Enaniyet ve Aidiyet Hisleri

Enaniyet ve Aidiyet Hisleri
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Bediüzzaman Hazretleri işlenecek
günahlarla insanda var olan bazı latîfelerin söneceğinden
veya öleceğinden bahsederek Lem’alarda şöyle der:
“Hem senin mahiyetine öyle mânevî cihazat ve lâtifeler
vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz; bazıları
bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş bir batman
taşı kaldırdığı halde, göz bir saçı kaldıramadığı
gibi; o lâtife, bir saç kadar bir sıkleti, yani, gaflet
ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamıyor.
Hattâ bazan söner ve ölür.”

Her latîfenin bir gaye-i hilkati
vardır. Hilkat gayesine uygun biçimde o latîfenin
kullanılmaması elbette onun dumûra uğramasına veya
ölmesine neden olacaktır. Burada işin en önemli noktası
söz konusu latîfelerin tekrar dirilip dirilmeyeceği
veya daha doğru bir tabirle Allah tarafından tekrar
diriltilip diriltilmeyeceğidir. Kanaatim o ki, eğer
Allah’ın fevkaladeden bir lutfu ve inayeti olmazsa
onların tekrar dirilmeyeceği ve diriltilmeyeceğidir.
Bu açıdan Bediuzzaman’ın, Lem’alardaki aynı yazının
devamında söylediği “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan
kork- bir lokmayla, bir daneyle, bir bakmakla o latîfelerini
batırma” nasihatine iyi kulak kesilmek gerek.

Ancak iman başta olmak üzere marifetullah,
muhabbetullah, mehafetullah ve zevk-i ruhaniye erip,
hakikat yolcusu insanın asıl hedefi olan rıza-yı ilahiye
ulaşabilmesi adına verilmiş olan latîfeler eğer küfür
ve dalaletle ölüyor ve bir daha dirilmiyorsa, sonradan
hidayete eren insanlar hiç bir yere varamazlar. Oysa
ki, mühtediler içinde seyr-i sülûkta nice mertebeleri
kat’ etmiş insanlardan söz etmek mümkün olduğu gibi,
cahiliyye insanlarından mucize denilebilecek bir toplum
da çıkmıştır. Demek burada Allah’ın hususi bir iltifatı,
fevkalade bir inayeti var.

Bizim hamuru müslümanlıkla yoğrulmuş
insanlar olarak, inayete güvenmekle beraber, irademizi
esas alarak davranışlarımızı ayarlamamız gerekir.
Zira adet-i ilahi günahlara girme durumunda o latîfelerin
sönmesini ve ölmesini netice veriyor.

Bu çerçevede iki önemli tehlikeye
dikkatlerinizi çekmek istiyorum; çoklarımızın içki,
kumar, hırsızlık türü günahlar kategorisi içine girmediği
için belki dikkat etmediği ama işin aslına bakılırsa
bir çok latîfelerin ölmesine neden olan iki yanlış
his ve duygudur bunlar. Aslında ikisini bir başlık
altında da toplayabiliriz: enaniyet. Ama biri şahsi
enaniyet, ikincisi yaptığı yararlı işlerle başarılı
gözüken ve halk nezdinde öyle kabullenilen bir cemaate
mensup ve aid olmanın verdiği cemaat enaniyeti.

Birincisi; şahsi enaniyet. Şahsi
enaniyet az veya çok, külli veya cüz’i herkeste vardır.
Günümüzdeki Kur’an mesleği, Bediuzzaman Hazretlerinin
enfes tesbitleri içinde acz, fakr, ihtiyaç, şevk,
şükr, tefekkür ve şefkat gibi umdeler üzerine müessestir.
Bu hasselerin her biri bir bütünün parçaları olmasının
yanı sıra, aynı zamanda birbirinin lazımıdır. Dolayısıyla
zincirde halka veya halkalar eksik kalacak ve insan
kamil mertebeye hiç bir zaman çıkamayacaktır. Şimdi
hem bu halka içinde bulunup, hem bu Kur’an mesleğine
intisap edip, hem de onun gereklerini bilmeme ve kurallarını
uygulamama insanı farkına varmadan daireden uzaklaştırır.
Onun için meslek kurallarını bilme ve onlara riayet
etme, o meslekte başarılı olmanın yegane yoludur.

Evet, benlikte öyle bir özellik
var ki, insanı merkezden, kendisinden uzaklaştırır,
“men ittehaze ilâhehû hevâhu (kendi heva ve heveslerini
tanrı edinen kimse..Furkan Suresi 25/43, Casiye 45/23)”
sırrınca anlatılan derekeye düşürür. Sadece kendini,
kendi yaptıklarını beğenen bir seviyeye, daha doğrusu
böyle bir seviyesizliğe düşürür insanı. Bazan da başkalarının
güzel yaptıkları şeyleri, sırf kendisi yapmadığı için
çirkin bulur böyleleri.

