İffet ve İradenin Hakkı

İffet ve İradenin Hakkı
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: “Siz başkalarının kadınlarına karşı iffetli ve namuslu olun ki, sizin kadınlarınız da iffetli ve namuslu olsunlar.” (Kenzü’l-ummâl, 34/34) meâlindeki hadis-i şerifi nasıl anlamalıyız? İzah eder misiniz?


Cevap: Kaynaklarda

عِفُّوا عَنْ نِسَاءِ النَّاسِ تَعِفَّ نِسَاؤُكُمْ

şeklinde rivayet edilen bu hadis-i şerifin sıhhati noktasında hadis kriterleri açısından üzerinde durulabilir. Fakat ifade ettiği mânâ ve muhteva itibarıyla, onun, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), beyan-ı lâl-ı güherlerinde çokça gördüğümüz ve emsaline şahit olduğumuz nurefşan, mübarek ve cevamiü’l-kelim bir söz olduğu zahirdir.


Salim Akıl ve İffet


Öncelikle, hadis-i şerifin mazmununda diğer nasslarda da gördüğümüz temel bir disipline dikkat çekmek istiyorum: İnsanlar yaptıkları amellerin karşılığını umumiyet itibarıyla kendi cinsinden görürler. Yani siz, başkalarına hüsnüzanda bulunursanız, onlar da sizin hakkınızda hüsnüzan ederler. Siz insanları muhabbet ve sevgiyle kucaklarsanız, onlar da muhabbet ve sevgiyle size gönüllerini açarlar. Siz insanlara iyilik ve ihsanda bulunursanız, onlar da iyilik ve ihsanla size karşılık verirler. Çünkü sizin iyiliğiniz onlardaki iyilik duygusunu tetiklemeye bir vesiledir. Bu hakikati, Kur’ân-ı Kerim’in:

وَأَنْ لَيْسَ لِلْإِنْسَانِ إِلَّا مَا سَعٰى وَأَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرٰى ثُمَّ يُجْزَاهُ الْجَزَۤاءَ الْأَوْفٰى

“İnsan için ancak çalıştığının semeresi vardır. Çalışmasının semeresi şüphesiz görülecektir. Sonra da ona karşılığı eksiksiz verilecektir.” (Necm sûresi, 53/39-41) ferman-ı sübhanîsiyle telif etmek de mümkündür. Evet, insan yaptığı olumsuzlukların bir kısmının karşılığını burada görecektir. Dünyada affedilmeyen, mahkeme-i kübraya bırakılan kötülüklerin karşılığını ise ötede bulacaktır. İstidradî olarak ifade edeyim ki, rahmet-i ilâhîyenin enginlik ve sonsuzluğunu düşündüğümüzde öyle ümit ediyoruz ki, Allah (celle celâluhu) yapılan kötülükleri ahirette rahmetiyle daraltıp, sıkıştırıp “Senin hakkın bu kadar!” deyip geri döndürecektir. İyiliklere gelince, Cenâb-ı Hak, onları da, toprağa atılmış bir tohumun bin başak vermesi gibi, engin lütfu ve sonsuz rahmetiyle katlayarak ahirette insana bahşedecektir. Vâkıa Kur’ân-ı Kerim’de geçen:

فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ

“Kim zerre kadar hayır yaparsa onu görecek, kim de zerre kadar şer yaparsa onu görecektir.” (Zilzâl sûresi, 99/7-8) âyet-i kerimesi adalet-i mutlakayı ifade etme adına bir hakikattir. Ancak meseleyi, rahmet-i ilâhîye ve Allah’ın ahirete bakan isimleriyle mülâhazaya aldığımız zaman, denilebilir ki, zerre miktar işlenen günahlar muhakkak cezalandırılacak şeklinde düşünmek de doğru değildir.


