Arzî ve Semavî Musibetlere Karşı Okunabilecek Bir Dua

Arzî ve Semavî Musibetlere Karşı Okunabilecek Bir Dua
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve
sellem) “Kim her gün sabah ve akşam şu duayı üç defa okursa artık ona hiçbir şey
zarar vermez.” buyurduğu

بِسْمِ اللّٰهِ الَّذي لاَ يَضُرُّ مَعَ اسْمِهِ شَيْءٌ فِي اْلأَرْضِ
وَلاَ فِي السَّمَآءِ وَهُوَ السَّميعُ الْعَليمُ

(Tirmizî, Daavât 13)dua hangi hususları ihtiva etmektedir?


Cevap: Resûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhissalâtü
vesselâm), me’surattan olan bu mübarek duaya

بِسْمِ اللّٰهِ الَّذي

ifadesiyle, yani Allah’ın nam-ı
celîl-i sübhanisini zikrederek başlamakta; sonra da

لاَ يَضُرُّ مَعَ اسْمِهِ شَيْءٌ فِي اْلأَرْضِ وَلاَ فِي السَّمَآءِ

“O’nun nam-ı celîlinin anıldığı yerde, ne arz ne de semadaki hiçbir
şey insana zarar vermez.” diyerek, maddî-mânevî, dünyevî-uhrevî bütün
tehlikelere karşı Allah’ın (celle celâluhu) sıyanetine sığınmaktadır. En sonunda
ise,

وَهُوَ السَّميعُ الْعَليمُ

buyurmak suretiyle, Cenâb-ı
Hakk’a ait iki ismi zikrederek duasını tamamlamaktadır. Yani duanın sonunda,
‘Cenâb-ı Hak, arzdan çıkacak ve semadan inecek her türlü tehlikeye karşı,
halisane bir niyetle kendisine sığınan kulunun yakarış ve tazarruunu işiten ve
muhit ilmiyle kulunun bu duasını en iyi bilendir’ denilmektedir.


Bu dua belli maksatlar gözetilerek değişik emraz ve araz için okunabilir;
Cenâb-ı Hak da hangi niyetle okunmuşsa talep edilen o hususu kuluna ihsan edip
is’af buyurabilir. Fakat âlimler arasında umumiyetle bu duanın felce karşı
okunacağı gibi bir kanaat hâkimdir. Bu hadis-i şerifi Ebân b. Osman, babası Hz.
Osman b. Affan’dan (radıyallâhu anhüma) rivayet etmiştir. Din adına duyup
öğrendikleri her şeyi hemen hayata geçirmek sahabe efendilerimizin önemli bir
hususiyeti olduğundan, onlar bu duayı sabah akşam okuyor ve felç olmamaya karşı
da tavsiye ediyorlardı. Evet, onlar, Kur’ân’dan bir âyet nazil olduğu veya
Peygamber Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis işittikleri
zaman hemen o âyet veya hadisi kendi aralarında müzakere edip anlamaya ve
hayatlarında uygulamaya çalışıyorlardı.


İşte, bu duanın geçtiği hadis-i şerifi rivayet eden Ebân b. Osman
(radıyallâhu anh) bir gün felç olur. Bu hadis-i şerifi kendisinden işiten bir
zat ise sokakta Ebân b. Osman Hazretlerini bu felçli hâliyle görünce kendisine
bakmaya başlar. Bu durum karşısında Ebân b. Osman Hazretleri o zata şöyle bir
izahta bulunur: “Hadis rivayet ettiğim şekildedir. Fakat ben, bu musibetin bana
isabet ettiği gün onu okumamıştım. Allah da (celle celâluhu) hakkımda bu şekilde
takdir buyurdu.” (Tirmizî, Daavât 13)


Evet, görüldüğü üzere sahabe-i kiram efendilerimiz, kendilerine ulaşan her
bir emri yaşamayı, içlerine sindirmeyi ve içselleştirmeyi hayatlarının gayesi
bilmişlerdi. Fakat maalesef bugün biz, böyle bir şuurdan mahrum bulunuyoruz.
Duygu ve düşünce dünyamızın üzerinden öyle bir tırpanlama geçti, öyle bir fetret
dönemine maruz kaldık ki, bu durum âdeta olumlu her şeyi aldı, sildi, süpürdü ve
götürdü. Böylece biz dinimizin güzelliklerinden, İslamî değerlerin usûl ve
füruundan uzaklaştık ve onlara karşı yabancılaştık. Ayrıca dinimizin dilini
bilemeyişimiz de bizim için ciddi bir dezavantaj. Yoksa bir insanın sabah akşam
bu duayı okuması çok zor bir husus olmasa gerek.


