Fâcirin Cesareti ve Müttakînin Zilleti

Fâcirin Cesareti ve Müttakînin Zilleti
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem), “Allah’ım fâcirin celâdetinden, müttakînin de aczinden sana sığınırım!” sözünü nasıl anlamalıyız? Özellikle, müttakînin aczinden Allah’a sığınma ne ifade etmektedir? Bu acz ile Bediüzzaman’ın seyr ü sülûkta bir esas kabul ettiği “acz” arasında nasıl bir fark vardır?


Cevap: Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) insana sıkıntı ve keder verecek, onu dünya ve ahirette zillete düşürecek mevzularda Cenâb-ı Hakk’a sığınmış, ümmetine de her türlü musibete karşı Allah Teâlâ’nın hıfz ve inâyetine sığınmalarını tavsiye etmiştir. Bu şekilde, ilahî emir ve yasaklara uymanın yanı sıra, hem söz hem de amelle Allah’ın koruyup kollamasını ve bütün şerlerden muhafaza etmesini istemeye “istiâze” denmektedir.


Peygamber Efendimiz’in değişik hadis-i şeriflerine bakılırsa görülecektir ki, O, küfürden, fâsıklıktan, nifaktan, riyakârlıktan, kalbin kasvet ve gafletinden, acizlikten, tembellikten, yoksulluk ve borcun galebe çalmasından, zillet ve meskenetten, insî ve cinnî şeytanların şerlerinden, delilik ve cüzzam gibi hastalıklardan, bunamaktan ve çok yaşlanıp başkalarının eline düşmekten, yangın ve sel gibi felâketlerden, kabir azabından ve Cehennem’den… Cenâb-ı Allah’ın rahmetine, ilâhi riâyet ve inâyete iltica etmiş; aynı zamanda bize de, bu musibetlere karşı teyakkuzda olmamızı irşad buyurarak, yönelmemiz lazım gelen sığınağı göstermiştir.


Soruda zikrettiğiniz beyan-ı nebevîde de kendisinden Allah Teâlâ’ya sığınılması işaret edilen iki husus belirtilmektedir: Bunların birincisi, “fâcirin celâdeti”; diğeri ise, “müttakînin aczi”dir.


Celâdet; yiğitlik, bahadırlık, atılganlık ve cesaretlilik demektir. Celâdetin zıddı ise, cebânet (korkaklık), zillet, miskinlik ve ürkekliktir. Bu ifade bazen fütüvvet, şecâat ve şehâmet kelimelerinin müteradifi olarak da kullanılır. Bunların hepsiyle anlatılmak istenen ortak mana, aziz yaşama, haksızlığa ve haksızlara boyun eğmeme, saldırılar karşısında korkak olmama, ihtiyaç halinde kuvvete başvururken bile haktan ayrılmama, gücü yettiğinde bir haksızlığa haddinden fazla karşılık vererek mütecaviz davranmama ve hatta cezalandırmaktan daha ziyade afv ü safh yolunu tercih etme gibi hususlardır.


Mü’min, Azîz ve Yiğit İnsandır!..


Celâdet ve şecâat, dinimizce takdir edilen ve her mü’minde bulunması gereken memduh bir sıfattır. İslam ahlakıyla alâkalı kitaplarda mutlaka bu mesele de ele alınmış; bu mevzu hakkında müstakil kitaplar yazılmış; Kur’an-ı Kerim’de yer verilen konuların tasnif edildiği mu’cemlerde hiç olmazsa birkaç kelimeyle bu husus da nazara verilmiştir. Celâdet ve şecâatiyle tarihe geçen büyükler hep alkışlanmış, onlara dair destanlar yazılmış ve çok defa o destanlara müracaat edilerek günümüzün insanında da o ruh haleti uyarılmaya çalışılmıştır.