İkincisi ise bir cemaate mensup
olmanın verdiği bir başka türlü enaniyet. Çok açık
ve net bir ifade ile “kahramanlar yaratan bir ırkın
ahfadıyız”a bedel, “Dünyanın dört bir yanında eğitim-öğretim
faaliyetleri ile ülkemizin adını bayraklaştıran, saadet
asrı hariç İslam ve belki de insanlık tarihi boyunca
eşi-menendi görülmemiş bir hızla faaliyet alanını
genişleten, insanlığın geleceği adına asırlardır ihmal
edilen ahlaki temelleri atan bir hareketin gönüllü
fertleriyiz” şeklinde bir yaklaşım. Halbuki bizleri
bu yola hidayet eden de, o yolları lütuf ve ihsan
eden de sadece O. M. Akif’in deyişi ile bugün biz
neye malik isek hepsi O’nun vergisi ve biz sadece
O’na medyûnuz. Üstad Hazretleri ne güzel söyler; “Bilmeyerek
bu yolda istihdam ediliyoruz.” Kendisini sorguladığı
bir baska yerde; “Hem deme ki ‘Ben mazharım. Güzele
mazhar ise güzelleşir.’ Zira, temessül etmediğinden,
mazhar değil, memer olursun. Hem deme ki, halk içinde
ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor.
Demek bir meziyetim var.” Aynı hakikatı diğer bir
misal içinde şöyle anlatır; “Hem nasıl ki yeryüzünde
bulunan parlak şeylerin, güneşin akisleriyle parlamaları
ve denizlerin yüzlerinde kabarcıkların, ziyanın lem’alarıyla
parlayıp sönmeleri, arkalarından gelen kabarcıklar
yine hayalî güneşçiklere aynalık etmeleri bilbedâhe
gösteriyor ki, o lem’alar, yüksek birtek güneşin cilve-i
in’ikâsıdırlar.” Yani senin güneşle irtibatın budur.
Güneşe müteveccih olman Ondandır diyor. 26. Sözde
de “Sen, ey riyakâr nefsim! ‘Dine hizmet ettim’ diye
gururlanma, ‘inne’llâhe leyüeyyidü heze’ddîne bi yed-i
racüli’l-fâcir’ sırrınca, müzekkâ olmadığın için,
belki sen kendini o recül-ü fâcir bilmelisin. Hizmetini,
ubûdiyetini, geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat
ve farîze-î hilkat ve netice-i san’at bil, ucb ve
riyadan kurtul.” diyor.

Evet, bu zat, haşa! estağfirullah’a
yatırım yapmıyor, kendine nasıl bakıyorsa öyle konuşuyor,
mazhariyeti söylemiyor, hatta ona memerriyet diyor.
Kendini vahdet-i vücutçulardan farklı olarak bir ayna
misali tecelligah olarak görüyor. Onlar malum, tüm
varlığı cansız akisler olarak kabullenir. Cami gibi
bazıları açıktan açığa evham ve hayalat der varlığa.
Yani bakış açınıza göre değişiyor eşyanın mahiyeti.
Netice itibariyle insanın bu şekilde bakması lazım
kendine. Halbuki biz tam aksini yapıyoruz, Cenab-ı
Hakk lütfediyor, biz kendimize malederek söylüyoruz.
Ve bazan meseleyi, karşı tarafı aldatmak için inşaallah
ile, maşaallah ile süslüyor ve besliyoruz. Bunlar
da riyanın koruyucu serası, mahfazası, kabuğu oluyor.
Bana göre bu Allah adına yapılan gizli bir saygısızlık.
Yani “Ben yaptım, ben ettim” deme açık, “Allah’ın
izniyle, inşallah, maşaallah” gibi koruyucu seralar
içinde konuşma tarzı da gizli saygısızlık. Tabii bunlar
gerçekten kalpte yer bulmayıp, sadece dilin ucundan
zahiri kurtarmak için söylenen sözlerse.

Bu açıdan Kur’an dairesi içinde bulunan
herkes ciddi bir tehlike sath-ı mailinde bulunuyor.
Onun için herkesin bir muhasebe ve murakabe ile nefsin
oynadığı bu oyundan sıyrılması, bunun icin de başkaları
ile konuşurken, kendi kendine düşünürken, yazarken,
çizerken hasılı sürekli O’nun kudretini, O’nun inayetini,
O’nun riayetini, O’nun hıfzını, O’nun kelaetini, O’nun
vekaletini öne çıkarması lazım.

Evet, ferdî enaniyet, cemaat enaniyetine
inzimam edince kırılmaz bir hâl alıyor. Aslında herkesin
malumu olduğu üzere eserlerde ‘ene(ben)’yi kırmak
için ‘nahnu(biz)’ye müracaat etmek tavsiye ediliyor.
Ama burada ‘nahnu’ de işe yaramıyor. Onun için ‘nahnu’yü
de aşıp ‘Hüve(O)’ye sarılmak gerektiğine inanıyorum.
Zira, hepimizin sürekli rehabilitasyona, nasihata;
bu ölçüleri zihnimizde canlı tutmaya ihtiyacımız var.
Harun Reşid’in defalarca Fuzayl ibni Iyâz’ın dizlerinin
dibinde hıçkıra hıçkıra ağladığını biliyoruz biz.
Selâhaddîn-i Eyyubi’nin Izz ibni Abdüsselâm’ın dizlerinin
dibine kapanıp ağlaması da az değildir. Ya Zembilli’nin
yanında hıçkırıklara boğulan koca sultan Yavuz Selim’e
ne demeli.

Evet, ‘ve’l-muhlisûne alâ hatarin
azîm’ deniliyor hadiste. Yani “..İhlasa erenlere gelince,
onlar da büyük tehlike içindedir.” Menkıbe kitaplarında
anlatılır, Hazreti Musa Cenab-ı Hakka diyor ki: “Ya
Rabbi! Hayret ediyorum, Sana gelmiş, ulaşmış insanlar
nasıl oluyor da başka mülahazalara kapılıyorlar.”
“Ya Musa” diyor Cenab-ı Hak; “Onlar bana gelip ulaşanlar
değil, yoldakiler.” Allah hepimizi muhlisin basamağını
da aşıp muhlas olan yani ihlasa erdirilmişler zümresine
ilhak eylesin.

Allâhümmec’alnâ min ibâdike’l-muhlisîne’l-muhlasîn
el-veriîne’z-zâhidîn el-mukarrabîne’r-râdîne’l-merdiyyîn
es-sâfîne’l-muhibbîne’l-mahbûbîn.

Amin Ya Rabbi!