İşte sahabe efendilerimiz mütemadiyen sabah akşam bu duayı okuyor ve bu duayı
okuyan insanın da felç olmayacağına yürekten inanıyorlardı. Koruyup kollayacak
Allah olduğu için, bu noktada esbapperest olmamak gerekir. Maalesef son birkaç
asırdan beri, fünun-u müspete dediğimiz pozitif ilimler, insanlığın lehine bir
kısım faydalar sağlamakla beraber, beşeriyete her şeyi maddede arama ve her şeyi
bir sebebe irca etme gibi bir anlayışı dayattığından, bizi de aklı gözüne inmiş
insanların tavrına sürükledi, böyle bir gayyaya itti. Bunun neticesinde bizler
de sebepler üstü bir kısım ilâhî inayet ve riayeti göremez hâle geldik. Sebepler
dairesinde siz, felç gibi bir hastalığı tansiyona, fazla tuz kaçırmaya
bağlayabilir, genetik olduğunu söyleyerek anne babadan geldiğini iddia edebilir
veya damarlardaki yağlanmadan ileri geldiğini söylemek suretiyle değişik esbaba
dayandırabilirsiniz. Ancak unutmamak lazım ki, Allah müsebbibü’l-esbabdır. O,
sebeplerle planlanan, ortaya konulan her şeyi, dilediği şekilde mutlak kudret ve
iradesiyle değiştirir, bütün düzenleri bozar ve orada Kendi hükmünü gösterir.
Evet, O murad buyurursa, Kendi inayet-i fevkaladesi ve riayet-i fevkaladesiyle
sizi görür, gözetir, kontrol eder ve sizin öyle bir hastalığa yakalanmanıza
meydan vermez. Belki materyalist, pozitivist ve natüralist bakış açısına sahip
olanlar, anlatılan bu hususlara karşı burun bükebilir ve meseleye kenarından,
köşesinden bakabilirler. Fakat bir mü’min Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz kudret ve
iradesine aksine ihtimal vermeyecek şekilde kat’î bir şekilde inanır ve
inanmalıdır.


Bu açıdan eskilerin ifadesiyle ister âfât-ı semaviye ister âfât-ı aradiyeye
karşı ve hususiyle felce karşı sabah akşam bu duanın okunması şayan-ı
tavsiyedir. Kendimizi kötü hissettiğimiz, meselâ tansiyonumuzun yükseldiği,
yüzümüzde tekallüs ve titremelerin olduğu bir zamanda hemen bu duayla Rabbimize
iltica edebiliriz. Çünkü vücudumuzun değişik yerlerinde bilemediğimiz bir
şekilde âdeta bir kısım “sıhhatmetre”, “hayatmetre” gibi şeyler devreye girerek
bir yönüyle bize sinyal gönderebilir. İşte bu tür bir durumda böyle çok ucuz bir
reçeteyi kullanmanın ne mahzuru var! Evet, değişik sıkıntılara maruz kaldığımız
zamanda hemen:

بِسْمِ اللّٰهِ الَّذي لاَ يَضُرُّ مَعَ اسْمِهِ شَيْءٌ فِي اْلأَرْضِ
وَلاَ فِي السَّمَآءِ وَهُوَ السَّميعُ الْعَليمُ

diyerek Cenâb-ı
Hakk’ın sonsuz rahmet ve kudretine sığınabiliriz. Dua ile ilgili bahislerde
üzerinde durulduğu üzere, duada talep edilen hususların istenildiği şekliyle ve
hemen karşılığını göreceğim mülâhazası doğru bir anlayış değildir. Çünkü Cenâb-ı
Hak bazen istediğimizin aynını verir, bazen de değişik hikmetlere binaen
istediğimizden daha hayırlısını verir, fakat ilmimiz sınırlı olduğundan biz onu
bilemeyiz. Fakat netice itibarıyla bir sıkıntıya maruz kaldığımızda hemen duaya
yönelmek suretiyle biz o fırsatı değerlendirmiş, bir ibadet, zikir ve fikir
dairesine girmiş oluruz.


Semadan Gelebilecek Zararlar


Duada geçen

فِي السَّمَآءِ

ifadesinin kapsamına, ruhanîlerden ve
cinnîlerden gelecek zararlar da girebilir. Çünkü oksijen, karbondioksit ve daha
başka gazların atmosferde yüzdükleri gibi cinler ve latîf varlıklar da orada
yüzer dururlar. Esasen o metafizik varlıkların sadece o türlü gazlardan ibaret
olup olmadıklarını da bilemiyoruz. Zira âyet-i kerimede bu varlıkların mâric
nardan yaratıldıkları ifade ediliyor. (Rahman sûresi, 55/15) Biz ise mâric narın
mahiyetini tam olarak bilemiyoruz.