Kur’an-ı Kerim, Ashâb-ı Kirâmı anlatırken onların aziz ve yiğit insanlar olduklarına işaret etmiş; ”Onlar kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise çok şefkatlidirler.” buyurmuştur. (Fetih, 48/29) Evet, Sahabe efendilerimiz kendi aralarında çok mütevazi, yüzleri yerde ve şefkatli kimselerdir. Fakat, küffâr, küfrünün gereğini yerine getirdiği zaman, mü’minin takınması gereken tavır celâdet tavrıdır. Dolayısıyla, onlar da kâfirlere karşı çok çetin, çok şiddetlidirler; onların hücumlarına karşı zayıflık ve yılgınlık göstermezler. Ashabın kâfirlere karşı aziz olmaları, kaba ve katı davranmaları mânasına gelmemekte; saldırılar karşısında sinmemelerini, tehditlere boyun eğmemelerini, dünya menfaati için davalarını terk etmemelerini ve zalimlerin dişleri arasında öğütülebilecek kolay bir lokma olmamalarını ifade etmektedir.


Evet, Bediüzzaman’ın ifadesiyle, dünyaperest insan, bir lezzet için nihayetsiz zilleti kabul eder; hasis bir menfaat için şeytanın ayağını öper derecede alçaklık gösterir. O, herkese kul-köle olup, riyakârlık ve dalkavukluk ettiğinden dolayı, son derece zillet, meskenet ve aşağılık içindedir. Fakat, ehl-i iman, özellikle de tahkikî iman ile imanı inkişaf edenler, kavîdirler, muazzezdirler. Her mü’min aziz bir kuldur; çünkü o, Allah’a kul olmuş ve bir yönüyle kulluğunu O’na ipotek ettirmiştir. İnanan bir insan, sadece Kadîr-i Zülcelâl, Hakîm-i Zülkemâl, Hâlık-ı Kâinat ve her şeye gücü yeten Rabbü’s-Semâvâti ve’l-Arz’a kulluk eder ve o kulluğuna karşı da hiçbir alternatif tanımaz. Öyleyse, miskinliğin, zilletin, başkaları karşısında serfürû etmenin ve küçük bir menfaat için el-etek öpmenin zıddı olarak kullanılan celâdet bir mü’min sıfatıdır. Mü’min cesurdur, yiğittir; korku ve yılma bilmeyen bir kahramandır. Mehmet Akif bu hakikati ifade sadedinde şöyle demiştir:



Şehâmet dîni, gayret dîni ancak Müslümanlık’tır;
Hakîki Müslümanlık en büyük bir kahramanlıktır.
Cebânet, meskenet, dünyâda, sığmaz rûh-i İslâm’a…
Kitâbullâh’ı işhâd eyledim -gördün ya- da’vâma.
Görürsün, hissedersin varsa vicdânınla îmânın:
Ne müthiş bir hamâset çarpıyor göğsünde Kur’ân’ın!


Beşinci Boyut


Bizim tarihimiz, özellikle de îtilâ (yükselme) dönemlerimiz bu celâdet ve şecâat ruhunun en mümtaz kahramanlarıyla doludur. Milletimizin çok cesur, korkusuz ve fütursuz yiğitleri, cebânet ve meskenetin Müslümanlıkla bağdaşmadığını hemen her fırsatta göstermiş; din, vatan ve millet uğruna ölüme bile hiç tereddüt etmeden seve seve gitmişlerdir. Hatta şavaşa giderken, gazilikten daha çok şehitliği düşünmüş; şehadet şerbeti içmek için fırsat kollamışlardır. Samanyolu Televizyonu’nun “Beşinci Boyut” dizisinde gösterdiği gibi, nazarlarını ebedî bir hayata diken her mukaddes ruh, köyünü, tarlasını, annesini, çocuk bekleyen eşini ve bütün hayallerini arkada bırakıp tereddütsüzce cepheye yürüyebilmiştir. Fakat, onların yürüdükleri yer aslında farklı bir âlemin kapısıdır; bambaşka bir buudun ve hayatı insan üstü bir seviyede sürdürme mertebesinin ilk basamağıdır.