Bu temel disipline dikkat çektikten sonra isterseniz hadis-i şerifin metnine dönelim. Hadiste,

عِفُّوا عَنْ نِسَاءِ النَّاسِ

şeklindeki beyan, evvelen ve bizzat sanki erkeklere hitap ediyor gibidir. Yani bu hitabıyla Resûl-i Ekrem Efendimiz; “Ey erkekler! Başta siz başkalarının hanımlarına karşı iffet ve ismetinizi koruyun ki, sizin hanımlarınız da başka erkeklere karşı iffetlerini korumuş olsunlar.” uyarısında bulunmaktadır. Zira eğer bir insan olumsuz bir şey yapar ve bütün ikaz ve uyarılara rağmen onda ısrar edip durursa, Allah (celle celâluhu) er ya da geç aynı melanetin işlendiğini o şahsa gösterir. Bu hâl, bazen kendisi, bazen eşi, bazen de daha başka bir yakınıyla ortaya çıkar. Çünkü cezalandırma suç türünden olur.

اَلْجَزَاءُ مِنْ جِنْسِ الْعَمَلِ

fehvâsınca suç ve ceza arasında bir uygunluk, mutabakat ve tür birliği vardır. İşte, hafizanallah, insan irtikâp ettiği günahın karşılığını böyle bir mahcubiyet ve hacaletle görebilir. Kerim olarak yaratılan, ahsen-i takvîm sırrına mazhar insanoğlu için bu çok ağır bir hâdisedir. Rabbim, hiç kimseyi böyle bir iffet hacaletiyle mahcup etmesin!


Evet, insan eşref-i mahlûkattır. Dolayısıyla onun, iffet ve ismet sahibi olma noktasında akıl, mantık ve fetanetini kullanması çok önemlidir. Çünkü salim bir akla müracaat ettiğinde insan, meseleyi, mebde ve müntehasıyla ele alır, sebep ve sonucuyla birlikte düşünür, yaptığı amellere terettüp eden neticeleri daha baştan görür ve böylece iradesinin hakkını vererek kendisini mahcup duruma düşürecek tavır ve davranışlardan uzak durur.


Bu açıdan kendi iffetlerine toz kondurmak istemeyen insanlar başkalarının iffetlerine karşı da dikkatli olmalıdırlar. Zaten umumi bir perspektiften meseleye baktığımızda, emniyet ve selametin temsilcisi bir mü’minin, kendi ırz ve namusunu koruma mevzuunda gösterdiği hassasiyeti başkalarının ırz ve namuslarını koruma mevzuunda da göstermesi gerektiği anlaşılır. Bu yaklaşıma göre bir mü’min sadece, “benim ırzım”, “benim namusum”, “benim iffetim” veya “hayat arkadaşım” dememelidir. Zira birisi benim hayat arkadaşımsa, öbürü de benim bacım, ablam, kızım veya teyzemdir. İşte bu duygu ve düşüncelerle hareket eden bir insan –hafizanallah– katlanmış olarak kendisine geriye dönecek yanlışlıklara girmez, başkalarının iffet ve namuslarıyla oynamaz, hiç kimseye kem gözle bakmaz.


Yaşını Başını Almış İnsanlar Dahi…


Peki, İslâm’ın bu mevzuda vaz’ettiği disiplinler nelerdir?
Mesela Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir yerde buyuruyor ki:

لَا يَخْلُوَنَّ رَجُلٌ بِامْرَأَةٍ إِلَّا مَعَ ذِي مَحْرَمٍ

“Sakın bir erkek, yanında mahremi olmadıkça yabancı bir kadınla yalnız kalmasın.” (Buhari, Nikâh 111) Resûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) başka bir hadis-i şeriflerinde de: “Bir kadın yanında mahremi olmadan yolculuğa çıkmasın.” buyuruyor. (Buhari, Cihad 140) Öyle ki, Hanefi fukahasınca hac gibi farz bir ibadette dahi kadının yanında eşinin veya bir mahreminin bulunması şart koşuluyor. İşte bu disiplinler bir yönüyle birer bariyer, sınır ve sütre mesabesindedir. Mü’min sürekli bu sütrelerin berisinde kalmaya çalışmalı ve bu sınırları aşmamalıdır. Bu durum başka bir hadis-i şerifte de şu şekilde ifade edilir:

