Huşu, Haşyet ve Kalb İnceliği

Huşu, Haşyet ve Kalb İnceliği
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: “İman edenlerin Allah’ı (celle celâluhu) anma ve
O’ndan inen gerçek için kalblerinin saygıyla yumuşama zamanı daha gelmedi mi?”
(Hadîd sûresi, 57/16) mealindeki âyet-i kerime zaviyesinden her kalb için bir
çiy noktasından bahsedilebilir mi? Kalbde haşyet duygusunu tetikleyecek
vesileler nelerdir?


Cevap: İbn Mesud Hazretlerinin rivayetine göre, bu
âyet-i kerime, Mekke’de nazil olmuştur. Bildiğiniz üzere bu büyük sahabi sabikun
u evvelundandır ve Müslümanlığının ilk yıllarından itibaren hep İnsanlığın
İftihar Tablosu’nun yanında olmuştur. Bu açıdan Enes b. Malik gibi o da
Peygamber Efendimiz’e ait hususiyetleri çok iyi biliyordu. Aynı zamanda o, hadis
rivayetinde çok titiz davranan bir sahabidir. Meselâ, kendisine bir hadis
sorulduğunda, ciddi bir temkin ve teyakkuzla, “La havle ve la kuvvete illa
billah”
deyip Allah’a sığınarak ve tam bir kemal-i hassasiyet ve titizlik
içinde o hadisi naklederdi. Ta ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi
ve sellem) karşı kezib isnadında bulunmasın. Çünkü İbn Mesud’un mülahazasına
göre Efendimiz’e ait bir hadisin bir kelimesinin dahi farklı söylenmesi ahirette
insanı batırabilir. Bu hassasiyetinden dolayı, hadis ilminde İbn Mesud
Hazretlerinin apayrı bir yeri, apayrı bir kıymet ve itibarı vardır.


İşte rivayet konusunda bu derece hassas ve titiz olan İbn Mesud Hazretleri,
Mekke-i Mükerreme’de henüz bi’setin üzerinden çok az bir zaman geçmişken bu
âyetin inzal buyrulduğunu naklediyor ki, (Müslim, Kitabü’t-tefsir 2)
zannediyorum konunun gerçek derinlik ve buutlarıyla anlaşılması adına bu husus
önem arz eder. Evet, vahyin başlangıcının üzerinden henüz az bir zaman geçmişken
Kur’ân-ı Kerim’in;

أَلَمْ يَأْنِ لِلَّذِينَ اٰمَنُۤوا أَنْ تَخْشَعَ قُلُوبُهُمْ لِذِكْرِ
اللّٰهِ

“Allah anıldığı zaman mü’minlerin kalblerinin haşyetle
ürpereceği, huşû ile iki büklüm olacağı an, okunan âyetler karşısında gönüllerin
ürperme ve duyarlılık zamanı gelmedi mi?”
ifadeleriyle muhataplarını ikaz
buyurduğunu görüyoruz. Hâlbuki meselenin semaviliği hâlâ gönüllerde
hissedilmekteydi. Gökler ötesinin sesi yaprağın üzerine konmuş bir şebnem ve çiy
gibiydi. Fakat işte böyle bir dönemde dahi Allah (celle celâluhu), sahabileri
daha derinlemesine bir ihsas, ihtisas ve hassasiyet ufkuna çağırıyordu. Çünkü
siz meseleleri matlaşmış bir bakışla, ülfet ve ünsiyet içinde ele aldığınız
takdirde, o meseleler, sinelerinizde meydana getireceği heyecanı getirmez olur.
Evet, burada bir tembih vardır. Hatta sözün sahibinin Zât-ı Ulûhiyet olması
itibarıyla burada bir tevbihin olduğu dahi söylenebilir. Elbette biz, sahabe-i
kiram efendilerimiz hakkında böyle bir mütalaaya girmeyiz/giremeyiz. Fakat Allah
(celle celâluhu) veli kullarına da, sahabe-i kiram, enbiya-i izam efendilerimize
de bunu diyebilir. Zira O, Halık-ı küll-i şey’dir. Bu açıdan bu âyet-i kerimede,
bir tevbih ve kınamanın olduğunu söylemekte mahzur olmasa gerek.