Bundan dolayıdır ki, Cenâb-ı Hak, “Allah yolunda öldürülenler hakkında “ölü” demeyin. Bilakis, onlar diridirler, fakat siz bunun farkında değilsiniz. (Bakara, 2/154) buyurmaktadır. Evet, Bediüzzaman hazretlerinin de ifade ettiği gibi, hayat mertebeleri farklı farklıdır; Kur’an’ın ve hadis-i şeriflerin işaretiyle sabittir ki, şühedânın tabaka-i hayatları sair kabir ehlinin durumunun üstündedir. Şehitler, hayatlarını Hak yolunda feda ettikleri için, Cenâb-ı Hak, dünya hayatına benzeyen, fakat kedersiz ve zahmetsiz olan bir hayatı âlem-i berzahta onlara ihsan etmektedir. Öyle ki, onlar öldüklerinin bile farkında değildirler; kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini bilmekte, ölümdeki firak acılığını hiç hissetmemekte ve tam bir saadetle mütelezziz olmaktadırlar.


Hazreti Üstad, şehit olan yeğeni Ubeyd hakkında, “Bir rüya-yı sâdıkada, yerin altında bir menzil suretindeki kabrine girmişim. Onu şühedâ tabaka-i hayatında gördüm. O beni ölmüş zannediyormuş; benim için çok ağladığını söyledi. Kendisini hayatta biliyor; fakat Rus’un istilâsından çekindiği için, yeraltında kendine güzel bir menzil yapmış.” demiş; hadsiz vâkıâtla ve rivayetle, şehitlerin bu tarz bir hayata mazhariyetlerinin ve kendilerini sağ bildiklerinin sabit ve kat’î olduğunu belirtmiştir.


Evet, Seyyidü’ş-şühedâ olan Hazret-i Hamza (radıyallahu anh) efendimizin, ruhaniyetiyle kendine iltica eden insanların yardımına koştuğu çok vâkîdir. Cenab-ı Allah, bazı durumlarda selef-i salihînin şehitlerini icraât-ı Sübhaniyesine perde yapmaktadır. Kimi insanların yardımına Hazreti Ali’yi, bazılarına Hazreti Mus’ab’ı ve bir kısmına da Bedir ashabını göndermektedir. Farklı bir buudda bulunan şehitler, çoğu zaman imdatlarına koştukları insanlara dünyadaki halleriyle görünmekte ve onların alışık olup yadırgamadıkları misalî resimleriyle, berzahî fotoğraflarıyla ortaya çıkmaktadırlar. Yani, siz şühedâyı, dünya hayatında hangi elbise içinde ve nasıl bir halde görmüşseniz, Allah Teâlâ da onlara o türlü misalî elbiseler giydirmekte, öyle karşınıza çıkarmakta ve dünyaya ait bazı umûru onlara icrâ ettirmektedir. Şu kadar var ki, onlar sizin yediğiniz türden şeyler yemezler; hayatınızı devam ettirebilmeniz için mukayyet bulunduğunuz yeme, içme, uyuma gibi bazı kayıtlar onlar için söz konusu değildir.


Şehâmet-i İmaniye


İşte, her mü’minde imandan kaynaklanan bir kahramanlık ve cesaret ruhu olması iktizâ eder ki biz buna şehâmet-i imaniye, izzet-i diniye ya da celâdet deriz. Bununla beraber, Bediüzzaman hazretleri mü’minlerdeki şehâmeti anlatırken onu “şefkatle cihazlanmış şehâmet-i imaniye” şeklinde tavsif eder. Yani, mü’minler, zâlimler karşısında zillet göstermedikleri gibi mazlumları da zelil etmezler.. onlar, emri altındakilere hiçbir hak ve hürriyet tanımayan despotlara dalkavukluk yapmaz, kaba kuvvet temsilcilerine el açıp boyun bükmezler; bununla beraber, zayıf ve çaresiz kimselere karşı da tahakküm ve tekebbürde bulunmazlar.


İmanın kazandırdığı izzetle yaşayan insanlar, kahramanlık ve cesaretlerini haksızlıkta ve başkalarını ezmekte kullanmaz ve asla kaba kuvvete başvurmazlar. Onlar, güçlü oldukları yerde affeder; hiddet ü şiddet anında hilm ü silmle muamelede bulunur; ihtiyaç içinde kıvrandıkları durumlarda bile “îsâr” ruhuyla hareket edip başkalarını düşünür ve düşmanları hakkında dahi hayırhahlıktan geri durmazlar. Savaş esnasında harbin kendi kurallarına göre davransalar da, hemen her zaman sulh yolu araştırır ve herkesin kendi hak ve hürriyetlerine göre yaşamasını temin etmeye çalışırlar.