اَلْحَلَالُ بَيِّنٌ وَالْحَرَامُ بَيِّنٌ وَبَيْنَهُمَا مُشَبَّهَاتٌ لَا يَعْلَمُهَا كَثِيرٌ مِنَ النَّاسِ فَمَنِ اتَّقَى الْمُشَبَّهَاتِ اسْتَبْرَأَ لِدِينِهِ وَعِرْضِهِ

“Helâl olan şeyler (herhangi bir kuşkuya meydan vermeyecek şekilde) bellidir, haram olan şeyler de bellidir. Bu ikisinin arasında, bir kısım şüpheli şeyler vardır ki insanların çoğu bunları bilemez. Şüpheli şeylerden sakınan kimse dinini ve ırzını korumuş olur.” (Buhârî, İman 39) Şüpheli alanlara girme, mayınlı bir yerde dolaşma gibidir. Orada dolaşan bir insan ise her an bir patlamaya kurban gidebilir. Zaten Söz Sultanı’nın beyan-ı lâl-ı güherlerinde gözün bakacağı, ayağın ona doğru yürüyeceği, elin tutacağı ve belli bir noktaya ulaşan haramdan sonra insanın artık geriye dönmesinin mümkün olmayacağına dikkat çekilmekte ve bundan dolayı insanın bu tür olumsuz ve kirli hayallere daldığında hemen geriye dönmesi tavsiye buyrulmaktadır. Zira insan, bu kirli hayal dünyasında yürümeye devam ederse tabiat ve cismaniyetine yenik düşüp kalbî ve ruhî hayatını felç edecek ölümcül tehlikelerle karşı karşıya kalabilir. Hatta yaşını başını almış, ellisinde, altmışında olan kimseler dahi eğer bu mevzuda İslâm’ın vaz’ettiği disiplinlere riayet etmez ve bu konuda prensip sahibi olmazlarsa aynı tehlikeyle karşı karşıyalar demektir. Rabbim, genciyle, yaşını başını almış efradıyla, hiç kimseyi iffetsizlik bataklığına düşürüp mahcup etmesin. Eğer düştülerse, onlara düştükleri bu mahcubiyetten sıyrılma yolları ihsan buyursun. Çünkü biraz önce ifade edildiği gibi, ahsen-i takvîm sırrına mazhar, mahlûkatın en eşrefi insanoğlu için böyle bir mahcubiyet çok ağırdır.


Söz bu noktaya gelmişken, daha önce değişik vesilelerle ifade ettiğim, saatçi ve şair arkadaşımın bir sözünü müsaadenizle tekrar edeceğim: “İsyan deryasına yelken açmışam. Kenara çıkmaya koymuyor beni.” Evet, insan bazen öyle bir akıntıya kapılır ki, yaptıklarına nadim olup artık o durumdan kurtulmak istese de, bir daha geriye dönemeyebilir. En iyisi mi insan ne gücüne, ne kuvvetine ne de iradesine güvenmelidir. O, daha baştan böyle bir akıntıya kapılmamaya bakmalıdır. Hafizanallah, bir kısım saik, sebep ve faktörlerle böyle bir akıntıya kapılmışsa, o durumda da, “Ben insiyaklarıyla hareket eden bir hayvan değilim.” demeli, iradesinin hakkını verip hemen geriye dönmesini bilmelidir.