Cenâb-ı Hak, âyet-i kerimenin devamında ise şöyle buyuruyor:

وَلَا يَكُونُوا كَالَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلُ فَطَالَ
عَلَيْهِمُ الْأَمَدُ فَقَسَتْ قُلُوبُهُمْ

“Onlar daha önce
kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti
de, kalbleri kaskatı kesildi.”
Yani sizden evvel kendilerine kitap
verilenler zamanla ülfet ve ünsiyete mağlup oldu, semavî sağanak başlarından
aşağıya boşalıp durduğu hâlde heyecan duymaz hâle geldiler; geldiler de;

وَكَثِيرٌ مِنْهُمْ فَاسِقُونَ

“ Onlardan çoğu çizgiden
çıktı, fasık oldular.”


Mebdede Yenilik, Yol Boyunca Yenilenme Cehdi


Şimdi isterseniz, zamanla ortaya çıkan kalb kasvetinin, ülfet ve ünsiyetin
bazı saikleri üzerinde bir nebze duralım. Hemen her yeni ve orijinal şey insanda
şöyle böyle bir heyecan uyarır. Bizim gibi katı kalbli, Hakk’a karşı kapalı
insanlarda bile mebdede yeniliğin hâsıl ettiği bir aşk u heyecan dalgası
sineleri sarabilir. Size bir hissiyatımı daha önce arz etmiştim. Hz. Pîr’in
yanından gelen bir şahsı ilk defa gördüğümde, onun o safveti, duruluk, incelik
ve doyuruculuğu bana çok tesir etmişti. Babam küçüklüğümde hep sahabeden
bahsederdi. Ben o zatı ilk gördüğümde “Bu asırda da sahabe gibi zatlar
olabiliyormuş!” dedim kendi kendime. İşte ilk defa şahit olduğunuz güzel bir
tablo sizde böyle bir ürperti hâsıl ediyor. Vicdan âdeta bütün vüs’atiyle
açılıyor ve onu değerlendirmeye çalışıyor. Fakat unutulmaması gerekir ki, insan
mazhar olduğu bu nimete ilerleyen zamanda yeni yeni derinlikler kazandırmaz, bir
şerh koymaz, kenarına not düşmez, yer yer formatıyla oynamaz veya en azından o
meselenin izahının formatında değişikliğe gitmezse hiç farkına varmaksızın ülfet
ve ünsiyet ağına düşebilir. Öyle ki, bir yerde insanlara namaz kıldırır, Kur’ân
okur da ne kıldırdığı namazda ne de okuduğu Kur’ân’da herhangi bir heyecan ve
ürperti duymaz olur. Kalbi, üzerinde hiçbir hayat emaresi bulunmayan çıplak bir
kaya hâline gelir.


Evet, başta herkeste şöyle böyle, az çok, yenilik ve orijinalitenin getirdiği
bir ürperti, haşyet ve saygı bulunur. Fakat ilerleyen zamanda evrâd u ezkârla,
gecenin derinliklerinde eda edilen ibadet u taatle, muhasebe, murakabe ve
tefekkürle sürekli bir yenilenme cehdi içerisinde olmayan, sürekli bir yenilenme
vetiresi yaşamayan; yaşamadığı için de benlik duygularından sıyrılamayan insanın
kaskatı kesilmesi mukadderdir. Dolayısıyla bu şahsın, çiy noktasını koruması
mümkün değildir. Böylesi bir kalb kasvetine maruz kalmamanın yolu ise, mevzuları
sürekli yeni bakış zaviyeleriyle ele alıp onlar üzerinde derinleşmekten geçer.
Bir bakın, Kur’ân-ı Kerim’in indiği ilk asırdan zamanımıza gelinceye kadar ne
kadar çok tefsir yazılmış, bu mevzuda ne kadar çok fikrî ceht ve gayret ortaya
konmuştur. Meselâ Kur’ân’ı anlama adına sahabe efendilerimizin bir hayli tefsiri
olmasına rağmen tabiîn efendilerimiz bununla yetinmemiş ve yeni tefsirler
yazmışlardır. Daha sonraki dönemlerde gelen İbn Cerir, Zemahşerî, Fahruddin
Râzî, Ebu Hayyan, Beyzavî gibi zatlar da, kendi zamanlarına kadar nice tefsirler
yazıldığı hâlde, her biri kendilerinden önce yazılanları yeterli görmemiş, ona
yeni haşiyelerde bulunmuş, sürekli bir şerh gayreti içinde olmuşlardır. Günümüze
gelinceye dek, çağlarının âbide şahsiyeti nice büyük zat, biraz da zamanın
yorumunu arkasına alarak, kendi ufukları itibarıyla, tekvînî emirlerle teşriî
emirler arasındaki mutabakatı bulmaya, bulup Kur’ân’ı yeniden bir kere daha
anlayıp anlatmaya çalışmışlardır. Meselâ Beyzavî kendi yorumlarını ortaya koyup
iki ciltlik bir tefsir yazmıştır. Fakat ilim tarihçileri -ister şerh, ister
haşiye ister ta’lik tarzında olsun- bu tefsir üzerine yapılan çalışmaların
sayısının 250’nin üzerinde olduğunu ifade etmişlerdir.