Nitekim, Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) Medine-i Münevvere’ye teşrif buyurduğunda, “Medine Vesikası” adıyla bilinen mukaveleyi yapmış; sulh halinde, herkesin kendini emniyet ve güvende hissetmesi gerektiğini fiilen göstermişti. O anlaşmanın imzalandığı dönemde, Medine’de Hristiyanlar, Yahudiler, müşrikler, bir kabile dinine inananlar ve dinsizler de vardı. Fakat, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz hiç ayırım yapmadan barış ve güven içinde yaşamaya razı olan herkesi anlaşmaya çağırmıştı. Yaptığı mukavelede, kabileleri teker teker saymış; Benû ‘Avf, Benû Hâris, Benû Sâide, Benû Cuşem, Benû’n-Neccâr… diyerek her kabileyi zikrettikten sonra o kabilenin hak ve sorumluluklarını belirtmişti. Peygamber Efendimiz, Mekke’nin fethi sırasında da, Müslümanlara senelerce düşmanlık yapan kimseleri bile affetmiş; kapısını çalanlara daima merhametle muamelede bulunmuş ve en güçlü olduğu dönemlerde dahi kuvvet ve celâdeti tahakküm sebebi olarak kullanmamıştı. Daha sonraki dönemlerde de özellikle Râşid Halifeler, Selçuklular ve Osmanlılar, emirleri altındaki toplulukları aynı emniyet ruhuyla yaşatmışlardı.


Diğer taraftan, celâdet ve şecâat duygusunu başkalarını ezme ve kendini ifade etme yolunda kullananlar da olabilir. Aslında, Cenâb-ı Allah insana, dışarıdan gelecek saldırılardan kendini koruması için “kuvve-i gadabiye” (öfke hissi) dediğimiz bir duygu vermiştir. Bu duygu, hariçten gelen hücumları önlemek için itici bir kuvvet ve tedbirli olmaya yarayan bir güçtür. Korkulacak şeyler karşısında temkinli davranma ve onları telâşa kapılmadan savmaya çalışma anlamındaki yiğitçe duruşun, yani “şecâat”in kaynağı olan bu duygu; bütün kin, nefret, hınç, hiddet, dargınlık ve kızgınlığın da menşeidir. Bazıları, korkulmayacak şeylerden dahi korkar, sürekli vehimlerle oturup kalkar ve değişik paranoyalarla hayatı yaşanmaz hâle getirirler ki, bunların halini “cebânet” (korkaklık) kelimesi ifade eder. Fakat, bazı insanlar da vardır ki, onlar âkıbeti hiç düşünmeden, ölçüsüzce ve muhâkemesizce her işe girişir ve neticesi mutlak felâket olan tehlikelere bile korkusuzca atılırlar. Kuvve-i gadabiyenin bu ifrat hâline de “tehevvür” (korkusuzluk ve saldırganlık) denir.


Fâcirin Cesareti


İşte, şecâat duygusu, dinin emrettiği ölçüler içerisinde ve izin verdiği şekilde değil de, kuvvet göstermek, başkalarını ezmek ve hak edilmeyen bir şeyi zorla almak için kullanılırsa, bunu yapan insanın celâdet ve şecâati, övülen ve takdir edilen bir vasıf olmaktan çıkar. Korkusuzluğu bâtıl yollarda ve zorbalıkta kullanan bir insanın cesareti kendinden Allah’a sığınılması gereken bir şerre dönüşür. Hele bir de, o korkusuz insan fâcirse, onun celâdet ve şecâati daha büyük musibetlere sebebiyet verir.