Yedi kat sema hakkındaki tevcihlerden biri kendi atmosferimizdeki yedi kat
semadır. Atmosferin en alt tabakadan en üst tabakaya kadar değişik tabakaları
var. Bu tabakalarda tavattun etmiş, kabiliyet ve istidatlarına göre belli
tabakaları işgal etmiş ervah-ı habîse ve cinler olduğu gibi, onların yanında
melaike ve ruhanî varlıklar da vardır. Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın tefsirinde
işaret ettiği gibi, yıldırım, şimşek ve gök gürültüsü gibi atmosfer
hâdiselerine, bazı melaike ve ruhanî varlıklara mahsus bir kısım hâdiselerin
fizik âleminde ortaya çıkması, tezahür etmesi şeklinde bakabiliriz.


Sema dediğimizde öncelikle dünya semasına bakılsa da, meseleyi daha geniş
perspektiften ele alabiliriz. Bu mevzuda Hem Hz. Üstad, hem de Elmalılı M. Hamdi
Yazır Hazretlerinin tevcihlerinden birisi de şudur: Şu gördüğümüz yıldızlarla
yaldızlanmış sema birinci kat semadır. Biz ikincisini, üçüncüsünü, dördüncüsünü,
beşincisini, altıncısını ve nihayet yedincisini göremiyoruz. Bu tevcihe göre,
Samanyolu galaksisinin yanında daha binlerce kehkeşan birinci kat sema oluyor.
Belki onun üstünde bizim göremediğimiz, eterden bir sema var; esîrden bir sema
var; esîrin de madde-i asliyesi olabilecek daha başka maddelerden semalar var.
Onlar bizim ne teleskoplarımızla, ne mikroskoplarımızla ne de x ışınlarımızla
görülecek şeyler değildir. Evet, âlem-i berzahın bir seması var, âlem-i misalin
bir seması var, mahşerin bir seması, Cennet’in bir seması ve Cehennem’in bir
seması var.


Astronomiyle ve astrofizikle alakalı yazılara baktığımızda çok uzak
gezegenlerden bile küre-i arzın müteessir olduğunu öğreniyoruz. Kaldı ki, o
teessürde bile biz, meseleyi sadece fizikî tesir ve teessüre irca edersek yine
meseleyi belli bir darlığa mahkûm etmiş oluruz. Çünkü bunda ruhanîlerin,
ecinnîlerin, ifritlerin, gulyabanilerin rolü olabilir. Hz. Pir’in ifade ettiği
gibi o âlemden bu âleme sürekli ruhanîler ve ervah-ı habîse iniyor. Hatta
göktaşları ve meteorlar bir yönüyle onların taşlanması şeklinde tezahür
ediyor.


İşte bütün bunları göz önüne alarak semaya bu genişlik içinde bakmalıyız. En
uzak semalardan bizim dünyamıza gelecek şeyler olduğu gibi, atmosferimizden de
bizim dünyamıza gelecek şeyler vardır. Diğer yandan Şeytan’ın:

لَاٰتِيَنَّهُمْ مِنْ بَيْنِ أَيْدِيهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ وَعَنْ
أَيْمَانِهِمْ وَعَنْ شَمَۤائِلِهِمْ وَلَا تَجِدُ أَكْثَرَهُمْ شَاكِرِينَ

“Onların gâh önlerinden, gâh arkalarından, gâh sağlarından, gâh
sollarından sokulacağım, vesvese verip pusu ku-racağım, Sen de onların
ekserisini şükreden kullar bulmayacaksın.” (A’râf Suresi, 7/17) demesine
karşılık Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir duasında:

اَللّٰهُمَّ احْفَظْنِي مِنْ بَيْنِ يَدَيَّ وَمِنْ خَلْفِي وَعَنْ
يَمِينِي وَعَنْ شِمَالِي وَمِنْ فَوْقِي وَأَعُوذُ بِعَظَمَتِكَ أَنْ أُغْتَالَ
مِنْ تَحْتِي