Evet, herkesin, her zaman Kur’ân hakkında yeni bir şeyler söylemesi mümkün
olabilir. Hatta Hz. Pîr gibi, söylediği her şeyi milimi milimine şıp diye yerine
oturtan bir insanın sözlerini dahi zamanın rüzgârı ve yorumunu arkaya alarak
ifade ve izah etmek gerekir. Aksi takdirde onun eserlerini alır, her sabah âdet
kabilinden ders yapar veya akşam olunca bir yere derse gider, gittiğiniz yerde
sathî bir nazarla o eserlerden bir yer okur ve böylece vazifenizi yaptığınızı
düşünürseniz onu gerçek derinlik ve zenginliğiyle anlayamazsınız. O hâlde
yapılması gereken, müzakerede bulunarak, yeni yeni terkip ve tahlillerle,
okuduğumuz metinden farklı açılımlara gitmek, yeni tespitlerde bulunmak ve
böylece kalb ve vicdan kültürümüze yeni mârifet pınarları akıtmak olmalıdır.
Hazretin “Âyetü’l-Kübrâ”da işaret ettiği gibi, gönül dünyamız itibarıyla “Hel
min mezid?” ferdi olmalı ve hep “Daha yok mu?” demeliyiz. Öyle ki bir insan bir
gün Zât-ı Ulûhiyet’le yüz yüze gelse yine de “Hel min mezid?” anlayışıyla
“Allahım yok mu bunun ötesi. Şu an yaşadığım bu hâl, benim kalbime göre. Ne olur
Allah’ım, Seni, Zât-ı Ulûhiyetine şayeste daha nasıl bilmem gerekiyorsa bana o
bilginin ufkunu aç.” demelidir.


Emanet Hüşyar ve Canlı Gönüllere Teslim Edilir


Söz bu noktaya gelmişken bir hususu hatırlatmak istiyorum: Dünyanın iki yüz
küsur ülkesinde okul açabilirsiniz. Bu iki yüz küsur ülkede sizin açtığınız
müesseseler parmakla gösterilen okullar hâline gelebilir. Bulunduğunuz ülkede
insanlar, açtığınız kültür lokallerine ciddi bir teveccüh gösterip sizin duygu
ve düşüncelerinizin renk ve deseniyle boyanmak isteyebilir. Her yerde insanlar
gözünüzün içine bakabilir. Ancak bir Hz. Ebû Bekir, bir İbn Mesud imanıyla
Allah’a müteveccih değilseniz yaptığınız bütün bu işlerin Allah indinde bir
kıymeti olmaz, bir mânâ ifade etmez.