Fâcir; İslâm’ın emirlerini çiğneyen, dinî ölçü ve prensiplere aykırı hareket eden, günahlarda ısrarcı davranan ve büyük günahları işlemekten bile utanmayan azgın kimse demektir. Kalbi ölmüş ve vicdanı tefessüh etmiş böyle birinden şefkat ve merhamet beklenmez; onun şecâat duygusu şefkat hissiyle dengelenmediği için, fâcir adam hiç kimseye acımaz.. o, zulüm ve zorbalıklarının âkıbetini hiç düşünmeden kan döker, can alır, yuva yıkar ve ocaklar söndürür. Bundan dolayı, her sözünde binlerce hikmet bulunan Allah Rasûlü, daha pek çok derin mananın yanında bu hususa da dikkat çekmiş; fâcirin celâdetinden Allah’a sığınmış ve öyle bir şer karşısında bizim de ilahî hıfz ve riayete yönelmemizi tavsiye buyurmuştur.


Müttakînin Tembellik ve Miskinliği


Sorunuzda, Peygamber Efendimiz’in (aleyhi efdalüssalavâti vetteslimât) istiâzede bulunduğu ikinci husus “müttakînin aczi” idi. Acz; güçsüzlük, kifâyetsizlik, beceriksizlik ve elinden iş gelmeme halidir. Bu hadis-i şerifte acz; tembellik, uyuşukluk, bitkinlik, ümitsizlik ve çaresizlik manalarını da ifade edecek şekilde kullanılmıştır.


Tembellik, beceriksizlik ve çaresizlik anlamındaki acizlik, bir kâfir sıfatıdır. Mü’minin şe’ni, sa’y u gayret ve ümittir. Hususiyle de karamsarlıktan neş’et eden çaresizlik ve miskinlik duygusu, milletleri felç eden dehşetli bir hastalıktır ve ilerlemeye, gelişmeye, olgunlaşmaya manidir.


Acizlik her insan için kötü olsa da mü’minin beceriksiz, miskin ve bedbin olması çok daha kötüdür. Zira, mü’mindeki acziyet, onun Cenâb-ı Hakk’a itimat etmeyişine de bir emaredir. Aciz bir insan, Allah-u Teâlâ hakkında hüsn-ü zanda bulunmuyor demektir ve dolayısıyla onun, “Kulum Beni nasıl tanırsa, ona öyle muamele ederim.” hadis-i şerifi gereğince ilahî inayetten istifadesi mümkün değildir.


Müttakî bir insanın beceriksizlik ve çaresizlik içine düşmesine gelince, o bütün bütün fena bir durumdur. Zira, müttakî bir kul, belli bir seviyenin insanıdır. O, Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından kaçınmak suretiyle O’nun azabından korunma cehdinde bulunan bir insandır. Müttakî’yi, takvânın daha şümûllü ve umumi mânâsına göre tarif edersek, o, dinin prensiplerini hassasiyetle görüp gözettiği gibi, şeriat-ı fıtriye kanunlarına da riâyet eden; Müsebbibü’l-esbâba tam itimat etmekle beraber sebepleri de yerine getiren; Cehennemi netice veren davranışlardan sakınmanın yanı sıra kalbini de şirk işmâm eden şeylerden koruyup kollayan insan demektir. Dolayısıyla da, şartlar ne olursa olsun, başına ne gelirse gelsin, bir müttakînin bedbinlik yaşaması ve acze düşmesi kabul edilemez. O bir taraftan sebepleri yerine getirme, diğer yandan da Cenâb-ı Allah’ın kudretine sığınma hususiyetleriyle maruf bir kul olmalıdır. Oysa acz, Müsebbibü’l-esbaba yönelme keyfiyetini belirleyememeyi ve sebepleri terk etmeyi netice verir. Böylece, o insan, hem tekvinî emirler mevzuunda, hem Müslümanca yaşama konusunda, hem de dinini dünyaya anlatma hususunda elinden bir şey gelmeyen bir âciz, bir miskin halini alır.


