden tesvîf mülahazasıyla bir hayat yaşamaktır. Yanlış anlaşılmasın, elbette ki, çalışalım, kazanalım ama bütün bunlar bir yönüyle gelecek nesiller için, milletimizin istikbaldeki bayındırlığı adına olsun. Bu yüce hedefler varken meseleyi bütünüyle nefsimize, beden, cismaniyet ve hayvaniyetimize bağlayarak Allah’ın ihsan ettiği şeyleri burada tüketip bitirme bir yönüyle kendimizi âhiret adına mahrumiyete mahkûm etme demektir.


Hırsın Caiz Olduğu Yer


Kanaat dünyaya karşı müstağni davranmanın yanında, diğer taraftan Allah rızasını kazanma mevzuunda da ölesiye ciddi bir hırs göstermek demektir. Zira hırsın caiz olduğu bir alan varsa o da Allah rızasını kazanma ve sebepler planında nam-ı celil-i ilâhîyi ilan etme hırsıdır. Evet, yeryüzündeki herkese, ulûhiyet hakikatini -tabiri caizse- mahiyet-ü nefsi’l-emriyesine uygun olarak tanıtma imkânı doğsa, herkese Efendimiz’i sevdirme, Kur’an-ı Kerim ve Müslümanlığı gerçek hüviyet ve güzelliğiyle duyurma imkânı yakalansa, yine de i’la-yı kelimetullah ve irşad mevzuunda doyma bilmeyen bir arzu ile “acaba göklere ulaşabileceğimiz bir merdiven var mı?” demeliyiz. Evet, böyle bir durumda bile, “acaba göklerde sesimizi duyurabileceğimiz ifritler, gulyabaniler, cinler, şeytanlar var mı? Varsa onlara da sesimizi duyurabilir miyiz?” arayışı içinde olmalıyız. Her ne kadar bu hedeflere ulaşma istikametinde ortaya konan teşebbüsler, yalnız bir vesile, bir sebep olsa da bizlerin sebeplere riayette böyle şedit bir hırsa sahip olması gerekir. Elbette ki, anlatılanları kabul ettirme Cenab-ı Hakk’a aittir. Ancak bize düşen vazife ölesiye bir arzu ve hırsla bu vazifeyi yerine getirmek olmalıdır. Neticeyi yaratma ise

إِنَّكَ لَا تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ

Sen istediğini hidayete erdiremezsin. Ancak Allah istediğine hidayet eder.” (Kasas Suresi, 28/56) âyet-i kerimesinde de beyan buyrulduğu üzere Allah’a aittir.


Allah’ın rızasına gelince, o, bil’asale hırs gösterilecek bir mevzudur. Zaten

اَللّٰهُمَّ عَفْوَكَ وَعَافِيـَتَكَ وَرِضَاكَ وَتَوَجُّهَكَ وَنَفَحَاتِكَ وَأُنْسَكَ وَقُرْبَكَ وَمَحَبَّـتَـكَ وَمَعِيَّـتَكَ وَحِفْظَكَ وَحِرْزَكَ وَكِلاَئَـتَكَ وَنُصْرَتَكَ وَوِقَايَتَكَ وَحِمَايَتَكَ وَعِنَايَتَكَ

“Allah’ım! Senden, Senin yüce affını, afiyet vermeni, hoşnutluğunu, teveccühünü, ilâhî nefhalarını, dostluğunu, yakınlığını, yüce şanına yaraşır şekildeki muhabbetini, maiyyetini, hıfz u sıyanetini, koruyup kollamanı, yardımınla zaferler nasip etmeni, himaye edip gözetmeni… istiyorum!” duasında yer aldığı gibi, işte bunlar Cenab-ı Hakk’tan şiddetle arzu edilecek taleplerdir. Bunların haricinde talep edilecek hususlar ise gelip geçici şeylerdir. Çünkü onlar, insan hayatıyla mukayyettir. Hayatınız bittiği zaman onlar da biter. Hâlbuki öyle bir güzele dilbeste olmalı ki, hiç bitmesin, sararmasın, solmasın ve sizi terk etmesin. Size olan dostluğu, maşukiyeti ebediyen devam etsin. İşte bu açıdan rıza-i ilâhî ve maiyyet-i ilâhîde doyma bilmeyen bir hırs göstermelidir.