“Allahım, önümden-arkamdan, sağımdan-solumdan ve
üstümden (gelecek tehlikelerden) beni koru. (Yere batırılarak) altımdan helâk
edilmekten azametine sığınırım.” (Ebu Davud, Sünnet 110) buyurmak suretiyle,
önünden, arkasından, sağından, solundan, altından ve üstünden gelecek
tehlikelerden Allah’a sığınmıştır. Dolayısıyla, semadan gelen şeylerle çarpma
olabileceği gibi, yerden gelen şeylerle de çarpma olabilir. Aynı şekilde ervah-ı
habîseyle ve şeytanla çarpma da olabilir. İşarî mânâlar açısından belden aşağı
vurma da olabilir. İşte cevamiü’l-kelim sahibi olan İnsanlığın İftihar
Tablosu’nun (aleyhissalâtü vesselâm) ifade buyurduğu bu duanın dâl bi’l-ibaresi,
dâl bi’l-işaresi, dâl bi’d-delalesi ve dâl bi’l-iktizasıyla değişik vecihleri
vardır. Meseleyi O’nun beyanda hedeflediği enginlikle ele alabilmek için, bütün
bu mânâ tabakalarının hepsi göz önünde bulundurulmalıdır. Yoksa meseleye sadece
pozitivist ve natüralist bir mülâhazayla bakar ve onu dar bir dairede ele
alırsak, meseleyi mahiyet-i nefsü’l-emriyesinden uzaklaştırmış ve kendi
anlayışımızdaki darlığa mahkûm etmiş oluruz.


Sünnetin İhyası


Haşir sûresinden önce bu duayı okumak bazı yerlerde âdet hâline gelmiştir.
Mesela Erzurum’da Haşir suresine geçmeden önce üç defa:

بِسْمِ اللّٰهِ الَّذي لاَ يَضُرُّ مَعَ اسْمِهِ شَيْءٌ فِي اْلأَرْضِ
وَلاَ فِي السَّمَآءِ وَهُوَ السَّميعُ الْعَليمُ

denildikten sonra,
besmele çekilerek âyetlere geçilirdi. Aslında mevcut kaynaklarda ne devr-i
risalet-penahide ne de Raşid Halifeler döneminde böyle bir uygulamaya
rastlamıyoruz. Fakat kimi âlimler aslı Kur’ân’da veya Sünnet’te bulunan
meselelerin ihya edilmesi düşüncesiyle faslının insanlar tarafından belli bir
şekle irca edilerek formüle edilmesini mahzursuz saymışlardır. Bu konuya en
olumsuz yaklaşanlar bile buna bid’at-ı hasene demişlerdir. Meselâ, Seyyidina Hz.
Ömer teravih namazının cemaatle kılındığını gördüğünde

نِعْمَ الْبِدْعَةُ هَذِهِ

“Bu ne güzel bid’attir.”
(Buhari, Salâtü’t-Teravih 1) buyurmuştur. Çünkü Peygamber Efendimiz (sallallâhu
aleyhi ve sellem), teravih namazını sadece iki üç akşam cemaatle
kılmıştır. Halkın çok ciddi tehalük gösterdiğini görünce de teravih namazını
cemaatle kılmayı bırakmıştır.


Zira Resûl-i Ekrem Efendimiz’in teşrie ait tavırları çok önemliydi. Ef’al-i
nebevî dediğimiz, Allah Resûlü’nün fiilleri dinde bir kanunun vaz’edilmesine
kaynaklık ediyordu. Yani Peygamber Efendimiz teravih namazını cemaatle kılmaya
devam etseydi, Müslümanlar da onu öyle benimseyip sonra yapma mecburiyetinde
kalacaklardı. Bunun için İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve
sellem), dinin ruhundaki yüsre binaen halkı böyle bir mecburiyette bırakmamak
için ilk iki gün teravih namazını cemaatle kıldıktan sonra Cennet’teki
firdevsten daha mukaddes hücre-i saadetlerine girdi ve çıkmadı. Daha sonra da bu
tavrının sebebini izah buyurdular.


İşte

بِسْمِ
اللّٰهِ الَّذي
لاَ يَضُرُّ مَعَ
اسْمِهِ شَيْءٌ
فِي اْلأَرْضِ
وَلاَ فِي السَّمَآءِ
وَهُوَ السَّميعُ
الْعَليمُ

duasının aslı,
meşhur hadislerde yer aldığından, Allah Resûlü’nün tavsiyelerine dayandığından
ve buna rağmen insanlar ihmal gösterip bu önemli sünneti terk ettiklerinden
dolayı, bu dua bazı yerlerde Haşir sûresinden önce okunmak suretiyle ihya
edilmeye çalışılmıştır. Yani, “Bu duayı imam okusun, cemaat de dinlesin ve
böylece Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu tavsiyesi yerine
getirilmiş olsun” mülâhazasıyla hareket edilmiştir. Ancak kanaatimce bu ve
benzeri meselelerde kapıyı aralık bırakmak gerekir. Özellikle böyle bir
uygulamanın cari olmadığı yerlerde “yeni bir şey mi çıkarıyorsunuz” mülâhazasına
da meydan verilmemelidir.