Takva’nın Bir Derinliği


Bir gün, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, Ebû Umametü’l-Bâhili hazretlerini, Mescid-i Nebevî’de mahzun, mükedder, kalbi kırık ve boynu bükük oturuyorken görmüş ve hemen o halinin sebebini sormuştu. Ebû Umame, “Ey Allah’ın Rasûlü, evde yiyecek bir şey yok ve fakr u zaruret had safhaya ulaştı. Peşimi bırakmayan bir sıkıntı ve bazı borçlarım sebebiyle böyle gamlıyım.” cevabını vermişti. Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz, ona sabah akşam şunları söylemesini tavsiye buyurmuştu: “Allah’ım tasadan, kederden, eli kolu bağlı miskin miskin oturmaktan, tembellikten, korkaklıktan, malımı ulvî bir gaye için verememe cimriliğinden, borç altında ezilmekten ve düşmana mağlup olmaktan Sana sığınırım.”


Ebu Umame hazretleri bu sözlerin manasını anlamış; hem Cenab-ı Hakk’a teveccüh edip niyazda bulunmuş hem de fiilî duayı da yerine getirme düşüncesiyle çalışmış, gayret göstermiş; tasa ve kederden kurtulduğu gibi borçlarını da ödemişti. ‎“Acizlikten ve tembellikten Sana sığınırım” dedikten sonra, o, hâlâ bir kenarda oturup el-âlemin avucuna bakamazdı. Artık bu safhada ‎ona düşen vazife, dua ettiği hususları fiiliyâta dökmekten ibaretti.‎


Evet, teşriî emir ve nehiyleri gözetip dinin “yap” veya “yapma” dediği hususlarda emre imtisal etmenin yanısıra, tekvinî emirlere riayet etmek, yani, Allah’ın kainatta câri sünnetine (kanunlarına) uygun hareket etmek de takvanın önemli bir buududur. Biz, millet olarak, takvanın çok önemli bir yanı olan “tekvinî emirleri gözetme” esasına gereken değeri vermeyince zenginliklerimizi bir bir kaybetmiş ve ezilmişiz. Daha sonra, bu hatamızı telafi etmeye çalışırken daha büyük bir hataya düşmüşüz: Batı’nın muvaffakiyetini dünyayı çok iyi okumalarında ve onun üzerine yoğunlaşmalarında görmüş, “Biz de kevnî kanunları değerlendirerek onlara yetişeceğiz.” demişiz; ama ne yazık ki, mukaddes değerlerimizi bir kenara atmakla işe başlamışız.


İşte, acz ve çaresizlik düşüncesi zatında kötü olsa da, sünnetullahı bilen ve hem teşriî hem de tekvinî emirlere uyması beklenen bir müttakînin acizlik ve meskenet hastalığına yakalanması çok daha kötü bir durumdur. Bu sebeple ve daha pek çok hikmete mebnî olarak Allah Rasûlü müttakînin aczinden Allah’a sığınmış; böyle bir bedbinliğe düşmememiz için de bizi uyarmıştır.


İlahî Yardıma Çağrı Olan Acz


Bediüzzaman hazretlerinin, mesleğinin bir esası saydığı acz meselesi bedbinlik ve çaresizlikten çok farklıdır. Bu zaviyeden acz, miskinlik ve tembellikle eli-kolu bağlı oturmak değildir; insanın, kendi üzerine düşen sa’y ü gayreti ortaya koyarak kulluk vazifesini yapmasının yanında, Allah karşısında acizliğini de idrak ve ilan etmesidir. “Ben acizim, Sen Muktedirsin; ben fakirim, Sen Ganîsin; ben muhtacım, Sen ise bütün ihtiyaçları gidermeye gücü yetensin” deyip Cenâb-ı Allah’ın kudretine dayanmasıdır. İnsanın, Cenâb-ı Hak karşısında kendini bir hiç bilmesi, her zaman kulluğunun farkında olarak hareket etmesi, umduğu Cennet meyvelerine mukabil ibadet ü tâatini çok yetersiz görmesi ve sadece ilahî rahmete itimad etmesidir.  Acz u fakrının farkında olan bir kul sürekli, “Ben kendime yetmem Allah’ım, inayet ve kereminle destekle beni. Ben kendi işlerimin üstesinden gelemem ve kendi imkanlarımla Cennet’e gidemem Rabbim, rahmet ve inayetinle te’yit buyur, Cennetine al şu âciz bendeni. Bütün imkanlarımla Cennet’i peylemeye çalışsam ve bütün ömrümü ona hasretsem de, benim cehd u gayretim Cenneti kazanmaya kâfî gelmez. Ona ancak, Senin merhametinle ulaşabilirim. Beni de ilahî rahmetinle yarlığa Allah’ım!” der durur. Kendi güç ve kuvvetiyle en küçük bir zaferi bile elde edemeyeceğine ama Allah’ın inayetiyle her işin altından kalkabileceğine inanır. Böylece, aczini Allah’ın kudret ve inayetine bir çağrı yapar; kendi küçüklüğüne rağmen O’nun sonsuz kudretine dayanır ve o kuvvet sayesinde her meselenin üstesinden gelebileceğine iman eder.