Allah nicelerine nice lütuflarda bulunmuştur. Önemli olan, lütuflarla
mebsuten mütenasip olarak Allah’la münasebetin güçlenmesidir. Eğer siz, “Allahım
bana bu nimetleri lütfettin. Hâlbuki benim günahkâr ve zulmetli hâlim dalâlet ve
küfre daha muvafık düşüyordu. Ama Sen öyle yapmadın. Beni küfür içinde
bırakmadın. Kasvet-i kalbe uğratmadın. Dalâlete salmadın. Mağdubînden etmedin.
Hidayet buyurup beni burada istihdam ettin. Allahım bildiğim/bilmediğim, farkına
vardığım/varamadığım bütün nimetler karşısında Sana sonsuz hamd ü senâ olsun.”
yakarışlarıyla Cenâb-ı Hakk’a çok ciddi teveccühte bulunarak her daim Allah’la
münasebetinizi güçlendirmiyorsanız, Alvar İmamı’nın ifadeleriyle sürekli,
“Değildir bu bana layık bu bende. Bana bu lütuf ile ihsan nedendir?”
mülâhazasına bağlı kalmıyorsanız, yaptığınız bütün bu işlerin rıza hedefli olup
olmadığı hususunda kendinizi bir kez daha gözden geçirmelisiniz.


Allah (celle celâluhu) cedide ve ceyyide değer verir. Dinine ait meselelerin
gökten yeni nazil oluyor gibi ter u taze bir şekilde duyulup, hissedilip,
değerlendirilmesini takdir buyurur. Bundan dolayı diyebiliriz ki, Cenâb-ı Hak
dilerse, zayıf olduğunuz hâlde, devletler muvazenesinde muvazene unsuru olmayı
başkalarından alıp size verebilir. Öyle ki korodan çıkan güçlü bir ses gibi
bütün dünyaya duygu ve düşüncenizi duyurabilirsiniz. Fakat siz bu vazifeyi tam
temsil edemeyecekseniz, abes fiil işlemekten münezzeh ve müberra Kudret-i ilâhî,
o vazifeyi niye size versin ki! Çünkü gerçek mânâda temsil edilmediğinden dolayı
o vazife tekrar sizden alınıp bir başkasına verilecek.


Bu açıdan kalb kasvetine karşı her zaman ciddi bir gerilim içinde
olunmalıdır. Fakat hâl-i pürmelâlimize bakınca şu soruları kendi kendime
sormadan edemiyorum: “Neden biz envai türlü nimetlerin bulunduğu bir sofraya
davet edilmişiz gibi bir aşk u şevkle, derin bir iştiyakla teheccüd namazına
kalkamıyoruz? Neden abdest alırken aynı neşveyi duymuyoruz? Neden başımızı yere
koyduğumuz zaman, ‘Allahım keşke bu secde hiç bitmese!’ diyecek kadar Allah’la
münasebet içinde değiliz?”


Şayet O’nunla münasebette bir Şah-ı Geylânî, Hasan Şazilî, Ahmed Bedevî,
Ahmed Rufaî hazretleri gibi arzu ve iştiyak içinde değilsek, “Dahası yok mu
Allahım?” diyerek meseleyi alıp ileriye götürmüyorsak, yaptığımız iş ve ameller
bir yere kadar kıymet ifade etse de, ifade etmesi gerekli olan seviyede bir
değer ve kıymet ifade etmediği rahatlıkla söylenebilir. Bundan dolayı asla
unutulmaması gerekir ki, Cenâb-ı Hak emanetini emanette emin, cedid ve ceyyid
olan insanlara verir. Çünkü verilen o emanet, ancak onlarda kalıcı olur.


Hâsılı eğer biz, kalbimizde haşyet duygusunu tetiklemek istiyorsak, sohbet-i
cânân meseleleri etrafında müzakerede bulunmalı; mevzuları bu bakış açısıyla
daha engince anlamaya çalışmalı ve böylece imanımızı sürekli takviye etmeliyiz.
Oturduğumuz çay veya yemek faslında dahi meseleyi evirip çevirip hep Allah’a
bağlamalı, her defasında yeni bir mârifet ufkuyla meseleyi O’nunla
irtibatlandırmalı ve O’nunla noktalamalıyız. Aksi takdirde hiç farkına
varmaksızın heyecan ve yol yorgunluğuna düşer, canlılığımızı yitirir ve içten
içe kadavralaşırız. Rabbim hepimizi böyle bir âkıbetten muhafaza buyursun!