Ne var ki, günümüzde böyle bir hassasiyetin bulunduğunu söyleyebilmek oldukça zor. Mevcut durum, daha çok merhum Âkif’in şu sözlerini insana hatırlatıyor:


“Hayâ sıyrılmış, inmiş: Öyle yüzsüzlük ki her yerde…
Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde!
Vefâ yok, ahde hürmet hiç, emânet lafz-ı bî-medlûl;
Yalan râic, hıyânet mültezem her yerde, hak meçhûl.

Beyinler ürperir, yâ Rabb, ne korkunç inkılâb olmuş:
Ne din kalmış, ne iman, din harâb, iman türâb olmuş!
Mefahir kaynasın gitsin de, vicdanlar kesilsin lâl…
Bu izmihlâl-i ahlâkî yürürken, durmaz istiklâl!”


Evet, günümüzde bu konuda, üst üste çözülme, dağılma, kırılma ve deformasyonlar var. Dolayısıyla böyle bir dönemde, bu akıntıyı tersine çevirecek kerametvari tavırlara, bu tavırları sergileyebilecek irade kahramanlarına ihtiyaç vardır. Sadece kendi iffetlerini düşünmekle kalmayıp milletin iffeti üzerinde de tir tir titreyen, bize ait o nazik ve incelerden ince duygu ve düşünceyi yeniden hayata hayat kılacak ve böylece bu akıntıyı tersine çevirecek yüksek iradelere… Zannediyorum “Din hayatın hayatı, hem nuru hem esası. İhyâ-yı din ile olur bu milletin ihyâsı.” diyen Hz. Pîr-i Mugân, Şem-i Tâbân da bu ifadeleriyle meselenin ukde-i hayatiyesine temas etmektedir.


Amûdî Velilik


Son bir husus olarak şunu ifade edeyim ki, bir insanda olumsuz his, arzu ve temayül ne kadar güçlüyse, bu durum karşısında o, Rabbine sığınıp iradesinin hakkını verirse, Allah (celle celâluhu) o insana, o handikapları aşması istikametinde lütuflarını katlayarak ihsan eder. Hemen herkeste şu veya bu seviyede bir kısım kötülükleri yapma hissi vardır. Meselâ, açgözlülük, başkasının malına göz dikme, görünme hissi, bencillik duygusu, şöhret ve makam düşkünlüğü nüve hâlinde şöyle veya böyle her insanda bulunabilir. Ama bu hislerin bazıları bazı kimselerde daha güçlü olur. Meselâ öyle insan vardır ki, onu alıp altınların içine koysanız tek bir altına dahi elini sürmez. Eğer yanlışlıkla bir altın onun üzerinde kalsa ve sonra onunla uzak bir yere gitse, o insan, günlerce yol gitmiş olsa bile, geriye dönüp o altını getirir, yerine kor. Çünkü onun bu mevzuda bir zaafı bulunmamaktadır. Ancak aynı kişinin hubb-u cah mevzuunda bu ölçüde sağlam bir duruş sergileyip sergilemeyeceğinden emin olamazsınız. Çünkü bu mevzuda bir zaafı, bir boşluğu söz konusu olabilir. Hatta bazılarında Üstad’ın Hücumat-ı Sitte’de ifade ettiği virüslerin hepsi birden bulunabilir. Şimdi bu virüslerin hükmünü icra etmek istediği bir insan, iradesinin hakkını vererek: “Ben hayvaniyet ve cismaniyet zebunu bir varlık değilim. Benim bunların yanında aynı zamanda bir kalbim ve ruhum da var. O yörüngede seyahat yapmam lazım.” diyebiliyor ve iradesinin hakkını vererek bütün o duygulara karşı kahramanca mücadelede bulunuyor ve bir gladyatör gibi onlara karşı koyuyorsa, ona dönen sevap çok farklı olacaktır. İşte böyle bir insanın derecesi, o ölçüde arzu ve temayülü olmayan sıradan bir insana nispeten çok daha âlî olur ve o insanı alır rampadaki füzeye binmiş gibi, amudî (dikey) bir yükselişle velilik ufkuna ulaştırır.