Evet, insan âciz, zayıf ve muhtaçtır; O ise, her şeye hükmeden mutlak bir Hâkim’dir. Bu itibarladır ki, halis bir kul hemen her zaman, kendi küçüklüğünün şuurunda ve O’nun büyüklüğünü takdir hisleriyle iki büklüm yaşar; isteyeceği her şeyi, kavlî, fiilî ve hâlî talep çerçevesinde sadece ve sadece O’ndan ister ve O’na karşı müstağni davranmayı küstahça bir çalım sayar. O’nunla dua ve ibadet münasebetlerinde lâubalî olmayı ve gayr-ı ciddî bulunmayı da bir saygısızlık kabul eder. O’na teveccühünde her zaman bir yandan ümit, diğer taraftan da endişe mülâhazalarıyla dolar.


Aslında, hem dünyevî hem de uhrevî beklentilerimiz hesabına yaptığımız işler ile talip olduğumuz neticeler arasında bir münasebetsizlik var gibidir. Mesela, binlerce yıldız ve gezegen emrine verilse, binlerce senelik bir ömür de bahşedilse, insan Cennet gibi bir ebedî menzili var edemez; Cennet hayatının bir gününe bile nâil olamaz. Fakat, Allah (celle celalühü) elli-altmış senelik bir kulluğa bedel ebedî saadeti va’d etmektedir. Dua etmekle ya da namaz kılmakla Cennet’e ulaşmak arasında zahiren bir münasebet gözükmemektedir. Oysa, Cenâb-ı Hak, “Siz, üzerinize tevdi ettiğim şu vazifeyi yapın, Ben de ona mukabil şöyle bir mükafatta bulunacağım” demekte ve bizim nazarımızda çok küçük olan bazı amellere pek büyük bir kıymet takdir etmektedir. İşte, orada asıl tenasüp Allah’ın emrettiği o ameli yapmak ve O’nun değer biçtiği bir işi takdir ettiği o değere göre ele almaktır. Çünkü, Mevla-yı Müteâl, kullarının aczini bir merhamet çağrısı gibi kabul etmekte; halis bir niyetle ortaya konan çok küçük amellere sonsuz nimetler vererek mukabelede bulunmaktadır. Mesela, namaz bazen bir saate sığdırılabilecek bir ibadettir ve insanın nazarında Cennet’in karşılığı olabilecek bir kıymette değildir. Zahiren, beşerî hareket ve davranışlara sıkıştırılmış bir darlık içinde eda edilen ve bazen gafletle biraz daha daraltılan o namazla Cennet alınamaz. Fakat, Cenâb-ı Allah, namaza öyle bir kıymet biçer, ona o denli bir vüs’at verir ve onu öyle değerler üstü değerlere ulaştırır ki, artık o namaz küçük ve değersiz bir şey değildir; bilakis, Cennet’i satın almaya yetebilecek bir sermayedir.