Hazreti Pir-i Mugan bir yerde, eğer ‘İmam Rabbânî Ahmed-i Farukî bugün Hindistan’da hayattadır.’ diye ziyaretine bir davet vuku bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğini ifade eder. O halde binlerce Faruk-i Serhendilerle muhat Hazreti Muhammed Mustafa’yı (aleyhissalâtü vesselâm) görmek için biz niye acele etmiyoruz? Bizde bu mevzuda çok ciddi bir iştiyak olmalı. Biz sadece Allah “gel” demediği için burada kalmaya katlanıyoruz. Evet, bizim için dünyada yaşama bir katlanmadır. Bu sebeple bizim mülahazamız şudur: “Ben, bu eracif yığınına katlanıyorum. Beni burada talimgâh için asker yapan, kışlaya sevk eden ve tezkeremi verecek olan da O olduğu için, bana tezkeremi kendi rızasıyla vermeden benim tezkere arzusuna kapılmam, O’nun rızası hilafına hareket etmem demektir. Bu da O’na karşı bir saygısızlık olur.”


Vuslat Arzusu ve Emre İtaatteki İncelik


Bırakalım bütün bunları, bir insan sadece Hz. Ebu Bekir’i veya bir Hz. Ömer’i görmek için yüz sene koştursa değer. Ne var ki, bizim içimizde bu konuda delice bir arzu, şiddetli bir iştiyak olsa da, bizi frenleyen bir husus vardır. O da, Cenab-ı Hakk’tan “gel” nidasını işitmememizdir. Evet, içten içe yanıp tutuşsak da, vuslat arzusunu “gel” nidasına bağlayışımız, Allah’a karşı saygımızın bir gereğidir. Allah’a saygı, O’nun rızasına saygı demektir. O bizim burada kalmamızı murad ettiği sürece, O’nu hoşnut etme ve rızasını kazanma adına bize düşen, dünyaya katlanmaktır. Bu açıdan bir mü’min hep böyle bir ufkun peşinde olmalıdır. Bu noktada akla şöyle bir soru gelebilir: Bu ufkun gerisinde olanlar mahv ve helak mı olur? Elbette ki hayır. İman eden, amel-i salih yapan insanlar kurtulur. Fakat insana düşen, böyle yüksek bir gaye-i hayale dilbeste olmak, çıtayı yüksek tutmak ve sürekli insan-ı kâmil olma peşinde koşmaktır.


Buradaki çelişkinin çok iyi anlaşılması gerekir. Yani bir taraftan burada yok olma ve öbür tarafta yeniden bir varlığa erme yolunda ölesiye bir iştiyak duyma, gözünü ötelerden gelecek emre dikme ve “niye hâlâ böyle bir emir gelmedi” deyip hayıflanma; ancak diğer taraftan da, “Estağfirullah Ya Rabbi! Sen göndermedikten sonra ben nasıl isti’cal ederim” deyip böyle bir çelişki yaşama. Cenab-ı Hakk’tan “gel” fermanını işitince de “oh be” diyebilme. İşte hakiki bir mü’min hayatı ancak böyle bir çelişki ve tenakuz neticesinde ortaya çıkar.


Rahmetlik Ahmet Feyzi vefat ettiğinde Ali Rıza ve Sacit Beyler yüzünü açıp bakmışlar ve bana “vallahi hocam, gülüyordu” demişlerdi. Cenaze namazını ben kıldırmıştım. Aramızda da ciddi bir dostluk vardı. Buna rağmen yüzünü açıp o güzel cemaline bakmadığıma hep üzülürüm. O, kalb sektesinden vefat etmişti. Bilirsiniz, kalb sıkıştırınca insanın yüzünde takallüs ve ekşimeler olur. Buna rağmen kim bilir kendisine ne gösterilmişti ki o, gülüyordu. Çünkü o kıymetli insan, hayatını Kur’an çizgisinde, düşüncede istikameti bulma yolunda geçirmişti. “Bir yerde durayım da, gelsinler etrafımda halakalar oluştursunlar” gibi en küçük çapta bir iddiası olmamıştı; olmamıştı ve hayatını işte böyle bir beklentisizlik içinde geçirmişti.