Demek ki, Cenâb-ı Allah size bir vazife tahmil ediyor. O vazife teklif-i mâlâyutak denebilecek cinsten güç yetiremeyeceğiniz bir iş de değil, herkesin az bir gayretle altından kalkabileceği bir iş. Fakat, ona öyle bir kıymet biçiyor ki, onunla Cennet’i satın alabiliyorsunuz. Yani, elinizdeki değersiz bakır parçasına kendi mührünü vuruyor ve o mangırı bir anda cihanları peyleyebilecek bir para seviyesine yükseltiyor. Aynen öyle de, sizin imanınız da O’nun mührünü taşıyan çok değerli bir sermaye; ibadet ü tâatiniz ebedi saadeti satın alabilecek kıymette bir hazine… Âciz ve fakirsiniz; belki elinizden çok küçük bir iş geliyor ama o, Hak katında çok büyük sayılıyor ve ona mukabil sizin için Cennet kapıları açılıyor.


Tabii ki, böyle bir netice gönlünüzde bir teşekkür hissi ve minnettarlık duygusu hâsıl eder.. içinizde bir şükür hissi uyarır… Birinizin bin olduğunu, kendi darlığınız içinde eda ettiğiniz bir ibadetin O’nun rahmetinin genişliğiyle değerler üstü değerlere ulaştığını görünce şevk ile gürlersiniz.. bu büyük nimetler sizi sürekli tefekkür, şükür ve şevk atmosferine çeker. Dahası, şahit olduğunuz ilahî rahmet ve inayet sizin gönlünüzde de şefkat hissini coşturur; mahlukâta merhametle bakan bir insan olursunuz.


İlâhî Teveccüh ve Sıfatlar


Hâsılı; Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) celâdet ve acz sıfatlarının yer değiştirmesine dikkat çekmiş; cesaretin fâcir bir insanda tehlikeli bir silah olduğuna ve aczin de müttakî bir kula hiç yakışmadığına işaret ederek bu iki sıfattan istiâzede bulunmuştur.


Bediüzzaman hazretlerinin de ifade ettiği gibi, Cenâb-ı Hakk’ın teveccühü sıfatlara göredir. “Meselâ, sabrın mükâfatı zafer; atâletin mücazatı sefalet; sa’y ve sebatın sevabı da servet ve galebedir.” Öyleyse, sa’y ve gayrete sarılan, teşriî emirlerle beraber tekvinî emirleri okumasını da bilen kim olursa olsun, Cenâb-ı Allah onu muvaffak eder. Dolayısıyla, tekvinî emirlere itaat eden kimse, inançsız bir insan da olsa, kevnî hakikatleri görmezlikten gelen Müslümana galebe çalar.


Bir kâfirin her sıfatının küfründen neş’et etmesi lazım gelmediği gibi, bir müslümanın, bazı sıfatları da dinî disiplinlere uygun olmayabilmektedir. Acizlik, yeis ve çaresizlik birer küfür sıfatı olmasına rağmen bunların bazı mü’minlerde bulunması da ihtimaldir. Celâdet, şecâat ve şehâmet de birer mü’minlik şiârı olduğu halde, bazen inançsız bir insan da bu sıfatlara sahip olabilmektedir.


Şayet, Allah Teâlâ sadece güzel sıfatlara değer veriyorsa, korkaklık, miskinlik, ümitsizlik ve çaresizliğe teveccüh etmiyor ve bu çirkin vasıfları üzerinde barındıranlara merhamet nazarıyla bakmıyor demektir. Bir manada, âciz ve miskin kimseler “kendi hallerine bırakılmış ve terk edilmiş” zavallılardır. Böyle bir “bırakılmışlık” ise, “Allah’ım beni göz açıp–kapayıncaya kadar dahi olsa nefsimle başbaşa bırakma!” diye dua etmesi, heva ve hevesinin insafsızlığına terk edilmemek için yakarışta bulunması beklenen bir mü’mine yakışmayan bir sıfattır. Evet, mü’min ümitli, gayretli, azimli ve Cenâb-ı Allah hakkında hüsn-ü zanlı olmalıdır.



Sözlerimizi yine Mehmet Akif’in yanık nağmeleriyle bitirelim:
“Mâdem ki alçaklığı bir, ye’s ile şirkin;
Mâdem ki ondan daha mel’un daha çirkin
Bir seyyie yoktur sana; ey unsur-i îman,
Nevmîd olarak rahmet-i mev’ûd-i Hudâ’dan
Hüsrâna rızâ verme… Çalış… Azmi bırakma;
Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma!”